Böylece sünnet kelimesi, teknik bir anlam kazanmış olup, dinde mutlak olarak sünnetten bahsedildiği zaman bu kelimeden anlaşılan şu olmuştur:
“Kur’an’ın açıklamadığı konularda Hz. Peygamber’in kavli olsun, fiili olsun veya takriri olsun, emrettiği, yasakladığı veya teşvik ettiği şeylerdir.” (2)
Diğer taraftan, Hz. Peygamber’ in ictimaî yönü dikkate alınarak, sünnet şöyle de tarif edilmiştir:
“Hz. Peygamber’in Allah’ın emirlerine uygun olarak hareket etmek maksadıyla seçip yaşadığı hayat, gittiği yol” demektir. Bir anlamda sünnet, ‘son ilahi kitap Kur’an’ın’, ‘son peygamber’, ‘alemlere rahmet’, ‘üsve-i hasene’, ‘büyük ahlak sahibi’, ‘mü’minlere düşkün ve onların sıkıntıya uğraması kendisine çok ağır gelen’(3) bir Allah elçisi olarak Hz. Peygamber tarafından evrensel planda ortaya konmuş “peygamberî yorum”dur. (4)
Bu manadaki sünnet, Hz. Peygamber’in son ilahi kitap olan Kur’an’dan anladıkları manaların fiiliyata dökülmesidir(5).
Raşid halifeler başta olmak üzere sahabiler, sünnet ifadesini kullanmışlardır. Hz. Ebu Bekir’in, sünnet kelimesine hem siyasi idarede bir örneklik, hem de hukuki anlamda bir delil anlamını yüklediğini söyleyebiliriz.
Halife seçildiği zaman yaptığı konuşmasında(6) Hz. Peygamber’in sünneti ifadesini kullanmış ve onun gibi olmanın çok zor olduğunu, zira onun vahyin kontrolü altında olmakla beraber, yanında da bir meleğin bulunduğunu, bu sebeple hatalardan masum kaldığını ifade etmiştir. Bu manasıyla Hz. Peygamber’in devlet başkanlığı vasfına da, sünnet dediğini söyleyebiliriz. Burada Hz. Ebu Bekir’in, vahyin kontrolünde olduğu kanaatinde olduğundan, Hz. Peygamber’in yapmış olduğu uygulamalarda hata yapmadığı anlayışına sahip olduğunu görüyoruz. Sünnet’e böyle geniş bir mana yüklediği de ifade edilebilir.
Dört büyük halife ve diğer sahabilerin sünnet tabirini kullandıkları, bunun, ashab arasında yerleştiği ve herkes tarafından Hz. Peygamber’in uygulama ve sözleri anlamına geldiği söylenebilir. Genç sahabilerin ise, zaman zaman halifelerin uygulamalarına da sünnet dedikleri görülmektedir.
Fıkıhçılara göre sünnet
“Farz ve vacip olmaksızın Hz. Peygamber’den gelen her şey ve yine farz ve vacip olmadan dinde uyulması gerekenlerdir.” (7)
Diğer taraftan, fakihlerin hepsi farz ve vacip olmayan tabirine uymaz. Bazı fakihler, Resülüllahın fiillerinden, kavillerinden ve takrirlerinden kulların fiillerine, farz , vacip, haram, mübah olanlarla ilgili bütün hükümleri içine alır. (8)
Hadisçilere göre sünnet:
“Hz. Peygamber’in sözleri, fiilleri, takrirleri, gerek yaratılışla, gerekse güzel ahlakla ilgili sıfatları, peygamberlikten önceki ve sonraki bütün hayatını içine aldığı gibi, ondan rivayet olunan her şeydir.” (9)
Bu tarifte geçen vasıflar itibariyle, Hz. Peygamber’e nisbetle söylenmiş her Hadis’e, muhaddislerin sünnet (10) demek istediğini söyleyebiliriz. Bu anlamıyla sünnetle hadis eş anlamlıdır.
