Feminizm Ve Kadın

"Feminizm" terimi; kadınların da erkeklerin sahip oldukları tüm haklara sahip olmasını ve kadınların da hukukta sosyal hayatta erkeklere eşit sayılmasını hedef alan düşünce sistemini anlatır. (S. Hayrı Bolay, Felsefî Doktrinler ...


Ağaç Şeklinde Aç1Beğeni
  • 1 gönderen köylü

  1. Alt 03-27-2008, 11:23 #1
    muhammet Mesajlar: 105
    "Feminizm" terimi; kadınların da erkeklerin sahip oldukları tüm haklara sahip olmasını ve kadınların da hukukta sosyal hayatta erkeklere eşit sayılmasını hedef alan düşünce sistemini anlatır. (S. Hayrı Bolay, Felsefî Doktrinler Sözlügü 106)

    Feminizm Nasıl Dogdu?

    Feminizm hareketlerinin başladığı onsekizinci asrın sonlarına kadar, İslam'ın uygulandığı dönemler dışında, kadının durumu içler acısıdır:

    Bozulmuş Yahudilikte, erkek, yatar-kalkar ve kadın yaratılmadığı için Allah'a dua eder. Baba isterse kızlarını satabilir.Bozulmuş Hiristiyanlıkta kadın, Hz. Adem'i kandırıp yoldan çıkaran, bu yüzden ölünceye kadar gebelik ve doğum sancısıyla ceza görecek olan aşağılık bir şeytandır. Bundan ancak hiç evlenmemekle kurtulabilir. İşte rahibelik bu demektir. Halbuki, bu hem dinin mantığına, hem de kadının tabiatına aykırı bir düşüncedir. Din herkesin kurtulmasını hedeflediğine göre, kurtulmak isteyen tüm kadınlar evlenmezlerse, erkekler kimlerle evlenecek ve insanlık nasıl sürecektir? Bu, hiristiyanlığın din mantığına aykırı yönüdür: Cinsel ilişki, erkek gibi kadın için de fitrî bir ihtiyaçtır. Kadın bu ihtiyacını gidermeden nasıl ömür sürebilir? Bu da işin kadın tabiatına aykırı olan yönüdür. Islâm'dan önceki Cahiliyyet Toplumunda kadının durumu ise herkesin malûmudur.Eski Hintlilere göre kadın murdar bir varlıktır. Batı uygarlığının temeli Yunan'da kadın bir zevk aracıdır. Kendisiyle hâlâ övündükleri Eflatun, kadının bir orta malı olarak elden ele dolaşması gerektiğini söyler.Ingiltere'de daha Onbirinci Asr'a kadar, koca, karısını satabilirdi. (B. Topaloğlu, Islâm'da Kadın 18.)Genel olarak batı'da kadın ondokuzuncu asrın başlarına kadar insan bile sayılmıyordu. O tarihlerde Italya'da toplanan bir bilimsel (!) heyet "Kadın Insan mıdır, değil midir?" konusunu tartışıyordu(Bu olayı Dostoyevski, Suç ve Ceza adlı romanında işler.) Çünkü kadın Şeytanın biçimlenmiş görünümü sayılıyordu ve 1830'lara kadar Avrupa'da beyaz kadın ticareti bir ticaret kolu olarak iş görüyordu. Yani kadınlarını bir mal gibi satıyorlardı. Derken Sanayi Devrimi oldu. Motorlar ve fabrikalar çalışmaya başladı. Büyük çapta insan gücüne ihtiyaç duyuldu. Çalışana olabildiğince az ücret vermek, kazanmanın birinci şartı olarak görülüyordu. Bunun için de en elverişli kesim kadınlardı. Onlara az ücret verilmesine kimse karşı çıkamazdı. Çünkü onlar insan değillerdi. Böylece kadın bir şeytanî ruh sayılmasının yanında, erkeklerin yapacağı ağır işleri de yükleniyor ve yağlı-paslı makineler arasında paçavra üstüpüler gibi akşamlıyor ve varsa kocanın kollarında cenaze gibi sabahlıyordu.

    İşte bu genel durum erkeklere iki yönden etki etti.

    1- Başkasının işinde enerjisini ve işe yarar yönlerini yitirip kendi kucağına paçavra gibi geIen kadınların kocaları, gayret duygularının depreşmesiyle harekete geçtiler.

    2- Fıtratındaki acıma duygusunu bütün bütün yitirmeyen insanlar, bu yürekler acısı durumdan nihayet etkilenmeye başladılar.

