Karakol, sükûnetin, huzurun ve emniyetin remzidir. Ondaki düzen, huzur ve orada gözlerin uyanık oluşu, umumî emniyet ve muvâzenenin en büyük te’minâtıdır. Ondaki kargaşa ve bunalımlar ise, arkasındaki topluluklar için en büyük felâkettir.

Anadolu, yıllar yılı kendine bağlı dünyalara karakolluk vazifesini gördü. Geçmiş asırlarda dünya emniyet ve muvâzenesinde, en şerefli vazifenin ona ait olduğunda hiç şüphe yoktur.

Sonra, sırasıyla, onun livâları, sancakları birer birer kopup gitti. Fakat o, bütün rasânetiyle mevcudiyetini muhafaza etti ve yerinde kalabildi. Değişen bayraklar, yırtılan sancaklar yanında, asâlet ve özünü koruma sadece ona müyesser oldu.

Evet, bütün bir geçmişiyle, ellibin defa, temiz bünyesine mikroplar saçıldı. Ve gülendam kâmeti yüzlerce defa ırgalandı; ama o, hiçbir zaman tamamiyle yerinden sökülemedi ve mağlup edilemedi.

Haçlı zihniyetinin hortlatılmasından, cizvit papazlarının zehirleyici ve öldürücü gayretlerine kadar, bu karakolu yıkma ve karakol erkânını uyutma adına ne kadar oyun varsa hepsi denendi; ama, hasımlarımız hesabına beklenen netice katiyen elde edilemedi. Düşman cefâdan usanmıyor; karakol da “bu can bu uğurda” deyip dayanıyordu...

Bu mücadeleler karşısında onun sarsılmadığını iddia edemeyiz. Bu ulu ağaç birkaç defa hazan gördü ve kurtlanan koca gövdesi birkaç defa kabuğunu yeniledi; fakat, hiçbir zaman devrilmedi. Semâsının kararıp, bağrına üst üste hançerlerin saplandığı günlerde dahi, Milli ruh kadranında, kendine ait zaman anlayışı ve onu gösteren rakamlar daima duru ve seçkin olarak okunabildi...

Bu efsânevî ruh, asırlarca, bünyesini tahrib etmek isteyen binbir paradoks karşısında, yerinden oynamamış ve hep Malazgirt’deki, Kosovadaki ve Çanakkale’deki aşılmazlığıyla kendini korumuşdu. Onun bu heybetli görünümü -az dahi olsa- ruhuna cemre düştüğü ve köküne yabancı bir kurdun, bir “dabbetü’l-arz”ın musallat olduğu kadar da devam etmişdi. O günden sonra ise, artık o, içden içe yanan ve kömürleşen bir ulu çınar haliyle, kendini yenileyemiyor ve dirilemiyordu. Yaşlanmışdı. Vefasız dostları, amansız hasımları vardı.

“Dost bî-pervâ, felek bî-rahm, devran bî-sükûn;
Dert çok, hemderd yok, düşman kavi, tali’ zebûn”
Fuzulî

Tam bu binbir kâbusun kol gezdiği dönemde idi ki; ortalığı bütün şiddetiyle beşinci kol faaliyetleri kapladı. Erotik (1) düşünceye ma’sumiyet hil’ati giydirildi. Şehvet, en merğub bir meta haline getirildi ve gençlik âdeta bir hezeyan topluluğu oldu. Artık kendi ruh köküne bağlı olanlar “dogmatist” ve “formalist” (2) diye damgalanıyor; millet ve vatanını sevmek ayıp sayılıyordu. Bir “Şirzime-i kalil” (3) her Allah’ın günü, çalakalem, Milli ruhu ibtizal (4) edici yazılar yazıyor, milleti kendinden kaçar ve kendine yabancı hâle getiriyordu.

Bu olup bitenler karşısında, temiz Anadolu halkı, ya kendine has sabır ve tahammül içinde beklemede veya hüsn ü niyetin verdiği duru anlayışla, bütün bu acâiblikleri “bir suskunluk içinde” karşılamaktaydı.

Birer ruh sefâleti ve aşağılık duygusu timsali sayılan zavallı “entelijansiya”mızın durumu ise, bütün bütün yürekler acısıydı. Ona göre şahsiyet gamzeden öze ait her nağme ordubozanlık; müstağriblik hesabına söylenen her türkü, Türk’e yücelik kazandıran bir madalyaydı!

