Her mü’min “lâ ilâhe İllallah” dediğinde, اَلاْاِلَهَْ « El-İlah » yahud اِلَهْ « ilah », اَلرَّبُّ « Er-Rabbu » ve اَللّه « Allah » lafzı olmak üzere bu üç kelimenin gerçek manasını bilmesi farzdır.
s. 72
اَللّه Allah… ; اِلَهْ İlah… ; رَبّ Rabb… lafızlarının arasındaki fark:
اَللّه « Allah » lafzı, ezelî, ebedî, kemal sıfatlarını kuşatıcı hak Ma’bûd özel ismidir. Bu lafız, sadece Vâcib-ul-Vücûd olan Zât’a mahsustur. Özel isim olunca tercümelerde değişmeyi kabul etmez.
Tercümelerde bu özel ismini tercümeye kalkışanlar, maatteessüf ilmî bir cinayet işlemektedirler. Mesela, ismi «Hüseyn» olan bir kimseden hangi dil ile bahsedilirse edilsin, «Hüseyn» denilmesi; hem mesela elektriğin buluşuna ilk muvaffak olan «Edison»dan bahsedildiği zaman, hangi dille olursa olsun, «Edison» lafzının söylenmesi gerekir. «Hüseyn, Edison» diğer dillere göre tercümeyle söylendiği zaman, aslâ özel isim olduğu anlaşılmaz.
Şimdi cinayeti gördün mü?..
Kulun ismini tercümelerde değiştirmezler, Vâcib-ul-Vücûd’un özel ismi olan « Allah » lafzını değiştirmeye kalkışarak cür’et ederler. İşte ilmî cinayet budur. Ve bilinmesi farz olan hususlardandır.
Vâcib-ul-Vücud ne demektir?
Vâcib-ul-Vücud, aklın yokluğunu düşünemediği, düşünse bile isbatlayamadığı benzersiz varlıktır, ki özel ismi «Allah»tır.
Bunun zıddı « mümteniu-l-vücud »dur. Yani aklın varlığını düşünemediği ve kabul etmediği yahud düşünse bile isbatlayamadığı şeydir, yani olmayan şeydir.
Bır de aklın, varlığını yokluğunu eşit düşünebildiği, ispatladığı vücud = varlık vardır. Allah’tan başka her şeyin adı «mümkün-ül-vücud»dur. Binaenaleyh « Allah » diyen : “Yaratıcı olan Vâcib-ul-Vücûd, hak Ma’bûd’um, ezelîdir, ebedîdir; var etme, yok etme sıfatlarını Kendisi’nde hasretmiş ve selbî sıfatlardan münezzehtir.” demek ister.
Ezel, ebed ne demektir?
Ezel, başlangıcı düşünülmeyen, ebed, sonu düşünülemeyendir. Geçmiş zamanı saysan, sayının son bulduğu nokta ezeldir, sayısız demektir.
Ebed, şimdiden sonrasını sayarsan, sayının bittiği nokta ebed, sonsuz olur.
Ezel, ebed kavramı, insanın vehminden çıkan bir i’tibârî faraziyedir. Aslında başlangıçsız ve sonsuz, sayı ve zamana sığmaz, demektir.
Hâsılı, اَللّه lafzı, ezelî ve ebedî olan Varlığa mahsus, özel bir isimdir. Bu lafız, O’ndan başkası hakkında kullanılmaz. Ve dediğimiz gibi tercümelerde değiştirilemez.
Arabcada ma’rife olan اَلاْاِلَهَْ « el-İlah » lafzına hilafla, nekre olarak اِلَهْ “İlah” kelimesi, hak olsun bâtıl olsun, küllî bir mefhumun = cinsin ismi olup bu itibarla “Hak olsun bâtıl olsun, ciddî bir sûrette insanın kendisinden korktuğu yahud aşırı derecede sevdiği o şey kendisine ilah = tapınak olur.” demektir. Örfen de böyledir. Bir kızın âşığı için: “Filan filana tapıyor = seviyor.”; esir alana zilletini izhar eden esir için: “Esir taptı, taparcasına korktu.” denilir.
Bilahare «ilah» lafzı, tapılması hak ve gerçek olan Vâcib-ul-Vücûd hakkında da kullanılmıştır. Bunun için şahadet kelimesinde , «ilah» lafzı menfî, «Allah» lafzı ise müsbet olarak kullanılmıştır. «İlah» ‘ın manası: “Kendisinden korkulmaya müstehak ve lâyık ve zâtından dolayı sevilen ma‘bûd” demektir.
Sevgi ve korku kendisine yönelene nasıl tapılır?
İnsanda vehim var, akıl var. Vehim ğalebe çalarsa, aleyhinde olan her şeyden korkar, esir gibi; lehinde olan her şeyi sever, tapar, âşık gibi.
Mesela psikoloji olarak; teneşirde hareket yok, kıpırdamak yok, saldırmak yok ama insan karanlıkta teneşirin yanında bulunsa, kalkacağını, hareket edeceğini, saldıracağını düşünür, vehmeder.
Hayalî düşüncesi = vehmi sebebiyle düşünülen teneşir, düşünen kimsenin korkusundan dolayı, gözünün titreyişi nisbetinde hareket eder.
Psikoloji olarak; vehme kapılan, hareketin, kıpırdatmanın kendi gözünde olduğunu bilmediği için teneşirden zanneder, ondan korkar.
Aklı kullansaydı, “Tahta tahtadır, ahta = at olamaz.” diye hüküm edecekti ve korkmayacaktı.
