Kırmızı / Mukadder Değirmenci
Yıldız Ramazanoğlu'nun, "Derin Siyah" adlı kitabından sonra kaleme aldığı "Kırmızı", dokuz öyküden oluşan bir yapıt.
Yazarın şimdiye dek yayımladığı kitap adlarında tercih ettiği renkler, işaret ettikleri duygu ve düşünceler açısından genellikle öykülerin içeriğiyle bağdaşır nitelikte. Örneğin kırmızı; acı, öfke, kızgınlık, cesaret, meydan okuma gibi duyguları ifade eden bir renktir halkın zihninde. Öykülerin ileti ve izlekleri, son çözümlemede, karşılık geldikleri bu duygular üzerinden verilmeye çalışılmış kitapta.
Sıkı bir gözlem ve yüksek bir bilinç eşliğinde üzerinde yoğunlaşılan kesitler ve kişiler etrafında döneniyor öyküler. Yeri geldiğinde, iç konuşmalarla zenginleştirilen anlatım da konuyu içtenlikle sarıp sarmalıyor. Bu durum kahramanlarla çoğu yerde özdeşleştiğini hissettiriyor okuyucuya. O kertede bizden, bizim hayatımızdan kesitler ve öykü kahramanları var ki ürünlerde; farkında olmadan kendinizi o olayı yaşayan bir kişi gibi hissediveriyorsunuz. Yıldız Ramazanoğlu hayatın içinden süzülen, kolayca sokuluverdiğimiz sıcak ve gündelik olayları hikâye ederek başarıyor bunu. Bizim hayatımızı birinci elden bize aktaran yazar, kurgu ve anlatımda da oldukça başarılı.
Annesinin koruma ve gözetiminde yaşayan küçük bir kızın tek başına şehir dışına yapacağı tren yolculuğunun öyküsü ile başlıyor kitap. Bu yolculuk birkaç kahramanın gözlem ve duyguları eşliğinde anlatılmış olmasına rağmen, öyküde daha çok hayata tanıklık etmek için yola çıkan küçük bir kızın duyguları ağırlık kazanıyor. Bu duyguların okuyucuya aktarımı, yazarın büyük bir yetkinlikle gerçekleştirdiği iç konuşmalarıyla sağlanıyor. Küçük kızın bu yolculuk hikâyesinde; çevre, etraftakilerin davranışları ve bütün bunların kendi yüreğine yığıp bıraktığı duygular çözümleyici bir yaklaşımla anlatılıyor. Küçük kızın gözlemlerinde, bir yandan annesinin korumacı tavrının izleri duyumsanırken bir yandan da tek başına kalmanın verdiği heyecan, ne yapacağını bilememenin, yadırgamanın ve şaşkınlığın izleri aktarılıyor. Bir yanda annesinin verdiği güven duygusunu diğer yanda özgürlüğün heyecanını yaşıyor kahramanımız. Kendi serüvenini yaşamak isteyen Ayla adlı bu kız özgürlüğe adım atmanın heyecanını yaşarken, annesi Zeliha da yavrusunun yalnız başına kalmasından duyduğu korkuyla döneniyor. Anlatı ilerlerken konuyla bağlantılı olarak, merkezî vurgudan uzaklaşmadan aynı zamanda geçmiş ve gelecek, eski ve yeni karşılaştırması da yapılıyor. Yazarın öykü kahramanlarına başarılı bir şekilde yaptırdığı bu mukayeseler, diğer öykülerde de hissediliyor. Gelenek ve modernizm bir arada ele alınıyor ve içimizden örneklerle kritik ediliyor. Bir nevi toplumun analizi yapılıyor öykü diliyle. Ayrıca genç bireylerin yalnız hareket edebilme, düşünebilme ve bin bir çeşit insanın oluşturduğu bir toplumda 'kendi' olabilme, düşünebilme, akledebilme, karar verebilme meziyetlerine sahip olması, ayakta kalmayı bilmesi, hayata kendisi olarak bir yerlerden başlaması gerektiği mesajını veriyor yazar kanımca. Hayatta yapılacak her işe, atılacak her adıma 'kendisini gerçekleştirerek' bir yerlerden başlaması için, o hayatın genç bireyine bir omuz veriyor sanki. Denemek için de yolculuğun sonunda onu ilk defa karşılaştığı bir toplumda yalnız bırakıyor. Yazar öykünün başkahramanı Ayla üzerinden, hayatın bildik sınırlarında geziniyor. Daha sonra "Destek bir yere kadar, bundan sonrasında artık tek başınasın." dercesine onu heyecan ve korku dolu bakışlarla, karışık duygularla, yabancı kalabalığın içinde yapayalnız bırakıveriyor ve Ayla'nın şu sözlerine şahit oluyor okuyucu:
"Bu şehrin orta yerinde tereddüt ve kararsızlık içinde nereye adım atacağını bilemez halde durmanın ne kadar tekinsiz ve ihtiyatsız bir şey olacağını içgüdüsel olarak hemen hissedebilmiştim. Bunu kimsenin söylemesine gerek yoktu. Kuzenimin telaş içinde karşımdan gelmesini umarak, cep telefonunu da hiç aralıksız çaldırmaya devam ederek insanların tek yöne kaçınılmaz yürüyüşüne katılmıştım bile. Kalbimin atışlarının dışarıdan görülmesi mümkün değildi. Kabanım kalındı. Bu beni rahatlattı biraz."