Muhaddislerin bu anlayışı kabul edilir veya edilmez. Fakat, bu anlayışın ümmet için ne büyük nimet olduğu, Hz. Peygamber’e ait bütün haberlerin muhafaza edilmesiyle anlaşılmıştır. Yoksa, hüküm ihtiva etmiyor, bağlayıcı değildir gibi farklı anlayış ve kanaatlerle pek çok hadis muhafaza edilemeyebilirdi.
Kaldı ki, muhaddislere göre, Hz. Peygamber’le alakalı olan, ama bazılarının herhangi bir hüküm göremediği teferruatlar bile bazı fıkhi hükümler ifade edebilir. (11)
Canan Bey’in de ifade ettiği gibi(12), Muhaddislerin bu anlayışının ümmet-i merhumeye bahşettiği zenginlik, vesile olduğu rahmetin ehemmiyetini anlamak için şunu bilmemiz yeterlidir: Bir sünnetten, bir zamanda hiçbir hüküm çıkarılmadığı halde, başka bir zamanda bazı hükümler alınabilir. Bazıları o hadisten hüküm çıkaramıyorsa, başkaları fıkhi hüküm çıkarabilir.
Bazı siyasi fırkalara göre sünnet
Mutezile’de sünnet
Mu’tezili alimlerden Nazzam (v.h.231), icmayı delil olarak kabul etmediğinden, mütevatir hadisi reddeder(13). Ona göre şerî hükümlere delil olacak sadece masum imamın sözüdür. Neticede diğer bütün yolları tıkar ve genel olarak haberle bir şey öğrenmenin pek mümkün olmadığını söyler(14).
Ancak Bağdadi, Mu’tezilenin, içinde aşere-i mübeşşereden olmak üzere, 20 kişinin rivayet ettiği hadisle amel ettiğini ifade eder(15).
Yine Mu’tezili alimlerden Cahız(16) (v.h.255), Ebu Huzeyl el-Allaf (v.h.235) (17), Amr b. Ubeyd(18), Sümame İbnu’l-Eşras(19) gibileri de hadisle alay etmiş ve reddetmişlerdir.
Mu’tezili alimleri sünnetin kabulü hususunda aşırılığa götüren şey şudur: Onlara göre, Sahabe arasında meydana gelen savaşlar sebebiyle, onlardan bir grup fasık olmuştur. Bu sebeple rivayet ettikleri hadisleri kabul etmezler. Mu’tezili fikirlerin öncüsü olan Vasıl b. Ata, her iki taraftan kimin fasık olduğu bilinmediği için ikisinden de hadis almayız, ancak rivayeti yapan her iki ravi de bir tarafa mensupsa onunla amel ederiz demektedir(20).
Yine Mu’tezile’nin ileri gelenlerinden Nazzam’ın sahabeye bakış açısından hareketle sünneti delil kabul etmemesini eleştiren Bakan(21), Nazzam’ın kendi metoduyla ve Kur’an ayetleriyle çelişkiye düştüğünü, cinleri akla uyarak inkar ettiğini ve cumhura muhalefet ettiğini delilleriyle ortaya koymuştur.
Nazzam ve Ebu Abdullah el-Belhi, mütevatir haber’in, ilm-i tuma’nine ifade ettiğini belirtse de, diğer mu’tezile alimleri kesim ilim olarak kabul ederler(22).
Hariciler ve sünnet
Hariciler, mürtekib-i kebire, yani büyük günah sahibi kimseleri tekfir etmek görüşüne sahip olduklarından, onlara göre, Sıffin savaşında gerek Hz. Ali’nin gerekse Hz. Muaviye’nin hakem olayını kabul etmelerinden dolayı her iki tarafa mensup sahabiler mürtekibi kebire sahibidirler ve rivayetleri makbul değildir(23).
