Yazar: Osman Nûri TOPBAŞ
وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْاِنْسَ اِلَّا لِيَعْبُدُونِ
“Ben cinleri ve insanları, ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zâriyat, 56) Bu ilâhî gayenin, yani kulluğun tam olarak gerçekleşmesi, daha açık bir ifadeyle şuurlu bir kıvamda olması için Cenâb-ı Hak; insan hayatını belli med-cezirlerle muhatap bir vasıfta düzenlemiştir. Tâ ki insanoğlu kuru kuruya değil, kendisine verilmiş olan iradeyi en güzel şekilde kullanarak tercihli ve istekli bir vasıfta kulluk yapsın. Nefsânî arzulardan vazgeçmeleri de mânevî ve rûhânî hasletlere yönelmeleri de şuurla tecellî etsin. Eğer med-cezirler olmasaydı, imtihan olmanın mantığı ortadan kalkar, insan da otomatiğe bağlanmış otomat bir makine gibi olurdu ki, hiçbir mânâsı olmazdı. İşte bu sebeple insan için şuurlu davranışı test edecek en yegâne gerçek, hayattaki;
MED VE CEZİRLER/ÇALKANTILAR/FIRTINALAR
Peygamberlerden tutun sıradan fertlere kadar Cenâb-ı Hak, insanoğlunu daima ibtilâ ummanlarında dev çalkantılara tâbî tutmuştur. Üstelik en değerli olanları, yani peygamberleri, çalkantıları daha büyük dalgaların, çilelerin ve ıstırapların ortasına atmıştır. Basamak basamak ibtilâları kuvvetli kullardan zayıfa doğru sıralamıştır.
Çünkü;
Olgunluk ve mükemmelliğin, şuur ve iradenin en yerinde tecellîsi böyle gerçekleşmektedir.
Çünkü;
İnsanın yapısında iki kutup vardır. Biri daima kötülüğü emreden bir nefis. Diğeri de «نَفَخْتُ / nefahtü» sırrından kopup gelen bir ilâhî nefha olan sultânî ruh.
Bu sebeple insan bir uçta esfel-i sâfilîne yani aşağıların en dibindeki bir uçuruma doğru çekilirken, diğer yandan âlâ-yi illiyyîne, yüceler yücesine davet edilmektedir. Yani;
YA CENNETE YA CEHENNEME
İnsanoğlu dünya hayatında tâbî tutulduğu imtihanların neticesine göre ya ilâhî gazaba dûçar olup da cehenneme düşecek yahut da ilâhî rızâya mazhar olup cennetlere kavuşacaktır.
Bir yanda cennet... Öbür yanda cehennem... Geriye dönüşü de yok!
Bir tarafta insanı cehennem ateşine çağıran şeytan ve iğvâları, nefis ve hempâları...
Öbür tarafta onu «Selâmet Yurdu» olan cennete davet eden ilâhî kitap ve hitaplar, beşeriyetin yol göstericileri peygamberler ve onların vârisleri olan Hak dostları...
Bu iki kutup arasında;
İnsan muammâsı, nefsâniyete mağlûp olarak hayvanlardan daha aşağı hâllere dûçar da olabilir; ya da rûhâniyet ve mâneviyata yelken açarak mukarreb melekler seviyesine de yükselebilir.
Birinin kılavuzu şeytan ve nefis; diğerinin rehberi ise;
KUR’ÂN VE
HAZRET-İ PEYGAMBER
Hayat yolculuğu, büyük ve derin uçurumlarla dolu. Bu yolculukta insana en lâzım olan pusula ve rehber ise yine Cenâb-ı Hak tarafından ihsan edilmiş:
Kur’ân-ı Kerim ve Hazret-i Peygamber.
Bunlar, insan hayatının ilâhî dengesi için iki büyük nimet. Beşeriyeti ifrat ve tefrit bâdirelerinden kurtararak istikamet mihverinde kurtuluşa erdirecek ilâhî lütuf.
