Huzur ve huzursuzluk, şimdiye kadar tarihin “gergin” çehresinde, bir gece-gündüz deverânı içinde devredip durmuş ve bir türlü izâfî çizgiden aydınlığa ve kat’iyyete ulaşamamıştır. Nasıl ulaşır ki, burası gerçek huzur ve huzursuzluğun yeri değil; ancak yoludur. İlk mevhibelerini değerlendirenler ve istidât mumlarını tutuşturanlar, irâdenin hakkını vermiş, nura ve huzura vâsıl olmuşlardır. Gönül ve vicdanlarında bir aydınlık ve huzura... Var oluş sırrını kavrayamayanlar, melekelerini şer hesabına geliştirenler ve sefil arzularına zebûn olanlar ise, karanlığa, ama mutlak karanlığa ve huzursuzluğa maruz kalmışlardır.
İnananlar ve gerçeğin yolunda olanlar için, mutlak huzursuzluk asla bahis mevzuu değildir. Onlar her rahatsızlık ve tedirginliğin arkasında dahi, bir ümit ve emniyet beşâreti alır ve hâdiseleri gülerek karşılarlar.
İman ve ümit huzurun ilk şartıdır. Vicdanî yüceliğe erememiş, orada kendi cennetini kuramamış kimselerin huzurlu olması düşünülemeyeceği gibi, geleceği ümitle bekleyen ve mutlu istikbalin hazlarıyla gönlünde Cennetler kuranların da huzursuzluğu düşünülemez.
Bu itibarla, milletçe bütün çırpınışlarımız, insanımızı böyle bir huzur topluluğu hâline getirme istikametinde olmalıdır. Hasis ve sefil duygulardan arınmış, yüce âlemlere doğru pervâz eden bir huzur topluluğu... Âsûde vicdanlı fertleriyle, emniyet ve saadet gamzeden âileleriyle; sulh ve sükûn vadeden milletiyle bir huzur topluluğu...
Evet huzur, evvelâ fertde başlar, âilede küçük bir içtimâî bütünleşmeye ulaşır ve nihayet toplumun bütün kesimlerine hükmedecek hâle gelir.
Öyle ise, iyinin, güzelin; ümit ve emniyetin gelmesini düşünürken de, işe, fertle başlama mecburiyetinde olduğumuzu katiyen hatırdan çıkarmamalıyız. Çünkü, âileyi oluşduracak o olduğu gibi, topluma rükün ve parça olacak da odur. Parçaları günahlardan müteşekkil bir topluluğun vadedeceği hiçbir hayır, hiçbir yümün, hiçbir ümit ve saadet yoktur. bütün hayır ve saadetler, emniyet ve huzurlar, benlik ve şahsiyetin sırlarını kavramış; zihnî ve ruhî derinliğe ermiş fertlerin etrafında hâlelenmektedir. Aynı zamanda böylesine sağlam bir rükün hâline gelen fert, iyi bir âile parçası ve mükemmel bir vatandaş olma hüviyetini de kazanmıştır.
Böylece yüce kamet ferdlerden teşekkül eden âilelerin, kurdukları yuvalar cennet köşelerini hatırlatır. Bu saadet ocaklarında, anne-baba ve evlât olma, doğumla başlamadığı gibi, ölümle de bitmez. Öteler ve ötelerin ötesi, bu bitmeyen oyun için, ışıklarla donatılmış; en iç açıcı renklerle süslendirilmiş bir renk ve ses cümbüşü hâlinde onlara hep yeni sahneler hazırlamaktadır. Onun içindir ki, zaman, o sağlam yapıyı aşındıramadığı gibi, onları birbirine sımsıkı bağlayan hürmet ve şefkati solduramayacaktır. O hâne-i “ebed-müddet” devam edip gidecektir. Alabildiğine âhenkli ve rasânetli bu yuva, istikbâl vadeden bir milletin de temel rüknüdür. Millet bu rüknün fazilet ve nezâhetiyle varlık gösterir ve derinleşir. Bu kâideyi kaybedince de, bütün hayatiyetini kaybeder. Âilede var olmayan millet, millet olma hüviyetini de yitirmiştir. Bütünüyle sevgi, saygı, dayanışma ve yardımlaşma, milletin itibarî varlığına âileden akseder ve böyle bir millet, milletlerarası muvâzenenin, cihan sulh ve salâhının şâhid ve nâzırı durumuna yükselir; eşyâ ve hâdiselere hükmeder hâle gelir.
Bu topluma ait, yapı taşlarındaki tenâsüb, terbiyedeki vahdet ve gönüllerdeki diğergâmlık hissi, parçaları öylesine sımsıkı birbirine bağlar ki, bir hücredeki ızdırab, bütün organizmada derin bir inilti meydana getirir, parçalarda hâsıl olan haz dahi, aynı uzuvlarda lezzetlere vesile olur.
Böyle bir toplulukta, teb’a, devleti ve ricâl-i devleti omuzlarında taşır. Devlet ve ricâl-i devlet de, teb’anın fahrî hizmetçiliğini yapar. Merhametli bir çoban, şefkatli bir baba gibi, saâdet ve hazlarını, güttüğü ve yeddiğinin saâdet ve huzurunda bulur.
Böyle bir toplulukta, patron işçinin yanındadır. Yemesinde, giymesinde ve meşru bütün isteklerinde... Bir âile efradı gibi, yediğinden yedirir, giydiğinden giydirir ve tâkatının fevkinde iş tahmil etmez. İşçi ise, o da işin ve iş verenin yanında; servet ve patron düşmanlığından uzak, sa’yin ve gayretin misâli olma yolundadır. İşin en iyisini yaparken, kan-ter içinde cehdedip boğuşurken, yüceler âleminde kendisine alkış tutulduğunu ve Hakk katında tebcîl ve takdîr edildiğini bilir, yaptığı herşeyi gönül hoşnutluğu içinde yapar.
Böyle bir toplulukta bütün müesseseleriyle maarif, fazilet duygusunu geliştirir; sevgi ve mürüvvet kapılarını açar; nesline, insanlığa şefkati ve herkesle anlaşıp uzlaşmayı öğretir. Onu, merhametsiz emellerden, süflî duygulardan, insanlık için yüzkarası olmadan ve her türlü hoyratlıktan korur ve bilhassa mukaddes mefhumlarına karşı saygılı yetiştirir.
Ve nihayet böyle bir toplulukta, adliye, adâlet felsefesiyle hükmeder; zâlimin, mütecâvizin takibçisi; ma’sumun ve mazlumun hâmîsi olur.
Biz, topyekün nesiller olarak, asırlardan beri beklenen bu ideâl cemaatı araştırıp durmakda ve böyle bir tekevvüne sebebiyet vereceğini zannettiğimiz her çareyi kurcalamakdayız. Kimbilir, bu yolda daha ne kadar zaman çırpınıp duracağız.