- Cassius Marcellus Clay
Genç şampiyon, 27 Şubat 1964 günü İslamiyeti kabul ettiğini ve Muhammed Ali adını aldığını bütün dünyaya ilan etmiştir. Liston’da yaptığı ve dünya şampiyonu olduğu güne kadar Müslüman olduğunu gizlemişti. Çünkü kendisine bir komplo yapılıp galibiyetinin elinden alınacağına inanıyordu. Nihayet galibiyeti tescillenip elleri havalanıp dünya şampiyonu olunca Müslümanlığını ilan etti.
Clay Louisville’de bir spor salonunda ilk boks antrenmanlarına başlar. İlk maçını üç aylık boksör iken salonun kıdemli bir öğrencisi ile yapar, tek yumrukta rakibini nakavt ederek ilk zaferini kazanır. İkinci ciddi maçını, profesyonel maçlar organize eden bir organizatörün tertiplediği müsabakaya girerek gerçekleştirir. Clay ilk resmi maçına kulübü adına girerek kazandıktan sonra ard arda galip geldiği maçlara çıkmaya devam eder. Artık Amerikan boks camiası, Clay’in adını öğrenmiştir. 1958’de 16 yaşında, 1.90 boyunda, vurduğunu deviren bir boksör olur.
Sigara ve içki içmediğini ifade den Clay, kendisine yaklaşmak isteyen kadınlara ise “Ben insanı döverim, dayak yemek istemezsen benden uzak dur” diyerek kendinden uzaklaştırdığını söylemektedir. Henüz 18 yaşında Roma’da ilk Olimpiyat maçına Filipinli, Macar, Fransız, Rus ve finalde Kanadalı rakibini yenerek Olimpiyat şampiyonu olur. 1963 yılında Avrupa şampiyonu, 25 Şubat 1964’te ise dünya şampiyonu olur.
Clay, Dünya şampiyonu olduktan iki gün sonra başta Amerika olmak üzere tüm dünyayı tekrar şaşırtmıştır. Genç şampiyon, 27 Şubat 1964 günü Müslümanlığı kabul ettiğini ve Muhammed Ali adını aldığını bütün dünyaya ilan etmiştir. Onun bu kararı İslam dünyasında sevinçle karşılanırken, Amerika’da soğuk duş etkisi yapmış, bilhassa muhafazakâr çevreler onun bu davranışından hiç hoşlanmamışlardı. Muhammed Ali, ırk ayrılığının yanına bir de din ayrılığını ekliyor ve tüm Amerika’ya meydan okuyordu. “Bana artık Muhammed Ali deyin. Benim adım bundan sonra budur. Clay ölmüştür. Muhammed Ali yaşıyor.”
İslam’ı seçtikten sonra Amerika’da ırkçılıkla mücadele etmiş ve Müslüman teşkilatlara olağanüstü yardımlarda bulunmuştur ABD askeri olarak Vietnam Savaşı’na katılmayı reddettiği için bokstan men edilip unvanı elinden alınmıştır. Birkaç yıl sonra yasak kalkar ve yine dünya şampiyonu olur. Ali, artık her maç sonrası ringde İslam’ı tebliğ eder olmuştur. Statlarda on binlerce kişinin karşısında, radyo ve televizyonlarda milyonların huzurunda imanın verdiği cesaretle daima İslam’dan bahsetmiş ve kurtuluşun İslam’da olduğunu vurgulamıştır.
Eski dünya boks şampiyonu olan Muhammed Ali Clay’e “Nasıl Müslüman oldun?” diye soran gazetecilere; "Bana nasıl Müslüman oldun diye sormayın. Niçin Müslüman oldun diye sorun." diyerek anlamlı bir cevap vermiştir.