    Ayrıca işin kendi çıkarlarını etkileyen yönleri de vardı; Uzakdoğu'nun zenginliklerinin Avrupa'ya taşınmasıyla kurulan fabrikalar, tek geçim kaynağı hâline gelmiş ve işçi olarak erkeğin yerine, köle gibi çalıştırdıkları, buna rağmen çok az ücret verdikleri kadınları tercih eder olmuşlardı. Erkekler işsiz kalıyordu. Ikinci olarak, ağır işlerde çalışıp bitkin hale gelen kadın; erkeğin zevklerini tatmin edemiyordu. Derken, erkeğin hem midesinin, hem de belinin arzularının doyum aracı olarak görülen kadının bu durumunu, Freudizm'in psikanalize dayanan cinsiyet felsefesi, hem kolaylaştırdı, hem de bilimsel çehreye büründürdü.(Bolay, age.107.)

    İşte bu süreç sonunda batı'da "feminizm" kaçınılmazdı. Çünkü Islâm dünyası kadının da insan olduğunu onlara öğretmişti. Ve büyük savaşımlar sonunda kadın, önce kanun önünde erkeğe eşit hale getirmeyi başardılar. ‚Kadın Hakları Beyannamesi"ni yayınladılar. Kadına seçme ve seçilme hakkı sağladılar. Buraya kadar olan gelişmeler olumlu ve güzel gelişmelerdi. Çünkü fıtrat, bunu gerektiriyordu. Ancak "ifratların tefritleri doğuracağı" kuralı işliyor ve bir cinsin hakimiyeti, yerini öbür cinsin hakimiyetine devretmeye doğru gidiyordu.

    Konunun insanîligi ve normalliği yanında aşırılıklara kaçılmasıyla cazip yönleri de ortaya çıktı. Kadının istikrarsız duygusallığı, güzel bir kazanç aracı olmaya çok elverişli idi. Yani kadın, yine kazanç aracı, yine zevk aracı olarak kullanılacaktı. yine ezilecekti ve horlanacaktı ama, bunun yöntemi değişecekti. Yani kadın yine erkeğin arabasına koşulan at durumunda kalacak, ama ne var ki, arabayı arkadan kırbaçlanarak çekmesi yerine, önüne yeşil bir gözlük takılarak ve o, ilerisini yeşil görünce ota kavuşmak ümidiyle koşturacak ve yine aynı arabayı çekecekti. Değişen sadece buydu.Kadının önünde bir kısır döngü oluşturuluyordu. Onun sayesinde yeni endüstri kolları gelişti. Kozmetikler ve moda gündeme geldi. Bunlar aracılığıyla kadın süslenip-püslenip erkeğin bulunduğu her yere girebiliyor, ayrıca defilelere ve yarışmalara çıkarılıyor, bunlar diğer kadınların bu yoldaki tutkularını artırıyor, bu tekrar onu oluşturuyor ve erkek de, birbirini körükleyerek hızlanan bu kısır döngüden istediği sonucu alıyor, hem midesini sişiriyor, hem de erkekler gibi her sahada görev alma hakkını (!) elde eden kadın sayesinde, kadın her aradığında elinin altında bulabilip başka zevklerini de tatmin ediyordu. Yani artık arabası tıkırında gidiyordu. Bu işin reklâmını yapacak çok uluslu şirketleri, siyonist menfaat şebekeleri, dergi ve magazinleri, hattâ TV ve radyoları vardı. Yani kadından çok, onu sömüren erkek örgütlenmişti ve sömürünün yöntemi bilimselleşmişti. Zavallı kadın ise, ot diye gösterilen yeşilliğin peşine koşabilmeyi hak olarak görüyor ve bu hakkı koruyabilmek ve daha ilerilere götürebilmek için kadın dernekleri kuruyordu. Evet, kadın artık erkeği geçmişti ama, göbeği şişkin, zevki pişkin erkeğin arabasının önünde olduğu için geçmişti..

    Erkek de bu iyiliğe karşılık onu koruma hayırhahliği gösterip, ona karşı doğan minnet borcunu ödemeliydi. Önce etrafa şöyle bir "höyyt!" demekle işe başladı. Kadının bu hakkına (!) karşı çıkmak isteyenlerin alnını karışlardı. Çünkü o artık bunu kanunlaştırmıştı ve bunu kadına da inandırmıştı. Çünkü her fırsatta onunla beraber olduğunu söylüyor ve "hiç endişe etmeyin, sizin erkeklere fiziksel eşitliğinizi de sağlayacağız" diyerek sırtını sıvazlıyor ve "Tam Eşitlik Için Erkeklerin ‚şey'ini Kesme Derneği" kuruyordu. (Attılâ Ilhan, Yanlış Erkekler, Yanlış; Kadınlar 196.)

