Rasûlullah (sav) üsve-i hasene olduğu için onun sünnetini yaşamak biz müslümanlar için bir zorunluluktur. Çünkü şu bir gerçektir ki, sünnet, insanların din, dünya ve âhiretle ilgili çalışmalarından; alışveriş ve bu ko*nuyla ilgili hükümlerden; îcâr, âriye, hibe, vakıf, nikâh ve talâk gibi ihtiyaç duydukları bütün şeylerden bahseden ve tüm bu hususları içeren ilimdir. Sünnetle amel etmekten maksat, ALLAH'ın Kur'ân-ı Kerim âyetlerindeki isteğini yerine getirmektir. Çünkü Peygamber Efendimiz, Kur'ân'ı en iyi anlayan ve en mükemmel şekilde aktif hayata uygulayan*dır. Bu sebeple, sünnete sarılmakla Kur'ân'a sarılmak, sünneti yaşamakla Kur'ân'ı yaşamak kavramları arasında fark yoktur. Çünkü ALLAH Kur'ân'da peygambere itaat, emrine uyma, onun verdiğini alma, nehyettiğinden sakınma gibi hususlara dikkat çekmekte, bu yönde emir ve tavsiyelerde bulunmaktadır. Bütün ha*reket noktasının kaynağı vahiy olan bir insanın emirleri, yasakları ve ya*şama biçimi günahlardan, yalan ve yanlıştan, lüzumsuz fazlalıklardan uzak, ALLAH'ın (c.c.) gözetim ve denetiminde olacaktır. Böyle birinin ha*yat biçimi olan sünnete sarılmak ve yaşamak elbette ki dinin ta kendisi*dir. Zaten İslâm, fikrî bir fantezi değil; hayata uygulanacak bir sistemdir. İslâm hayata tatbik edilecek bir nizam olunca, bunun başka türlü bir izah tar*zı da yoktur. Böyle olmazsa, herkes kendi anlayışına göre bir sünnet/yol/anlayış ih*dâs eder, buna göre amel etmeye çalışır. Bu durum ise, vahdet dini olan İslâm’ın hedeflediği temel espriye aykırıdır. Bu sebeple Peygamberimiz (s.a.s.) birçok hadis-i şeriflerinde ısrarla sünnete sarılmamızı emretmişlerdir. "Sünnetimden yüz çeviren benden, benim ümmetimden değildir" bu*yurması, üzerinde durulması gereken bir husus olup, ciddi bir tehdit oluşturmaktadır.

Hz. Peygamber örneğini pratiğe aktarabilmek için her şeyden önce insanlara peygamber sevgisini kazandırmak gerekir. Bu, işin îmânî yönüdür. Ayrıca sevmek, örnek almanın da en önemli şartıdır. Tabii ki sadece sevgi yetmez. Sevgi bilgiyle takviye edilirse kalıcı ve verimli olur. Onun için müslümanlar, Kur’an kültürü yanında sünneti de bilmek, öğrenmek zorundadır. Hz. Peygamber'in hayatı -ki onun hayatı, ahlâkı Kur’an’dır, Kur’an’ın hayata yansımasıdır- bir bütündür. Sünnet kültürü, ancak sevgi ile bilginin mezcedilmesiyle mümkündür.

Dînî kimlik ve kişiliğimizi koruyabilmek için İslâm’ı, sünnetteki yorumuyla yaşamak zorundayız. Sünnetten, hangi gerekçeyle olursa olsun yan çizmek, ayrıl*mak, bid’at ve hurâfelere kucak açmak demektir. Çünkü sünnet İslâm kültürünün ta kendisidir.

Sünnet, Kur'an'ın hayata geçirilmiş biçiminin keyfiyetini bize açıklar ve yol gösterir. Bu itibarla Kur'an ve Sünnet bir bütünlük arzeder. Bunun için de Kur'an'la sahih sünnet hiç bir zaman bir*biriyle çelişik değildir.

Sünnetin fonksiyonu, düşünce planından ziyade daha çok pratik hayatta kendisini gösterir. Çünkü hayata yansıyan Kur'an ahkâmı, ancak sünnetin belirlediği şekil ve tarzda olur. İslâm itikadı, tevhid, risâlet ve âhiret gibi inancın ana esasları, sünnetin bu konu*lara getirdiği yorumlarla anlaşılabilmektedir. Yine temel ibâdetlerin nasıl uygulanacağı tümüyle sünnete ihtiyaç duyacaktır. Sadece Kur’an’dan yola çıkıp Sünneti tümüyle reddederek ibâdetlerin yapılabilmesi mümkün değildir.

