Sünnet ne demektir ve gereklimidir?

TESBİTİ VE TEŞRİDEKİ YERİ Sünnet Nedir? Sünnet, lûgat mânâsı itibariyle, “gidişat, -iyi ya da kötü- takip edilen yol” demektir. Muhaddîsler, usûlcüler ve fukahâ ıstlahî mânâsı itibariyle sünneti, aşağıdaki ifadelerle tarif ...


Ağaç Şeklinde Aç1Beğeni
  • 1 gönderen alptraum

  1. Alt 02-15-2008, 18:12 #1
    alptraum Mesajlar: 38.107
    Blog Başlıkları: 28
    TESBİTİ VE TEŞRİDEKİ YERİ


    Sünnet Nedir?




    Sünnet, lûgat mânâsı itibariyle, “gidişat, -iyi ya da kötü- takip edilen yol” demektir. Muhaddîsler, usûlcüler ve fukahâ ıstlahî mânâsı itibariyle sünneti, aşağıdaki ifadelerle tarif etmeye çalışmışlardır:

    Muhaddîslere göre sünnet, “Ahkâma ve amele esas teşkil etsin etmesin, yaptıkları ve yapmaktan kaçındıklarıyla Allah Resûlü’nden (s.a.s.) -Hanefîler’in nokta-i nazarınca farz, vacib, sünnet, müstehab ve âdâp - bize intikal eden her şeydir.” Yani, Allah Resûlü’nün (s.a.s.) şemâilidir, hayat tarzıdır, sîretidir.

    Usûlcülerin sünnet anlayışı biraz daha farklıdır. Onlara göre sünnet, “Resûlüllah’dan (s.a.s.) söz, fiil ve takrir olarak sâdır olan her şeydir.” Yani, Resûlüllah Efendimiz’in (s.a.s.) sözleri, davranışları ve ashâbında görüp de menetmediği veya sükûtla tasvip buyurduğu davranışlardır.

    Fukahâ ise, sünnete bid’at mukabilinde ve teşrîe, yani farza, vacibe, harama esas teşkil etmesi açısından bakarlar. Bu mânâda sünnet, hadîsle aynı mânâda sayılabilir.

    Hadîs, haber vermek ve haber, söz mânâsına bir isimdir. Daha sonraları, Efendimiz’e (s.a.s.) nisbet edilen her söz, fiil ve takrire hadîs denmiştir. İbn Hacer, “Şeriat örfünde hadîsten maksat, Efendimiz’e (s.a.s.) isnad edilen her şeydir.” der.

    Sünnetin Çeşitleri
    Bütün bu tariflerden anladığımız hususları şu üç kısma irca’ edebiliriz:

    a. Kavlî Sünnet

    Sünnet, Allah Resûlü’nün (s.a.s.) mübarek sözleridir; yani sünnetin bir bölümünü O’nun nurlu sözleri teşkil eder ki, bunlar, Kur’ân’da yer almayan, fakat bütün fukahâca fıkıh kitaplarına alınıp, pek çok hükme esas kabul edilen O’na ait nurefşan beyanlardır ki, misal olarak şunları zikredebiliriz:

    a. Efendimiz (s.a.s.), “Varise vasiyet yoktur.”1 buyururlar. Yani, miras bırakan kimse, kendisine vâris olacak biri için mirasından vasiyette bulunamaz.

    b. Yine, usûl-i fıkıhta yer alan bir başka mübarek sözlerinde Efendimiz (s.a.s.), “Zarar verme ve zarara zararla mukabele etme yoktur.”2 buyurmuşlardır. Yani, kimseye zarar verilemeyeceği gibi, birine zarar veren kişiye de zararla mukabele edilemez.

    c. Allah Resûlü’nün bir diğer mübarek sözlerinde ise şöyle buyurulmaktadır: “Yağmurların ve akarsuların suladığı arazide öşür (onda bir), hayvanlar ile sulanan arazide öşrün yarısı (yirmide bir) zekât vardır.”3

    d. “Deniz suyuyla abdest alabilir miyim?” diye soran bir sahâbîsine Allah Resûlü, dünya kadar fetvalara esas teşkil edecek şu mübarek sözüyle karşılık verir: “Onun suyu temiz, ölüsü de helâldir.”4

    b. Fiilî Sünnet

    Rasûl-i Ekrem’in (s.a.s.) davranışları ve hareketleriyle ortaya koyduğu sünnetdir ki, bunlarla konulan hükümler, Kur’ân’da sarihen zikredilmemiştir. Meselâ; Kur’ân-ı Kerim’de namaz emredilmiş olduğu ve bazı yerlerinde “rükû edin, secde edin” gibi emirler bulunduğu; hattâ umumi bazı vakitler zikredildiği hâlde, kesin olarak hangi vakitlerde ve kaç defa namaz kılınacağı, namazın nasıl eda edileceği, onun farzları, vacipleri ve nelerin namazı bozduğu açıklanmamıştır. Bütün bu hususlarda, sünneti nazara veren Efendimiz (s.a.s.): “Beni, nasıl namaz kılıyor görüyorsanız, siz de öyle kılın.”5 buyurarak, sünnetin husûsî teşrî’ine işaret etmişlerdir. [Bu noktada, Efendimiz’in namazının önceki ümmetlerin namazı gibi olduğu da asla söylenemez; kaldı ki, bu noktada tek bir kayıt bile yoktur.] Yine, menâsik-i hacc mevzuunda da Efendimiz, “Haccın menasikini benden alın.”6 buyurmuşlardır. Yani, sünnet olmasaydı, nasıl, ne zaman, kaç vakit, kaç rekât namaz kılacağımızı ve nasıl haccedeceğimizi bilemeyecektik.

    c. Takrirî Sünnet

    Resûlüllah (s.a.s.), ashâbında gördüğü bazı hoşuna gitmeyen davranışları usûlünce tenkid buyururlardı. Meselâ minbere çıkar ve isim tasrih etmeden, “Cemaate ne oluyor ki, falan şöyle yapıyor?!” diye ikaz ve tembihte bulunurlardı. Bu arada, bazen de gördüğü davranışları menetmez ve sükûtuyla onları tasvip buyururlardı ki, bu da sünnetin takrirî kısmını teşkil etmektedir. Hadîs ve fıkıh kitaplarında bu kısmın misalleri de çoktur.

    Sünnetin Kur’ân-ı Kerim’den ayrı bir teşrî’ kaynağı olmasının ve Kur’ân gibi bazı şeyleri helâl, bazı şeyleri de haram kılarak, farz, vacib, sünnet, müstehab, mübah, âdâp, mekruh, müfsid adına ölçüler koymasının yanı sıra, Kur’ân-ı Kerim’in mücmelini tafsil, mübhemini tefsir, umumunu tahsis ve mutlağını takyid fonksiyonu da vardır. Şimdi, bazı misallerle bu hususu da kısaca açıklamaya çalışalım:

    1. Sünnetin Kur’ân’ı Tefsiri
    “İman ettiler ve imanlarına zulüm karıştırmadılar: İşte, emniyet onlar içindir ve onlar, hidayete ermişlerdir.”(En’âm/6: 82) âyeti nazil olunca, zulüm Kur’ân’da had bilmezlik, sınırı aşmak gibi çeşitli mânâlarda kullanıldığından, ashâb endişeyle Resûlüllah’a gelerek, “Hangimiz var ki, zulmetmemiş olsun?” dediler. Bunun üzerine de Allah Resûlü (s.a.s.), bu âyette kastedilen zulümle ilgili olarak şu açıklamada bulundular: “O, sizin zannettiğiniz gibi değil; o, Hz. Lokman’ın oğluna dediği gibidir: ‘(Oğulcuğum): Allah’a şirk koşma; muhakkak ki şirk, büyük bir zulümdür’ (Lokman/31: 13)”.7

    2. Sünnetin Mücmeli Tafsil Etmesi

    Sünnet-i Seniyye, pek çok müphemi tefsir etmesinin yanı sıra, pek çok mücmel mes’eleleri de tafsîl etmiştir.

