Abdullah İbni Ümmi Mektum, Peygamberimizin ilk eşi Hz. Hatice vâlidemizin dayısı Kays İbni Zâide’nin oğludur. Annesinin adı Âtike bint-i Abdullah’dı. Kendisi annesine nispetle Ümmü Mektum’un oğlu anlamında İbni Ümmü Mektum ismiyle meşhur olmuştur.

Çocukken gözlerini kaybetmiş olduğunu şu mukaddes sohbetten öğrenmekteyiz: Hz. Enes’ib rivayet ettiğine göre, bir defasında Hz. Cebrail, Peygamberimizin huzuruna geldiğinde İbni Ümmü Mektum da orada bulunmaktaydı. Cebrail, “Gözünü ne zaman kaybettin ?” diye sorunca o da “Çocukken” cevabını vermiştir. Bunun üzerine Cebrail kendisine şu müjdeyi vermiştir: “Allâh, buyuruyor ki:

‘Ben bir kulumun gözünü aldığım zaman ona Cenneti mükâfat olarak veririm’.

Bu Hadis-i Kudsi sâyesinde Abdullah İbni Ümmü Mektum, dünyada iken Cennet müjdesini almış oluyordu. Bir Kuran aşığı olan Abdullah, Peygamberimizin huzurunda bulunmak, onun manevî atmosferinden istifade etmek ve ondan Kuran’dan âyetler öğrenmek için, sıkı sık Resulullah’ın yanına giderdi. Bir gün Abdullah, bu niyetlerle Peygamberimizin huzuruna gelir. Bu esnada da Resulullah, belki içlerinden birkaçı imana gelir ümidiyle Kureyş müşriklerinin ileri gelenlerine canla başla İslâm’ı anlatmaktaydı. Abdullah, meclise gelerek Peygamberimize hitaben, “Yâ Resulullah, bana Kuran okut. Allâh’ın sana öğrettiğinden bana da öğret” dedi. Resulullah, onların üzerinde daha fazla durma gereği duyduğundan, o anda Abdullah’la yeterince ilgilenemedi veya ilgilenmek istemedi. Abdullah, belki de mecliste bulunanları göremediğinden ve Resulullah’tan cevap alamayınca, arzusunu birkaç defa tekrar etti. Resulullah, ona aldırmayıp yüzünü buruşturup döndü, sözünün kesilmesini istemedi ve misafirlerle sohbet etmeye devam etti. Fakat çok sürmedi, tam sözünü bitirip kalkacağı sırada ilâhî ikaz geldi:

“Yanına âmâ geldi diye yüzünün ekşitip döndü. Nerden bileceksin, belki de o günahlarından arınacaktı. Yahut o öğüt alacak ve o öğüt kendisine fayda verecekti. Öğüte ihtiyaç duymayan kimseye gelince sen ona yöneliyorsun. Onun inkâr ve isyan pisliği içinde kalmasından sen mesul değilsin. Sana koşarak gelen ve Allâh’tan korkan kimseyi ise ihmal ediyorsun. Sakın ! O Kuran bir öğüttür” (Abese Sûresi; 1:10).

Bu hadiseden sonra Resulullah, Abdullah’a daha çok iltifat ve ikramda bulunmuştur. Ne zaman onu görse, hem espri olsun, hem de o hadiseyi hatırlatmak babında “Ey RABBİMin beni ikazına sebep olan kardeşim, merhaba” diye onun gönlünü alırdı.

Abdullah, ilk Müslümanlardan olduğu gibi, ilk muhacirlerden olma şerefine de nail olmuştu. Peygamberimizden önce, Medine’ye Musab b. Umeyr ile ilk hicret edenlerdendi. Peygamberimizden Kuran âyetlerini ezberleyen ve bu şekilde hafız olan Abdullah, Musab ile birlikte Medineli Müslümanlara Kuran öğretmiştir. Görme özürlü olmasına rağmen, Hz. Peygamber onu Bilal ve Ebû Mahzûre ile birlikte Mescid-i Nebevî’de müezzinlikle görevlendirmiştir. Hz Bilal olmadığı zaman Eb’u Mahzûre, o da bulunmadığı zaman Abdullah ezan okurdu. Ramazan aylarında ise sahurun bittiğini ilan etmek için ayrıca ezan okurdu Abdullah. Bunun için Resulullah müminlere “Bilal ezanı gece okuyor, İbni Ümmü Mektum ezan okuyuncaya kadar yiyip içiniz” buyurmuştur.

İbni Ümmü Mektum, imanı kuvvetli ve dinî emirlere harfiyen uymayı seven bir sahabe idi. Evi, mescid-i şerife uzak olduğu hâlde ve kendisine, namazını evinde kılabileceğine dâir ruhsat verilmesine rağmen o, her namaz vakti Peygamberimizle ve cemaatle namaz kılmaya itina gösterirdi. Çok zaman Hz. Ömer ona rehberlik eder, gidip gelirken yardımcı olurdu.

İbni Ümmü Mektum, hafız-ı Kuran idi. Medine‘ye geldikten sonra Ensarın (Medinelilerin) bir çoğuna Kuran-ı Kerim kıraatini öğretmeye başlamıştı. Bu arada sohbetlerinde bulunduğundan dolayı Resulullah’tan duymuş olduğu hadis-i şerifleri de unutmamaya çalışırdı. Zaman zaman etrafına toplanan kimselere hadis-i şerif rivayeti yapardı. İlahî emirler karşısında fevkalade duyarlı olan Abdullah, özürlü Müslümanlar için örnek bir şahsiyetti. Meselâ, cihadın ve mücâhitlerin fazîleti ile ilgili âyetler indirildiğinde, sanki bu âyetlerin kendisini muhatap kıldığı inancı ve bu ağır sorumluluğu yerine getirememe kaygısı ile bir gün Peygamberimize, göz yaşları ile gelerek:

“Ya Resulullah; VAllâhi, cihat etmeye imkânım-gücüm olsa, ederdim”,

diyerek C. Hakka yönelmiş ve

“Ya Rab; Özrümü beyân eden âyet indir ! Özrümü beyân eden âyet indir !” diye dua etmiştir.