    Ama bütün bunların sonucu olarak bir yönden de kadın her arandığı yerde zorluk çekilmeden bulunabilen mebzûl bir varlık haline geldiğinden; erkeklerin gözünden düşüyor ve erkekler normal ve tabiî ilişkiden zevk almaz oluyor, cinsel sapıklıklar tarihin hiçbir döneminde şahit olunmayan boyutlara varıyor, eşcinsellik yer yer kanunlaşıyor, kadınlarda da yine yer yer erkeklerden nefret duygulan gelişiyor, onlar da lezbiyenleşiyorlar. Ama tabîîlik sınırı geçilince artık sınır yoktur. Konu hayvanlarla evlenmeye kadar vardırılıyor ve Avrupa'da bir kadına, kedisiyle resmen nikâh kıyılıyor. Sanki köpeklerle yaşayan diğer hemcinsleri gibi nikâhsız yaşasa olmayacakmış gibi... Ama tarih, fıtrata karşı çıkanların helâk olaylarıyla doludur. Tabiat, kendi kanunlarına karşı çıkanların gayretlerini sonuçsuz bırakır. Atın eşeğe çekilmesiyle doğan katır artık üreyemez. AIDS pusuda bekliyor gibi... İşte "feminizm"in serüveni ve günümüzde ulaştığı nokta bundan ibarettir

  2. Alt 03-27-2008, 11:50 #2
    kipchak Mesajlar: 1.658
    Blog Başlıkları: 506
    Alıntı:
    Ama tarih, fıtrata karşı çıkanların helâk olaylarıyla doludur.

    işte bu söz herşeyi anlatıyor...
    Allah Razı olsun...
    teşekkürler...

  3. Alt 03-27-2008, 13:50 #3
    Ziyaretci
    köylü Mesajlar: n/a
    Alan Mahkumu ve Hak Mahrumu Kadınlar

    Soru: Bazı kimseler, Müslüman toplumlarda kadının eve kapatıldığını ve onun haklarının çiğnendiğini iddia etmektedirler; bu iddiada doğruluk payı var mıdır? İslam disiplinleri açısından aile ve toplum hayatında kadının konumu nasıl olmalıdır?

    Cevap: İslam, cahiliye karanlığında sömürülen, köleleştirilen ve ikinci sınıf kabul edilen kadını zavallı bir mahluk olma durumundan kurtararak, yeni bir statü ile onu mübarek bir varlık olma seviyesine yükseltmiştir. Din-i mübîn, kadını bir temettu’ aleti olmaktan azâde eylemiş ve Cenneti onun ayaklarının altına sermiştir. Şayet, İslam’ın esas kaynakları ve selef-i salihînin örnek hayatları dikkatlice incelenirse, müslüman kadının kat’iyen evine kapatılmadığı ve asla haklarının çiğnenmediği açıkça görülecektir. Bu iddia, şayet onu ortaya atanlar kasıtlı ve ön yargılı insanlar değillerse, Hak Din’in bu mevzuda vaz’ ettiği ölçülerin bilinmemesinden ve tarih boyunca bilhassa âdetlerden gelen yanlış anlayış ve yanlış uygulamaların İslam’a mal edilmesinden kaynaklanmaktadır.

    İslam’ın genel olarak insan haklarına ve hususi manada da kadınların hukukuna dair ortaya koyduğu disiplinlerle alakalı şimdiye kadar yüzlerce kitap yazılmış ve bu mevzu şüpheye mahal kalmayacak şekilde şerh edilmiştir. Asrın Getirdiği Tereddütler ve Beyan adlı kitaplarda, Muslim World ve Yeni Ümit gibi mecmualarda ve değişik gazetelerde neşredilen röportajlarda bu konuya müteallik meseleleri ben de defalarca anlatmaya çalıştım. Bundan dolayı, aynı mevzuları bir kere daha tekrarlamanın gereksiz olduğunu düşünüyorum. Fakat, çok önemli gördüğüm bir-iki hususa değinmeden de geçmek istemiyorum.

    Bir Tepki Hareketi: Feminizm

    Kadın hakları konusunda söz söyleyebilecek yegâne din İslam’dır. Çünkü, gerek Kur’an-ı Kerim’e, gerek Peygamber Efendimiz’in tatbikatına, gerekse İslam tarihine baktığımızda, fertlerin hatalarından kaynaklanan bir takım suistimaller dışında, kadının en muallâ mevkii müslüman toplumlarda kazandığı görülür. Evet, İslam’da kadının diğer sistemlerde asla rastlanamayacak eşsiz bir konumu vardır. Günümüzün en modern sayılan toplumları bile, bu konuda onunla boy ölçüşemeyecek kadar geridir.