Mesela i’tikâdî olarak da; yine yolda gidersin, çoban köpeğine rastlarsın, köpeğin mikrobundan, ısırışından korkarsın,; tesirine inanarak aklında, hayalinde canlandırırsın. Ya korktuğun için köpeğe saldırırsın, ya da âciz kalacağın için kaçarsın. Bu hayalî, vahim i’tikadından dolayı haliyle köpek sana ğalebe çalar, halinle köpeğe taparcasına korkarsın.
Köpek yerine zulmünden korkulan bir hükümdarı düşünsen, tapınmanın sûretini korkanda görürsün.
Yolcunun kuvvetli bir inanç üzere aklı olsaydı, çobanı çağırırdı; çoban köpeğe « Oşta! » derdi; köpek de saldırmazdı. Korkusu da haliyle zeval bulurdu.
İnsan çepeçevre sebebler içerisinde doğup büyüdüğü, yaşadığı ve tekrar tekrar alıştığı için, aleyhine lehine gelen tüm sebeblerin, birer köpekler gibi olduğunu bilmekten âciz kalır.
Eğer kesin bir i’tikadla, sebebleri yürütenin, yaratanın, idare edenin Allah Teâlâ olduğunu ve sebeblerin saldırmaları yahud faide vermelerin dahi Allah‘ın hükmü olduğunu ve Allah‘ın güçlü olduğunu, her şeyden haberdar olduğunu bilmiş olsaydı, bir kere «Allâhu Ekber!» derdi; Allah Teâlâ da köpek olan cin ve şeytanlara «Oşta!» derdi ve yolcu yoluna rahatlıkla devam eder ve yolda kalmazdı. Şayed «Oşta!» demeseydi bile, yani hükmünü geri çevirmeseydi bile, elbette sabr-u tahammül verirdi. Böylece sebeblerin tesiri bertaraf olurdu.
Şuna inanmalıyız: “Aleyhimde lehimde gelen, avcılarım, avım, hepsi benim gibidir, Allah’a muhtacdır. O halde O’nu severim, beni sevsin; O’ndan korkarım, beni korusun.” Bu inanç, akılda yerleşti mi, insan vehmin her türlü darbelerinden kurtulur, hiçbir şeyden korkmaz olur.
Allah Teâlâ’nın azametini = ululuğunu = Zâtı‘nı = Kendisi’ni sebeblerin perdesi arkasına gizlediğine inanan, en azında intihar etmekten, yüzde doksan dokuz cinnin, şeytanın yahud sevginin, korkunun ğalebe çalmasından dolayı olacak sar’adan kurtulur. Bunun için büyüklerimiz:
“Allah‘ın hükmüne inanan, sar’a ve intihara sirâyet eden kederden emin olur, korunur.“ demişlerdir.
Allah Teâlâ Zâtı‘nı niçin sebeblerin ötesine gizlemiştir?
Öyle ya, gizlemeseydi, küfre de, imana da, imtihan etmeye de imkan kalmazdı. Yarattığı insanı, “Ben’den mi korkar, köpeklerimden mi korkar“ diye imtihan için Zâtı‘nı gizledi. Biz imtihandayız.
O gizli Zâtı’na “Allah“ lafzını tayin etmiştir. Bu takdirde “Allah” lafzı; kemal sıfatlarını, Esmâu-l-Hüsnâyı, Tekvîn sıfatını, ezeliyet ve ebediyet manasını kuşatmıştır, zira hepsinin ismidir. Onun için her işin başlangıcında بِسْمِ اللّهِ “Allah‘ın adıyla başlarım.“ yahud “okurum“ yahud “giderim” yahud “kalkıp düşerim“… deyin, diye emretmiştir.
اَلرَّبُّ « Er-Rabb »; sahib, ıslah edici, üstün reis, hükümdar, tedbirci, kemâle erdirici ve ma’bûd = tapılmaya değer manasındadır. Hakîkat itibariyle “ilah” manasındadır. Bu takdirde rabb olan, ilah… ilah olan, rabb’dir.
Lüğat olarak «Rabb» kelimesi, Vâcib-ul-Vücûd’un ğayri hakkında yani herhangi bir mahluka kullanıldığı takdirde, ancak nekre ve izafe ile kullanılır; rabb-ul-beyti = ev sahibi, rabb-ul-beledi = beldenin ulusu gibi..
En geniş kapsamıyla Rabb olmakla isimlendirilen, hakîkî tasarruf, var etmek, yok etmek, tedbir etmek, yaşatmak, hâkim olmak sıfatlarını kuşattığı için, ulûhiyeti = kendisine tapılmayı gerektirmektedir.
Onun için yukarıda « Rabb olan, ilah… ilah olan, rabb’dir. » dedik.
اَلرَّبُّ « Er-Rabb » diye Rabb kelimesi, izafesiz ve ma’rife olarak sadece “Allah” hakkında kullanılır. اَلاْاِلَهَْ = « El-İlah » gibi.
Allah Teâlâ’nın Esmâu-l-Hüsnâsı‘nın hepsi ma’rife olarak kullanılır, nekre kullanılmaz. Böylece kul hakkında kullanılabilen bir deyim, Esmâu-l-Hüsnâ olarak kullanılmaz. Nitekim sadece “rabb-us-semâi“ denilmez.. Rabb, izafesiz olarak da dua ve yalvarışta kullanılır; “Yâ Rabb“ gibi.. Çünkü çağrılmasıyla ma’rife olur = tanıtılmış olur.
لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ Lâ ilâhe illallah'ın manası nedir?
“Allah’tan başka gerçekte kendisinden korkulan ve sevilen, dolayısıyla kendisine tapılan hiçbir rabb ve ilah = tapınak yoktur.“ demektir.
Size Sözüm Öz İnce Armağan s. 67-72
Üstaz Fakih İsmail Çetin rahimehullah
Dilara Yayınları
Üstaz Fakih İsmail Çetin rahimehullah
Dilara Yayınları
__________________