Sıbai, Haricilerin sahabeler hakkındaki bu kötü tutumunu açıklamasına rağmen(24); A’zami, İbadiye kolunun dışında Haricilerden kimsenin kalmadığını, kitaplarına başvurulduğunda ise, hadisle amel ettiklerinin anlaşıldığını ve Hz. Ali, Hz. Osman, Hz. Aişe, Ebu Hureyre, Enes b. Malik gibi sahabilerden hadis rivayet ettiklerinin görüldüğünü söyleyerek bu görüşe karşı çıkmıştır. Ayrıca A’zami, Haricilerin haber-i vahidle kıyasın çatışması durumunda haber-i vahidi tercih ettiklerine dair rivayetler olduğunu söyler(25).
Haricilerden bazıları Hz. Aişe’ye karşı gelerek, Kur’an bize yeter demişler, sünneti terk etmek istemişler ve sünnetin sahihliğinin ancak Kur’an’a uygunluğuyla mümkün olacağını iddia etmişlerdir(26).
Şia ve sünnet
Bazı şii müellifler, Şia’nın Hz. Peygamber’den rivayet olunan hadislerle amel ettiğini, imamların kendi görüşleriyle amel etmediklerini belirtirler ve bu kanaatlerine de bazı deliller getirirler(27).
Ancak bazı eserleri ve görüşleri incelendiğinde, Şia’nın, “hem bazı sahabiler dışında kimseden hadis almadıkları hem de Hz. Peygamber gibi, imamlarının da hüküm koyabileceğine ve bu hükümlerin Allah’ın hükmü gibi olacağına” inandıkları anlaşılmaktadır.
Zira, Şia’ya göre, on iki İmam da Hz. Peygamber gibi masum olduğundan, Hz. Peygamber’in söz, fiil ve takrirleri ile on iki imamın söz, fiil ve takrirleri arasında fark yoktur. Çünkü, Resül-i Ekrem’e gelen ‘ruh’, onun vefatından sonra imamlara intikal etmiştir(28).
Bu anlayışa uygun olarak, İmam Cafer es-Sadık’ın şöyle dediği rivayet edilir: “Benim sözüm babamın sözüdür, babamın sözü dedemin sözüdür, dedemin sözü Hüseyin’in sözüdür. Hüseyin’in sözü Hasan’ın sözüdür. Hasan’ın sözü Emiru’l-Mü’minin (Hz. Ali)’nin sözüdür. Onun sözü Resülüllah’ın, Resülullah’ın sözü de Allah’ın kelamıdır(29). Bu sözün neticesi itibariyle, Peygamberlerinkine benzer bir makama sahip olan ve onlar gibi Allah tarafından tayin edilen imamların(30) sözü Allah’ın sözüdür. Çünkü Şia, imamların, meleklerin ve peygamberlerin bildiği her şeyi bildikleri gibi, öğrenmek istedikleri bilgiyi doğrudan Allah’tan alma imkanına sahip oldukları kanaatindedirler(31).
Bütün ilimlerin Hz. Ali’ye dayandığını söyleyen Şia, bu kadar çok ilim ihtiva eden ve her şeyi içine alan bu eseri şöyle tarif eder: Bizim yanımızda el-Camia vardır. Uzunluğu, Resülullah’ın kulacıyla yetmiş kulaçtır. Hz. Peygamber onu fem-i saadetiyle imla ettirmiş, Hz. Ali’de eliyle yazmıştır. İçerisinde helal ve harama dair her şey var. İnsanların muhtaç olduğu her şey mevcut. El-Camia, hiç kimseye kendi sözünü söyleyecek bir alan bırakmamıştır. Kıyamete kadar vuku bulacak her olay, hatta cennetlik ve cehennemliklerin isimleri bile yazılıdır(32).
Ehl-i Sünnet’in en makbul hadis kitapları saydığı Kütüb-i Sitte ile amel etmeyen Şia, buna gerekçe olarak, eserlerin, genellikle yalancı, hatta mürted, kafir, fasık ve münafık saydıkları sahabilerin rivayetlerini ihtiva etmesini gösterirler(33). Ma’sum imamlardan Cafer es-Sadık’ın, ashabın Hz. Peygamber hakkında doğru söylediğini belirtmesine rağmen(34), Şia’nın belli sayıda sahabiyi güvenilir saymasını(35) ve diğerlerini hoş olmayacak ifadelerle rencide edip sahabeye dil uzatarak, hadislerini terk etmesini anlamak oldukça güçtür.