    Bu toplumlarda kadın, belli bir özgürlüğe sahip ise de, bu, daha çok cismanî arzuları tatmin özgürlüğüdür ki, böyle bir özgürlük, gerçek insan fıtratının ve selim aklın kabul edebileceği ve herhangi bir semavî dinin makbul sayacağı bir özgürlük değildir. Son asırlarda, hassaten devletler arası kanlı savaşların getirdiği geçim zorlukları ve ekonomik ihtiyaçların baskısı kadını iş dünyasına ve sokağa çıkmaya zorlamıştır. Bu çıkışın akabinde, kadın kendi iâşesini temin etmeye başlamış ve fert planında bir ölçüde iktisadî hürriyet elde etmiştir; fakat, pek çok yerde, onun bilhassa fizikî cazibesinden faydalanmak isteyen bir takım sermaye çevreleri için istismar mevzuu bir alet haline düşmekten de kurtulamamıştır. Maalesef, kadın özellikle Batılı toplumlarda piyasaya, pazara, eşyanın malî değerine katkıda bulunduğu ve erkeklerin nefsanî arzularına hizmet ettiği nisbette, dolayısıyla hayatının sadece bir anında surî ve sunî bir sevgi bulabilmiştir; ne var ki, içtimaî hayatta kerime, bacı, eş, anne ve nine olarak gördüğü ve yerini başka hiçbir şeyin dolduramayacağı muhabbet ve hürmeti büyük ölçüde kaybetmiştir. Zamanla o, bu defa da hürriyet kılıfı altında modern tekniklerle (!) sömürüldükçe sömürülmüş, çoğu insanî haklarından mahrum edilmiş ve karanlık çağlardakine denk bir istismarın kurbanı haline gelmiştir.

    Bütün bu haksızlıklara tepki olarak, öncelikle ve özellikle Batı’da kadınlar tarafından bir hak istirdadı hareketi başlatılmıştır. Ne var ki, bu hareket, kadınların bir nevi uyanışı sayılsa da, bir tepkiye ve reaksiyona bağlı cereyan ettiğinden dolayı, bütün reaksiyoner hareketlerde ortaya çıkan dengesizliklerden o da nasibini almış, ifratlar ve tefritler ağına o da takılmış; ilk başta kadın haklarını savunma maksadından neş’et etse de, zamanla erkeklere karşı nefretle dolup taşmaya, kinle oturup-kalkmaya sebep olacak kadar asıl çizgisinden uzaklaşmıştır. Kadınları koruma ve onlara erkeklerinkine eşit hakların tanınmasını sağlama düşüncesinden doğan feminizm adlı fikir cereyanı, bir gayr-ı memnunlar hareketi olarak, arkada sadece hasret, hicran ve enkaz bırakmıştır. Zira, bugün pek çok çeşidinden bahsedilen feminizm akımının temsilcileri zamanla çok farklı taleplerin peşine düşmüş ve meseleyi kadının haklarını korumaktan onun hakimiyetini sağlamaya vardıracak kadar ileri götürmüşlerdir.

    Neden Reisetü’l-Cumhurumuz Hiç Olmamış?

    Günümüzde hâlâ eski dönemlerdeki uygulamalara karşı aynı tepki tavrı sergilenmekte ve farklı aşırılıklara, aykırılıklara girilerek mesele asıl mihverinden kaydırılmaktadır. Vakıa, kadın haklarını istirdat etme gayretlerinin hemen hepsi tamamen nazarî planda kalmaktadır. Bunun en açık delili, en modern (!) görünümlü ülkelerde bile kadınların içtimaî hayatta ve idarî alanda büyük bir tahdide maruz kalmalarıdır. Düşünün... Bugün dünyanın kaç ülkesinde devlet başkanı kadındır? Kaç yerde ordunun üst kademelerinde kadınlar vazife görmektedir? Kadınlar acaba kaç ülkenin parlamentosunda nüfus nisbetlerine uygun şekilde temsil imkanına sahiptirler? Dünya dinlerinin ruhanî reisleri ve diyanet temsilcileri arasında ne kadar kadın vardır? Adliye, mülkiye, emniyet teşkilatları ve gizli servisler gibi birimlerde istihdam edilen kadınların sayısı erkeklerin adedine yaklaşabilmiş midir?.. Kadın haklarını dilinden hiç düşürmeyen ve onun ateşli birer savunucusu görünen kimseler acaba neden bu sorulara müsbet cevap verebilecek durumda değiller? Hepsinden öte, İslam’ın, kadının haklarını kısıtladığını iddia edenlerin önce kendilerini ve kendi içtimaî yapılarını sorgulamaları gerekmez mi?