Yapılması gereken, bu ilâhî lütuflardan en güzel şekilde istifade edebilmek. Tam bir teslimiyet içerisinde. Bir hidayet rehberi olan Kur’ân’a ve âbidevî bir şahsiyette hârika olan Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e muhabbetle bağlılık, insana gökteki yıldızlar ölçüsünde mükemmel bir yücelik kazandırır. Bunun dışında insanoğlu hangi yolu tuttursa faydasız. Nitekim Cenâb-ı Hak îkaz buyurmakta:
يَا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا لَا تُقَدِّمُوا بَيْنَ يَدَیِ اللّٰهِ وَرَسُولِه۪ وَاتَّقُوا اللّٰهَ اِنَّ اللّٰهَ سَم۪يعٌ عَل۪يمٌ
“Ey îman edenler! Allâh’ın ve Rasûlü’nün önüne geçmeyin. Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah işitendir, bilendir.” (Hucurât, 1) Bu emr-i ilâhî gösteriyor ki;
KUR’ÂN’A DA SÜNNETE DE İTTİBÂ ŞART
Bir kişi güneş doğarken namaz kılmaya kalkışmıştı. O vakitte namaz kılmanın caiz olmadığı kendisine hatırlatıldı. Fakat adam konuyu başka tarafa çekerek;
“–Allâh’ın beni namaz kıldığım için cezalandıracağını mı söylemek istiyorsun?!.” diye yanlışını savunmaya kalktı.
Bunun üzerine Süfyan bin Uyeyne ona şu mânidar cevabı verdi:
“–Bilesin ki; Allah, seni namaz kıldığın için değil, sünnete uymadığın için cezalandırır!” (İsmail L. ÇAKAN, «Peygamberlerin Bazı Nitelikleri ve Hz. Peygamber’in Ümmeti Üzerindeki Hakları», Cahiliye Toplumundan Günümüze Hz. Muhammed, 13-15 Nisan 2007, Konya, s. 28)
Çünkü bu davranış, Allah ve Rasûlü’nün önüne geçmektir. Allah ve Rasûlü’nün önüne geçmek ise, mâneviyatı değil nefsâniyeti ön plâna almaktır. Hayatın dengesini bozmak ve istikametten kopmaktır. Bu da, insanı en gerilere, daha doğrusu aşağıların aşağısına düşürmektedir. Bu bakımdan Cenâb-ı Hakk’ın emrettiği istikametin özünde şu vardır:
EMROLUNDUĞUN GİBİ...
Âyet-i kerîmede buyurulmuştur ki:
فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
“Emrolunduğun gibi istikamet üzere ol!..” (Hûd, 112)Bu âyet nâzil olduktan sonra Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in mübarek saç ve sakallarına aklar düşmeye başladı ve Fahr-i Kâinat Efendimiz şöyle buyurdu:
“Hûd Sûresi, beni ihtiyarlattı.” (Tirmizî, Tefsîr-i Sûre 56/6)
Abdullah İbn-i Abbâs -radıyallâhu anh- der ki:
“Kur’ân-ı Kerim’de Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- için bu âyet-i kerîmeden daha şiddetli bir hitap vâkî olmamıştır.” (Nevevî, Şerhu Sahîh-i Müslim, II, 9)
Efendimiz -aleyhisselâm-’ın hayatının tamamı bu emre riâyetten ibarettir. O’nun hayat düsturlarının özü tek cümlede toplanacak olsa; «emrolunduğu gibi dosdoğru olmak» şeklinde bir ifade karşımıza çıkar. Nitekim Cenâb-ı Hak, O’nun bu yönünü Kur’ân’ın kalbi olan Yâsîn Sûresi’nde meth u senâ ederek şöyle vurgular:
“(Ey Habibim!) Sen sırât-ı müstakîm üzeresin.” (Yâsîn, 4)
Dolayısıyla Hazret-i Peygamber’in, «dosdoğru olmak» emriyle alâkalı endişesinin ve saçlarına aklar düşmesine sebep olacak derecede dertlenmesinin asıl sebebi, ümmetinin bu emre ne kadar riâyet edebileceği meselesidir. Nitekim O’nun bu hâli yani ümmetine olan düşkünlüğü, şefkati ve merhameti, âyet-i kerîmede şöyle anlatılır:
“Andolsun ki size kendi içinizden öyle izzetli bir peygamber geldi ki, sıkıntıya düşmeniz O’na çok ağır gelir. O, size çok düşkündür. Mü’minlere karşı raûf (çok şefkatli) ve rahîm (son derece merhametli)dir.” (Tevbe, 128)
Rauf ve Rahim isimleri Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarındandır. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ümmete karşı üstün şefkati dolayısıyla Cenâb-ı Hak, cemâlî esmâsının bu isimlerini O’nun hakkında da kullanmıştır. İşte Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ümmeti için böylesi müstesnâ ve büyük bir ilâhî lütuftur.