"16 yaşına kadar Hıristiyan yaşadım. Bunu herkes biliyor. Ama o yaştan sonra bana anlatılanların gerçeklerle uyuşmadığını fark ediyordum. Amerika, ahlaken kokmuş bir halde. Onları bu hayattan ancak İslam dini kurtarabilir. Öncelikle bu sözlerim zenciler içindir. Asırlardan beri beyazlar tarafından hor görülüp eziliyorlardı. Ben Müslüman doğmadım. Sonradan bilerek inanarak tanıyarak ve severek İslam dinini seçtim. Buna beni kimse zorlamadı. Onun için değil bir milyon, yüz milyon verseler beni dinimden kimse vazgeçiremez. Bütün inançsızlara, üçkâğıtçılara, masa başında unvanımı iptal eden kalleşlere dersini verdim. Hz. Muhammed’e inandım ve kazandım. Artık birleşme zamanı gelmiştir. Şükürler olsun ki Müslümanım. Dinimi ve adımı kabul etmek istemeyenlere neler yaptığımı bütün dünya görmüştür. Artık birçok Amerikalı aptallığı bıraktı, adımı da Müslümanlığımı da öğrendi. En büyük Allah’tır. Ben en büyük Müslüman Muhammed’den sonra boksun en büyüğüyüm.”
“Kolum Kuran-ı Kerim'in tesirindedir. Ben bir din savaşçısıyım.”
Mike Tyson
Afrika kökenli bir Amerikalı. Dünya Ağır Sıklet Boks Şampiyonu olduğu zaman 20 yaşındaydı. Genç yaşında ulaştığı bu başarı ona maddi olan her şeyi vermişti. Ancak, huzuru yoktu. Gerçek Allah inancından uzak olan her insan gibi, o da aradığı mutluluğu bir türlü bulamıyor, bunalımdan bunalıma sürükleniyordu.
Amerika’da yaygın olan şiddet ve tecavüz modası bir gün onu da kıskacına aldı. Tecavüz ettiği mankenin şikâyeti üzerine 6 yıl hapse mahkûm oldu. Fakat şerden, hayır çıktı. Yüz kızartıcı adi bir suçtan girdiği hapishane, Mike Tyson’un kurtuluşuna açılan bir kapı oldu. Amerikan hapishanelerinde tebliğ hizmetine kendini adamış hamiyetli Müslümanlar vardı. Ve onlar hamiyetlerini, şefkatli yaklaşımlarını Mike Tyson üzerinde de yoğunlaştırdılar. Onun suçunu dikkate alarak dışlamadılar. Tam tersine dostça yaklaştılar ve İslam’ın güzelliklerini hem dilleri, hem de halleriyle anlatmaya çalıştılar. Mike Tyson, hiçbir yerde görmediği samimi bir dostluğu kapatıldığı bu zindanda bulmuş ve fevkalade etkilenmişti. Günler geçtikçe gelişen güzel bir dostluk, onun haline de yansıyordu. Sonunda bu güzel insanların safına katılmakta tereddüt etmedi ve Kelime-i Şehadet getirerek Müslüman oldu. Artık o, Malik Abdülaziz’di. İslam ahlakı onu güzelliklerle bezemişti. Bu sebeple de, iyi halinden dolayı cezası üç yıl azaltılmış, 1995 Mart’ında salıverilmişti.
Yeni dinini açıklaması Müslümanlar üzerinde büyük bir heyecan ve sevinç meydana getirmiş ve muhteşem bir tezahüratla karşılanmıştı. Karşılayıcıları arasında, bütün zamanların en üstün boksörü unvanını taşıyan Muhammed Ali Clay de vardı. Müthiş bir sevgi halesi içinde ilk durağı, şükür namazı kılmak için İslam merkezi oldu.
Yumruklarımı artık İslam için konuşturacağım. Ringlere hazırım. Çünkü kendimi şimdiden boksa hazır hissediyorum. Hapis hayatım, İslamiyet sayesinde çok düzenli olduğu için, bol bol antrenman yaptım.
Müslüman olduktan sonra, hapishanede hayatım tamamen değişti. Sabah namazı için her gün saat dörtte kalktım, bir saat antrenman yaptıktan sonra, kitap okudum. Kendime Malcolm X’i örnek aldım. Onun hayatını ve eserlerini tetkik ettim, artık onun yolundan ayrılmayacağım.