    Meselâ Kur’ân-ı Kerim’de: “Namazı ikâme edin.” diye emredilir; fakat, namazın nasıl kılınacağı açıklanmadığı gibi, ne zaman kılınacağı da açıklanmaz. Bütün bunların açıklanmasını, Hz. Cebrail’in rehberliğinde Peygamber Efendimiz yapmıştır.8 Allah Resûlü, namazın farzları, vacibleri, müstehabları, mekruhları, müfsidleri, rükûu, sücûdu, kıraati, tahiyyâtı ve selâmla namazdan çıkılmasında da biricik kaynaktır.

    3. Sünnetin Bazı Hükümleri Tahsîsi
    Kur’ân-ı Kerim’de mirastan umumi olarak bahsedilir ve, “Allah size çocuklarınız hususunda farz kılıyor: Erkeğe, iki kadının payı kadar vardır.” (Nisâ/4: 11) buyurulur. Umumî mânâda, nebî olsun velî olsun, safiy olsun, mukarreb olsun, herkes bu âyetin şümûlüne dahildir. Ancak, Efendimiz’in dâr-ı bakaya rihletlerinden sonra, kızı Hz. Fatıma, Hz. Ebû Bekir’den babasının mirasını almaya geldiğinde, Resûlüllah’ın Halifesi (r.a.) kendisine, Resûlüllah’tan duyduğu şu hadîs-i şerifi okudu: “Biz peygamberler topluluğu geriye miras bırakmayız. Bizim bıraktığımız, ancak sadakadır.”9 Bu hadîs-i şerifiyle Efendimiz (s.a.s.), Kur’ân’ın umumî bir hükmünü tahsis etmiş olmaktadırlar.

    Aynı şekilde: “Kâtil mirasçı olamaz.”10 hadîsi de, kâtilin mirasçı olamayacağını, meselâ, babasını öldürenin babasından, amcasını öldürenin amcasından, dayısını öldürenin dayısından, kardeşini öldürenin de kardeşinden miras alamayacağını hükme bağlayarak, Kur’ân-ı Kerim’in mirasla alâkalı umumî hükmünü bu noktadan tahsis etmiştir.

    4. Sünnetin Bazı Ahkâmı Takyîdi
    Sünnet, Kur’ân-ı Kerim’in mutlağını takyîd eder. Meselâ, Kur’ân-ı Kerim’de: “Erkek ve kadın hırsızın, yaptıklarının karşılığında bir cezâ ve Allah’tan ibret verici bir ukûbet olmak üzere ellerini kesin.” (Mâide/5: 38) buyurulur. Bu mutlak bir emirdir. Ancak, hangi şartlarda ve ne miktarda hırsızlığın böyle bir cezâ ile tecziye edileceği açık olmadığı gibi, elin neresinden kesileceği de açıkça belirtilmemektedir. Kur’ân-ı Kerim’in abdest âyetinde: “Ellerinizi dirseklerinize kadar yıkayın.” (Mâide/5: 6) buyurularak, kolun en azından dirseklere kadar olan kısmı “el” kelimesinin şümûlüne dahil edilmektedir. İşte, hırsızlık suçu karşısında elin neresinden kesileceğini bize anlatan ve bu şekilde Kur’ân-ı Kerim’in mutlak bir hükmünü takyîd eden de yine sünnet-i mütahharadır.

    Kezâ: “Mallarınızı aranızda (çalıp çırparak, ihtikârla, irtişâyla, ribâ ile) bâtıl bir surette yemeyin; ancak anlaşma ve karşılıklı rızaya dayalı ticarî mübadeleyle yiyin.” (Nisâ/4: 29) âyetini de, yine sünnet-i mütahhara bir hususta takyîd etmiş; “Meyveleri, tam belirli hâle gelinceye kadar satmayın.”11 diyen Allah Resûlü (s.a.s.), âyette anlatılan hususa ayrı bir kayıt daha getirmiştir.

    Sünnetin Tesbiti


    İslâm’ın iki temel esasından biri olarak sünnet-i seniyye, Kur’ân’la birlikte tesbit edilmiş, yazılmış, ezberlenmiş ve günümüze kadar da gelmiştir. Şimdi, bu kutlu hâdiseyi sebep, seyir ve hususiyetleri içinde ele almaya çalışacağız: A. Sünnetin Tesbitinin Zarûrî Oluşu Sünnet, Allah Resûlü’nün hayatıdır; İslâm’ın yaşanma şekli, Allah’ın ve Resûlü’nün ahlâkıyla ahlâklanma modelidir. Allah (c.c.), habîbi ve resûlü Hz. Muhammed Mustafâ’yı (s.a.s.), yolların ayrımında, bütün insanlara doğruyu göstermekle tavzif buyurmuştur. O da, bunu sözleri, fiilleri ve takrirlerinden müteşekkil sünnet-i seniyyesiyle yapmıştır ve yapmaktadır. Sünnet, Resûlüllah’a açılan bir penceredir ve o her asırda her şahsa uzanan ve üzerinde yürünmekle İslâm’ın yümn ve bereketine ulaşılan kutlu ve mübarek bir yoldur. Nerede samimî bir kalb “Hz. Muhammed (s.a.s.)” derse, tıpkı bir televizyon ekranı gibi onun mir’ât-ı ruhuna Hz. Muhammed Mustafa (s.a.s.) tecelli eder ve “nedir istediğin, söyle?” der. Evet O, hadîsinin, sünnetinin takrir edildiği, halkalar teşkiliyle müzakere olunduğu her yerde ruhen hazırdır.

    B. Sünnetin Tesbitine Tesir Eden Âmiller


    Sahâbe, sünnetin ehemmiyetini çok iyi kavramıştı. Çünkü, Kur’ân-ı Kerim, Allah Resûlü’ne iniyor, O’nun tarafından tebliğ ediliyor, açıklanıyor ve yaşanıyordu ki, anlamanın bütün faktörleri O’nda mevcuttu.

    1. Kur’ân’ın Sünnete Teşviki
    (Farz, vacib, sünnet, müstehab, âdâb adına) Resûl size ne getirmişse onu alın ve sizi neden menediyorsa, ondan da kaçının.” (Haşr/59: 7)

    Âyette geçen ve meçhuliyet ifade eden ‘mâ’, Resûl’ün getirip tebliğ buyurduğu ve nehyettiği her şeyi içine alır. Âyetin devamında, “Allah’tan korkun!” denilerek, bunun bir takvâ meselesi olduğu ve kılı kırk yaran bir hassasiyetle görülüp gözetilmesi gerektiği hatırlatılmaktadır. Sahâbe bunu çok iyi anlıyor ve Resûlüllah’ın her sözüne, her fiil ve takrîrine uymakla takvânın kazanılabileceğini, yani Allah’ın korumasına girilebileceğini düşünüyor ve hayatını hep O’nun vesayetinde sürdürüyordu. Keza: “Şüphesiz, Resûlüllah’ta sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü uman ve Allah’ı çok zikredenler için güzel bir misal vardır.” (Ahzâb/33: 21) âyet-i nurefşanı, şu eğri büğrü yollarda, şu bin bir badire içinde, şu iç içe handikaplar ağında ve gâileli yürüyüşte ancak Resûlüllah’ın sünnetine temessükle sahil-i selâmete çıkılabileceğini ilân ediyordu. O’nu bulan ve uğrunda seve seve can veren sahâbe-i kirâm hazerâtı da, O’nun kapısına yöneliyor, O’nun attığı her adımı, her hareketi, söylediği her sözü yüz işmizazlarına, tebessümlerine ve el işaretlerine varıncaya kadar takip ediyor, belliyor, yaşıyor ve naklediyorlardı.

    2. Resûlüllah’ın Teşviki



    Efendimiz, “Allah, bizden bir söz işitip onu muhafaza edenin ve sonra da bir başkasına tebliğ edenin yüzünü (bazı yüzlerin ağarıp, bazılarının kararacağı günde) ak etsin ve güldürsün.”12 sözüyle sünnetinin bellenmesini ve başkalarına tebliğ edilmesini teşvik ediyor ve böyle yapanlara da duacı oluyordu.