Öykülerde öne çıkan bir diğer izlek de toplumsal dokuya yönelik değini ve gözlemler. Özellikle bencillik ve duyarsızlık, çeşitli toplumsal yükseltiler eşliğinde dile getiriliyor. Kitapta ikinci öykü olarak yer alan "Kuşlar da düşer" adlı öyküde bu duyarsızlık konusu yine günlük bir koşuşturmaca içerisinde ele alınıyor. Toplumsal döngü ekseninde gerçekleşen olaylar, gerçekleşme nedeninden ve özünden kopuk düşüncelerle ve sadece merak duygusuyla seyrederken bir muhabbet havasında yapılan konuşmalarla olaylara yönelik sıradan bakış açıları ve söylemler ortaya seriliveriyor. İnsanlar söyleyecekleri bitince de tekrar kendi işlerine dönüyorlar. Yani toplumumuzun duyarlık derecesi ölçülüyor. Acıma, bir iki vah vah ve sonra arkasını dönüp gitmeler… Toplumsal döngünün yanı sıra onu oluşturan insanın da değişen yapısı analiz ediliyor. Katı modernizmin, yazarı derinden etkileyip üzdüğü hissediliyor. Genel insanlık sorunlarıyla ve bu arada kadınların yaşadığı sıkıntılarla da yakından ilgilenen, çeşitli platformlarda bu eksendeki çabalarına da tanık olduğumuz Yıldız Ramazanoğlu'nun bu yaklaşımını öykülerinde de hissettirmesi, duyarsız insan tavrını farklı enstantaneler eşliğinde gözler önüne sermesi anlamlı kuşkusuz.
"Burada ilginç olan kuşun kuş kadar canıyla hemen ölmesi gerektiği halde kasıtlı bir şekilde ölmeyip insanları kendi üzerine eğilmeye zorlaması, yapış yapış kanatlarından sızan kanı gözümüze sokması, bizi işimizden gücümüzden alıkoyup oyalaması.
Her şeyin olmamış gibi olması nereye kadar. Yatı'nın bir ismi olduğunu bilirsem, ölümünü ona göre kalbim çizilerek yazarsam diğer şeyleri de bir bir hatırlarım diye düşündüm. Hani bana bir söz vermiştin. Hani unutmak suçtu. Unutmayı unutulmayı kanıksamak suçtu. Biz başkaydık. Arsızca unutup ilerleyemezdik. Hayat böyle devam edip gidemezdi.
birazdan cadde yıkanır. Toz toprakla karışıp ayakkabıların altına yapışır Yatı'nın ölüsü.
Kuş mu geç ti. Yere mi düştü. Ne zaman.
Başlatma şimdi beni anne kuşun ağacı görmesinden."
"Kırmızı" başlıklı hikâye de yine sıradan bir olayın, gündelik hayatın içinde biçimleniyor. "Tüm zamanların en fazla izlenen kadın programı" şeklinde lanse edilen; acılı, gözü yaşlı insanların dramına sokuluyor bu öykü. Elinde kocaman gül demetleriyle gelen kocaların, onları öperek karşılayan, incilerle bezeli kadınların duygularının anlatıldığı programı seyrederken bir taraftan da yemek yapma telaşı yaşayan kadın da yine içimizden biri. Kendimizi, çoğu kez içinde bulduğumuz, kahramanlarının yerine kolaylıkla geçebildiğimiz bizden bir hikâye. Canlılığı açısından diğer öykülerin yanında biraz sönük kalmasına rağmen "kırmızı"nın verdiği mesaj kanımca çok önemsenecek nitelikte. Hikâyedeki kazağın el örgüsü olması hatta renginin biraz solması geçmişin bir uzamı gibi veriliyor.