Hapisteyken çok büyük bir sıkıntı içindeydim. Kendimi kapana kısılmış gibi hissediyordum. Nefsimle baş başa kaldığım uzun zamanlar boyu, sorularıma cevap bulmaya çalıştım. Ancak, bütün düşüncelerime rağmen bir çıkar yol bulamıyor ve kendimi müthiş bir boşlukta kalmış gibi hissediyordum. Milyonlarca dolarlık bir servetim olmasına rağmen, mutlu değildim. Böyle bir bunalım içindeyken, hapishanedeki Müslüman mahkûmlardan İslam hakkında bilgiler edinmeye başladım. Bu bilgilerden çok etkilendim. Ömrümde ilk defa duyduğum harika bilgiler arasında beni en çok etkileyen, Allah’ın insana şah damarından daha yakın olması gerçeği idi.
Futbolcu Anelka
Allah İslamiyet’i seçen insanlar arasına beni de kattı.
Hayat büyük bir testtir. Öğrenciler testlere tabi tutulur ve belli bir puan aldıktan sonra bir üst sınıfa geçerler. Hayat da böyledir. En azından hayat testinde öngörülen puanının yarısını almak gerekir. İnsan, belli bir seviyeyi geçtiğinde hayat testinden geçebiliyor. Bunu öldüğüm zaman anlayacağım. Öldüğüm zaman beni tanıyan her insanın kafasında benim için çeşitli düşünceler olacak. Dilerim, benim için ‘İyi adamdı, Allah mekanını cennet eylesin’ denir. Dilerim Allah beni cennetine kabul eder. Bu dileklerim gerçekleşirse; hayat testinden iyi puanlar almış, bir üst sınıfa, cennete geçmişim demektir. Taraftar, sevmediği bir futbolcuyla ilgilenmez, testten geçirme gereği duymaz. Allah, sevdiği kulları için hiçbir nimetini esirgemez. Kul da Allah’ın önüne serdiği nimetleri hak etmek için testlerden geçer. Kullar bir testi geçtikçe, önüne daha zor bir test çıkar. Her testten sonra da Allah’ın daha çok nimetlerinden faydalanır. Bu da böyle sürüp gider. Kulun artık hak edip-etmediğini ölçmek için testten geçmeyeceği nimet ise cennettir. Cennet, dünyadaki hayatında bütün testleri geçenlerin faydalanacağı en büyük nimettir. Allah, İslamiyet’i seçen insanlar arasına beni de kattı. Kimin Müslüman olacağına Allah karar verir. Bu, Allah’ın seçimidir. İslamiyet’i seçmeden önce nasıl yaşıyorsam İslamiyet’i seçtikten sonra da aynı şekilde yaşıyorum. Müslüman olmadan önce de iyi bir insan olmaya özen gösteriyor, savurganlık yapmamaya ve günah işlememeye çalışıyordum. Hayat tarzımın değiştiği sanılıyor. Bu şekilde düşünenler yanılıyor. Allah’ın; ‘İyi insan olursanız burası sizin’ dediği cennetine ulaşmak için seçtiğim yol değişti sadece. Geceleri yatağa huzurlu bir şekilde uzanıyorsam, vicdanım beni rahat uyumam için rahatsız etmiyorsa, hayattan almak istediklerimi en iyi şekilde alıyorumdur. Bu durumda ben mutluyumdur. Mutluluğu maddiyatta aramıyorum. İnançlarıma ve felsefeme uygun bir yaşam sürüyorsam, bu yaşamı sürmeme engeller yoksa, yaşam tarzım zehirlenmiyorsa mutluyumdur. Burada çevremdeki arkadaşlarım, hayatı paylaştığım insanların mutlu bir yaşam sürmemde büyük etkileri vardır. Arkadaşlarımı bu yönde seçiyorum, benimle arkadaş olarak kalmalarına veya hayatımdan çıkmalarına hayat tarzımı bozup-bozmadıkları yönünde karar veriyorum. ‘CENNET EN BÜYÜK NİMETTİR’.
Müslüman olan diğer bazı sporcular ise şunlar:
Frank Bilal Ribery: Fransa’da doğdu. Cezayir asıllı Belhami ile evlendi ve Müslüman oldu. Fransa Milli Takımı’nda oynuyor.
Jae Lee Woon: 1973 doğumlu Güney Koreli milli kaleci, 2002’den beri Müslüman olarak hayatını sürdürüyor.