    Aynı sualleri kendi ülkemizde kadın hakları avukatlığına soyunup bazı şahsî hatalar yüzünden İslam’ı ve bütün müslümanları mahkum etmek isteyenlere de sorabiliriz: Cumhuriyet kurulduğundan bu yana onca zaman geçmiş; peki ama şimdiye kadar Çankaya’ya kaç tane kadın Cumhurbaşkanı çıkmış? Hep Reis-i cumhur seçilmiş; niçin bir kere de o makama Reisetü’l-cumhur getirilmemiş? Aklının azlığından mı? Yoksa, o işi beceremeyeceği düşünüldüğünden mi? Neden erkek başbakan kadar kadın başbakan vazife yapmamış? Niçin kadın bakanların sayısı erkek bakanların adedine hiç ulaşamamış, hatta yaklaşamamış? Niye erkeklerden olduğu kadar kadınlardan da kuvvet komutanı olmamış? Neden bir kere de Genel Kurmay Başkanlığı bir kadına emanet edilmemiş? Niçin hâlâ Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde kadınlara göstermelik bazı koltuklar bırakılıyor da, onların nüfuslarına uygun şekilde kendilerini temsil etmelerine imkan tanınmıyor?

    Yanlış anlaşılmasın; “Bunlar mutlaka olmalı, işin aslı budur!” demek istemiyorum. Müsavaat iddiasında bulunanların, kadın ile erkeğin eşit olduğunu savunanların ve kendileri bu eşitliğe göre hareket ediyormuş da sanki İslam kadının hakkını yiyormuş gibi Din-i mübini sorgulayanların ikiyüzlülüklerini nazara vermeye çalışıyorum. Evet, “niçin, neden, niye...” sorularını çoğaltabilirsiniz. Bu soruların cevaplarını aradığınızda göreceksiniz ki, aslında, “İslam kadının hakkını yiyor, erkeğe verdiği hakları kadına vermiyor!” diyenlerin kendileri senelerdir kadını istismar ediyor ve onun haklarını -affedersiniz- hapur hupur yiyorlar. Öyleyse, kendileri kadını hayatî sahalardan olabildiğine uzak tuttukları ve onu sürekli sömürdükleri halde, bu konuda İslam’ı tenkit etmeye kalkışanların İslamiyet hakkında söz söylemeye de kadın haklarından bahsetmeye de hakları yoktur.

    “Allahümme ecirnâ min fitneti’n-nisâ”

    Bir kere, İslam bazı muharref dinlerde ve din görünümlü batıl inançlarda olduğu gibi, kadını şeytanın ürünü veya kötülüklerin tohumu olarak görmez. Erkeği kadının egemen bir efendisi saymadığı gibi, kadını da, erkeğin hakimiyetine teslim olmaktan başka çaresi bulunmayan zavallı bir mahluk olarak kabul etmez. Bir zamanlar Batıyı kasıp kavuran kadının ruh sahibi olup olmadığı meselesi hiçbir zaman Müslümanlar arasında tartışılmamıştır. İslam, insanın işlediği “ilk günah”tan ve beşerin Cennetten çıkarılmasından da kadını sorumlu tutmamıştır. Cenâb-ı Allah, ilahî kelamında Hazreti Adem ile Hazreti Havva’yı beraber konuşturmuş; Şeytanın ikisine birden vesvese verdiğini, o ilk sürçmeyi beraberce yaşadıklarını, hatta sürçmede önceliğin Hazreti Adem’e ait olduğunu ve sonra yine ikisinin birden tevbe ve istiğfarla Allah’a yöneldiklerini anlatmıştır. Dolayısıyla İslam, “ilk günah” gibi bir vebali asla kadına yüklememiş, böyle bir zelle yüzünden onu kınamamış ve kadını, insanlığı Cennet’ten yere indiren günahkar bir varlık saymamıştır.