Bugün çekilen sıkıntı, sünnetin hayata taşınmasıdır. Peygamber’i her konuda model ve örnek almadığı için toplum bin bir problemle karşı karşıyadır. Bir peygamber sadece kurye vazifesi gören bir postacı değil, fakat kâmil bir modeldir. Kur'ân'da Hz. Peygamber'e birtakım görevler verildiği anlaşıl*maktadır. Bu görevler: Şâhit olma, uyarıcı olma, müjdeleyici olma, öğüt verme, dâvet etme, tebliğ etme, tilâvet etme, ta’lim etme, beyan etme, tezkiye etme şeklinde sayılabilir. Bu görevleri kendisine yükleyen de ALLAH'tır. Zira, görevlendirmenin olduğu yerde, görevlendirenin varlığını görmemek mümkün değildir. Bir elçi onu gönderen gibi sayılır ve hatta elçinin sözü onu memur edenin şahsen söylediği söz gibi kabul edilir.

Dinin yaşanmasında, bir modelin, bir sünnetin varlığı gereklidir. Peygamberlere iman, onlara itaat etmek içindir. Müslümanlığın özü ve esası kelime-i tevhidle ifade edilir. Tevhid kelimesinin ikinci bölümü, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in ALLAH’ın rasûlü/elçisi olduğunu kabul etmektir. Bu inanç, bizi peygamberin örnek ve önderliğinin kabulüne götürür.

Peygamberlere iman, onları örnek ve önder kabul edip onlara itaat etmek içindir. Kur’an’da mü’minlerin, ALLAH ile beraber Rasûlü’ne de itaat etmeleri şart koşuluyor. Rasûl’e itaat etmeden İslâm yaşanamaz. Zira, “Rasûller sadece kendilerine itaat edilsin diye ALLAH’ın izniyle gönderilmişlerdir.” Kur’an’a ve sünnete itaat, imanın ve İslâm’ın ilkelerindendir. İman edip de ALLAH’a ve Rasûl’e itaat etmemek boş bir iddiadan başka bir şey değildir. Bu yalan, tâğutla hükmetmek isteyen her yalancının iddiasıdır. Çünkü münâfıkların alâmeti, devamlı sûrette itaatten kaçınmaktır. Zira Yüce ALLAH münâfıklar hakkında şöyle buyurur: “Onlara ALLAH’ın indirdiğine ve Peygamber’e gelin denildiği zaman, senden büsbütün kaçtıklarını görürsün.” Kur’an ve Sünnete itaat, bir akîde/inanç meselesidir. Mü’min, akîdesini sağlam temeller üzerine oturtmalıdır.

Peygamberlerin gösterdiği yoldan başka yolda gitmenin, dünya hayatında sayılamayacak kadar çok olumsuz sonucu ve cezasından ayrı olarak, âhirette de büyük bir cezası vardır. Bu ceza o kadar büyük olacaktır ki, kâfirler dünyada iken peygamberlerin izinden gitmediklerinden, kendilerinden farklı hiçbir meziyetleri olmayan, haktan uzak sapık önderlere uyduklarından dolayı, -faydasını göremeyecekleri bir zamanda- pişman olacaklar ve pişmanlıklarını dile getireceklerdir. Bu durumu Yüce Rabbimiz şöyle tablolaştırmaktadır: “...O gün kâfirlere çok zordur. O günde zâlim, ellerini ısırıp: ‘Keşke peygamberle birlikte yol almış olsaydım!’ der. ‘Eyvah bana, keşke filanı dost edinmeseydim. Andolsun ki o, bana geldikten sonra beni haktan saptırdı.’ Şeytan insanı yardımsız ve zelil bırakandır.” İşte bu dünyada şeytanın ardından giderek peygamberlerin yolunu/sünnetini terk edenler, âhirette bu dünyada iken uydukları kimselerden uzaklaşmak isteyecekler; böylelikle azaptan kurtulmayı deneyeceklerdir. Ancak bunun da kendilerine bir faydası olmayacaktır.

ALLAH, insanlara insan olarak, kendi aralarından peygamberler göndermiş ve onların yolundan gitmelerini, peygamberlerine her hususta itaat etmelerini emretmiştir. Peygamberlerin izinden gitmeyenlere uymak, ya da onların izinden gidilmeyen hallerde baştakilere, ileri gelenlere itaat, ALLAH’ın yolundan sapmak için gösterilecek geçerli bir mâzeret değildir. Yüce Rabbimiz, Peygamberimizin yolundan sapmak için gösterilecek hiçbir mâzereti kabul etmeyecektir. Peygamber’in getirdiği yola aykırı yol izleyenlere itaat, -kim olursa olsunlar- meşrû bir itaat değildir. “Yaratan’a isyanı gerektiren hususlarda yaratılmışa itaat yoktur” şeklindeki nebevî düstur ile ve “mârufu emredip münkeri nehyetmek” ilkesi gereğince böylelerini hizaya getirmek gerekir; onların sapıklıklarının peşinden gitmek değil. Peygamberlerin dışında, uyulan kimsenin büyük yanılgılara düştüğü önemli bir husustur. Uyulan kimselerin peygamberlerin yolundan gitmemeleri halinde kimlikleri, sıfatları, nitelikleri, makamları, yakınlıkları ne olursa olsun, uyanlara âhirette hiçbir fayda sağlayamayacakları, ebedî azaptan kurtaramayacakları herkes tarafından gâyet açık ve net bir şekilde bilinmelidir. “Yüzleri ateşte (bir taraftan bir tarafa) çevrileceği o günde diyeceklerdir ki: ‘Ne olaydı, biz ALLAH'a ve Rasûl’e itaat etseydik!’ Ve diyecekler ki: ‘Rabbimiz, gerçekten biz başkanlarımıza, efendilerimize itaat ettik de, onlar da bizi saptırdılar. Rabbimiz, onlara azaptan iki kat ver ve onları en büyük lânet ile lânetle!”