    Mekke’nin fethinden az önce, Rabîa Kabilesi’nden Abdü’l-Kays heyeti Resûlüllah’a gelerek: “Yâ Rasûlallah, biz sana çok uzak mesafelerden geliyoruz. Aramızda Mudar kâfirlerinden falan kabile var. Bu yüzden de haram ayların dışında sana gelmemiz mümkün değil. Bize kısaca bir şeyler emret de, arkada bıraktıklarımıza haber verelim, verelim de o sebeple biz de Cennet’e girelim.” dediler. Allah Resûlü (s.a.s.), onlara bazı şeyler emretti, bazı şeyleri de yasakladı ve sözlerini şöyle bağladı: “Bunları hıfzedin ve arkanızdakilere de haber verin.”13 Yine, Vedâ Hutbesi’nin sonunda da, “(Sözlerimi) burada bulunan, bulunmayana tebliğ etsin.”14 buyurdular.

    Ayrıca Efendimiz, Kur’ân’ı tâlim ettiği gibi, kendi sünnetini de aynı titizlikle tâlim buyururlardı. İbn Mes’ûd Hazretleri, “Bize, Kur’ân âyetlerini tâlim eder gibi, Tahiyyât’ı da tâlim ederdi.”15; bir başka ifadelerinde de: “Kur’ân âyetlerini talim eder gibi, istihâre duasını da tâlim ederdi.”16 demektedir.

    Allah Resûlü, söylediklerini herkes bellesin diye ağır ağır konuşur ve söylediği şeyleri ekseriya üç defa tekrar ederdi. Bu hususta Hz. Âişe validemiz (r. anha): “Resûlüllah (s.a.s.), sözü -sizin birbirinize zincirleme söylediğiniz gibi değil- ayıra ayıra söylerdi; saymak isteyen, O’nun kelimelerini sayabilirdi.”17 der. O, bununla da kalmaz, ashâbına sunduğu her şeyin, bir araya gelinip karşılıklı gözden geçirilmesini ve müzakere edilmesini teşvîk ederlerdi.18

    3. Sahâbe-i Kirâmın İştiyakı


    Allah Resûlü’nün ashâbı, gerek Kitabı, gerekse sünneti öğrenme, müzakere etme ve nakletme hususunda alabildiğine hâhişkâr idiler. Evet onlar, kendilerini bir ateş çukurunun kenarında yakalayıp, berd ü selâma çıkaran Allah Resûlü’nün, hayat veren o nurlu sözlerini, fiillerini, takrirlerini belliyor ve bunları sürekli aralarında müzakere ediyorlardı. Bu hususta Enes b. Malik, “Biz, Resûlüllah’ın (s.a.s.) yanında otururken, O’ndan bir söz işitir, yanından ayrılınca da, onu aramızda anar ve müzakere ederdik.”19 demektedir. Aynı şekilde, bilhassa Suffe Ashâbı, gecelerini namaz kılarak, Kur’ân okuyarak ve ders yaparak geçirirlerdi; o kadar ki, bazen tamamının birden, bir muallimin etrafına toplanıp, sabaha kadar ders gördükleri olurdu.

    Bir de bu ışık topluluğu, erkeğiyle kadınıyla, Efendimiz’den aldıkları: “Benim bu mescidime gelen hayır için, hayrı öğrenmek veya öğretmek için gelir. Böyle bir kişi, Allah yolunda mücâhede eden kişi mevkiindedir.”20 gibi teşviklerle, O’ndan öğrenip bellediği her şeyi, bir ibadet neşvesi içinde başkalarına taşıyor ve bu kevserden herkesin yararlanmasını istiyorlardı. Kadınlar, kaç defa gelip: “Yâ Rasûlallah, sözlerini dinlemek için, erkeklerden bize yer kalmıyor. Bize ayrı bir gün tahsis buyursanız.” diye ricada bulunuyorlardı. Efendimiz de onların ricasını kırmıyordu.

  2. Alt 02-15-2008, 18:12 #2
    alptraum Mesajlar: 38.107
    Blog Başlıkları: 28
    4. İz Bırakan Sözler ve Unutulmayan Hâdiseler

    Resûl-i Ekrem, çok defa öylesi hâdiseler münasebetiyle ve öyle şartlar altında konuşuyorlardı ki, o şartlarla koordinatlanan sözlerin bellenmemesi ve bellendikten sonra da unutulması mümkün değildi.

    Meselâ:

    1. Allah Resûlü’nün mânevî kardeşi Osman İbn Maz’ûn vefat etmişti. Allah Resûlü’nün bu vefat karşısında göz yaşları dökmesi karşısında bir kadın, “Ne mutlu sana Osman, Cennet’te bir kuş oldun.” deyiverdi. Allah Resûlü, hemen tavrını değiştirerek, kadına, “Ben peygamberim, bilmiyorum; sen ne biliyorsun.” demişti ki, insan üzerinde şok tesiri yapan böyle bir hâdiseyi ve hele bu hâdise münasebetiyle Allah’a karşı birini temize çıkarmanın kimseye düşmeyeceğini, “Vallahi, bundan böyle kimseyi tezkiye etmem.”22 diyen o kadın ve orada bulunan diğer sahâbînin unutmasına imkân var mıdır?

    2. Sahâbe-i kirâm, Allah Resûlü’ne (s.a.s.) karşı fevkalâde edepliydi. Dışarıdan biri gelsin de bir şey sorsun diye beklerlerdi. Derken bir gün, Resûlüllah’ın (s.a.s.) huzurunda otururlarken bir bedevî, (Dımam İbn Sa’lebe) içeri girdi ve bir hayli kabaca: “Hanginiz Muhammed’siniz?” dedi. Resûl-i Ekrem (s.a.s.), ashâbı arasında sırtını bir yere dayamış oturuyordu ve sahâbe: “İşte, şu sırtını duvara dayamış olan beyaz tenli insan” diye karşılık verdi. Adamcağız, bu defa: “Ey Abdülmuttalib’in oğlu” diye hitab etti. Efendimiz: “Seni dinliyorum.” buyurdular. Adam: “Sana bazı şeyler soracağım; ama, soracaklarım pek ağırdır, sakın gönlün benden incinmesin.” dedi. Efendimiz de: “Aklına geleni sor.” buyurunca, Dımam: “Senin ve senden evvelkilerin Rabbi aşkına söyle: Allah mı seni bütün bu halka peygamber olarak gönderdi?” Efendimiz: “Evet!” buyurdu. “Allah aşkına söyle, bir gün bir gece içinde beş vakit namaz kılmayı sana Allah mı emretti?” Efendimiz: “Evet!” cevabını verdi. Adam, orucu, zekâtı da aynı şekilde sorup, hep “evet!” cevabını aldıktan sonra: “Sen Allah’tan ne mesaj getirdinse, ben ona iman ettim. Kavmimin geride kalanlarına da elçiyim. Ben, Sa’d b. Bekr Kabîlesi’nden Dımam b. Sa’lebe’yim.” açıklamasında bulundu.23

    Şimdi, bu vak’ayı ne Dımam İbn Sa’lebe’nin, ne kavminin, ne de o gün mecliste bulunup da, önce onun saygısızlığını, sonra da gözleri yaşartacak imanını gören sahâbe-i kirâmın unutması mümkün mü? Hayır; aslâ ve kat’a. Zihinlerin kendisiyle bütünleştiği bunca şok hâdisenin unutulması mümkün değildir.

    3.Bir gün Allah Resûlü (s.a.s.), Übeyy b. Kâ’b’ı çağırdılar ve: “Sana ‘Beyyine’ sûresini okumamı, Allah bana emretti.” buyurdular. Übeyy b. Kâ’b Hazretleri: “Allah sana benim ismimi de andı mı?” diye sordu. Efendimiz’de: “Evet, andı.” cevabını vermesi üzerine gözleri yaşla doldu ve: “Demek, Rabbü'l-âlemin katında anıldım.”24 dedi.

    Bu hâdise, Übeyy ve ailesi için öyle bir şerefti ki, aradan bir asır geçtikten sonra torunu: “Ben Allah’ın, kendisine Beyyine sûresini okumasını Resûlü’ne emrettiği zâtın torunuyum.” diyecekti.. Bunu unutmak, ne Übeyy için, ne ailesi, ne de çocukları ve torunları için mümkün değildi.