    İstidradî olarak şunu da ifade etmeliyim: İnsan, mal-mülk, makam-mansıp, evlad ü iyal ile sürekli denenip sınandığı gibi kadınla da imtihan olabilir. Zaten, bir imtihan unsuru olması açısından kadına “fitne” de denilmiştir. Bir kısım müminlerin sabah akşam dualarında “Allahümme ecirnâ min şerri’n-nisâ, Allahümme ecirnâ min belai’n-nisâ, Allahümme ecirnâ min fitneti’n-nisâ” demeleri; yani, “Allahım, erkekliğin altında kalıp kadınla imtihanı kaybederek bir kötülük işlemekten bizi koru; Allahım, şehvetin arkasında sürüklenip bir felakete uğramaktan bizi muhafaza et; Allahım bir kadının cazibesine kapılıp doğru yoldan sapmaktan bizi halâs eyle!” diyerek Allah Teâlâ’ya iltica etmeleri kadının potansiyel bir iptila vesile olmasındandır. Güzeller Güzeli Yaratıcı, kadına cemalinden bir parıltı vermiş ve onu tenasübü, güzelliği, edâsı ve endâmıyla erkeğin gönlüne çok câzip gelebilecek bir hilkatte yaratmıştır. Bazıları, o câzibe karşısında iradelerinin hakkını vermekte zorlanabilirler; kadını bir imtihan vesilesi görür ve onun karşısında iradesiz davranmamak için de sabah akşam ellerini açıp -arz ettiğim gibi- Allah’ın hıfz u himayesine sığınırlar. Yoksa, müminler, kadının şer, bela ve fitne olarak yaratıldığını asla düşünmez ve kadın fitnesinden korunma dualarını o bâtıl inanca bağlamazlar. Bu açıdan, aslında erkek de kadın için bir imtihan aracıdır ve kadın da erkek sebebiyle başına gelebilecek şerden, beladan ve fitneden sürekli Hazret-i Hafîz’e sığınmalıdır. Hatta, o da –dilerse– dualarında “Allahümme ecirnâ min şerri’r-ricâl, Allahümme ecirnâ min belâi’r-ricâl, Allahümme ecirnâ min fitneti’r-ricâl” diyebilir. Evet, erkek-kadın münasebetleri çerçevesinde her ikisi de birbiriyle imtihan olmaktadır ve herbiri diğeri için bir imtihan unsuru, bir bela sebebi ve bir fitne vasıtasıdır.

    Aldatan Havva imajı ve ilk günahın vebalinin kadına yüklenmesi, Batılı toplumlarda, asırlar boyu kadın hakkında çok olumsuz yorumlara sebebiyet vermiştir. Bu çarpık anlayıştan dolayı, kadın güvenilmez, doğrudan muhatap kabul edilmez, ikinci sınıf bir varlık konumuna itilmiş; âdet hali, hamilelik ve çocuk doğurma, onun ebedî suçuna bir ceza olarak telâkki edilmiştir. Oysa, İslam’ın kadına bakışı, erkeğe bakışından hiç farklı değildir. Kur’an’ın ifade ettiği yaratılış keyfiyeti, önce Hazreti Adem’in daha sonra da ondan, onun mayasından eşinin yaratılması şeklindedir. Kur’an’ın tasviri, kadın-erkek ayrımı yapılmadan her ikisinin de insan olduğunu hatırlatmaya ve bu iki varlığın birbirini tamamlayıcı önemli birer fenomen olduklarını nazara vermeye matuftur. İslam’a göre, kadın ve erkek arasında bir kısım farklılıklar bulunsa da, bunlar pek çok maslahat için planlanmış özel bir dizaynın neticesidir; fakat, aralarında ontolojik bir farklılık kat’iyen söz konusu değildir.

    İki Ceset Bir Ruh

    Allah kadını başka değil, erkeğe eş olarak yaratmıştır; bu itibarla, o onsuz olamaz, o da onsuz olamaz. Alvar İmamı’nın ifadesiyle, Hazreti Adem Cennet’te de bulunsa Havva’sız olduğu dönemlerde hicran içinde yaşamıştır; şayet başta Havva yaratılsaydı, bu defa da o, Adem’sizliğin hicranını yaşayacaktı. Çünkü, hilkat itibarıyla, Adem Havva’sız, Havva da Adem’siz olamazdı. Onlar, iki ceset, bir ruh gibiydiler ve bir hakikatin ayrı ayrı iki yüzünü temsil ediyorlardı. Allah Teâlâ, kadını, elektrona nisbeten protonu, pozitif kutuba nisbeten negatif kutubu, erkek tohuma nisbeten dişi tohumu yarattığı gibi yaratmış ve bu çiftlerden bir vahdet meydana getirdiği misüllü, kadın ve erkeğin de eşler oluşturmasını murat buyurmuştu.

    Evet, nasıl ki, pozitif negatife, elektron protona, gece gündüze, yaz kışa, yeryüzü gökyüzüne muhtaçtır; aynı şekilde erkek kadına, kadın da erkeğe muhtaç olarak halk edilmiştir. “Zen merde, civan pîre, keman da tîrine muhtaç / Ezcâ-i cihan cümleten birbirine muhtaç.” sözü bu hakikati ne güzel ifade etmektedir!.. Nitekim, Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi vesellem) bu gerçeği şöyle dile getirmiştir: “İnnema’n-nisâ şekâikur’r-ricâl - Kadınlar erkeklerin yarısıdır.” Hadiste, cemi’ (çoğul) olarak “şekâik” şeklinde yer alan “şakîk” kelimesi, tam ortadan ikiye bölünen bir bütünün parçası demektir. Yani, bir bütünü meydana getiren iki parçadan herbiri, diğerinin şakîkidir.