Phillipe Omar Troussier: Fransız teknik direktör. Eşi ile birlikte Fas’ta Müslüman oldu.
Kerim Abdulcabbar: Amerikalı eski ünlü basketbol yıldızı. Müslüman olmadan önceki adı Lewis Alcindor idi.
Fransız teknik direktör Brunu Metsu da İslam’a yönelen isimler arasında. Senegal Milli Takımı’nın başındayken Müslüman olan Metsu, halen Birleşik Arap Emirlikleri’nin El-İttihat takımını çalıştırıyor.Van Persi: Hollanda Milli takım oyuncusu ve 25 yaşında Arsenal’de oynuyor.
Endonezya’nın İslam’la Tanışması
Kendi halinde bir tüccardı. Bir gün kumaşları gemiye yükledi. Endonezya’ya gitti, oraya yerleşti. İşini orada devam ettirdi. Kumaşları kaliteliydi. Tam da halkın aradığı cinstendi. Kendisi de kanaat sahibi bir insandı. Kazancı az olsun, temiz olsun düşüncesindeydi. Bir gün iş yerine geç geldi. Elemanı, sattığı mallardan iyi bir kar elde etmişti. Merak etti, sordu:
— Hangi kumaştan sattın?
— Şu kumaştan efendim.
— Metresini kaça verdin?
— On akçeye.
— Nasıl olur?" diye hayret etti,
— Beş akçelik kumaşı on akçeye nasıl satarsın? Bize hakkı geçmiş adamcağızın. Görsen tanır mısın onu?
Eleman gitti, müşteriyi buldu, getirdi. Dükkân sahibi müşteriyi karşısında görür görmez, helallik istedi ve fazla parayı müşteriye uzattı. Müşteri şaşırmıştı. Böyle bir durumla ilk defa karşılaşıyordu. Ne demekti hakkını helal et?
Olay kısa sürede dilden dile dolaştı. Çok geçmeden kralın kulağına kadar vardı. Sonunda kral kumaş tüccarını saraya çağırdı. Kral sordu:
— Sizin yaptığınız bu davranışı daha önce biz ne duyduk, ne de gördük. Bunun aslı nedir?
— Ben, dedi tüccar, bir Müslümanım. İslam dini böyle emreder. Müşterinin bana hakkı geçmişti. Dolayısıyla kazancıma haram girmişti. Ben sadece bir yanlışı düzelttim.
Kral, “İslam nedir, Müslümanlık nedir?” gibi peş peşe sorular sordu. Birer birer sorularını cevapladı. Kral ilk defa duyuyordu böyle bir dinin varlığını. Fazla zaman geçirmeden İslam’ı kabul etti. Daha sonra kısa süre içinde de halk Müslüman oldu.
250 milyonluk en büyük İslam ülkesi Endonezya’nın Müslümanlığı kabul etmesindeki sır, sadece beş akçelik kumaştı. Yapılan tek şey vardı: “İnandığı gibi yaşamak.” Zaten bu dinin Peygamberi: "Doğru ve güvenilir tüccar, kıyamet gününde peygamberler, sıddıklar (doğrular) ve şehitlerle beraberdir." dememiş miydi? Yani, asıl etkili olan söz dili değil, hal diliydi. Konuşmaktan çok yaşamaktı.
Ajan Claude Covassi
Claude Covassi, yıllarca İsviçre İç İstihbarat Teşkilatı’nın narkotik bölümünde çalıştı. Teşkilatı, bir gün ona her zamankinden farklı bir görev verdi. Cenevre İslam Merkezi’ne sızacak ve merkezin yöneticisi Hani Ramazan’a en yakın isimlerden biri olacaktı. Teşkilat, Ramazan’ın Müslüman gençleri etkileyip Irak’a intihar komandosu olarak gönderdiğini düşünüyordu. Covassi, istenilen yere giderek, merkezin yöneticisi Ramazan’a İslam dinini daha yakından tanımak istediğini söyledi ve bir ay kadar Ramazan’ın sohbetlerine katıldı.
