.
Dualarımız neden kabul olmuyor.?
Devamlı dua ediyoruz ama neden kabul edilmiyor ?
İnsanımızın en çok etkilendiği konulardan birisi dua meselesi. Genellikle dualarımızın kabul olmamasından çok şikayetçi oluyoruz. "Daha nasıl dua edeyim, olmuyor işte" diyen insanlarımızın sayısı çok fazla. Fakat bu yeni bir problem değil. Çok eskilere de uzansak bu tür şikayetleri duymak mümkün. "Benim dualarım kabul olmuyor" deyip duayı terk edenlere de rastlamak mümkün. Neden dualarımız kabul olmuyor. Biz mi dua etmesini bilmiyoruz, yoksa yanlış dualar mı ediyoruz. Dualarımızın kabul olması için ne yapmamız lazım. Bir türbeye gidip mum yaksak mı, bir ağaca çaput bağlasak mı yada muskalar falan mı taşısak.
Yok, yok. Böyle şeylere hiç ihtiyacımız yok. Tek bilmemiz gereken duanın mahiyeti. Dua nedir? Niçin dua edilir? Kime dua edilir? Duanın gayesi nedir. Bunun gibi konuları bildikten sonra, aslında her duamızın karşılığını gördüğümüzü anlayabiliriz.
"İnsanın vazife-i fıtriyesi taallümle tekemmüldür, duâ ile ubûdiyettir." Yani, "Kimin merhametiyle böyle hakîmâne idare olunuyorum? Kimin keremiyle böyle müşfikâne terbiye olunuyorum? Nasıl birisinin lûtuflarıyla böyle nâzeninâne besleniyorum ve idare ediliyorum?" bilmektir. Ve binden ancak birisine eli yetişemediği hâcâtına dâir, Kâdiü'l-Hâcâta lisân-ı acz ve fakr ile yalvarmaktır; ve istemek ve duâ etmektir. Yani, aczin ve fakrın cenahlarıyla makam-ı âlâ-i ubûdiyete uçmaktır.
Demek, insan bu âleme ilim ve duâ vâsıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir. Mahiyet ve istidad itibâriyle her şey ilme bağlıdır. Ve bütün ulûm-u hakikiyenin esâsı ve mâdeni ve nuru ve ruhu, mârifetullahtır. Ve onun üssü'l-esâsı da imân-ı billâhtır.
Hem insan, nihayetsiz acziyle nihayetsiz beliyyâta mâruz ve hadsiz a'dânın hücumuna mübtelâ ve nihayetsiz fakrıyla beraber nihayetsiz hâcâta giriftar ve nihayetsiz metâlibe muhtaç olduğundan, vazife-i asliye-i fıtriyesi, imândan sonra duâdır. Duâ ise, esâs-ı ubûdiyettir. Nasıl, bir çocuk, eli yetişmediği bir merâmını, bir arzusunu elde etmek için ya ağlar, ya ister; yani, ya fiilî, ya kavlî lisân-ı acziyle, bir duâ eder, maksuduna muvaffak olur. Öyle de, insan, bütün zîhayat âlemi içinde nâzik, nâzenin, nazdar bir çocuk hükmündedir. Rahmânirrahîmin dergâhında, ya zaaf ve acziyle ağlamak veya fakr ve ihtiyacıyla duâ etmek gerektir; tâ ki, makâsıdı ona musahhar olsun veya teshîrin şükrünü edâ etsin. Yoksa, bir sinekten vâveylâ eden ahmak ve haylaz bir çocuk gibi, "Ben kuvvetimle bu kâbil-i teshîr olmayan ve bin derece ondan kuvvetli olan acîb şeyleri teshîr ediyorum. Ve fikir ve tedbîrimle kendime itaat ettiriyorum" deyip küfrân-ı nimete sapmak, insaniyetin fıtrat-ı asliyesine zıd olduğu gibi, şiddetli bir azaba kendini müstehak eder. "
Bediüzzaman'ın ifadelerinden anladığımıza göre dua bir ibadettir ve ibadet maksadıyla yapılırsa Ahirette bize büyük kazanç olarak karşımıza çıkacaktır. Demek ibadet maksadıyla ve ihlasla yapılan dualar kesin netice vermektedir.
"Eğer desen: "Birçok defa duâ ediyoruz, kabul olmuyor. Halbuki, âyet umumidir; her duâya cevap var," ifade ediyor.