Bu meyanda -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, sahâbe-i kirâma şöyle buyurmuştur:
“Hayatım sizin için hayırlıdır; benimle konuşursunuz ve size (ilâhî vahiy ve hükümler) bildirilir. Vefatım da sizin için hayırlıdır. Amelleriniz bana arz edilir. Güzel bir amel gördüğümde Allâh’a hamd ederim, kötü bir şey gördüğümde de sizin için Allâh’a istiğfar ederim.” (Heysemî, IX, 24)
Yine O Merhamet Güneşi buyurmuştur ki:
“Dikkat edin! Ben hayatımda sizin için bir emniyet vesilesiyim. Vefat ettiğimde ise kabrimde: «Yâ Rabbî, ümmetî ümmetî!..» diye Sûr’a ilk defa üfleninceye kadar nida edeceğim…” (Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, c. 14, s. 414)
Yani âyetteki «dosdoğru ol» emri karşısında Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in saçlarının beyazlamasının temelinde ümmeti hakkındaki endişesi vardır. Çünkü O, sırât-ı müstakîm üzere zaten müeyyed idi. Ya biz?
Ya biz?
Bu sualin cevabını derin derin tefekkür etmeli ve istikamet üzere olabilmek için çırpınmalıyız. Şair ne güzel söylemekte:
«Doğru ol!» emrine pervâne kesil, çünkü Rasûl,
Dinle duy, bak ne diyor hâl ile irşâda seni:
«İhtiyâr eyledi Hud Sûresi dünyâda beni...» (Seyrî)
İstikamet meselesi o kadar mühimdir ki tasavvuf, bunu kulluğun yegâne düsturu hâline getirmiştir. Ehlullah der ki:
“Bir kimseyi havada uçarken de görsen, su üstünde yürüyorken de görsen itibar etme. Ancak istikametine bak! Eğer müstakim ise itibar et!”
Yani;
İLLE İSTİKAMET...
Çünkü rızâ-yı ilâhînin yegâne ve tek yolu bu. Sağa-sola sapmaksızın doğru yolda îtidal üzere devamlılık. Her türlü eğrilikten uzak bir doğruluk.
Tasavvuf yolunda bu kıvama öyle bir dikkat edilmiştir ki Yûnus gönüllüler ulu dergâhtan içeri eğri gönül sokmama endişesi ile eğri bir odun bile sokmamışlardır. İşte Yûnus Emre!
O, Taptuk Emre’nin dergâhına getirdiği odunların bile dümdüz olmasına daima gayret ediyordu. Bir defa dahî eğri odun getirmemişti. Bu durum, hiç şüphesiz ki Taptuk Emre Hazretleri’nin dikkatinden kaçmıyordu. Bir gün Hazret-i Pîr, Derviş Yûnus’un getirdiği odunlardan birini eline alarak sordu:
“–Yûnus! Sana nicedir sormadığımı bugün sorayım: Hepsi böyle mi bu odunların? Hepsi ok gibi dümdüz mü?..”