Kısa sürede merkezdeki herkesin güvenini kazanan Covassi, Müslüman olmaya karar verdi(!) Ve görevi gereği Müslüman olduğuna herkesi inandırdı. Ancak görevini yerine getirirken yaşadıkları, onu derinden etkiledi. Covassi, sözde Müslüman olduğunda Kur’an’ın ilk suresini ezberlediğini belirterek, “Günde beş kez camiye gidip namaz kıldım. Tabii ki görevim gereği. Görev gereği olan bu dönüşüm, kalbimin derinliklerinde bir şeyleri harekete geçirdi. Daha önce hiç böyle hissetmemiştim. Ancak duygularımı geri plana itip işimi yapmaya devam ettim.” diyor. Geçen yıllara üzüldüğünü belirten Covassi, Ramazan ve merkezdeki diğer Müslümanların dürüstlüğünün, kendisini çok etkilediğini söylüyor. Zaman geçtikçe kendisini gizli bir servis elemanından çok, bir Müslüman gibi hissediyor ve “Acaba vatan haini mi oldum?” diye düşünüyordu. Çünkü bir yanda ülkesinin kendisine verdiği görev vardı, diğer yanda ise samimi Müslüman kardeşleri… Ramazan hakkında teşkilatına temiz raporu verdi. Ardından bu kez gerçekten Müslüman oldu ve teşkilattan ayrıldı.
“Zamanla Hani Ramazan’ın nasıl biri olduğunu anladım. Medyanın ve istihbarat teşkilatının yansıttığı gibi terörist faaliyetler yürüten biri değildi. Sadece Allah rızasını gözeten dürüst bir din adamıydı.”
Ramazan, kendisine “Adil” ismini takmış. Ancak teşkilat Claude Covassi’ye, yeni ismiyle Adil’e inanmayarak Ramazan’ın peşine bu kez başka bir ajan takmış. Bunun üzerine Covassi, teşkilatına Ramazan’ın peşini bırakmazlarsa basına bilgi sızdıracağını söylemiş. Güvendiği bazı gazetecilerle görüşmüş ve hikayeyi, gerekirse yayınlanmak üzere baştan sona anlatmış.
Teşkilatın kendisinden Ramazan hakkında bir suçlama uydurmasını istediğini de belirten Covassi, “Böylece onu tutuklayabileceklerdi. Bunu yapmayacağımı söyleyip teşkilattan ayrıldıktan sonra evim soyuldu. Sokak ortasında dövüldüm. Bunun üzerine gazeteci dostlarımı arayıp haberi yayınlamalarını istedim. Haber basında geniş yankı buldu” diyor. Basına verdiği röportajlar sayesinde, teşkilatın masum bir insanı iftira atarak tutuklama çabalarını gözler önüne serdi. Teşkilat, daha fazla konuşmaması için kendisine para verip güvenli şekilde yurtdışına gönderme teklifinde bulundu. Covassi, teklifi kabul edip Kahire’ye gitti. Ancak geçmişte üstlendiği görev, ona burada da rahat vermedi. Kendisine gazeteci süsü veren ajanlar Covassi’yle Kahire’de buluşarak röportaj yapmak istemiş ve Hani Ramazan’ı karalayan açıklamalar yapması karşılığında Covassi’ye para teklif etmiş. Covassi bu teklifleri düşünmeden reddetmiş. Müslüman olmak Covassi’nin hayatında çok şeyi değiştirmiş. Artık eski ajan, namazlarını görevi gereği değil, inanarak kılıyor. Müslüman olduktan sonra hayatı tamamen değişmiş. “Görevim gereği sürekli yalan söylüyordum. Artık yalansız bir hayatım var. Ailem İslam’ı seçtiğim için bana sırtını döndü. Ancak şimdi Müslüman arkadaşlarım var.” diyor.
Covassi’nin şu anda Cenevre’ye girişi yasak, o da bu yasağı kaldırmak için mahkemeye gitmiş. Dava sürüyor. Eğer hakkında açılan dava düşerse Cenevre’ye gidebilecek.