    5. Sahâbenin Dikkat ve Ciddiyeti

    Bunlardan başka sahâbe-i kirâm, o işe programlanmışçasına, Kur’ân’ın ve sünnetin bir harfinin bile zâyî olup gitmesine tahammülleri yoktu. Allah Resûlü’nün (s.a.s.) ağzından çıkacak tek bir harfin bile zâyi olup gitmemesi için ölesiye bir tehâlük gösteriyorlardı. Çünkü, Allah Resûlü, kendilerine dinlerini açıklıyor ve öğretiyordu. Onlara Kur’ân’ın tefsirini sunuyor ve ebedî hayatı kazandıracak düsturları tâlim ediyordu. Dolayısıyla onlarda, kapalı hiçbir şey kalmamasın istiyorlardı.

    Emevî hilâfetinin daha ilk yıllarında, İslâm askerleri İstanbul surları önünde savaşıyorlardı. Bu arada, bir yiğit, yalın kılıç ortaya atılmış, sağa sola koşuyor ve düşman saflarına saldırıyordu. Onu böyle gören askerler bağırıyor ve: “Sübhanallah, kendi eliyle kendini tehlikeye atıyor.” diyorlardı. Bunun üzerine, Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri (r.a.) hemen öne atıldı ve: “Ey insanlar siz, bu ‘Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın’ âyetini yanlış te’vîl ediyorsunuz. Bu âyet, biz Ensar topluluğu hakkında nâzil olmuştur. Allah, İslâm’ı kuvvetlendirip de, onun yardımcıları çoğalınca, biz de kendi aramızda, ‘Allah, İslâm’ı güçlendirdi ve İslâm’ın yardımcıları çoğaldı. Artık, biraz da ziyan olan mallarımızın telâfisine çalışsak; kaybettiğimiz dünyalığımızı yeniden kazanmaya baksak iyi olacak’ dedik. Bunun üzerine Cenâb-ı Allah, işte bu âyeti inzal buyurdu ve bize şunları hatırlattı: ‘Varınızı, yoğunuzu Allah yolunda harcamamak, infak etmemek suretiyle kendinizi kendi ellerinizle tehlikeye atmayın. Asıl tehlike, malların üzerine oturmak, gazâyı terketmek ve dünyalığa dalmaktır.’”25

    İşte, sahâbî, Resûl-i Ekrem’den dinini doğru olarak böyle öğreniyor, tahkik ediyor ve en ufak bir yanlış anlamaya meydan vermiyordu.

    6. Kur’ân ve Sünnetin Oluşturduğu Orijinal Ortam


    İlk hâlleri itibariyle o iptidaî topluluk içinde İslâm adına gelen her şey çok orijinaldi. O günün insanı her şeyi o kadar yeni, o kadar cazip buluyordu ki, inançlarını, zihniyetlerini, tavır ve davranışlarını değiştiriyor ve akıl almaz bir farklılık gösteriyorlardı. Daha doğrusu çölde çadırda yaşayan bu bedevî kavim, çok kısa bir zamanda hem de kıyamete kadar gelecek insanlığın mürebbîleri olmaya hazırlanıyordu. Evet, her gün semadan yeni yeni sofralar iniyordu onların önlerine. O saf, o duru, o hiçbir şeyden haberdar olmayan cemaat, her gün yeni bir şeylerle karşılaşıyor yeni yeni şeylere muhatab oluyordu. Onlar, fıtraten son derece zeki ve hâfızaları alabildiğine kuvvetliydi ki; bir defa söylenileni bile beller ve bir daha da unutmazlardı. Hâfıza fonksiyonunun bilgisayara devredildiği ve nesillerin hâfıza malûlü olduğu şu zamanda bile öyle hâfıza dâhîleri çıkmaktadır ki, Kur’ân-ı Kerim’i iki ayda, üç ayda hıfzedebilmektedir. Halbuki, o bâdiyenin sade ve safdil insanlarının her biri birer hâfıza dâhîsiydi. Duydukları şeyi hemen ezberliyorlar ve bir daha da unutmuyorlardı.

    Öyle ki daha Mekke’nin fethinde Resûlüllah’ı dinleyenlerin sayısı on bini aşıyordu. Bu ilim-irfan seferberliğinde, erkeklerin yanında kadınlar, onların arasında da Efendimiz’in pâk zevcelerinin hizmeti başlı başına bir destandı. Böyle hızlı bir tempo ile sürdürülen irşat ve tebliğ, tâlim ve terbiye sayesinde bir iki sene sonra Veda Haccı'na gidilirken Efendimiz’in etrafında yüz bini aşkın insan toplanmıştı. Bu hacc esnasında, değişik yerlerdeki hutbeleri ve fetvaları büyük ölçüde sünnet yörüngeliydi ki, başlı başına bir te’life esas teşkil edebilirdi. Onlar, hep Resûlüllah’ı dinlediler, bellediler, tahkik ettiler, yaşadılar ve naklettiler... Böylece sünnet de, Kitab gibi o pâk kanallardan başlayarak, yine pâk kanallardan geçe geçe bugünlere geldi ulaştı.. ve tabiî kıyamete kadar devam edecek “anil-merkez” gücüyle...

    Sahâbe-i Kirâmın Sünnete İttibâda Gösterdiği Hassasiyet


    Kur’ân-ı Kerim, nasıl Efendimiz’in risaleti ve sunduğu mesaj mevzûunda hassasiyet gösteriyor, sahâbe-i kirâm da, aynı şekilde O’ndan gelen her şeyi kemâl-i hassasiyetle kabulleniyor, korumaya alıyor ve neşrediyorlardı. Ne Efendimiz’in (s.a.s.) getirdiği esâsâta muhalif bir şey ortaya koymayı düşünüyor, ne de O’na muhalif bir beyanda bulunmayı akıllarının köşesinden geçiriyorlardı. Kur’ân-ı Kerîm’in tabiriyle, O’ndan gelen her şeyi “içiyor” gibi alıyor ve belliyorlardı. Evet, onların ruhuna hakikat sevgisi, hakikatin yeryüzündeki tek temsilcisi Hz. Muhammed (s.a.s.) sevgisi içirilmişti. Dolayısıyla, sünnet mevzuunda çok titizdiler. Nasıl titiz olmasınlar ki, Kur’ân-ı Kerim, meseleyi bir iman mevzuu olarak ele alıyor ve: “Hayır hayır; Rabbine andolsun ki, aralarında anlaşmazlığa bâdî mes’elelerde seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden dolayı içlerinde en ufak bir burkuntu duymadan ve tam bir teslimiyetle sana teslim olmadan iman etmiş olmazlar.” (Nisâ/4:65) buyuruyordu.

    Bir gün Hz. Ömer (r.a.), el parmaklarının diyeti mevzuunda içtihadda bulunmuştu. Sahâbeden biri ona itiraz edip: “Ey Mü’minlerin Emîri! Ben Resûl-i Ekrem’den (s.a.s.) duydum, buyurdular ki: Bir elin beş parmağı, iki elin on parmağı, el için kararlaştırılan diyet ne ise onu eşit olarak bölüşürler. İki el tam bir diyet, bir el de onun yarısıysa, tek tek her parmağa on deve düşer.” Hz. Ömer, beyninden vurulmuşa döndü ve: “Ey Hattaboğlu! Resûl-i Ekrem’in eserinin olduğu yerde, sen nasıl içtihad edersin?” dedi.26 Evet sünnet, sünnet insanında kendisini bütün ağırlıyla hissettiriyordu.