Elcevap: Cevap vermek ayrıdır, kabul etmek ayrıdır. Her duâ için cevap vermek var; fakat kabul etmek, hem ayn-ı matlûbu vermek Cenâb-ı Hakkın hikmetine tâbidir. Meselâ, hasta bir çocuk çağırır: "Yâ hekim, bana bak."
Hekim "Lebbeyk," der. "Ne istersin?" Cevap verir.
Çocuk "Şu ilâcı ver bana" der.
Hekim ise, ya aynen istediğini verir, yahut onun maslahatına binâen ondan daha iyisini verir, yahut hastalığına zarar olduğunu bilir, hiç vermez.
İşte, Cenâb-ı Hak Hakîm-i Mutlak, hâzır, nâzır olduğu için, abdin duâsına cevap verir. Vahşet ve kimsesizlik dehşetini, huzûruyla ve cevabıyla ünsiyete çevirir. Fakat, insanın hevâperestâne ve heveskârâne tahakkümüyle değil, belki hikmet-i Rabbâniyenin iktizâsıyla, ya matlûbunu veya daha evlâsını verir veya hiç vermez.
Hem, duâ bir ubûdiyettir; ubûdiyet ise, semerâtı uhreviyedir. Dünyevî maksadlar ise, o nevi duâ ve ibâdetin vakitleridir; o maksadlar, gâyeleri değil. Meselâ, yağmur namazı ve duâsı bir ibâdettir. Yağmursuzluk, o ibâdetin vaktidir; yoksa, o ibâdet ve o duâ, yağmuru getirmek için değildir. Eğer sırf o niyet ile olsa, o duâ, o ibâdet hâlis olmadığından, kabule lâyık olmaz.
Nasıl ki, güneşin gurûbu, akşam namazının vaktidir; hem güneşin ve ayın tutulmaları, küsûf ve husûf namazları denilen iki ibâdet-i mahsusanın vakitleridir. Yani, gece ve gündüzün nurânî âyetlerinin nikaplanmasıyla bir azamet-i İlâhiyeyi ilâna medâr olduğundan, Cenâb-ı Hak, ibâdını, o vakitte bir nevi ibâdete dâvet eder. Yoksa, o namaz, açılması ve ne kadar devam etmesi, müneccim hesâbiyle muayyen olan ay ve güneşin husûf ve küsûflarının inkişafları için değildir. Aynı onun gibi, yağmursuzluk dahi, yağmur namazının vaktidir. Ve beliyyelerin istilâsı ve muzır şeylerin tasallutu, bâzı duâların evkât-ı mahsusalarıdır ki, insan o vakitlerde aczini anlar; duâ ile, niyaz ile Kadîr-i Mutlakın dergâhına ilticâ eder. Eğer duâ çok edildiği halde, beliyyeler def' olunmazsa, denilmeyecek ki, "Duâ kabul olmadı." Belki denilecek ki, "Duânın vakti, kazâ olmadı." Eğer Cenâb-ı Hak, fazl ve keremiyle, belâyı ref' etse, nurun alâ nur, o vakit duâ vakti biter, kazâ olur.
Demek duâ, bir sırr-ı ubûdiyettir. Ubûdiyet ise, hâlisen livechillâh olmalı. Yalnız aczini izhâr edip, duâ ile Ona ilticâ etmeli; Rubûbiyetine karışmamalı. Tedbîri Ona bırakmalı, hikmetine itimad etmeli, rahmetini ittiham etmemeli. (23. Söz'den)"
Üstad Bediüzzaman'ın ifadelerinden herşey çok açık bir şekilde anlaşılıyor. Bizlerin sıkıntısı ise dünyevi konularda ki dualarımızla ilgili. Rab'bimiz bizim dualarımızı işitendir. Dilediği zaman bizim her istediğimizi yerine getirebilecek güç ve kudrettedir. Ancak biz sadece içinde bulunduğumuz durumun farkındayız. Rab'bimiz ise geçmiş ve gelecek her şeyi bilen ve yaratandır. O bizim için isterse duamazın karşılığını verir, istemezse vermez. O'nun isteğimizi yerine getirmeside, getirmemeside bizim için en hayırlı olandır. Biz ona itimad etmeliyiz. İhlasla ve samimiyetle duaya devam etmeliyiz.
