Nerdesin ve ne zaman geleceksin, esâtîrî yiğidim! Billahi, şu ölgün ruhların, pörsümüş gönüllerin hayat mumları sönmek üzeredir! Eğer canlara can katan temiz soluklarınla imdada yetişmezsen, kuruyan göllerimizde, suyu çekilen havuzlarımızda yaprağı dökülmedik tek nilüfer kalmayacaktır. Bağban gideli, bağ bozulalı asırlar oldu. Toprak, semâya inad, sema, “gözlerin kuruması murat” dediği günden bu yana, zemin bir başdan bir başa çöle döndü. Bizler uçsuz bucaksız bu beyâbanda (2) gördüğümüz her kervana, Yusuf’un gömleğini sorar gibi seni sorduk ve sonra da bir sabr-ı cemil (3) çekerek yeni doğuşlar beklemeye koyulduk. Sessizliğin ve kimsesizliğin içimizi yalnızlıkla doldurduğu, bu insiz, cinsiz âlemde, kaç defa sinekleri kartal; elsiz, ayaksız kötürümleri İskender diye alkışladık. Arkasından koşup durmadığımız kâfile kalmadı. Ama sen, hiçbirinde yokdun! Karşılaştığımız minare kâmetliler, parmak kadar düşünceye, bir mum tutuşduracak kadar irâdeye sahip değillerdi. Ruh dünyaları karbonlaşmış, fikirleri harâbâtî, bakışları miyop ve beyanları alabildiğine dekolte idi. Onlarda, kahramanımızın çarpıcı nazarları, kahramanımızın ıstırab ve acıları, kahramanımızın coşkunluk ve tebessümleri göze çarpmıyordu..
Zaman bizim için hep muharrem, zemin Kerbelâ oldu. Sînemiz, Hüseyin’in âh u efgânıyla inliyor. Gözlerimiz kararan ufuklarda, hilâl arar gibi yolunu gözlüyor, her yüzde seni hayâl etmek, her çığlıkda senin muştunu duymak istiyoruz. Sana hasret, sana susuz ve sana tutkunuz..!
Seni vefalı, seni hasbî, seni şuurlu ve seni hep becerikli tanıdık. Atmosferine sığınan kemlik görmedi. Sen sadakat ve samimiyetin bestesi oldun. Gönül verdiklerinin ağlamasıyla ağladın; gülmeleriyle de güldün. Onlar için inledin ve onlar için sevindin. Yüce gönlüne ve yukarılarda pervâz eden ruhuna, maddiyat ve dünyalar kement olamadı. Pürvefâydın yürekdendin..!
Kafdağından ağır bir yükün altına girerken, ne yaptığının şuuru içinde ve kararlı idin. Onun için ne yolların sarplığı, ne de önüne çıkan kan-revân deryalar, sende gevşeklik, sende yılgınlık ve sende vefasızlık meydana getiremedi. Bir karasevdalı gibi girdiğin bu yolda, “girdik reh-i sevdâya bize onur, bize gurur lâzım değil” demişdin..!
Hani bir keresinde, dostunun ayağına saplanan bir dikenle, senin hayatını bir terazide tartmak istemişlerdi de, sen çılgına dönmüşdün. Bin ruhun olsa, onun zülfünün tek teline feda etmemeyi vefasızlık sayıyor ve isyan ediyordun! Nerdesin Hubeyb...!
Ve yine bir defasında, senin kolunu, kanadını kırmış ve budanan bir ağaç gibi yere sermişlerdi. Kala kala omuzların üzerinde kankırmızı bir başın kalmışdı. Sen cennet hûrilerinin divan duracakları bu yüce başı saklamak istiyordun. Ve hatırlarsan şöyle diyordun: “Bu baş bu omuzlarda olduğu müddetçe, ona gelip çarpan şeyleri göğüslemezsem vefasızlık yapmış olurum.” Nerdesin Mus’ab..!