    Sahâbenin fakirlerinden Abdullah İbn Sa’dî naklediyor: “Hz. Ömer ganimetlerden bana bir pay ayırdı. Ben: “Ey Emîre’l-Mü’minin, beni bu mevzûda zorlama.” dedim. Bana dedi ki: “Vallahi, ben de senin gibiydim. Bir defasında, Allah Resûlü (s.a.s.), bana bir şey vermek istediğinde istiğnâ gösterdim. Buyurdular ki: ‘Al bunu, mal edin kendine, istersen tasadduk edersin. Sen istemeden, beklemeden, dileyip dilenmeden sana bu dünya malından gelirse al, bunda beis yoktur’. Ben, sana Resûlüllah’ın sözünü tekrar ediyorum. O'nun, hakkımızda bu mevzuda verdiği hüküm budur.”27

    Hz. Ali (r.a.), Meysere İbn Yakub’un rivâyetine göre, Kûfe’deyken bir defasında ayakta su içti. Meysere: “Ayakta su mu içiyorsun?” diye sorunca da şu cevabı verdi: “Ayakta içmişsem Resûlüllah’ı (s.a.s.) ayakta içerken gördüğümdendir; otururken içersem, Resûlüllah’ın oturarak içtiğini gördüğümdendir.”28

    Ebû Ubeyde (r.a.) başkumandanken, Amvâs’ta İslâm ordusuna veba musallat oldu. Hz. Ömer, Amvâs’a kadar gelmiş ve vefakâr dostu Ebû Ubeyde’yi ziyaret etmek istemiş ama, salgın vebadan dolayı Amvâs’a girmesi uygun görülmemişti. Görülmemişti ama, askerlerini ve hele Ebû Ubeyde’yi görmeden oradan ayrılmayı hazmedemiyordu. O, bu düşünceler içindeyken, Abdurrahman İbn Avf geldi ve: “Yâ Emîre’l-Mü’minîn, ben Resûlüllah’tan şunu işittim, buyurdular ki: ‘Bir yerde vebâ çıktığını duyarsanız, oraya adımınızı atmayın; bulunduğunuz yerde vebâ başgösterirse, o zaman oradan çıkmayın.” Hz. Ömer Efendimiz (r.a.), sünnet hatırına vefakâr dostunu göremeyerek, içi yana yana bulunduğu yerden geri döndü.

  3. Alt 02-15-2008, 18:14 #3
    alptraum Mesajlar: 38.107
    Blog Başlıkları: 28
    Rivâyetlerde Gösterilen Hassasiyet


    Sahâbe-i kirâm olsun, ihsanla onlara ittiba eden tabiîn-i izâm ve tebe-i tabiîn-î fihâm olsun, hepsi de duyduklarını hemen kabul ediveren insanlar değildi. Bunlar kalben çok safi olmakla beraber, bu mevzûda titiz ve ehl-i tahkik idiler.

    1. Efendimiz’in (s.a.s.) Tahşidatı

    Her şeyden önce şu husus iyi bilinmelidir ki, Resûlüllah (s.a.s.) Efendimiz: “Kim benim üzerime yalan uydurursa, Cehennem'deki yerini hazırlasın.”; bir rivâyette: “Kim kasden benim üzerime yalan uydurursa, Cehennem'deki yerini hazırlasın.”30 buyurmuşlardı. Doğruyla yalanın arasındaki farkın, Resûlüllah (s.a.s.) ile Müseylimetü’l-Kezzâb veya gökle yer arası kadar birbirinden uzak bulunduğu o dönemde, en büyük ve en mühim hususiyetin doğruluk olduğu düşünülecek olursa, o ışık asrında her mü’min, hele bu mü’min sahâbî ve sahâbeyi takip eden tabiînden ise, bırakın Efendimiz’e karşı yalan söylemeyi, Efendimiz’i hevâ ve hevesleri istikametinde konuşturmayı, en ufak bir yalanı bile söylemeleri mümkün değildi. O kadar ki, Hz. Ali Efendimiz (r.a.): “Ben, size Resûlüllah (s.a.s.) Efendimiz’den bir şey söylerken, (öyle dikkat eder, öyle söylerim ki,) gökten yere düş(üp parça parça olmak) benim için, O’nun üzerine yalan söylemekten daha ehvendir.”31 buyururlardı.

    2. Sahâbe ve Tabiînin Temkini

    Meselenin bu denli hassasiyet istemesi, sahâbeyi öylesine titiz ve temkinli yapmıştı ki, pek çoğu hadîs rivâyet etmekten âdetâ ürkerlerdi. İlk Müslümanlardan olup hakkında sahâbe-i kirâmın: “Biz, onu tanıdığımız andan itibaren Ehl-i Beyt-i Resûl’den bir ferd olarak bilirdik.” diyecek derecede hâne-i saâdete teklifsiz girip çıkan Abdullah İbn Mes’ûd hazretleri, kendisinden bir hadîs rivâyet etmesini istediklerinde: (Resûlüllah buyurdu ki) diye başlar ve sonra gözleri dolar, başını eğer, yukarı kaldırır, derin bir soluk alır, düğmelerini çözer, göğsü açılır nihayet hadîsi rivâyet eder, sonra da: “(Bak, ben hâfızamdan bir şey söylüyorum ama bilin ki, Resûlüllah) bunun üç aşağı-beş yukarı veya buna yakın yahut da buna benzer bir şey buyurdu.”32 şeklinde ikazda bulunmayı da ihmal etmezdi.

    Resûlüllah’ın havârisi ve Aşere-i Mübeşşere arasında bulunmakla serfiraz Hz. Zübeyr b. Avvâm, o kadar az hadîs rivâyet etmiştir ki, bir gün oğlu kendisine: “Baba, sen neden hadîs rivâyet etmiyorsun?” diye sorduğunda: “Bir kelimede bile Resûlüllah’a muhalefet ederim diye ödüm kopuyor. Çünkü O: ‘Benim üzerime yalan söyleyen, Cehennem’deki yerini hazırlasın.’ buyurmuştur.”33 şeklinde cevap vermişti.

    Tam on yıl bilâ-fasıla, Resûlüllah’a (s.a.s.) hizmet etmiş bulunan Hâdim-i Nebevî Hz. Enes İbn Mâlik (r.a.), bir gün: “Eğer hata ederim endişesi ve korkusu olmasaydı, Resûl-i Ekrem’den (s.a.s.) daha çok şeyler anlatırdım.”34 buyurmuştu.

    Beş yüz sahâbiyle görüştüğü söylenen Abdurrahman İbn Ebî Leylâ: “Yüz yirmi sahâbi tanıdım ki, -bir mescidde aynı anda yüz yirmisi de oturuyor olabilir- kendilerine bildikleri bir şey sorulduğunda hep birbirlerinin yüzlerine bakarlar; konuşurken, Resûlüllah’ın sözlerine bir kelime karıştırıveririm korkusuyla başkasının cevap vermesini bekler, kimse cevap vermeyince de nihayet bunlardan biri dişini sıkar ve Allah’a dayanarak, -İbn Mes’ûd gibi hatırlatma yapar ve- rivâyette bulunurlardı.”35 demektedir.



    (30) Buharî, ilim 38; Müslim, zühd 72. (31) Buharî, istiâbe 60; Ebû Dâvûd, sünne 28. (32) İbn Mâce, mukaddime 3. (33) Buharî, ilim 38. (34) Darimî, mukaddime 25. (35) Zehebî, Siyeru A’lâmi’n-Nübelâ, 4:263.

  4. Alt 02-15-2008, 18:14 #4
    alptraum Mesajlar: 38.107
    Blog Başlıkları: 28
    Aynen Rivâyette Hassasiyet


    Râvinin lisana tam mânâsıyla vâkıf olması, mânâyı ifade için kullandığı kelimenin siyak ve sibakı (öncesi ve sonrasıyla metin içindeki yeri) arasında yabancı bir kelime olduğu imajını uyandırmaması ve hadîsin lâfzının unutulmuş olması gibi belli şartlarla rivâyet bi’l-mânâ, yani, hadîsi Efendimiz’den sâdır olmayan bir lâfızla rivâyet etmek câiz olmakla beraber, sahâbe-i kirâm, hadîsin bir kelimesi, hattâ bir harfi mevzuunda bile alabildiğine titizdi. Meselâ, bir gün Ubeyd İbn Umeyr, Abdullah İbn Ömer’in (r.a.) yanında şu hadîsi rivâyet eder: “Münafığın durumu iki sürü arasında gidip gelen bir koyuna benzer.” Yani münafık, kâfirlerle mü’minler arasında gidip gelen ve birinde karar kılamadığı için iki tarafça da kabul görmeyen bir tiptir; mü’minlerle düşüp kalktığı için, kâfirler nazarında hor ve hakîr görülür; bir mü’minin iç bütünlüğüne ulaşamadığı ve tam mânâsıyla iman edemediği için de, mü’minlerin nazarında hor ve hakir olur.