“–Hepsi öyle sultanım!”
“–Hiç eğrisi yok mu?”
“–Yok sultanım!”
“–Bunca yıldır dağda hiç eğri oduna rastlamadın mı Yûnus?..”
Yûnus, şu meşhur cevabı verdi:
“–Sultanım! Bilirim ki, sizin kapınızdan içeri hiçbir eğrilik girmez; odun bile olsa!..”
O âbide şahsiyetler işte bu şekilde olgunluk tahtına oturdular. İstikameti böyle idrak ettiler. Öyle yaşadılar.
Hayatlarını kuşatan her şeye ve bilhassa kulluklarına istikamet çerçevesinde vurdukları mühür şu oldu:
DENGE VE İSTİKRAR
Cenâb-ı Hak, iki dünya için de verimli bir hayat ve huzuru, denge ve istikrarın içine yerleştirmiştir.
Dolayısıyla;
Bir mü’minin yaşayışı, her bakımdan denge ve istikrar içerisinde olmalıdır. Aile hayatı da, eğitim hayatı da, ticarî hayatı da, içtimâî hayatı da daima ilâhî bir denge etrafında şekillenmelidir. Asla iki artı kutup da olsa yani günümüzde pek çoklarının yaptığı üzere kendisini ibadete verip evlâdını yetiştirme mes’ûliyetini ihmal etmemelidir. Yani mes’ûliyetlerimizde sadece bir yöne aşırı bir şekilde kapılıp da diğer tarafı unutmamalıdır. Zira âyetteki;
«Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!» emri, yalnızca bir husus ile alâkalı değildir.
O, hayatın bütün safha ve alanlarına şâmil bir ilâhî fermandır.
Bu itibarla, her meselede en öz ve vazgeçilmez düsturumuz «emrolunduğumuz gibi dosdoğruluk» olmalıdır. Tâ ki, nefsimizin ve şeytanın tetiklediği aşırılıklar girdabına düşmeyelim.
Çünkü bir hususta doğru olanı yapmakla, onu denge ve istikrar içinde gerçekleştirmek aynı derecede mühimdir. Yoksa doğruluklar vasıf yitirir, güzellikler çirkinliğe dönüşür, hakla bâtıl birbirine karışır.
Çünkü insan, imtihan îcabı aşırılıklara meyillidir. Bazen hayır ve doğruluk adına hayırsızlık ve eğrilik olacak şekilde ilâhî sınırların ötesine geçmeye kalkışır. O zaman da hakikatten kopar ve sapmaya başlar. Tarihte bunun sayısız örnekleri vardır.
Meselâ Hıristiyanlar, Cenâb-ı Hak kendilerine emretmediği hâlde bir ruhban hayatı ürettiler. Evlenmemek ve manastırlara kapanmak sûretiyle bir uzlet hâli ihdas ettiler. Toplumun derdiyle dertlenmekten uzakta kaldılar. Bu da onların hem beşer olarak tıkanmalarına sebep oldu hem de ilâhî irade ve rızâya ters düştü. Çünkü Rabbimiz, bizim için en uygun ve yerinde olanı bizlere emretmiştir. Âyetlerde vurgulandığı gibi Allâh’a dinini öğretircesine bir yol tutturmak, iki dünyada da çıkmaz sokaktır, girdaptır, hüsrandır.
Çare ilâhî istikamet üzere;
ORTA YOLU TUTMAK...
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gün;
“–Orta yolu tutunuz, dosdoğru olunuz. Biliniz ki, hiçbiriniz ameli sayesinde kurtuluşa eremez.” buyurdu.
Yanındakiler hayretle sordu:
“–Siz de mi kurtulamazsınız, ey Allâh’ın Rasûlü?”