Oryantalistler(36) (müsteşrikler)’e göre sünnet
Tarihin her döneminde sünnete karşı bazı kişiler ve grupların ortaya çıktığı bir vakıadır. Bunlardan bir kısmı sünneti tümüyle reddederken, diğer bir bölümü kısmen inkar etmiştir. Bazıları sünneti doğrudan inkar ederken, diğer bir bölümü haber-i vahidlerin, itikadi konularda delil olamayacağını ileri sürerek akaidle alakalı hadisleri dinde devre dışı bırakmışlardır. Yine sünnet inkarcıları içinde Sünnete doğrudan karşı çıkanların yanında, Ebu Hureyre, Enes b. Malik, Abdullah b. Abbas gibi çok hadis rivayet eden sahabileri, İbn Şihab ez-Zühri gibi hadislerin tedvini ile en çok meşgul olan tabiileri tenkid etmek suretiyle, hadise dolaylı bir şekilde karşı olanlar vardır. Sünnete karşı olanların bir kısmı hiç çekinmeden fikirlerini söylerken, bazıları güya sünneti müdafaa için yola çıktıklarını iddia etmişlerdir. Bu ikinci grubun içinde olan kişiler, çoğu zaman hadisleri bir takım sınıflara ayırarak veya tek tek ele almak suretiyle senet veya metin açısından tenkide tabi tutup, Kitab’a, sahih sünnete, selim akla, İslam’ın genel esasları ve benzeri hususlara aykırı olduğu iddiasıyla reddetmişlerdir. (37)
Hadis Tarihi açısından bir özet niteliği taşıyan bu açıklamada geçen itirazlar, genelde İslam Tarihi içinde müslümanların kendi problemleriydi. Ancak XVIII. Asırdan sonra Hadis Tarihi açısından çok ilginç bir gelişme yaşandı. İlk defa İslam dinine inanmayan, Hz. Muhammed’i, peygamber olarak kabul etmeyen bazı kimseler nedense merakını celbedip bu ilimle meşgul olmaya başladılar. Bu yabancı araştırmacıların Hadis Tarihine ve Sünnet’e yaklaşımları hakkında bir fikir edinmek için bazılarının kanaatlerine yer vereceğiz.
Hadis ilmi ile meşgul olan ilk müsteşrikin, Avusturya asıllı, İngiliz vatandaşı Dr. Sprenger (v.1893) olduğu söylenir. Hadislerin büyük bir kısmının uydurma olduğunu söylemiş ve sünnetin değeri üzerine makaleler yazmıştır. Yine Hindistan’da faaliyet gösteren Sir William Muir, Alman müsteşriklerden George Weil ve Hollandalı Müsteşrik Dozy biraz daha iyimser davranarak, en azından Buhari’deki hadislerin yarısının sağlam olabileceğini ifade etmişlerdir. (38)
Esas hadis araştırmaları üzerinde duran Macar asıllı müsteşrik Yahudi Ignaz Goldziher’dir. (39) Dozy kadar bile hadise itimad etmeyen bu müsteşrik, Peygamber’e ya da sahabe’ye, doğru olarak isnad edebileceğimiz herhangi bir parçayı bulup ortaya koymanın mümkün olmadığını söyler. Ona göre hadisler İslam’ın ilk asrının birer vesikası değil, ileriki yıllarda, İslami gelişmenin yaşandığı dönemdeki İslam toplumunda ortaya çıkan gayretlerin neticesidir. (40) Yani her ilim erbabı, her ekol, kendi fikir, görüş ve uygulamasını hadis diye uydurmuştur! iddiasında bulunuyor.