Günümüzde ki gelişmelerle ilgilide çok beklentilerimiz var. İslami gelecekle ilgili beklentilerde insanımız dualarının kabul olmadığını düşünüyor. "Acaba neden duamız kabul olmuyor" sorusu yine gündemimizde. Bununla ilgili yine Risale-i Nur'a başvuruyoruz. Onaltıncı Lem'a'nın baş kısmında bir soru var: "...Ehl-i keşiften rivayeten bu geçen ramazanda Ehl-i Sünnet ve Cemaat için bir ferec, bir fütühat olacağını haber verdikleri halde zuhur etmedi.Böyle ehl-i velâyet ve keşif, neden hilaf-ı vâki haber veriyorlar? Benden sordular. Ben de birden sünûhat kabilinden olarak verdiğim cevabın muhtasarı şudur:
Hadis-i Şerifte vârid olmuştur ki:" Bazen belâ nazil oluyor; gelirken karşısına sadaka çıkar, geri çevirir." Şu Hadisin sırrı gösteriyor ki : Mukadderat, bazı şeraitle vukua gelirken geri kalır.Demek ehl-i keşfin muttali olduğu mukadderat mutlak olmadığını , belki bazı şeraitle mukayyet bulunduğunu ve o şerâitin vuku bulmamasıyla o hadise de vukua gelmiyor. Fakat o hâdise, ecel-i muallâk gibi levh-i ezel'inin bir nevi defteri hükmünde olan LEVH-İ MAHV, İSBAT'da mukadder olarak yazılmıştır." Üstad devamında verilen haber, muallak oldukları şerâti bulamadıkları için, vukua gelmemişler: Yani şartı yerine gelmeyince vukua gelmiyor. diye açıklıyor.
Şimdilerde de müminler çok dua ediyorlar. Fakat şartların yerine getirilmesi konusunda kusurlarımız çok fazla. İbadetlerde eksiklik var. Sabah namazına kalkamayan, namazlarını vaktinde kılamayan, giyim kuşamında Allah (cc) ve Peygamberimizin (as) rızasına dikkat etmeyen, fakat duaya da devam eden milyonlarca mü'min kardeşimiz var. Müslüman olmasına rağmen, hal ve davranışlarıyla konuşmalarıyla sankı gayrimüslim gibi davranan insanlarımızın fazlalığı bize gösteriyor ki, eğer insan inandığı gibi yaşamazsa yaşadığına inanır. Bu eksikliklerimizin ve yanlışlarımızın dualarımızın kabul edilmesinde engel teşkil ettiğini anlamış oluyoruz.
İslam büyüklerinden İbrahim B. Ethem, Basra çarşısında gezerken şöyle bir soruya muhatap olmuştur: “Ey Ethem! Allah, Kur'an da ‘Bana dua edin, dualarınızı kabul edeyim' buyuruyor. Biz dua ediyoruz; ama Allah dualarımıza karşılık vermiyor.”
Bunun üzerine İbrahim B. Ethem şöyle buyurmuştur;
" Çünkü sizin kalplerinizi on şey öldürmüş:
•Allah'ı biliyorsunuz; ama O'nun hakkını vermiyorsunuz, eda etmiyorsunuz.
• Kur'an'ı okuyorsunuz; ama onunla amel etmiyorsunuz.
• Peygamberinizi sevdiğinizi iddia ediyorsunuz; ama O'nun sünnetini terk ediyorsunuz.
•Şeytanın, düşmanınız olduğunu iddia ediyorsunuz; Sonra da ona uygun hareket ediyorsunuz.
•Cenneti çok arzu ettiğinizi ifade ediyorsunuz; onun için çalışmıyorsunuz.
• Cehennemden korktuğunuzu söylüyorsunuz; ondan kaçmıyorsunuz.
•Ölümün hak olduğunu söylüyor; fakat onun için hazırlık yapmıyorsunuz.
• İnsanların ayıplarıyla uğraşıp; kendi ayıplarınızı unutuyorsunuz.
• Allah'ın nimetlerini yiyor; fakat şükrünü eda etmiyorsunuz.
• Ölülerinizi defnediyorsunuz; fakat ibret almıyorsunuz..."
Dua hayatımızın bir parçası. Günün her vaktinde ve her hadise karşısında sığınıp yardım isteyeceğimiz tek bir kapımız var. Kendimizi, aklımızı, kalbimizi bir daha kontrol edip gözden geçirelim. Hayatımıza yeniden şekil verelim. Başkalarının değil kendi kusurlarımızın tamirine çalışalım. Böylecei ileride belki dualarımızın daha makbul olduğunu görebiliriz.
Erdoğan AKDEMİR