Hatırlarsan bir başka zaman, orduları arkana takmış ve çok uzaklara açılmışdın. Kabına sığmıyordun. Ateşdin. Tufandın. Bir başdan bir başa yeryüzünü bir hamlede teslim almak ve yüce zimamdarına bağlamak istiyordun. Leventlerinle bir solukda ateşgedelerin ülkesine ulaşdın ve içlerine öyle bir vâveyla saldın ki, ard arda Kisra’nın beldeleri târumâr oluyor ve toprağa gömülüyordu. Sonra tutdun topuzunu Bizans’ın başına indirdin. Asırlarca sonra gelecek olan, genç Türk serdarına öncülük yapdın ve Konstantiniye’ye (4) giden yolu açdın. Hızır mıydın, İlyas mıydın? Geçdiğin yerlerde güller bitiyor, ayağını attığın harâbeler, yerlerini umranlara terk ediyordu. Dost düşman kılıcının gökden indiğine inanıyor, orduların seni insanlığın te’dibiyle vazifeli bir melek sanıyordu. Tam, zaferlerinin böyle üst üsde kaideleşdiği ve senin bu müstesna kâide üzerinde abideleşdiğin bir dönemde, iltifat beklediğin bir ağızdan, vazifeden affedildiğini işitdin. Sarığın boynunda ve bir mücrim hüviyetinde, o yüce ağızdan: “Halk, elde edilen zaferleri senin şahsında buluyor, halbuki...” sözlerini dinlerken, ona hak veriyor ve hakkında kesilip biçilen kararlara inkıyâdını belirtiyordun. Sonra tutdun, elinin altında bulunan birinin emrine girerek, yüce ideâlin uğrunda yoluna devam etdin. Söyle, Allah aşkına! Bütün bunlara nasıl katlandın? Senin izzet-i nefsin ve onurun yok muydu? Soluklarına susadığım, yiğidim, Halid nerdesin...!
Bir başka defasında da seni kardeşinle konuşmakdan menetmişlerdi. Hani o güne kadar, bir lâhza kendisinden ayrılmadığın kardeşinle konuşmakdan... Savaş meydanlarında omuz omuza, yemek sofralarında diz dize oturduğun kardeşinle konuşmayacakdın. Emir, âlî bir divandan çıkmışdı ve sen buna riayet etme kararında idin. Dilbeste olduğun O zât aşkına, söyle bana! Şu benim bilebildiğim “Bilmiyorum” sözünden başka, ona bir lâf etdin mi!. Değilse, o ne sadakat, o ne vefa ve o ne irade! Nerdesin Ebu Katâde..!
Bir defa da sen, hocanın önünde yürüyordun. Itırla yıkanmış cübbene, onun atının ayağından bir damla çamur sıçramışdı. Sen o gün bir hükümdardın. Dünyayı iki hükümdara az gören bir hükümdar... İranlı kapıkulun, Memlûkler kölelerindi, “Şirler pençe-i kahrından olurken lerzân” (5), sen tutdun, o çamurlu cübbenin tabutuna sarılmasını vasiyet etdin. Sen nesin? Sofî misin? Derviş misin? Yoksa yerde gezen bir melek misin? Ve ey Şirpençe! Nerdesin...!
Gözlerim yollarını gözlerken, dilim da’vet türkülerini söylerken, kırık mızrabımı gönlümün tellerine dokundurmak istedim. Heyhât! Bu muammanın bir küçük noktasına dahi tercüman olamadım. “Ben o nağmeden müteheyyicim ki, yoktur ihtimali terennümün.” (6).
Nazarlarımız ilk geldiğin yolda takılıp kaldı. Ve, yıllar yıllı, bir daha geleceğinin ümidini, içimizde besleyip durduk. Ve hayâllerinle avunduk. Bu ümit, bu azimle sonsuzlara kadar, her şafakda seni arayacak ve her kervandan seni soracağız. İnan, ne bizim yalnızlık ve inkisarımız, ne de düşmanlarımızın habire kudurup durması, senin yolunun delileri olmadan bizi vazgeçiremeyecektir...!
Bu uğurda, belki bin defa aldanacak, bin defa ateş böceklerine koşmalar dizecek, yüzbin defa zangoçlara yahşi çekecek ve vaftiz suyunu âb-ı hayat diye içeceğiz, ama, bir Mevlâna anlayışı içinde, senin yolundaki yalanlara dahi gönlümüzü çıkarıp armağan etmeden geri kalmayacağız...
Ey tatlı rüyaların sevimli kahramanı! Riyânın, şöhretin, mansıbın aydın ümitlerimize zift sürmek istediği şu kara günlerde, ağzının diriltici iksirine muhtaç gönülleri daha fazla bekletme...!
1) Seniye-i vedâ: Vedâ yokuşu.
2) Beyâban: Çöl.
3) Sabr-ı cemil: Güzel sabır.
4) Konstantiniye: İstanbul.
5) “Aslanlar kahrının pençesinden titrerken.”
6) “Ben öyle bir nağmeden coşup heyecanlanmışım ki, onu terennüm ve ifadeye imkân yoktur.”