Abdurrezzak Selliah
Bir zamanlar, İslam’ın en büyük düşmanıydım. Çünkü bütün aile efradım, bütün tanıdıklarım bana İslam’ın saçma sapan, uydurma ve insanı doğrudan cehenneme götürecek bir din olduğunu söylüyor ve benim Müslümanlarla konuşmamı men ediyorlardı. Ben de Müslümanları gördükçe hemen kaçıyor, arkalarından onlara lanet ediyordum.
Niçin Müslüman oldum? Buna vereceğim cevap çok kısadır. İslam’da beni kendisine çeken en büyük meziyet, bu dinin çok sade, tertemiz, gayet mantıki, herkes tarafından kolaylıkla anlaşılabilen, bunun yanında, içinde çok derin nasihatler ve hikmetler bulunan bir din olmasıdır. İslam dinini daha tetkik etmeğe başlar başlamaz, benim üzerimde büyük bir tesir yaptı ve onu hemen kabul edeceğimi anladım.
Ben Hıristiyan terbiyesi gördüm. Elime verilen İncil’den daha kıymetli bir din kitabı bulunmadığını zannediyordum. Fakat Kur’an-ı Kerim’i okumağa başlayınca, bu kitabın elimdeki İncil’den kat kat üstün olduğunu, bana İncil’in öğretmediği birçok güzel şeyleri öğrettiğini hayret ile gördüm. Hıristiyan dininde, akl-ı selimin kabul edemeyeceği birçok efsane, garip itikatlar var. Kur’an-ı Kerim, bütün bunları red ediyor, insanlara onların anlayacağı ve her bakımdan doğru bulacağı esasları öğretiyor. Yavaş yavaş İncil gözümden düşmeğe başladı. Artık, iki elimle Kur’an-ı Kerime sarılmıştım. Onda okuduğum her şeyi anlıyor, beğeniyor, hayran oluyordum. Demek oluyor ki, hak din, İslam dini idi. Bunu idrak edince, İslamiyeti kabule karar verdim ve iman ederek huzur ve sevgi dinine kavuştum.
İslamiyet’te en çok beğendiğim ve beni kendisine kuvvet ile cezbeden husus, Müslümanların birbirini kardeş kabul etmesidir. Renk, ırk, meslek, milliyet, memleket farkı olmadan, dünyada bütün Müslümanlar, birbirlerini kardeş bilirler, severler, birbirlerine iyilik etmeği, yardım etmeği mukaddes vazife kabul ederler. İncil’in ‘komşunu kendin gibi seveceksin’ kaidesi, ancak Müslümanlarda vardır. Diğer dinlerin hiçbirinde yoktur. İslamiyet’teki kardeşlik, yalnız lafta kalan bir bağlılık değildir. Dünyadaki bütün Müslümanlar, her zaman, her yerde, birbirini tanısın-tanımasın, daima el ele verirler, birbirlerine yardıma koşarlar.
İslamiyet’te takdir ettiğim ikinci bir husus da, bu dinde hiçbir hurafenin, anlaşılmaz bir hususun bulunmayışıdır. Müslümanlık ahkâmı, mantıki, pratik, akli ve moderndir. İslam’ın hükümleri son derece sade, mantıki ve her bakımdan, en modern yaşam tarzına uygundur. Bütün dünyanın kabul edebileceği tek hak din, İslam dinidir.
Üç İspanyol Genç;
Üç İspanyol genç; hayatlarını nefsin girdaplarında dolaşarak, heva ve heveslerinin peşinde zevk ve eğlenceye dalmış bir durumda yaşıyorlardı. Bir gün İngiltere’ye geziye gittiler. Yolları Londra’nın yüz mil kadar kuzey batısındaki Norviç kasabasına düştü. Bir evin önünden geçerken ahenkli bir ses duydular. Bunlar müziğe düşkün, gitarlarını yanlarından ayırmazlar ve arada bir gitar çalarak kendilerini tatmine çalışırlardı. Duydukları sese kulak kabarttılar ve oturup dinlemeye başladılar. İçeride bir musiki icra edilmekte olduğunu düşündüler.
Hakikatte burası bir tekke idi ve içeride muhrik bir sesle Rabbin insanlığa hediyesi, hidayet kaynağı Kur’an-ı Kerim okunuyordu.