Bu türlü kendinden kaçışlar ve haricî asimilasyonlarla iç değişiklikler, endişe verici buudlara ulaşmışdı. Ve artık, millet teknesi, sağa-sola yalpa yapan bir vapur gibi, batması, her an mukadder görünüyordu. Dillerde binbir yabancı türkü, dudaklarda binbir öldürücü şarab.. kimi erotizimle sarhoş; kimi libido ile, kimi eksistansiyalizmden meded umuyor; kimi hezeyan felsefesine dilbeste, durmadan mihrab değiştiriyor ve ma’buddan ma’buda (!) koşuyordu. İşte tam bu esnada, yabancı bir kısım eller, “hipnoz” görmüş bu ruhları metrolara bindirip harıl harıl kendi dünyalarına taşımaya başladılar. Cinnet nöbetleri içinde bütün bir nesil, Hasan Sabbah’ın yalancı cennetlerine benzeyen bu cennetlere da’vet ediliyordu.!

Dün bir şaşkınlık içinde “Mehlika Sultan’a aşık” toy delikanlılar yerinde, bugün eli kan, üstü kan, bağrı kan ve ne yaptığını çok iyi bilen kanlıdeli bir nesil vardı. Artık dışdaki kargaşa ve hercümerce başka sebep aramaya gerek var mı? Tatmin edilememiş, doyurulamamış ve hatta terk edilmiş bir neslin, çeşitli kamplara ayrılması ve birbirini kıran kırana öldürmesi gayet normal değil mi...? Bugüne kadar onun iç inkırazını sezebildik mi? Onu soysuzlaşdıran sebeplere inebildik mi? Halbuki, ona canavarlık öğreten tiranlar karşısında, siyanet meleği gibi onun yanında olmalı değil miydik? Heyhat..! Binbir vahşet senaryosunun sahnelendirilmesi karşısında, sessiz ve infialsiz kaldık... Evet.. bütün bir millet olarak arenalardaki kavgayı seyreder gibi, bu kanlı boğuşmadan hiç mi hiç birşey anlamadık.

Sahnenin bu rengârenk aldatıcılığı, ortalığı inleten valsin korkunç uyutuculuğu ve kostümün gözbağlayıcılığı karşısında, oynanan oyunun gerçek yüz ve vahşetini ilk sezen, son karakolun kahraman bekçileri oldu. Bu sezme, ümit dünyamızda yeniden kendimize gelmemizi ve kendi kendimizi idrak etmemizi te’min etti. Aslında buna bir sezme demek de uygun değildir. Bu, düşmanı kıskıvrak yakalama ve bir zaferdir. İçtimâî bünyenin, haricî bir kısım erâcifden temizlenme, arındırılma ve aslına ircâ zaferi. Bu zafer, kendinden ümit edilenleri getirdiği takdirde, Türk’ün zaferler hanesinde en muallâ yeri işgal edecektir. Böyle bir ilk tefahhüs (5) ve sezişe, başka bir yazımızda selam durulmuş ve gaziler ocağının yiğit eri mehmetçiğe teşekkürler sunulmuşdu (*).

Ne var ki, yıllardan beri, binbir saldırı ile rahnedar olmuş bir bünye, böyle hemen bir mualece ile iyi edilemeyeceği de muhakkakdı. Daha köklü ve daha gönülden bir hareket gerekliydi ki, Milli bünyeyi kemiren yıllanmış seretanlar (6) bertaraf edilebilsin...

Ve işte şimdi, binbir ümit ve sevinç içinde, asırlık bekleyişin tulûu saydığımız, bu son dirilişi, son karakolun varlık ve bekâsına alâmet sayıyor; ümidimizin tükendiği yerde, Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe, istihâlelerin son kertesine varabilmesi dileğimizi arzediyoruz.



1) Erotik: Şehevanî.
2) Doğmatist ve formalist: Kesin fikir beyan eden ve şekilci kimse.
3) Şirzime-i kalil: Küçük ehemmiyetsiz cemaat.
4) İbtizâl: Verilen bir nimetin kadrini bilmeyip kötüye kullanma.
5) Tefahhüs: İnceden inceye araştırma.
6) Seretan: Kanser.