İşte âhirette durum böyle olacaktır; peygamberlerden başkalarının yolunu izleyenler için. Peygamberler ise, kendilerine itaat eden ümmetlerine hatalarının affedilmesi için ALLAH’ın izniyle şefaatçi olacaklardır. Dünyada her iki tür önderliğin ve bu önderliğe tâbi olmanın farklı sonuçları olduğu gibi; âhirette de aynı farklılık sözkonusu olacaktır; hatta daha da geniş boyutlarda...

Gerçekten akıl sahibi olanlar, Peygamber’den başkasının yolundan gitmeyi düşünmek, akıllarının en ücra köşesinden geçirmek şöyle dursun; bu hayırlı ve biricik doğru yoldan gitmeyenleri gafletlerinden uyandırmak için peygamberlerin açtıkları yolda, gösterdikleri istikamette ve onların metoduyla mücadele eder, cihad ederler...

Peygamberlerin ve -günümüz için söyleyecek olursak- son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.)’in getirmiş olduğu şeriate aykırı bir hüküm ya da hükümleri, düzen ya da düzenleri, kurum ya da kurumları, değer ya da değerleri alternatif olarak göstermek, kabul etmek, onlara çağırmak; bunlar insanlara hükmetmekte iseler, bunları kabul edip rızâ göstermek, yok edilmeleri için çalışmamak, onlara gereken tepkiyi göstermemek; bütün bunlar Peygamber’in getirdiği şeriatı reddetmek anlamına geleceğinden, iman ile bağdaşamaz. Yani, böyle bir tutum, anlayış ve davranış küfürdür. Çünkü İslâm’ın ve Kur’an’ın üzerinde hassâsiyetle durduğu “peygamberlere iman” ilkesine ve kelime-i şehâdetin ikinci bölümü olan “Muhammed (s.a.s.)’in ALLAH’ın Rasûlü” olduğunu kabul ve ikrar etmeye aykırıdır.

Peygambere iman, O’na karşı belli bir edeple edeplenmeyi de gerektirir. Onun dâvetlerini kabul etmek, Onun izinden gitmek, uymakla yükümlü olduğumuz bütün hususlarda, bütün alanlarda Rasûlullah’a uymak, bu edebin en önemli yanıdır.

Peygamber Efendimiz’e karşı -hayatta iken- ümmet fertleri seslerini yükseltmemekle yükümlü oldukları gibi, vefâtından sonra da kayıtsız şartsız ona uyarak, hükmüne teslim olarak, önüne geçmemekle yükümlüdürler. Hiçbir zaman kendilerini ona tercih edemezler. O kendilerine öz canlarından daha yakındır. Onun zevceleri, mü’minlerin anneleridir. Bu bakımdan onun hanımları, mü’minler için bir kadının saygı ve ihtiram noktasının en zirvesindedirler. Mü’min bir kimsenin onlara annelik nazarından başka türlü bakması mümkün değildir.

Mü’minin ALLAH’ın peygamberlerine ve özellikle de son peygamber Hz. Muhammed Mustafâ’ya (s.a.s.) karşı konumu şudur: Katıksız, şeksiz, şüphesiz tam bir tasdikin yanında; ona tam anlamıyla uymanın mutlak bir farz olduğunu kabul etmeli; hükümlerini tam bir tasdik ve teslimiyetle karşılayarak dünyada hidâyet üzere olmanın, âhirette de vaad olunan cennete girmenin onun sünnet-i seniyyesine tâbi olmakla mümkün olacağına tam bir yakîn ile inanmalı ve bunu amelî hayatında da ortaya koymalıdır. Onun dışında hiçbir yol gösterici ve önder aramamalı; kendisini, kendisine emir verenleri, emri ve sorumluluğu altındakileri hep onun gösterdiği yol ile, getirdiği şeriat ile, uyguladığı ve söylediği sünnet ile ölçüp değerlendirmelidir. Kendisinde ve çevresinde bu ölçülere aykırı gördüklerini ilk fırsatta ve en güzel yolla düzeltme yoluna gitmelidir.




( Ahmed Kalkan Hocan'in Kur’an’ın Gör Dediği Kur’an’ın Kör Dediği kitabindan iktibas edilmistir..)