    İbn Ömer, celâllenir ve: “Hayır, öyle demedi!” diye mukabelede bulunur. Umeyr: “Ya, nasıl dedi?” diye sorar ve İbn Ömer: “Ben Resûlüllah’tan böyle duydum.” diyerek, hadîste Efendimiz’in “iki sürü” mânâsında “rabîdayn” değil de, “ganemeyn” kelimesini kullandığını belirtir.36 Yani, muhalefeti tek bir kelimededir.

    Sahâbenin gösterdiği bu hassasiyeti, aynıyla tabiîn ve tebe-i tabiîn de göstermiştir. Meselâ, meşhur Süfyan İbn Uyeyne şu hadîsi rivâyet eder: “Nebi (s.a.s.), kabaktan elde edilen ve ziftli kaplarda (koruk, üzüm, hurma üsâresi gibi) şıra kurmaktan menetti.” Daha sonra bu hadîs Süfyan’ın yanında bir başkası tarafından rivâyet edilirken, Süfyan’ın rivâyetinde geçen “yentebeze” yerine, aynı mânâya, fakat farklı kipte “yenbeze” kullanılır. Süfyan İbn Uyeyne, “Ben Zührî’den öyle duymadım. O, bu hadîsi şöyle rivâyet ediyordu.” diyerek itiraz eder ve hadîsi kendi rivâyet ettiği şekilde okur.37 İşte, sahâbe olsun, tabiîn ve tebe-i tabiîn olsun, hadîsin aynen Efendimiz’den geldiği şekliyle rivâyet edilmesi mevzuunda bu derece hassas idiler. Bu hassasiyet karşısında dün ve bugün, “Sahâbe ve tabiîn, Allah Resûlü’nden (s.a.s.) duydukları şeyleri kendi kelimeleriyle ifade ediyorlardı; dolayısıyla, bu şekilde intikal eden hadîslerin teşrîe esas teşkil edebilecek bir ağırlığı yoktur.” şeklinde yapılan iddiaların ne kadar boş ve mesnedsiz olduğu ortadadır.


    Müzakere


    Sahâbe-i kirâm, Resûlüllah’tan (s.a.s.) aldığını nakletmekle kalmıyor, aynı zamanda öğrenip belledikleri şeyleri aralarında müzakere de ediyorlardı. Kendileri müzakere ettikleri gibi, daha sonra talebelerinin de bu mes’eleleri müzakere etmelerini istiyorlardı. Meselâ, sahâbî efendilerimizden Ebû Saîdi’l-Hudrî ve İbn Abbas, talebelerine şöyle derlerdi: “Bu hadîsleri belleyin ve aranızda müzakere edin. Onların bazısı bazısını hatırlatacaktır; dolayısıyla, bunları aranızda devamlı mütalâa etmelisiniz.”38



    (36) Ebû Dâvûd et-Tayâlîsi, Müsned, s. 248; Müsned, 2:68. (37) el-Bağdadî, el-Kifaye, s. 178. (38) Darimî, mukaddime 51.

  5. Alt 02-15-2008, 18:14 #5
    alptraum Mesajlar: 38.107
    Blog Başlıkları: 28
    Sahâbe ve Tabiînin Tahkiki

    Sahâbe, hadîsleri müzakere etmesinin yanı sıra, herhangi bir dinî mes’eleyle karşılaştıklarında, o mes’elede sünnetin bir hükmü olup olmadığını araştırır; hepsi de yalana kapalı, adalet ve istikamet insanları olmalarına rağmen, sünnetin o büyük ehemmiyeti ve teşrîdeki yerinden ötürü, duydukları her şeyi hemen kabul etmeyip, tahkik ederlerdi. Evet onlar, zekâ ve hâfıza dâhîleri oldukları kadar, ehl-i tahkiktiler de.

    Bir defasında bir kadın, torununun mirasından pay almak için Hz. Ebû Bekir’e (r.a.) müracaatta bulundu. Resûlüllah’ın Halifesi: “Kitâbullah’da sana bir şey verileceğine dair bir âyet görmediğim gibi, Resûlüllah’ın da (s.a.s.) bu mevzûda bir şey buyurduklarını hatırlamıyorum.” cevabını verdi. Bunun üzerine Muğîre bin Şu’be (r.a.), ayağa kalkıp: “Resûlüllah (s.a.s.), nineye altıda bir hisse verirdi.” dedi. Hz. Ebû Bekir’in (r.a.): “Senden başka bunu bilen var mı?” sorusu üzerine, Muhammed İbn Mesleme (r.a.), Muğire bin Şu’be’yi tasdik ederek: “Ben de aynı şeyi Resûl-i Ekrem’den (s.a.s.) duydum.” diye şahidlikte bulundu. O zaman, Hz. Ebû Bekir (r.a.), o kadına altıda bir hisse verdi.39

    Her şeyi inceden inceye tahkîk eden Hz. Âişe validemiz, bir gün Allah Resûlü’nün (s.a.s.): “Hesaba çekilen, muhakkak azaba maruz kalmıştır.” buyurması üzerine, “Böyle diyorsun ama, Allah, Kur’ân’ında bazıları için: ‘Sonra, hesapları görülür de, yumuşak-kolay bir hesaba çekilirler’ buyurmuyor mu?” diyerek, açıklama istedi. Bunun üzerine Resûlüllah Efendimiz (s.a.s.), şu tavzihte bulundular: “Yâ Âişe, senin dediğin ‘arz’dır. Herkesin hesabı Allah’a arzolunacak. Fakat, hesapta Allah bir insanla münakaşaya tutuştu mu, kul, yaptıklarını inkâr edip de, Allah onun yaptıklarını bir bir sayıp döktü mü, işte o zaman insanın işi bitmiştir.”40

    Yine, bir gün Ebû Musa el-Eş’ârî, Hz. Ömer’i ziyarete gelmişti; kapıyı üç kere çaldığı hâlde, girmesi için müsaade çıkmayınca geriye döndü. Hz. Ömer, meşguliyeti bitince: “Abdullah b. Kays’ın sesini işitmiştim; izin verin, girsin.” diye emretti. “Gitti.” dediler. Bunun üzerine, adam gönderip çağırttı ve Ebû Mûsâ’ya: “Neden gittin?” diye sordu. O da: “Resûlüllah bize, ‘Bir yere girmek istediğinizde üç defa kapıyı çalıp, izin isteyin. İzin verilmezse geri dönün’ diye emretti.” dedi. Hz. Ömer: “Ben, bunu duymadım. Böyle olduğuna dair muhakkak bir beyyine getirmelisin.” diye çıkıştı. Ebû Mûsâ, hemen Mescid-i Nebevî’ye koştu ve meseleyi oradakilere açtı. Übeyy b. Ka’b, “Bunun için büyüklerin şehadeti gerekmez; küçüklerimiz de bilir bunu.” diyerek, Ebû Saîd el-Hudrî’yi Hz. Ömer’e gönderdiler. Hz. Ömer (r.a.), bu şekilde davranmasının sebebini şöyle açıkladı: “Vâkıa, ben seni itham etmek istemedim. Fakat, rastgele insanların Resûlüllah’a yalan isnad etmelerinden korkarım.”41

    Sahâbe-i kirâmın her biri ‘âdil’ olmasına ve yalana kapalı bulunmasına rağmen, tabiîn imamları, duydukları bir hadîsi başka sahâbîlerden de tahkik ederlerdi. Bu hususta Ebu’l-Âliye, “Biz, (Basra’da, Bağdat’ta, Horasan’da, Mâverâünnehir’de) nerede olursak olalım, Resûlüllah’ın ashâbından bir şey işittiğimiz zaman, onunla kanaat etmez, oradan göç eder, (Mekke’ye, Medine’ye gelir, işi kaynağından araştırır) kendi ağızlarından duyar, (başka sahâbîlere de sorar ve böylece itmi’nâna ererdik).”42 demektedir.