Efendimiz şu cevabı verdi:
“–(Evet) ben de kurtulamam. Ancak Allah rahmet ve keremi ile beni bağışlamış olursa, o başka!” (Müslim, Münâfikûn 76, 78. Bkz. Buhârî, Rikāk 18, Merdâ 19)
Bu hadîs-i şeriften alacağımız ders şu:
İbadetlerde gevşek davranmak insanı âhirette zor durumda bıraktığı gibi aşırı giderek hırslı hareket etmek de bir müddet sonra yorgunluk, bıkkınlık ve yanlış yollara kaymaya sebep olabilir. Yani ibadetlerdeki ifrat Allâh’ın emrini hakkıyla yerine getirmeye mânî olur. Kaldı ki ilâhî rızâ ve ebedî kurtuluşun yolu, aşırı ibadet değil, emrolunduğu gibi teslimiyetli, dengeli ve istikrarlı devamlı bir kulluktur. Yani orta yol üzere devamlılıktır.
Ashâb-ı kiramdan bazıları bir gün muhterem vâlidelerimize sorarak Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ibadetlerini öğrenmek istemişlerdi. Onlar da gördüklerini anlattılar. Efendimiz’in îtidal üzere yapmış olduğu ibadetlerini az gören bu kimseler kendi kendilerine;
“Allâh’ın Rasûlü nerede, biz neredeyiz? Onun geçmiş ve gelecek günahları bağışlanmıştır.” dediler.İçlerinden biri;
“Ben ömrümün sonuna kadar bütün gece uyumaksızın namaz kılacağım.” dedi. Bir diğeri;
“Ben de hayatım boyunca gündüzleri oruç tutacağım, oruçsuz gün geçirmeyeceğim.” dedi. Üçüncü sahâbî de;
“Ben de sağ olduğum müddetçe kadınlardan uzak kalacak asla evlenmeyeceğim.” diye söz verdi. Bir müddet sonra Peygamberimiz onların yanına geldi ve kendilerine şunları söyledi:
“Şöyle şöyle diyen sizler misiniz? Sizleri îkaz ediyorum! Allâh’a yemin ederim ki ben sizin Allah’tan en çok korkanınız ve O’na en saygılı olanınızım. Fakat ben bazen oruç tutuyor, bazen tutmuyorum. Gece hem namaz kılıyor hem de uyuyorum. Kadınlarla da evleniyorum. (Bilesiniz ki) benim sünnetimden yüz çeviren kimse, benden değildir.” (Buhârî, Nikâh 1)
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in «benden değildir» îkazı ile altını çizdiği gerçeklerdeki ortak nokta şu:
İSLÂM’DA RUHBANLIK YOK!
İslâm, insanlığı tabiî gerçeği etrafında şekillendirir. Âhirete hazırlarken dünyayı unutturmaz. Çünkü dünya denen tarlayı ihmal etmemeli ki âhiret ekinleri de verimli bir şekilde gerçekleştirilsin.
Bu hususta Fahr-i Kâinat Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den bizlere yansıyan pek çok misal vardır.
Bir gün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, sahâbeye kıyâmetten bahsetmişti. Onlar da çok duygulanıp ağladılar. Sonra içlerinden on kişi Osman bin Maz’ûn’un evinde toplandı. Aralarında Hazret-i Ebûbekir ve Hazret-i Ali de vardı. Yaptıkları istişare neticesinde, bundan böyle dünyadan el-etek çekmeye, kendilerini hadım ettirmeye, gündüzlerini oruçla, gecelerini de sabaha kadar ibadetle geçirmeye, et yememeye, hanımlarına olan alâkayı azaltmaya, güzel koku sürünmemeye ve yeryüzünde gezip dolaşmamaya karar verdiler. Bu haber Peygamber Efendimiz’e ulaşınca, kalkıp Osman bin Maz’ûn’un evine geldi, fakat kendisini evde bulamadı. Hanımına, Osman ve arkadaşlarının kendisine gelmeleri için haber bıraktı. Onlar da Peygamber Efendimiz’in huzuruna çıktılar. Efendimiz, karar aldıkları hususları kendilerine tek tek sayarak;
“–Bu konularda ittifak etmişsiniz, öyle mi?” dedi. Onlar;
“–Evet ya Rasûlâllah! Bizim böyle karar almakta hayırdan başka bir gayemiz yoktur.” dediler.
