Nefsin Tuzağına Karşı Kur’ân’ın Cevabı
İşte Necm sûresi 31 ila 32. ayetleri, birer müşfik ikaz sanki. Ebedî bir hakikatin beyanı ile başlıyor. Ve nefsin bahanelerine sığınan insana anlamlı bir cevap veriyor:
“Göklerde olanlar ve yerde bulunanlar Allah’ındır ki O, kötülük yapanlara işlediklerinin karşılığını verir; iyi davrananlara ise -ufak tefek kabahatleri bir yana- büyük günahlardan ve hayasızlıktan kaçındıkları ölçüde, amellerinden daha iyisi ile karşılığını verir. Doğrusu Rabbi’nin mağfireti boldur.(Kendisine yönelen kulunu affeder. Ve)O, sizi(sizden)daha iyi bilir. Gerek yerden inşa ettiği, gerek annelerinizin karınlarında bulunduğunuz zaman size biçim verdiği sırada (sizin halinizi bilmiştir.) Artık kendinizi överek yüceltmeyin. Çünkü O, içinizden takva sahibi olanları daha iyi bilir.” (Bk. 53/31-32)
Bu ayetler bize şunları söylüyor; göklerde ve yerde bulunan her şeyin Allah’a ait olduğu hakikati, haddini bilmesi için insana sık sık hatırlatılmalıdır. Ancak bu ikaza rağmen yine de onun yanılması, hatalar işlemesi mümkün ve muhtemeldir. Bunu ezelî ilmiyle bilen Mevlâmız şunu ilan ediyor ki; benim arzımda yaşayıp, verdiğim nimetlerden istifade ettiği halde bilerek ve ısrarla günah işlemeye devam edenler, yaptıklarının karşılığını misli misline göreceklerdir. İyilik yapanlara ise, niyetlerindeki ihlas nisbetince kat kat ecri verilecektir.
Şu halde kula gereken, her şeyin inceden inceye tartılacağı günü düşünerek tercihte bulunmaktır. Çünkü Allah, insanın her halinden haberdardır; Onun henüz gün yüzüne çıkmadan önceki halini bilmekteydi, şimdiki hallerini de bilmektedir. Tabiri caizse O, insanın cemaziyelevvelini bilmektedir.
Öyleyse, dinden kolayına geleni alıp, zor gördüğünü bırakmak kastıyla -benim kalbim temiz- demek doğru değildir. Bunu söyleyerek Allah’ın emrini tutmada titizlenen insandan daha iyi olduğunu iddia etmek çıkar yol değildir. Çünkü kimin daha muttakî olduğunu ancak, insana şah damarından daha yakın olan Allah biliyor. O, “Gözlerin hain bakışlarından dahi haberdar olduğunu” (Mü’min 40/19) buyuruyor. Ve “nefsini fücûrdan arındırıp, takvasını kuşananların kurtuluşa ereceğini.” (Bk. Şems 91/8-9) müjdeliyor.
Bu müjdenin içinde şu mana gizli olmalı: Gayret et ki, sen onu fücûrdan arıtmış olasın. Yoksa nefis seni bir takım sözlerle bataklığa çekebilir. Övünme ile başlayacak illetler girdabına sürükleyebilir...
Ne var ki, bu hatırlatmaya rağmen insan, Allah katında makbul olmayacak mazeretler ileri sürmekte; Allah’ın gizlediği iç alemini -gerçek dışı beyanlarla- açmaya cür’et etmektedir.
Gerçek şu ki, hiç kimse kendi davranışlarını objektif olarak değerlendiremez. Bir insanın “ben buyum” demesine her zaman ihtiyatla yaklaşılır. İnsan, ancak başkalarınca yapılan değerlendirmelerle beşerî ilişkilerde belli bir yere oturur. Belki bunun da çoğu kere tarafgirliğin girdabında yitip gittiği söylenebilir. Çünkü dış sebepler her zaman değişebilir. Olduğundan farklı görülebilir. Değişken ve yanıltıcı değerlere göre nihai bir karara varılamaz.
Nitekim Cenab-ı Hak, insanlar arasında bir mukayese söz konusu olacaksa, bunun ancak takva (Allah’tan gerektiği gibi sakınma duygusu) ile ölçülebileceğini beyan ediyor. (Bk. Hucûrât 49/13) Öyleyse bir Müslüman, “Nefsinizi temize çıkarmayın.” ikazına rağmen, gerçeği yansıtmayan bir iddiayı nasıl dillendirebilir?