    Müslim’in rivâyetinde Muhammed İbn Sîrîn: “Biz isnaddan sormazdık (birisi bize bir hadîs rivâyet ettiğinde, kimden aldığını araştırmazdık); ne zaman ki fitne çıktı, o zaman isnaddan sormağa başladık.”43 der. İlk dönemlerde isnaddan sorulmazdı; yani, Resûlüllah’dan bir hadîs rivâyet edildiğinde, bunun kimden alındığı tahkik edilmezdi. Ama, fitneye karşı kapı sayılan Hz. Ömer’in şehadetinden sonra Hz. Osman’ın katline ve Hz. Ali dönemindeki hâdiselere müncer olan fitneler başgösterince, az da olsa hadîs uydurmalar başladı. Bu tür uydurmalar başlayınca, sıdkı kendilerine şiar edinen büyük imamlar, artık “isnad”dan sorar ve duydukları her hadîsi tahkik eder olmuşlardı. Evet, Şu’be gibi, Şa’bî gibi, Sevrî gibi kimseler, artık bu işi yakın takibe almış ve takip eder olmuşlardı.

    Endülüs’ün büyük âlimi, İbn Abdi’l-Berr, tabiînin dev imamlarından Âmir b. Şerâhil eş-Şa’bî’den rivâyet ediyor: Rabî' İbn Hüseyin: “Kim, on defa: derse, bir köle azad etmiş sevabını alır.” hadîsini rivâyet eder. Şa’bî, derhal: “Bunu sana kim söyledi?” diye sorar. “Abdurrahman İbn Ebî Leylâ” cevabını alınca, şedd-i rihal eder ve tabiînin bir başka dev imamı, dev fakîhi İbn Ebî Leylâ’yı bulur. Ona sorar ve rivâyetin sahih olduğunu anlar... İbn Ebî Leylâ da, bunu büyük sahâbî Ebû Eyyûb el-Ensarî’den duymuştur.44



    (39) Tirmizî, ferâiz 10; Zehebî, Tezkiratü’l-Huffâz, 1:2. (40) Buharî, ilim 35; Müslim, cennet 79. (41) Buharî, isti’zan 13; Müslim, âdâb 33, 34, 35. (42) el-Hatib, a.g.e., s. 178. (43) Müslim, mukaddime 5. (44) el-Hatib, a.g.e., s. 222.

  6. Alt 02-15-2008, 18:14 #6
    alptraum Mesajlar: 38.107
    Blog Başlıkları: 28
    a. Tahkik Yolunda Rihlet

    Ashâb-ı kirâm, hadîsler mevzuunda böylesine hassâsiyet gösterdiği gibi, tek bir hadîs için ‘rihlet’ denilen seyahatler düzenleyecek kadar da sünnete ihtimam gösteriyordu. Tabiînin büyük fukahasından ve nice büyüklerin, önünde diz çöktüğü siyâhî Atâ bin Ebî Rebah’ın nakline göre, Ebû Eyyûb el-Ensarî’nin kafasına bir hadîs takılır ve, “Bunu Resûlüllah’tan duyanlardan hayatta sadece Ukbe bin Âmir kalmıştır.” derler. O da, hayvanına binip, Ukbe bin Âmir’in yaşadığı Mısır yolunu tutar. Tek bir hadîs için, hem de bildiği bir hadîsi tahkik için Medine’den Mısır’a yapılan bir seyahattir bu. Mısır’a varınca, emir Mesleme İbn Muhalled’in evine uğrar ve yanına bir rehber alarak, Ukbe’ye varmak için ayrılır. İki dost sokakta karşılaşır, sarmaş-dolaş olur ve Ukbe’ye: “Bu hadîsi Hz. Peygamber’den işiten senden ve benden başka kimse kalmadı.” diyerek: “Her kim, dünyada bir Müslümanın ayıbını örterse, Allah da kıyamet günü onun ayıbını örter.”45 hadîsini okur. Ukbe’nin, hadîsi aynı şekilde tekrarlaması üzerine: “Ben bunun için gelmiştim; geliş gayemin içine başka bir şey karıştırmak istemem.”46 diyerek geri döner.

    Yine, Buharî’nin rivâyetine göre, Ensar’ın ulularından Câbir b. Abdillah (r.a.), Abdullah İbn Üneys’in rivâyet ettiği bir hadîsi, bizzat onun ağzından işitmek için, bir ay süren bir yolculuğa çıkmış ve: “Hz. Peygamber’den bizzat işitmediğim bir hadîsi senin rivâyet ettiğini öğrendim. Onu işitmeden ikimizden biri ölür diye korktum ve sana geldim.” diyerek, hadîsi Abdullah b. Üneys’ten dinlemiş ve gerisin geriye Medine’ye dönmüştür.47

    b. Tabiûnun Rihleti
    Hadîs uğruna seve seve girişilen bu rihletler yalnızca sahâbeyle sınırlı da kalmamış; daha sonraki devirlerde de aynı şekilde devam etmiştir. Saîd İbnü’l-Müseyyib’in, gerektiğinde bir tek hadîs için günlerce yol katettiğini söylemesi,48 Mesruk İbnü’l-Ecda’nın, hadîsin tek bir harfi için bile yolculuk etmesi;49 Kesir İbn Kays’ın rivâyetine göre, Ebu’d-Derdâ’dan tek bir hadîs almak için bir ilim aşığının Medine’den Şam’a gelmesi ve daha pek çok seyahatler, bu mevzûda zikre değer misallerdir.50



    (45) Buharî, megazî 3; Müslim, birr 58.
    (46) Hatib el-Bağdadî, er-Rihle fî Talebi’l-Hadîs, s. 118-124.
    (47) İbn Sa’d, Tabakât, 3:178; Buharî, el-Edebü’l-Müfred, s. 337.
    (48) Zehebî, Tezkiratü’l-Huffaz, 1:56;
    (49) el-Hatib, a.g.e., s. 178.
    (50) el-Bağdadî, a.g.e. s. 78.

  7. Alt 02-15-2008, 18:15 #7
    alptraum Mesajlar: 38.107
    Blog Başlıkları: 28
    4. Yalan ve Yalancının Takibi
    Gerçekten o dönemde yalana karşı âdeta ilân-ı harp edilmişti. İbn Şihab ez-Zührî, İbn Sîrîn, Süfyan es-Sevrî, Âmir b. Şerâhil eş-Şa’bî, İbrahim İbn Yezîd en-Nehaî, Şu’be, Ebû Hilâl, Katâde İbn Diâme, Hişam ed-Destevâî, Mis’ar İbn Kudâm, evet hepsi de yalana karşı harp ilânında bulunmuşlardı ve birer hisbe memuru gibi yalanı ve yalancıyı takip ediyor ve yalanları doğrulardan ayıklıyorlardı.

    Ebû Hilâl, Şu’be ve Saîd b. Ebî Sadaka, Katâde b. Diâme’den rivâyet ettikleri bir hadîste: “Şöyle mi demişti, böyle mi demişti.” diye tereddüde düştüklerinde, hakem olarak Hişam ed-Destevâî’ye müracaat ederlerdi. Şu’be ile Sevrî, herhangi bir meselede tereddüde düştüklerinde ise Mis’ar İbn Kudâm’a müracaat ederlerdi.51 Bunlar, mezheb taassubu içinde bulunan şahısları adım adım takip ederler; nerede olursa olsun yalan söylemeye müsait her şahsın karşısına dikilir ve söyledikleri her hadîsi “kimden duydun?” diye sorarlardı.

    a. Hıfz Misyonu

    İslâm Hadîs tarihi ve ilmi, dev hâfızlarıyla da, ilimler arasında müstesna bir yere sahiptir. Ahmed İbn Hanbel, içinde mükerrerler ve oğlu Abdullah’ın ‘Zevâid’i olsa bile, kırk bin küsur hadîs ihtiva eden meşhur Müsned’ini, değişik kanal, değişik sened, farklı metin, yani muhteva aynı olsa bile, sahihi, haseni ve zayıfıyla üç yüz bin hadîsten seçerek meydana getirdiğinde şüphe yoktur. Bütün hayatını hadîse, Allah Resûlü’nün mübarek sözlerine hasreden Yahya İbn Maîn, mevzû hadîsleri de ezberlerdi. Bir keresinde, Ahmed İbn Hanbel, neden böyle yaptığını sorduğunda: “Yanıma gelen insanlara bu mevzûdur, şu mevzûdur; bunların dışında kalanlardan alabildiğini alırsın derim.” cevabını vermişti. İmam Zührî’den Yahya b. Said el Kattan’a, Buharî ve Müslim’den Dârakutnî ve Hâkim’e uzanan çizgide daha dünya kadar nekkâd hadîs hâfızları yetişmişti.