Sünnet konusunda önemli iddiaları olan J. Schacht’ın görüşleri şöyle özetlenebilir. Ona göre, Iraklılar H. II. asır başlarında, “Peygamber’in sünneti”, teriminin siyasi ve kelami anlamını, hukuki bir kavram şekline sokmuşlar ve onu mahalli bir cemaatin idealleştirilmiş tatbikatı ve bu cemaate ait bilginlerin doktrini demek olan sünnetle bir tutmuşlar(41), Sünneti Peygamber’in örnek davranışı olarak ilk kullanan Şafii’dir ve sünnet cemiyetin geleneksel adetlerini temsil ediyordu, (42) iddiasında bulunmuşlardır.
İngiliz Müsteşriklerden D.S. Margoliouth ise şu iddialarda bulunur:
1. Hz. Peygamber geriye ne bir hüküm, ne de dini bir karar bırakmıştır. Yani Kur’an dışında hiçbir hadis ve sünnet bırakmamıştır.
2. Hz. Muhammed’den sonra ilk İslam cemaatinin uyguladığı sünnet, O’nun sünnet’i olmayıp, Kur’an vasıtasıyla ta’dile uğrayan İslam öncesi Arapların örf ve adetleridir.
3. II. H. Yüzyıldan sonraki nesiller, Arapların bu örf ve adetlerine otorite ve bağlayıcılık kazandırmak amacıyla, Hz. Peygamber’in sünneti kavramını geliştirip, bu kavramı gerçekleştirmek için hadis mekanizmasını uydurdukları görüşündedir. (43)
Benzeri sebeplerle, Fransız müsteşrik P.H. Lammens, Hurgronje gibi batılı araştırmacılar(44), nebevi sünnet kavramını kabul etmemektedirler.
Hz. Peygamber’e nisbet edilen rivayetleri böyle bir değerlendirmeye tutanlar ilk olarak müsteşrikler olmuştur. Bu anlayışa göre Cahiliye örf ve adetlerine veya H. II. asırdan sonra İslam alimlerinin verdiği fetva ve uygulamalara bir değer atfetmek için uydurulmuş şeylere hadis/sünnet denmektedir. (45) Sanıyoruz bu anlayışların etkisinde kalan bazı müslüman araştırmacılar da Hz. Peygamber’e ait uygulama ve fiillere toplumun örfü diyebilmişlerdir.
Spenger’in arkadaşı olan Seyyid Ahmed Han(46), Hz. Peygamber’e ait her şeyi reddetmiş, peygamberlik iddiasında bulunmuş ve Kur’an bize yeter demiştir.
Tevfik Sıdki ise, herşey Allah’ın kitabında olanlardan ibarettir. Hz. Peygamber’in uygulamaları ise, belli bir zamana ait, hazırlık dönemidir, diyerek(47) Ahmed Han gibi bütün sünneti reddeder.
Bid'a ehilinin Hadis hakkındaki şüphelerine ümmetin cevabı nasıl olmuştur?
Mutezile, öncelikle, hadis hakkında şüpheler ortaya attı. Bu açıdan diyebiliriz ki, günümüzde hadisi reddedip: "Hadisler, ancak Hicrî üçüncü asırda toplanıp, yazıya geçirildi; dolayısıyla, her şey aslıyla muhafaza edilemedi." diyenler, çok orijinal bir fikir ortaya atmış olmuyorlar. Belki onlar bu düşünceleriyle sadece Neo-Mutezile unvanını hak ediyorlar.
Aslında Mutezile bu tür fikirleriyle ortada iken ve tesiri en geniş bir dönemi yaşarken, hadisler, devâsâ imamlar tarafından, hem de tarihte eşi-emsali görülmedik derecede muhteşem ve itiraza mahal olmayan en ilmî usûllerle tespit ediliyor ve kitaplara geçiriliyordu. Hatta çok daha erken bir dönemde Ömer b. Abdülaziz'in emriyle, resmî olarak İbn Şihab ez-Zührî hadisi tespitle vazifelendiriliyor ve resmî tedvin dönemini başlatıyordu. Ayrıca, Abdullah İbn Ömer'in mevlâsı, İmam Malik'in hocası, Leys İbn Sa'd'ın da şeyhi olan Nâfi ve bizzat Leys İbn Sa'd da hadisleri tespit ediyorlardı. Bunlardan daha önce, Ebû Hüreyre'nin talebesi Vehb İbn Münebbih de hadisleri toplayanlardandı. Muhammed Hamidullah Hoca, bu zatın, bilhassa Ebû Hüreyre'ye dayanarak tespit ve neşrettiği hadisleri yayınlamış ve onların mukayeseli bir kritiğini yapmıştı.
