Bugün, büyük felâketler ve tehlikelerle karşı karşıya olduğumuz kadar, büyük imkân ve ümitlere de sahib bulunmaktayız. On dokuz ve yirminci asır, hayır adına da şer adına da en zengin ve en verimli asırlardan biri olmuştur. Bu dönemde insanlık, elde ettiği fırsatları değerlendirebilseydi, dünyayı cennetlere çevirmek mümkün olacakdı...

Evet, günümüzde, zemin ve âsuman omuz omuza gelmiş bize tebessüm atfediyor, şartlar ve vasat, daha ileri seviyede saâdet ufuklarından haber veriyor. İlim ve teknik bütün semere ve neticeleriyle insanlığın emrine girmiş bulunuyor. Ne var ki, bizler henüz bu geniş imkânlardan gerektiği kadar istifade edememekteyiz. Bugüne kadar selâhiyetli bir kadronun, insanlığa yön verme mesuliyeti altına girmeyişi, onun bugünkü saâdetini geciktirmiş ve ebedî saâdeti hakkında da bir kısım kuşkular ve ümitsizlikler getirmişdir. Gerçek sorumlular, mesuliyetlerini idrak edecekleri âna kadar da, bu iş sürüp gideceğe benzer...

Şimdiye kadar; köyün, kentin, kendine göre bir hayatı vardı. Mâneviyatsızlıkla, buhranlarla ölgünleşmiş, halâvetini kaybetmiş, düzensiz, plânsız bir hayat... Salgın hastalıklar, açlıklar sık sık onu örselediği gibi, ahlâkına musallat olan şeyler de onu ırgalıyor, sefâletten sefâlete atıyordu. O ise, olup biten herşeyi hareketsiz ve infialsiz seyrediyor ve hayatı bundan ibaret sayıyordu. Oysaki, bugün artık gerçekle alâkası olmayan bir kısım köhne fikirlerle yaşamanın imkânsızlığı meydandadır... “Eski hâl muhâl, ya yeni hâl, ya izmihlâl.” Yaşayacağımız dünyayı ya ilmin gereği olarak önceden plânlayacağız, yahut yaşadığımız dünya ile beraber gayyaya yuvarlanacağız...

Bazı kimseler, dünyayı ilme göre idare etmenin, insanın makinalaşması ve bir karınca topluluğu hâline gelmesi gibi, felâketler getireceğine inanırlar. Bu katiyen doğru değildir. İlimsiz bir geçmiş olmadığı gibi, ilimsiz bir gelecek de tasavvur edilemez. Herşey netice itibariyle ilme bağlıdır. Ve o olmadan dünyanın insana vereceği hiçbir şey yoktur.

Vâkıa, pek çok şehirlerimizde, insanın makinalaştığı, insancıl duyguların yok edildiği; düşünce ile beraber sıhhatin, sıhhatle beraber insânî faziletlerin silinip gittiği bir gerçekdir. Ancak bunu ilme ve tekniğe yüklemek de bir haksızlıktır. Belki bunda asıl kabahati, gerçek ilim adamının, sorumluluk yüklenmekten kaçınması keyfiyetinde aramalıyız. İçtimâî sorumluluk şuuruna varmış ilim adamları, kendilerinden bekleneni edâ etselerdi, belki de bu endişe verici hususların pek çoğu şimdi olmayacakdı..!

İlim, eşyâ ve hâdiselerin bize anlattığı, tekvînî emirlerin (1), önümüze açıp döktüğü şeylerin hissedilmesi, kavranması ve Yaradan’ın yüce maksadlarının sezilmesi demektir. Eşyaya hükmetme mevkiinde yaratılan insan; görecek, okuyacak; sezecek ve öğrenecektir. Öğrendikten sonra da, hâdiselere sözünü geçirme ve onları teshir etme yolunu araşdıracaktır. İşte bu nokta, Yüce Yaratıcı’nın emriyle, eşyanın insana, insanın da kendi Yaradan’ına teslim ve mahkûm olduğu noktadır.

İlim; fizik, kimya, astronomi, tabâbet ve daha çeşitli dallarıyla insanlığın hizmetinde ve her gün ona yeni yeni armağanlar vermektedir.

Evet, ilim ve teknik insanın hizmetindedir ve ondan korkmak için, ciddi hiçbir sebeb de mevcut değildir. Tehlike ilmîlikde ve ilme göre bir dünya kurmada değil; tehlike cehâletde, şuursuzlukda ve mesuliyet yüklenmeden kaçınmaktadır.

Bazen bilgili ve plânlı davranışların da kötü neticeleri olabilir. Buna diyeceğimiz yoktur. Ancak bilgisizliğin ve plânsızlığın, daima kötü neticeler doğurduğu da muhakkakdır.

Binâenaleyh, ilmin ve tekniğin getirdiği şeylere düşmanlık yerine, onu insanlığın saâdetini hedef alacak şekilde kurmak gerekdir. İşte bugün insanoğlunun en büyük meselesi de budur. Yoksa ne feza asrının önüne geçmek, ne de atom ve hidrojen bombası düşüncesini beşerin kafasından silmek mümkün değildir.

Öyle ise, önümüzde birtek yol kalıyor; O da, nâehlin (2) elinde öldürücü bir silah haline gelen ilim ve onun “ürünlerine” sahib çıkıp; insanlığın dünya ve ukbâ mutluluğunu hedef alan bir dünya kurmakdır. Aksine makinaya küfür savurmanın, fabrikaya lânet yağdırmanın kazandıracağı hiçbir şey yoktur. Makina işleyecek, fabrika da tütüp duracaktır. Ve tabiî, kafa-kalb izdivâcına yükselmiş hakikat erleri, korku ve küskünlükden vazgeçip, eşya ve hâdiselerin içine girecekleri âna kadar, ilim de, ilmin semereleri de insanlık için zararlı olmaya devam edecektir.

Onun içindir ki, ilim ve onun getirdiğinden korkmamalıyız. Bu korku her çeşit faâliyeti felce uğratır. Asıl korkulacak şey, onun hangi ellerde olduğu keyfiyetidir. Sorumsuz bir “azınlığın” elinde ilim, bir felâketdir ve dünyayı cehenneme çevirmeye yeter ve artar. Einstein, atomu bir canavara kaptırdığını ancak, Hiroşima ve Nagazaki’nin savrulan külleri arasında anlayabilmiş ve ağlaya ağlaya Japonya’lı âlim dostundan özür dilemişdi. Ne kadar geç kalınma...!

Ama, bu ne ilk felâketdi ne de son. Canavarca düşüncenin elinde dâima denizler bataklık, akarsular zift kanalı ve atmosfer kirden bir tavan hâline gelmıştır ve gelecektir de...

İnsanlık, meleğin elindeki silahdan zarar görmemıştır. O, zararı, canavar ruhlardan, hakkı kuvvetde görenlerden, doyma bilmeyen hırslardan görmüşdür. Bundan böyle de o, iman ve ilmi mezcedip kendi dünyasını kuracağı âna kadar aynı şekilde devam edecektir.

İnsanımızın içinde yaşadığı dünyayı idrâk dileğiyle...



1) Tekvinî emirler: Yaradılışa, yaratmağa ait işler.

2) Nâehil: Ehliyetsiz, beceriksiz.