Kanaatimizce insanda böyle bir damar her zaman için mevcuttur. Belki, “Bu günkü hakim yapı, teşhirin öne çıktığı bir hayat tarzını teşvik ediyor. Bu sebeple söz konusu mazeretler ardına sığınmalar revaç buluyor” diyebiliriz.
Hakikaten bu gün insanın enaniyeti alabildiğince besleniyor. Ve mümkün mertebe her şey görünsün isteniyor. Görünen her şey özendiriliyor. Hatta özendirmek özendiriliyor.
Tabiatıyla beğenilmek, takdir edilmek nefsi okşuyor. Ve bu tuzağa düşen insan, iç dünyasını ihmal ediyor. Ruhu aç kalıyor. Zahirini sergileme hazzıyla hızını alamazsa, Allah’ın gizlediği içini dahi beğeniye sunma ihtiyacını duyuyor. Hilaf-ı hakikat olarak onu da enzâr-ı nâsa arzediyor. Tabiri caizse iç dünyasına da aklı sıra makyaj yapıyor. Ve Allah’ın emrine uymaktan erinen nefsini övüyor. “Benim yaşantım bu; şunu yapmam, bunu işlerim, ama kalbim temiz” diyebiliyor.
Halbuki Allah kişinin kendini tezkiye etmesini men ediyor. Çünkü insanın kendini övmesi, ciddi kişilik problemlerinin habercisidir. Kerameti kendinden menkul insanın halini düşünebiliyor musunuz?
Kendi yaptığını her zaman doğru görür. Başkalarının yaptığı hiçbir şeyi beğenmez. Alıcıları kapalı olur. Doğruyu ve güzel olanı aramak gibi bir erdemden yoksun kalır. Her zaman sorgulayıcı, yargılayıcı makamında olduğunu düşünür. Ve zamanla kendini denetleme yeteneğini kaybeder.
Bu ruh hali, Kur’an-ı Kerim’de hastalık olarak görülmekte ve başta konumuzu teşkil eden ayetler olmak üzere muhtelif bölümlerde bu illetin tedavisi öngörülmektedir. Nitekim “büyük günahlardan kaçınanların, küçük günahlarının örtüleceği” (Nisa 4/31) müjdesi kalbi temiz, iyi insan olmanın yolunu göstermekte, hatasında ısrarcı olmayan günahkara bir çıkış yolu sunmaktadır.
Bununla birlikte Cenab-ı Hak; “Kendilerini övüp yüceltenleri görmedin mi?” (Nisa 4/49) kavl-i celiliyle, bu psikolojiyi sürdürmekte ısrar edenleri, sanki insanlığa teşhir etmektedir...
Fahr-i Kainat Efendimiz, evladına “Berâ” ismini veren sahabesini, bundan men ediyor. “Kendinizi temize çıkarmayın. Şüphesiz Allah sizden iyilik sahibi olanları en iyi bilendir.” buyuruyor. (Bk. İbn-i Kesir; ilgili ayetin izahı.)
O ki, on sekiz bin âlemin Mustafa’sıdır. Hakkında “rahmeten lil-âlemîn” buyrulmuştur. Buna rağmen; “Ben Kureyş’ten kuru ekmek yiyen bir kadının oğluyum” diye kendini takdim ediyor. Fetih günü Mekke’ye girerken, bineğinin üstünde tevazuundan secde edercesine eğiliyor...
Hiç kimse Allah Rasûlü’nden daha temiz, daha muttakî olamaz. Ve bir insanın nasıl temiz sayılacağını, ancak onu yaratan Allah bilir; temizi, kirliyi O ilan eder...
Hataları mazur göstermek için nefsin tuzakları her ne kadar çok olsa ve ilk bakışta bunlar göze hoş görünse de, bütün bu hileleri aşmak için Kur’ân’ın önerdiği çözüm yolları gayet açıktır; uygulanması kolaydır. Tadına varana, nimetin gerçek sahibini tanıyarak yaşamak gayet hoştur; büyük günahlardan sakınarak, küçük hatalarda ısrar etmeden hayat sürmek oldukça tatlıdır.
Bunca halâvete rağmen, onca habasetin peşinden gitmeye değer mi?
Cafer DURMUŞ - ALTINOLUK