Dışarı çıkan müridlerden biri kapıdaki üç genci görünce kibarca içeri davet etti. Yaşayışlarından dolayı her yerde hor ve hakir görülmeye alışkın olan gençler: "Bizi içeriye kabul ederler mi?" diye sormaktan kendilerini alamadılar.
—Ne demek kabul ederler mi? Biz Müslümanız ve kapımız herkese açıktır. Yalnız kapımız değil, evimiz ve gönlümüz de.” dedi
İçeri aldığı misafirleri, bir iki koridor geçerek doğruca Şeyh’in yanına götürüp kapı önündeki karşılaşmalarını anlattı.
Bu sırada Şeyh, bir minderde oturuyordu. Şeyh Efendi (Abdülkadir es-Sûfi), bu üç İspanyol gence iltifat için ayağa kalktığında müridler de sessizce ayağa kalktılar ve şeyhlerinden sonra onlar da bu gençlerle musafaha ettiler, sarılıp kucaklaştılar.
Üç İspanyol genç, hayatlarında böyle samimi bir hüsn-ü kabul görmemişlerdi. Kendilerinin yanı başına oturtan Şeyh Efendi, onlarla derin bir sohbete daldı. Öyle ki, çaylar gelip gidiyor, sohbet uzadıkça uzuyordu. Misafirlerin İspanyol asıllı olduğunu öğrenen Şeyh, onlara eski Endülüs medeniyetini anlatıyor ve o parlak devirlerin ihtişamını hikâye ediyordu.
Birkaç saat zarfında bu Müslüman İngilizler ile üç İspanyol genç öylesine kaynaşmışlardı ki, artık bir daha ayrılmalarına imkân ve ihtimal kalmamıştı. Tam on beş gün, geceli gündüzlü burada kaldılar. Şeyh Efendi’den İslam’ın temiz ve berrak iman esaslarını, Endülüs tarihinin şanlı sayfalarını, yani kendi geçmişlerinin bütün teferruatını öğrenerek hidayete nail oldular.
Bundan yaklaşık on beş-yirmi yıl önce gerçekleşen bu hadiseden sonra İslam’la şereflenen bu gençler, kurdukları bir cemiyetle, İspanya’da yeniden ebedi hidayet güneşi olan İslam’dan istifadeye gayret göstermeye, kendilerine sergilenen engin ve diriltici üslûbu esas alarak çalışmaya başladılar.
Ve bugün böyle gayretlerle İslam, İspanya’da hızla kabul görmektedir. Onlardan biri olan ve kendisinin Muhyiddin-i Arabi hazretlerinin soyundan geldiğini söyleyen Müslüman İspanyol Sami Muhyiddin şöyle diyor:
İspanya’da İslam Güneşi’nin üzerini örten yalan ve tahrif örtüsü bir kere yırtılmış ve büyük gerçek kavranılmaya başlanmıştır. Artık bu örtüyü yeniden derleyip tamir ederek gerçekleri setretmeye kimsenin gücü yetmeyecek ve İspanya, gitgide hızlanan bu hareketle pek yakında en ücra köşelere kadar ezan-ı Muhammedi’nin o haşmetli ve ilahi sedası ile gönüller günde beş defa şenlenecektir. Ecdadımızın ruhaniyeti bereketiyle, Allah’ın bu millete tekrar ve topyekûn hidayet nasip ettiği mesut günler gelip çatmıştır. İki hidayet arasındaki beş asırlık cahiliye devrini hiç yaşanmamış sayıyoruz.
Kaptan Kusto
Kaptan Kusto adıyla tanınan Jacues Cousteau, 1910 yılında Fransa’da doğdu. Denize ve su altına merak sardı ve 1936’dan itibaren araştırmalara başladı. Kaptan Kusto, araştırdıkça deniz altı âlemine hayran oldu. Bir başka dünya, bir başka güzellik âlemiydi bu. 1951’de Calypso (Kalipso) isimli gemiyi satın aldı ve su altında daha fazla kalabilmek için bazı aletler geliştirdi.
Dünyanın bütün denizlerinde incelemeler yapan Kaptan, denizaltı dünyasının filmlerini çekti, kitaplarını yazdı. Ayrıca büyük akvaryum ve müzelerini kurdu.