Mustafa el-A'zamî de, yaptığı araştırmalarla, çok erken bir devirde bizzat sahabe ve tâbiîn tarafından hadislerin yazıldığını tespit etmiştir. O kadar ki, bu zatın tespitlerine göre, daha Hicrî birinci asırda talebelerine hadis dikte eden sahabi sayısı elliyi buluyordu.
Hadisler, İslâmî iffet ve ismeti dorukta temsil eden devâsâ kametler tarafından yazılmış, tespit edilmiş ve çok emin kanallarla Buhârîler, Müslimler gibi bu alanın dâhi imamlarına intikal etmiş ve bu üstün fıtratlar bir kere daha hadisleri, metin ve senet kritiğine tâbi tutarak ayıklanması gerekenleri ayıklamış ve teksif-i himmet edilmesi gerekli olan "sahih"ler üzerinde himmetlerini yoğunlaştırmışlardır.
Meselâ İmam Buhârî, elinin ulaştığı bütün sahihleri toplamaya çalışmış, bu sahihlerden meydana getirdiği eserine "el-Câmiu's-Sahih" ismini vermiştir. Bilahare gelen bu sahanın üstadları, Buhârî'nin sahih hadislerle ilgili şartlarını taşımakla beraber, bu büyük imamın kendi zamanında ulaşma imkânı bulamadığı sahih hadisleri ihtiva eden istidrakler yazmışlardır. Bunların başında, Şafiî mezhebine bağlı, allâme ve mütebahhir Dârekutnî gelir ki, bu sahada yazdığı Sünen'i meşhurdur. Aynı sahada bir diğer meşhur eser de, Hâkim en-Neysâbûrî'nin Müstedrek'idir.
Hulâsa, diyebiliriz ki, hadisler, ta Devr-i Risaletpenâhî'den itibaren tespit ediliyordu. Daha sonra resmî tedvine izin verildi; hatta teşvik edildi ve derken pek çok istidat o alana yöneldi. Vâkıa, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir zaman bazılarına, "Benden Kur'ân'dan başka bir şey yazmayın." demişti ama bu, belli bir dönem için söz konusuydu. Nitekim Buhârî'nin Kitabü'l-İlm bölümündeki bir hadiste, Allah Resûlü, Veda Hutbesi'nin kendisi için yazılmasını isteyen Ebû Şah karşısında ashabına: "Ebû Şah için yazın!" buyurarak bir döneme son veriyordu. Ayrıca, Allah Resûlü'nün, Abdullah İbn Amr İbn Âs'a bir münasebetle, "Yaz, bu ağızdan doğrudan başkası çıkmaz." buyurduğunu, Buhârî, Müslim ve Ebû Davud kaydediyorlar. Ehlinin bildiği ve bizim de bir nebze "Sonsuz Nur" isimli kitabımızın son kısmında arz etmeye çalıştığımız üzere, sahabe (Allah hepsinden razı olsun), Allah Resûlü'nün hadislerine, dinî bir gayretle sahip çıkmış ve dolayısıyla da daha önceki ümmetlerin başına gelen nebevî mirasın korunamaması felâketi, bu ümmetin başına gelmemiştir.