Peygamberimizin kâtibi, Zeyd İbni Sâbit bu hadiseyi şu şekilde rivayet etmektedir:

“İbni Ümmi Mektum, Resulullah (s.a.v.) bana vahyi yazdırırken gelmiş ve bu sözleri söylemişti. Bu sırada Resulullah‘ın dizinin bir kısmı dizimin üzerine geliyordu. Birden dizi ağırlaşmaya başladı. Vahiy başlamıştı. Dizim ezilecekti zannettim. Biraz sonra hafifledi. Bana dönerek: “Zeyd, yazdığını oku !” buyurdu. Okudum:

“Müminlerin savaşa katılmayıp oturanlarla, malları ve canlarıyla Allâh yolunda cihat edenler bir değildir”.

Resulullah ilâve etti ve yazmamı söyledi:

“Özürlü olanlar hariç”[1]

Enteresandır, bu âyet-i kerîmeyle, mazereti ve özrü olan insanların fiilî cihada, yani savaşa ve sıcak çatışmalara katılmaları şart görünmediği hâlde, Abdullah İbni Ümmi Mektum, birkaç savaşa katılır ve sancak taşırdı. “Sancağı bana verin. Çünkü ben a’mayım, kaçamam. Beni düşman safları ile aranıza dikin” derdi. Savaşlarda bağıra-çağıra askerleri teşci eder, onlara cesaret verir ve düşmana korku salardı.

Ancak, Resulullah döneminde Abdullah her sefere katılamazdı. Resulullah, onu Medine’de vekil bırakarak, imamlığı ona veriyordu. İslâm Peygamberi ona, toplam on üç kez Medine’de kaymakamlık vermiştir.

İslâm’da özürlülerle ilgili çeşitli hükümlerin belirlenmesi, Abdullah Bin Ümmi Mektum sâyesinde mümkün olmuştur. Özürlülerin vekil bırakılmaları, imamlık yapmaları, talep edilmesi hâlinde savaşa iştirak etmeleri, farz namazlara katılmaları, korunma maksadıyla köpek beslemeleri gibi konular açıklık kazanmıştır.

Resulullah, özürlüleri kendileri için zor olan işlerden muaf tutmakla beraber onları, okumaya, meslek öğrenmeye, ticaret yapmaya ve çalışmaya yönlendirmiştir. Kuran da özürlülerin, durumlarına göre bütün alanlarda aktif olmalarını yönünde kolaylaştırıcı hükümler getirmiştir.

Bununa paralel olarak zaten Kuran-ı Kerim’de, sorumluluğun kişinin gücü ile orantılı olduğunu, kişilere güçlerinin üstünde sorumluluk yüklenmeyeceğini ifade eden genel hükümlü âyetler (Bakara,286; En’am, 152; A’raf,42) yanında, engellilerin mazeretleri sebebiyle bir kısım yükümlülüklerden muaf tutulacaklarını konu edinen özel hükümlü âyetler (Fetih,17; Nur,61) de mevcuttur.

Ümmü Mektum, Veda haccına iştirak etmiştir. Veda hutbesi okunurken, hutbenin duyulması için yüksek sesle hutbeyi tekrarlamıştır. Hz. Ebu Bekir devrinde İbni Ümmü Mektum’a müezzinlik dışında pek çok görev verilmiştir.

Cihat ruhunu ve arzusunu içinde sürekli olarak yaşayan bir sahabe olarak Abdullah, Hicrî 14. senesinde (Miladî 636), Hz. Ömer’in halife döneminde o dönemin iki dev imparatorluğundan biri olan Pers İmparatorluğu’na karşı cihat etmek için yollara dökülmüştü.

Sa’d İbni Vakkâs’ın komutanlığı altında toplanan İslâm ordusu, Kâdisiye meydanına vardığında, İslâm bayrağını, zırhını giymiş olarak Abdullah İbni Ümmi Mektum taşımaktaydı. İbni Ümmü Mektum, Kâdisiye meydan muharebesinde, sancak elinde, yüksek bir tepeye çıkmış olduğu hâlde etrafa bağırıp çağırarak, İranlıların maneviyatını bozmaya uğraşmakla meşgul idi.

Üç gün kıran kırana süren bu savaşta, Pers İmparatorluğunun fillerle ve modern teçhizatla donatılmış ve sayıca üstün olmasına rağmen mağlup edilebilmişti. Ancak, İslâm ordusu, savaşa katılan mücâhitlerinin yaklaşık olarak beşti birini şehit vermişti.

Şehitlerin arasında, İslâm sancağını kucaklamış olarak yerde kanlar içinde yatan, canını bu uğurda veren bir kimse daha vardı: Körlerin efendisi, ilk şehit âmâ: Hz. Abdullah İbni Mektum
[1] Âyetin tam metni şu şekildedir: ““Müminlerin –özürlü olanlar hariç- savaşa katılmayıp oturanlarla, malları ve canlarıyla Allâh yolunda cihat edenler bir değildir. Allâh, malları ve canlarıyla cihat edenleri, derece bakımından daha üstün kıldı.

Gerçi Allâh, hepsine de güzel mükafât vaat etmiştir. Ancak, mücâhitleri, çok daha büyük bir ecirle oturanlardan üstün kılmıştır. Onlara, kendi katından dereceler, mağfiret ve rahmet lütfetmiştir. O, çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir” (Nisâ-4/95-96)