Kasabadan gelen, daha on iki yaşındayken her türlü ev ve el işini kotarabilecek, bir evi çekip çevirebilecek hatta çocuk büyütebilecek yetiye sahip olmasının şehirde bir işe yaramadığını anlayan genç bir kızın ağzından, okumanın önemi vurgulanıyor. Önceleri herkes karşı çıksa da, gizlice açık liseye kaydolan kızın, evdeki ve çevredeki saygınlığının arttığını öğreniyoruz. Kırsal bir yerleşim yerinden kente göç eden birçok okurun kendisini de içinde buluvereceği bir öykü. Şehir, kişinin kendisini yetiştirebileceği, geliştirebileceği imkânlar açısından daha zengin bir alan. Fakat özellikle iki farklı yaşayışı test eden gençler "öncelerini ve özlerini", o zamana kadar yetiştikleri ortamları, yaşadıkları hayatı, çevreyi ve kendilerini yetiştirenleri göz ardı ederlerse o şehir hayatının içinde yok olmaya da adaydırlar. Kırmızı kazaklı genç kızın kente gelince liseyi dışarıdan bitirmesi, sonra sahip olduğu yeteneklerin değerinin bilinmediği bu atmosferde iş aramaya gitmesi anlatılıyor. Orada karşılaştığı kişilik manzarası gözler önüne seriliyor. Küçümsendiğini anlayan kırmızı kazaklı kız ile işveren hanımefendinin iç konuşmalarıyla gelenek ve modernizm mukayesesi yapılıyor. Sahip olduğu değerleriyle bu toplumda yer almanın onur ve değer aşılayıcı yönü vurgulanıyor: "Bu yukarıdan tavır onda önce sersemletici sonra da meydan okutucu bir etki yapmıştı." "
Kırmızı renkli örgü kazak, eski yeni mukayesesi için yerinde bir seçim sanırım. Halkın hizasında duran, sıradanlığı hatta geçim sıkıntısını çağrıştıran bir unsurdur çoğu zaman örgü kazak. Zira maddi durumu iyi olan insanlar bu tür giyecekleri hazır almayı yeğler. Dolayısı ile gelenek, geçmiş ve modernizm karşılaştırması yine sıradan insanların yaşantısı üzerinden yapılıyor. El örgüsü kırmızı kazak, unutulan veya unutturulmaya çalışılan değerler olarak sembolize edilmiş olabilir diye düşünüyoruz hikâyeyi okurken.
Diğer hikâyeler de hemen hemen aynı özelliklere sahip. Bazılarında politik itirazlar da var. Yazar, yer yer, öykülerde okuyucuyu hayatı anlamlandırmaya davet ediyor hatta zorluyor denebilir. İnsanların yaşadıkları hayatı sorgulaması gerektiği hissettiriliyor. Sözgelimi "Rüya Gibi Bir Akşamüstü" adlı öyküde politik itirazlar belirginleşmiş durumda. Eşi kısa bir süre önce gözaltına alınan bir kadının evini basan ve birçok kitabına el koyan polislerin taşıdığı, eşine ait kitaplara ve disketlere pencereden bakan kadının, gizlice baskını seyreden komşularına karşı tavrını sergileyen satırlar bu mesaja örnek teşkil edecek nitelikte:
"Tüllerin arkasından olanları sessizce izleyen komşulara el sallamaya başladı. Gündelik olağan yaşamlarını renklendiren bu müstesna dakikaların kahramanı olarak onlara bir temennada bulunmak geldi içinden. Gülümsedi hatta. İhsan'ın, disketlerin, polislerin, kıpır kıpır tüllerin ardından. İşte buna gülümsenir. Bu zehiri içen gülümser bunu yaparken. Biz suçlu olarak bunları yaşarken suçluluk duygusundan iyice uzaklaşıyoruz ey millet diye bir söylev yükseliyordu içinde."