    Bu itibarla, insan olma yönüyle kadın ve erkek eşit yarımlardır; fakat, hiçbir zaman biri diğerinin aynı değildir. Bunların fıtratlarında, fizikî donanımlarında, ruh dünyalarında ve psikolojik yapılarında bir kısım farklılıklar mevcuttur; ama ne erkek kadının biyolojik olarak daha olgunlaşmış bir şeklidir, ne de kadın erkeğin az gelişmiş bir tipidir. İkisi de müstakil birer insandır ve bunlar birbirine muhtaçtır.

    Bu müstakim anlayışa uygun olarak, Devr-i Risalet Penâhî’de, kadın hak ettiği yüksek mevkiye yükseltilmiş, ona tabiatına uygun işler tevdi edilmiş ve onun toplum içindeki hayatî konumu yeniden ortaya çıkartılmıştır. Hem de bu büyük inkılap, dünyanın vahşet içinde yüzdüğü ve kadının insan olup olmadığının, ruhu bulunup bulunmadığının tartışıldığı karanlık bir dönemde yapılmıştır.

    Kıvâme Meselesi

    Bununla beraber, kadınlar erkeklerin mesul sayıldığı bazı mükellefiyetlerden sorumlu tutulmamışlardır. Onların, bir kısım mükellefiyetlerden muaf olmaları da, kadınların eksik görülmesinden ve onlara bazı nakîseler isnad edilmesinden kaynaklanmamıştır. Aksine, taife-i nisanın erkeklerin sorumlu olduğu kimi mükellefiyetlerden mesul tutulmamaları rahmet-i ilahiyenin neticesi ve onlara merhametin ifadesidir.


    İfratlar-Tefritler Arasında Kadının Yeri

    Bu zaviyeden bakılırsa, görülecektir ki, İslam kadını hiçbir hususta mahrum etmemiş; fizikî yapısını ve hususî konumunu gözeterek merhameten onu bazı mükellefiyetlerden muaf tutmuştur. Mesela; onun omuzuna, vakit namazlarını cemaatle kılma, Cuma namazı, hutbe, ezan, kâmet ve itikaf gibi sorumluluklar yüklememiştir. Bununla beraber, “Ben Cuma namazına gideceğim” diyenin önünü de hiç almamış, onun kendi isteğiyle cemaate katılmasına mani olmamıştır. Hadis ve siyer kitaplarında, Asr-ı Saadet’te kadınların bayram namazlarına, hüsuf ve küsuf namazlarına, hatta yağmur dualarına iştirak ettiklerine dair misaller verilmektedir.

    Evet, onun, erkeğin mesul sayıldığı her mükellefiyetten sorumlu olmaması ve bazılarından muaf tutulması İslam’ın kadına bakışındaki merhametin bir tezahürüdür. Bu rahmet tecellisi de şu temel espriye dayanmaktadır: Kadın, erkeğe kıyasla daha çok şefkatli ve pek merhametlidir. Ondaki engin şefkate bir iltifat olarak, yegâne merhamet sahibi Rahman ü Rahîm, ilahî rahmetinin değişik tenezzül dalga boyundaki bir tecellisine daha kadını mazhar kılmış ve onun bazı mükellefiyetlerini kaldırmıştır.

    İslam’a göre kadının dünyadaki rolü sadece evinin işleriyle meşgul olmak ve çocuk büyütüp yetiştirmekle sınırlı değildir. Aslında o, fıtratına ters düşmemesi ve dini hassasiyetleri gözetmesi kaydıyla, toplumun hemen her alanında kendi üzerine yüklenen vazifeleri yapmakla ve içtimaî hayatta erkeğin elinin yetişmediği yerlere uzanıp oradaki eksiklikleri tamamlamakla mesuldür. Fakat, maalesef, bu gerçek zamanla müslümanlar arasında dahi göz ardı edilmiş ve kaba bir anlayış, hoyrat bir düşünce kadın ve erkeğin birbirine yardımcı olmalarına dayalı bu sistemi bozmuştur. Onun bozulmasıyla da hem aile düzeni hem de içtimaî nizam bozulmuştur. Farklı milletlere mensup müslümanların kendi tarihi birikimlerine İslam libası giydirmeleri, âdet ve geleneklerini Din-i mübinin esaslarıymış gibi görüp göstermeleri ve belli dönemlerde bu çizgide bir kısım içtihatlar yapmaları sebebiyle kadının hakları yenmiş, gün be gün o daha dar bir alana itilmiş ve bu işin neye müncer olacağı hesaba katılmadan, bazı yerlerde hayattan bütün bütün tecrid edilmiştir.