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
“–Şüphesiz ki ben bunlarla emrolunmuş değilim. Elbette sizin üzerinizde nefislerinizin hakkı vardır. Bazen oruç tutun, bazen tutmayın. Gece hem ibadet edin hem uyuyun. Ben hem ibadet ederim hem de uyurum. Oruç tuttuğum günler de olur, tutmadığım günler de. Et yediğim gibi hanımlarımın da hak ve hukukuna dikkat ederim. Kim benim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir.”
Sonra ashâb-ı kirâmı toplayıp onlara bir konuşma yaptı ve şunları söyledi:
“Birtakım kimselere ne oluyor ki hanımlarının hak ve hukukuna dikkat etmeyi, yeme-içmeyi, güzel koku sürmeyi, uyumayı ve meşrû sayılan dünya zevklerini kendilerine haram kılıyorlar. Şüphesiz ki ben size keşiş ve ruhban olmanızı emretmiyorum. Benim dinimde et yemeyi terk etmek, kadınlardan uzaklaşmak bulunmadığı gibi, dünyadan el-etek çekip manastırlara sığınmak da yoktur. Ümmetimin seyahati oruç, ruhbanlıkları (takvâları) ise cihaddır. Allâh’a ibadet ediniz, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayınız, hac ve umre yapınız, namazlarınızı kılınız, zekâtınızı veriniz, Ramazan orucunu tutunuz. Siz dosdoğru olunuz ki başkaları da öyle olsun. Sizden önceki ümmetler, aşırılıkları yüzünden helâk oldular. Dini kendilerine zorlaştırdılar, Allah da onlara zorlaştırdı. Bugün kilise ve manastırlarda bulunanlar, onların artıklarıdır.”
Bu hâdise üzerine şu âyet-i kerîme nâzil oldu:
“Ey îman edenler! Allâh’ın size helâl kıldığı güzel ve temiz şeyleri kendinize haram etmeyin, haddi aşmayın. Çünkü Allah haddi aşanları sevmez.” (Mâide, 87) (Vâhidî, s. 207-208; Ali el-Kārî, el-Mirkāt, I, 182-183)
İbadet bile olsa herhangi bir hususta haddi aşmak, olması gerekenin dışına çıkmak olduğundan dolayı asla makbul değildir. Meselâ farz bir namaz, vaktinden evvel defalarca kılınsa da; oruçta beş saat evvel imsak edip de beş dakika evvel iftar edilse de ibadet yerine geçmez. Ancak yorgunluk olur. Her ibadet, tamamen yerli yerinde ve emredildiği şekilde olacak ki ondaki maksat gerçekleşsin.
Bu durum, her şeyde geçerli.
Meselâ bir imam, namaz kıldıracağı zaman Fâtiha Sûresi’nden sonra ne kadar âyet okuyacağını belirlemek için tekbir almadan evvel cemaatine dikkatlice bakmalıdır. İhtiyarlar, hastalar, işi acele olan kimseler ya da çocuklar varsa ona göre hareket etmeli yani namazı hafif tutmalıdır. Çünkü Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in talimatı budur:
“Sizden biriniz, insanlara namaz kıldırdığı zaman, hafif tutsun. Çünkü onların arasında zayıf, hasta ve yaşlılar vardır. Kendi başına namaz kıldığında ise dilediği kadar uzatsın.” (Buhârî, İlim 28)