"Son Leylek"; sürüden arta kalmışlığın getirdiği acının vurgusunun iç konuşmalarla çizildiği bir bilinç akışı niteliğinde: "Masaya eğildi. Takvim yaprağına. Leyleklerin gitme zamanı. Bu son leylek diye de yazacaktı neredeyse. O kadar açıktı kâğıtta yazanlar. Rüya normaldi ama yazı acayipti. Ağzı dili bağlanıyordu. İş tuhaf bir şekilde değişiyordu. Ayşe sıkı durmaya, kendini bırakmamaya, başını şöyle bir arkaya atıp, hiç zannetmiyorum demeye davrandıkça atmosferde ılık bir hava akımı oluşuyordu. Bir leyleğin karnı gibi beyaz aydınlık bir gülüşü var aslında Celal Bey'in diye düşünmeye başlamıştı durup dururken. Günlerin kısalmasıyla ilgisi var mıydı beyaz görmenin."
Yaşananların kayıt altına alınmasının öneminin vurgulandığı "Sağdan Soldan Aşağıdan Yukarıdan" adlı bir öykü de yer alıyor kitapta.
Bir minibüs şoförünün, içinde yolculuk yapanlara aldırmadan, sağa sola ani manevralarla rampadan aşağı, aşırı hızla kullandığı minibüsün içinde yaşanan korku ve heyecan dolu duygu atmosferi canlı bir şekilde kaleme alınmış. Yazar öykünün kahramanı durumundaki korkusuz şoförün aniden yola fırlayan bir yaşlı kadına çarpmaya ramak kala kendine gelmesine cümleleriyle yardımcı oluyor. Şoför birdenbire dikkat kesiliyor. Ayrıca şoför mahallindeki ölüm ve aşk üzerine yazılan yazılarla da bu durumu anlamlandırıyor.
En son öykü olan "Şerbet" ise, 1984'te National Geographic'te yer alan bir Afgan kızının fotoğrafı etrafında gelişiyor. Batının doğu insanına bakışı, farlı olanı algılayış biçimi anlatılıyor. Hatta bir sitemde bulunuluyor: "Şerbet: oniki yaşında, Peştun, şahit, yaşayan şehit, mülteci. Pakistan'da bir mülteci kampında yetimlerin gittiği bezden bir okul çadırın önünde, kim bilir şu dünyada başını okşayan tek insana, öğretmenine doğru yürürken, hülyalar içinde eşarbı başından kaymışken, yüzünde parlak bir şey patladı. Daha önce, çok çok önce gökyüzünde böyle patlamalar olduğunda yeryüzünde annesini babasını ve bütün yakınlarını kaybetmişti. Bomba kelimesini çok küçükken öğrendi. Baba diyemeden bomba demiş olabilir. Yüzü kireç gibi bembeyaz. Yine patlama. Bu kez biri deklanşöre basmış. Hayatta hiç resmi çekilmemiş olan Şerbet'i ve arkadaşlarını korkutmuştur bu flaş. Ve flaş flaş. Afgan kızı… Dağlarda. Onun resmini bütün dünyaya yaymak ve gözlerini iris tabakasına kadar teşhir etmek için izin almaya elbette gerek yoktu."
Batılı insanın doğu insanını teknoloji ile nasıl deşifre etmeye çalıştığı da şu cümlelerle anlatılıyor: "Siber çağının adamları. Sabırsız, dijital, paranoyak. Önceki kuşaktan beş kat hızlı. Sürekli tüketiyor, çabuk bıkıyor, kesintisiz değişim istiyor. Açık alan fobisi olduğundan kapalı mekânda yaşayabiliyor, kimseyle göz göze gelmiyorlar. İşte onlar masa başında duyguları analiz edebilen bir bilgisayar yazılımı hazırlamışlar ve bu esrarlı bakışın işini bitirmişlerdi."
Batı insanının doğu insanını, acısını anlayamadığı vurgulanıyor:
"Ama gelin görün ki Şerbet tam bir muammaydı hakkında çıkan bunca yazıya, yoğun anlama çabasına rağmen."
Yazar, karşısında köri içenlere karşılık taze nane yapraklı çay içerek kendisini de bu coğrafyaya ait kılıyor.
Yıldız Ramazanoğlu'nu bu kitabıyla bize hissettirdikleri, hatırlattıkları için tebrik ediyor; yeni öykülerle, yeni renklerle tekrar kütüphanelerimizde görmeyi temenni ediyoruz. Kalemine bereket diliyoruz.
Mukkadder Değirmenci / Haksöz-Haber