    Fakat, bu husustaki düşünce kaymalarının ve inhirafların müsebbibi -haşa- Din-i mübin değildir; hata, onu yanlış yorumlayıp yanlış uygulayanlara aittir. Tatbikattaki bu hataların da mutlaka düzeltilmesi lazımdır. Ne var ki, bu mevzudaki yanlışlıklar düzeltilirken mesele feministlerin arzu ettiği şekilde ele alınırsa, bu defa yine denge bozulacak ve ifratları tefritler takip edecektir. Mesela; kadını sadece çocuk yapan bir obje kabul etmek ve onu bir çocuk fabrikası gibi görmek ne kadar çirkinse ve ona karşı saygısızlıksa, kadının tenasüle baş kaldırması ve bir makina olmadığını göstermek için çocuk edinmekten kaçınması da o kadar fıtrata terstir ve yakışıksızdır. Evet, kadın, bulaşık bir kap olmadığı gibi, yeri de sadece bulaşık kapların bulunduğu mutfak değildir; fakat, yemek, çamaşır, bulaşık, temizlik gibi ev işleriyle hiç alâkasının bulunmadığını iddia eden ve yuvayı bir aşhaneye, bir yatakhaneye çeviren kadın da çocuklarına iyi bir anne, iyi bir muallim ve iyi bir mürşide olmaktan çok uzaktır.

    Diğer taraftan, kadını maden ocaklarındaki gibi çok ağır şartlar altında çalıştırmak da zulümdür. Sırf erkeğe eşit olduğu iddiasıyla, kadının, yaz günü sıcakta tırpan sallama, tırmık çekme, dövenlerin üzerinde iş görme, ya da sınırda terörist gözetleme, eşkiyayı takip için mağaralarda yatıp kalkma, başını bir taşa koyup uyuma ve uyanır uyanmaz da düşman kovalama gibi ağır mesuliyetler altına itilmesi insan tabiatına terstir, zalimane bir işkencedir; kadınlığının hususiyetlerini görmezlikten gelme ve fıtratın kanunlarıyla çatışma demektir.

    Bu itibarla, İslam’a göre, kadını eve hapseden ve onu içtimaî hayattan bütün bütün uzaklaştıran anlayış kat’iyen doğru değildir; kadın, fizyolojisi ve psikolojisi nazara alınmak kaydıyla, herhangi bir işte çalışabilir. Fakat, hem kadın hem de erkek hayatın bir paylaşımdan ve iş bölümünden ibaret olduğunu bilmeli ve herbiri kendi fıtratına uygun işleri yaparak diğerine yardımcı olmalıdır.

    Bir Fikir İşçisi Olarak Kadın

    Ayrıca, kadın, hukuken hür ve müstakil bir şahsiyettir. Onun kadınlığı, ona ait ehliyetlerden hiçbirini daraltıcı ve ortadan kaldırıcı mahiyette değildir. Erkek, ne ölçüde düşüncesini açıklama hürriyetine sahipse, kadın da aynı hürriyete aynı nisbette sahiptir. Bildiği konularda onun görüşüne de başvurulur ve kendisiyle istişare yapılır. Öyle ki, her an vahiyle beslendiği için hiçbir konuda başkasına danışmaya muhtaç olmayan Peygamber Efendimiz, bütün ümmetini alâkadâr eden bazı meselelerde bile, kendi hanımlarının fikirlerini almış ve onların düşünceleri istikametinde hareket ettiği zamanlar olmuştur.

    Henna bunu beğendi.
  4. Alt 04-20-2008, 14:22 #4
    el_feta Mesajlar: 1.168
    yukarıdaki yazı kimin?...

  5. Alt 04-20-2008, 14:47 #5
    alptraum Mesajlar: 38.107
    Blog Başlıkları: 28
    Sanirim m.Fethullah gülen e ait

  6. Alt 04-20-2008, 14:53 #6
    el_feta Mesajlar: 1.168
    ALLAH razı olsun...ben de islamoğlu zannediyorum ama...Allahualem...çok da mühim değil de...

  7. Alt 11-11-2008, 12:00 #7
    altun Mesajlar: 885
    gerçekten çok teşekkür ederim kadınların vahim hayatını erkeklerden duymak güzeldi(bende yaşadığım yerde kadın hakları yok diye üzülüyordum hakikaten beterin beteri var)bide feminizm din düşmanlığı diyenlerde var bu önyargının değişmesi için bu yazının herkese okutulması gerek

Kullanıcı isminiz: Giriş yapmak için Buraya tıklayın

Bu soru sistemi, zararlı botlara karşı güvenlik için uygulamaya sunulmuştur. Bundan dolayı bu kısımı doldurmak zorunludur.