    (51) el-Hatib, a.g.e., s. 229.

  8. Alt 02-15-2008, 18:15 #8
    alptraum Mesajlar: 38.107
    Blog Başlıkları: 28
    Hakperestlik Duygusu

    Yalanın takibi, yalana karşı tavır, hakkın hatırını âli tutma ve doğru olmayanın konuşulmasına meydan vermeme, o dönemlerin en önemli faziletleri arasındaydı.

    Meselâ, bir gün Hz. Ömer hutbe irad ederken: “Kadınlarınızın mehirlerini kırk ukıyyenin üstüne çıkarmayın.” demişti ki, maksûrenin ardından bir kadın: “O da niye ey Mü’minlerin Emiri? Allah, Kur’ân-ı Kerim’de “onlara kantar kantar verdiğiniz altın ve gümüşten, onları boşayacağınızda hiçbir şey geri almayın.” derken, siz “kırk ukıyye diyorsunuz” şeklinde karşılık vererek, koca halîfeye: “Adam hatâ etti; kadın isabet etti.” veya “Ya Ömer, sen dinini bir kadın kadar dahi bilmiyorsun.”53 dedirtiyordu.
    Bu türlü durumlarda, Tabiîn imamları da aynı şekilde davranıyorlardı. Meselâ, Zeyd İbn Ebî Üneyse: Kardeşinin dikkatsizliğinden mi, vehminden mi, mezhep taassubundan mı, yoksa başka bir sebepten dolayı mıdır bilemiyorum, “Kardeşimden hadîs almayın.”54 diyordu. Sahâbî adına ilk te’lifte bulunan ve Buharî, Müslim seviyesindeki büyük hadîsçilerin imamı Ali İbnü’l-Medînî’ye: “Baban nasıldır?” diye sorulduğunda: “Bana değil, onu başkasına sorun.” cevabını veriyor; ısrar edilince de: “Hadîs dindir, babam ise zayıftır.” şeklinde konuşuyordu.55 Ebû Hanîfe Mektebi’nde yetişip, İmam Şafiî’ye üstadlık yapan ve, “Duyduğum bir şeyi unuttuğumu hatırlamıyorum; duyduğum bir şeyi ikinci defa tekrar ettiğimi de hatırlamıyorum.” diyen İmam Şafiî kendisine sû-i hıfzından şikâyette bulunduğunda, “Günahlardan sakın; çünkü ilim nurdur ve Allah’tan olan bu nur, âsiye hediye edilmez.” cevabında bulunan meşhur Vekî’ İbn Cerrah, babası hadîs rivâyet ederken dâima yanında bulunurdu. “Neden böyle yapıyorsun?” dediklerinde, şu cevabı verirdi: “Babam devletin hazine memurlarındandır. İhtimal, memuru bulunduğu devlet hesabına bazı sözleri yumuşatabilir. Yanında duruyorum ki, böyle bir za’f südûr ederse önleyeyim.”56

    (53) Ali el-Müttaki, Kenzü’l-Ummâl, 16:537.
    (54) Müslim, mukaddime 5.
    (55) İbn Hacer, Tehzîbü’t-Tehzîb, 5:176.
    (56) A.g.e. 6:84.

  9. Alt 02-15-2008, 18:15 #9
    alptraum Mesajlar: 38.107
    Blog Başlıkları: 28
    İlel Kitapları

    İşte, bu büyük zâtlar, bir de bu mevzûda dünya kadar ilel kitapları yazdılar; yani, hadîslerin sened veya metinlerindeki arızaları, tam bir hekim hazâkat ve hassasiyetiyle ortaya koyan eserler tedvin ettiler. Zuafâ ve metrûkîn kitapları yazdılar; zayıf râvileri, kendilerinden hadîs alınmayan ve hadîsleri terkedilen râvileri birer birer teşhir ettiler.

    Hadîsin dev imamlarından Abdurrahman İbn Mehdî, “Şu’be, Sevrî, İbn Mübarek ve İmam Malik’e, “Bu insanların çoğu yalanla itham ediliyorlar. (Biz de bunlar yalancıdır diye kitaplara alıyoruz. Bunları fâşetmek nasıl olur?) diye sordum. Dördü de, “Hadîs dindir, daha önemlidir; çünkü onda Hakikat-i Ahmediye gizlidir.” şeklinde konuştular.”57 der. Hadîs hususunda alabildiğine sert, tavizsiz ve arkadaşlarının, “Bunu çocukluğundan beri tanıyoruz; rüyalarına bile günah misafir olmamıştır.” dediği Yahyâ İbn Said el-Kattan’a: “Sen, milletin bu kadar şeref ve haysiyeti ile oynuyorsun; şu hadîs uydurur, şu zayıftır, şu metruktur diyorsun. Bir gün, Allah bütün bunları sana sormaz mı?” dendiği zaman, o, şu cevapta bulunur: “Onların Allah katında hasmım olmasını, Resûlüllah’ın (s.a.s.) hasmım olmasına tercih ederim.”58

    Evet, işte sünnet, bu fevkalâde hassasiyet içinde tesbit edildi. Buna rağmen, bir kısım hadîsler uydurulmadı da denemez; uyduruldu ama, uydurulan hadîsler, sahâbe ve tabiînin hadîs sarraflığına çarptı ve karakolları çok iyi tutmuş bu hassas nöbetçileri aşamadı. Aşanlar da zamanla ayıklandı ve sahih hadîs külliyatına girmeye yol bulamadı.

    Râvilerle İlgili Eserler

    Râvileri, sahâbeyi, tabiîni ve tebe-i tabiîni daha iyi ve yakından tanımak için, bunlara dair mufassal eserler yazılmış; kim nerede doğdu, nereye hicret etti, nerede ikamet etti, nerede yaşadı, nerede öldü, nerede ilmini neşretti, kimlerle görüştü, kimlerden ders aldı, bu eserlerde tek tek açıklanmıştır.

    Bu mevzuda ilk eser veren Ali İbn Medînî’dir. O’nun hangi sahâbenin Mekke’den, Medine’den ayrılıp nereye gittiği, Taif’te mi, Şam’da mı, Kûfe’de mi, Basra’da mı, Mâveraünnehir’de mi, nerede kalıp, kimlere ders verdiği ve kimlerle görüştüğünü anlatan Kitabü Ma’rifeti’s-Sahâbe’sinden sonra, İbn Abdi’l-Berr’in el-İstiâb’ı, İbn Hacer’in el-İsâbe fi Temyizi’s-Sahâbe’si, İbnü’l-Esîr’in Üsdü’l-Gâbe’si, İbn Sa’d’ın Tabakât’ı, İbn Asâkir’in Tarih’i, Buhârî’nin Tarih-i Kebir’i ve Yahya İbn Maîn’in Tarih’i bu sahada yazılmış mühim eserlerdendir. Bunlardan kiminde üç bin, kiminde beş bin, kiminde on bin Sahâbi’nin hayatı anlatılmaktadır. Bu kitaplara ve meselâ Zehebî’nin el-Kâşif’ine baktığımızda, her zât hakkında: “Bu zât, şu, şu, şu şahıslardan hadîs rivâyet etmiştir; kendisinden de şunlar şunlar hadîs rivâyetinde bulunmuşlardır.” şeklinde bilgiler verildiğini görür; böylece kimlerin kimlerden hadîs alıp almadığını öğrenir ve sened açısından hadîslerin değerlendirmesini yapabiliriz.

    (57) el-Hatîb, a.g.e., s. 234.
    (58) İbn Salâh, Ulûmü’l-Hadîs, 389

    kipchak bunu beğendi.
  10. Alt 02-15-2008, 18:57 #10
    kipchak Mesajlar: 1.658
    Blog Başlıkları: 506
    Hay Maşaallah
    sünnetle alakalı herkonunun olduğu çok güzel bir derleme olmuş
    teşekkürler...

Kullanıcı isminiz: Giriş yapmak için Buraya tıklayın

Bu soru sistemi, zararlı botlara karşı güvenlik için uygulamaya sunulmuştur. Bundan dolayı bu kısımı doldurmak zorunludur.