İlk defa Zafer Dergisi, (Mayıs 1982) Kaptan Kusto’nun İslam’a teslim olduğunu haber verdi. Arkasından diğer bazı yayın organları da haberi doğruladılar. Fakat bunlardan bir kısmına göre Kaptan Kusto, Kur’an’ın mucizeliğini, Allah kelamı oluşunu tasdik etmiş; fakat din değiştirmediğini, bununla birlikte İslam’a büyük bir saygı duyduğunu söylemiştir.
Katolikliğin Fransa’da en yüksek makamı olan Paris Arşovekliği: "Kaptan Kusto Müslüman olmuştur ve ölen oğlunun acısını İslam’la dindirmeye çalışmaktadır." şeklinde bir açıklamayla dezenformasyon yada saptırma içerisine girmişlerdir.
"1962 yılında Alman bilim adamları, Aden Körfezi ile Kızıldeniz’in birleştiği Mendep Boğazı’nda Kızıldeniz’in suyu ile Hint Okyanusu’nun suyunun birbirine karışmadığını belirlemişlerdi.” Bu konuda biz de Atlas Okyanusu ile Akdeniz’in "Sularının birbirine karışıp, karışmadığını araştırmaya başladık. Önce, Akdeniz’in kendine has sıcaklığı, tuzluluğu ve yoğunluğu ile barındırdığı canlıları tespit ettik. Aynı araştırmayı Atlas Okyanusu’nda da tekrarladık." iki su kütlesi binlerce yıldır Cebelitarık Boğazı’nda birleşiyordu. Bu durumda, iki su kütlesinin karışımı sonucu tuzluluk, yoğunluk gibi unsurların eşit ya da eşite yakın olması gerekiyordu. Oysa her iki denizin en yakın bölgesinde bile, deniz suyu kendi özelliğini koruyordu. Yani, iki denizin birleşme noktasında bir su engeli, iki deniz suyunun birbirine karışmasını engelliyordu. Bu durumu açtığım Profesör Maurice Bucaille, bunda şaşılacak bir şey olmadığını, İslam’ın kutsal kitabı Kur’an-ı Kerim’in bunu açık bir şekilde yazdığını söyledi. Gerçekten de bu durum, Kur’an-ı Kerim’de dosdoğru açıklanıyordu."
"İki denizi salıvermiş, birbirine kavuşuyorlar. Fakat birbirine karışmaya engel (Allah tarafından) bir perde var." (Rahman; 19-20) "O Allah’tır ki, iki denizi salıverdi. Şu birisi tatlı, susuzluğu giderir; diğeri tuzlu ve acıdır. Aralarında da kudretinden bir engel ve birbirlerine karışmayı önleyici bir perde koymuştur." (Furkan, 53)
Prof. Bucaille’nin bu sözleri, Kaptan Kusto’yu büyük bir şaşkınlık içinde bırakmış ve Kur’an’da gösterilen ayetleri büyük bir hayranlıkla dinledikten sonra şunları söylemiştir: “Modern ilmin 14 asır geriden takip ettiği Kur’an, ben şehadet ederim ki, Allah sözüdür.”
Kaynak:
Halime Demireşik, Mehmet Çalışkan, Adem Özköse, Can Dündar Röportajları, Arina Svetlova/Tercüme: Ayjan Esenkanova, Gülseren Yükseleroğlu, Kevser Uçar, Ayşegül Zobi, Nalan Bilgen, Avrupa ve İslam – Ailem, Habibe Demircan, Tuğba Sasanlar, Ömer Şamil Kafkas, Metin Karabaşoğlu, Ebru Ateş, Asım Sancaktar, Elif Yıldız, Turan Kışlakçı, Ayten Yadigar, Nnur’ul-İzah-Hidayet Güneşi, Fazıl Duygun çalışmalarından ve zaman.com.tr, dinvekitap.com, sevde.de, kurankursumezunlari.com, aktifhaber.com, gercekhayat.com, imamhatip.com, hababam.net, sevgix.net, safaonline.com ve şebnem.org internet sitelerinden alıntılar yapılmıştır.