Rivayete göre, Ebu’d-Derda ile Resulullah (a.s.m) arasında şöyle bir konuşma geçer:
- Ebu’d-Derda: Yâ Resulallah! Mümin hırsızlık yapar mı?
- Resulullah (a.s.m): Evet bazen olabilir.
- Ebu’d-Derda: Peki, mümin zina edebilir mi?
- Resulullah (a.s.m): Ebu’d-Derda hoşlanmazsa de “Evet!”.
- Ebu’d-Derda: Peki, mümin yalan söyler mi?
- Resulullah (a.s.m): Yalanı ancak iman etmeyen kimse uydurur.” (Kenzu’l-Ummal, h. No: 8994).
Bu hadis-i şerifi şöyle açıklayabiliriz:
a. Günah-ı kebâir / büyük günahlar küfre götürmez. Hadiste “müminin hırsızlık ve zina yapabileceğine” dair hüküm bunu göstermektedir.
b. Bazen küçük bir günah büyük bir günahtan daha riskli olabilir. Küllî manada büyük günahlar küçük günahlardan daha kötü olmakla beraber, bazen hususî manada –bazı özellikleriyle- küçük günah büyük günahtan daha büyük olabilir. Nitekim, baş bir batman ağırlığı kaldırdığı halde, göz bir kıla tahammül etmez.
İşte hadis-i şerifte yalanın hırsızlık veya zinadan daha kötü gösterilmesi, onların genel formatlarına göre değil, hususî karakterlerine göredir. Bunun manası şudur: Gerçek manada iman büyük günâhlar ile bir arada olabilir, fakat yalan ile bir arada olmaz. İşte hadiste, yalanın -bizatihi- hırsızlıktan daha büyük olduğunun vurgulanmasından ziyade, onun küfrün temelini teşkil eden karakterine işaret edilmiştir
c. Doğruluk imanın ayrılmaz simgesi olduğu gibi, yalan da küfrün temel esasıdır. Kur’an’ın Allah’ın sözü olduğuna iman eden kimse tam doğru bir hakikati yakaladığı gibi, Kur’an’ın Allah’ın sözü olduğunu inkâr eden kimse de hakikatte yalancılığın zirvesine tırmanmış olur.
Nitekim, saadet asrında yalan, küfrün simgesi haline gelen Müseyleme-i Kezzab’ın en büyük bir nişanesi olduğu gibi, doğruluk da Ebubekr-i Sıddîk’ın en büyük unvanı olmuştur. Bu iki simge şahsiyet, doğruluk ile yalanın arasını yer ile gök kadar birbirinden ayrı olduğunu hayatlarıyla ilan etmişlerdi. İşte söz konusu ettiğimiz hadisin manasını bir de Asr-ı saadet penceresinden bakmakta fayda vardır.
d. Yalan ile zina ve hırsızlık gibi diğer büyük günahlar arasında -iman açısından büyüğü küçülten, küçüğü büyüten- şöyle bir fark vardır. Hırsızlık ve zina gibi günahları işleyenler genellikle kendi heva ve hevesine uyarak, nefsin zevkine mahkum olarak, hayvanî duygularının esiri haline gelerek, kalpteki imanın iletişim hattını geçici olarak servis dışı bırakarak bu günahları işlerler. Bu ise, doğrudan imana zıt bir tutumdan kaynaklanmıyor. Bu açıdan imanla birlikte bu günahlar işlenebilir. Sadece o anda imanın devre dışı kalması söz konusudur. “Zina eden kimse zina ederken mümin değildir. İçki içen kimse içki içerken mümin değildir…” (Buhari, Mezalim 30; Müslim, İman 100) manasına gelen hadis-i şerifte imanın o andaki devre dışı bırakılmış konumuna işaret edilmiştir.
Halbuki, yalan söylemekte, nefsin kuvvetli içgüdüsünü tatmin eden, ona lezzet veren, hayvanî hislerine zevk aşılayan bir şey söz konusu değildir. Bu sebeple, imanı olan bir kimsenin yalan söylemesi imanına yakışmayan bir davranıştır. Hadiste yalanın bu yakışıksız karakterine işaret edilmiştir. Unutmamak gerekir ki, insanların karakterini şekillendiren ahlakî değerlerdir, bu da doğruluk, güvenirlilik gibi soyut kavramlardır. “Ben ancak güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim.” (Müsned, 2/381) manasına gelen hadiste de bu hakikat vurgulanmıştır.