Ayrıca, Sünnet hakkında gerek müsteşriklerin, gerekse içimizde bazılarının ortaya attıkları şüphelere karşılık cevap mahiyetinde bugüne kadar bir hayli kitap yazılmıştır. Sünnet'e karşı, istişrak (oryantalizm) kaynaklı bu hareketler ilk defa sistemli şekilde Mısır'da ortaya çıktığından, oranın ulemâsından gereken cevabı almıştır. Bu konuda ilk yazılan eserlerden biri Merhum Mustafa Sıbâî'nin, "es-Sünnetü ve mekânetühâ fi't-teşrîi'l-İslâmî" isimli eseridir. Ardından "Hucciyyetü's-sünne", "es-Sünne kable't-tedvin" vb. kitaplar birbirini takip etmiş, hatta sadece Ebû Hüreyre'nin çok rivayet ediyor diye tenkit edilmesine karşılık, "Râviyetü'l-İslâm Ebû Hüreyre" adıyla hususî kitaplar yazılmıştır. Ne var ki, hadise ve Sünnet'e yapılan itirazlar, ilk günden beri hadis tarihi açısından defalarca cevaplandırılmış olmasına rağmen, orijinal bir şey gibi bu bayat bilgiler tekrar tekrar ortaya atılmış ve zihinler bulandırılmak istenmiştir. Günümüzde Batılı kaynaklarda gördükleri itirazları yeni zanneden bazı müstağripler, bu eski şeyleri yeni bir şey keşfetmiş gibi kitaplara dökmüş ve sâfi zihinleri yeniden bir kere daha ifsat etmişlerdir. Hâlbuki bu itirazların bir kısmı, daha İbn Kuteybe döneminde cevaplandırılmış, kalanları da, ortaya çıktıkları dönemde hemen reddedilmiş, ciddî bir mantığa dayanmayan vâhî iddialardır.
Daha ilk dönemde, hadislerin sahihi, zayıfı, tenakuzların telifi, mevzû rivayetlerin ayıklanması gibi bütün ihtilaflı meseleler hakkında ciltlerle kitaplar yazılarak, hadis konusundaki bütün problemler halledilmişti. Meselâ, büyük âlim İmam Tahâvî, "Müşkilü'l-âsâr" ve "Şerhu maâni'l-âsâr" isimli eserlerini bu konuya tahsis etmiştir. Okumak için bir hayli zaman ayırmamız gerekecek kadar hacimli olan bu eserler, hadis meselesiyle alâkalı yazılmış kitaplardan sadece iki tanesidir. Tahâvî gibi dev imamların, hadis etrafında yazdıklarını okumaya bile ömürler yetmez...
Yahya b. Saidü'l-Kattan gibi, Buhârî gibi nice hadis dâhileri, Allah Resûlü'nün mesaj ve hidayetiyle alâkalı insanlığa sunduğu hadisleri bir iki tekrar ettiklerinde dudaklarını birbirine dokundurur ve "Vallahi, bunun içinde ilâhîlikten başka bir şey yok." derlerdi. Bu dev insanlar bir yana, daha sonrakiler bile, hadis diye rivayet edilen, fakat hadis olmayan böyle bir sözle karşılaşınca, "Bu, Peygamber sözüne pek benzemiyor." demiş ve farklı yöntemlerle bu dediklerini ispatlayabilmişlerdir.
Allah Resûlü'nün sözleri bellidir ve bunlar, hadis uzmanları tarafından, Kur'ân'dan sonra belli bir yere oturtulmuş; hem öyle bir yere oturtulmuştur ki, onun üzerinde beyan, olsa olsa ancak Kur'ân olur. Kur'ân'ın sinelerdeki yeri mahfuz, edipler, belâgatçiler, kendilerine onun altında bir yer peyleyebilmek için yarışıp durmuşlardır.
Umum bu mülâhazaları birden nazara alınca, ortaya şöyle bir tablo çıkmaktadır: Hadisle alâkalı bu iddia sahipleri, ezbere konuşmaktadır. Hemen hiçbiri ilgili temel kaynakları tanımamaktadır. Ve bu eserlerde hangi kriterlerin kullanıldığını, hadislerin ne türlü imbiklerden geçirilerek bir araya getirilip insanlığın istifadesine sunulduğunu, ister metin, ister senet açısından her şeyin nasıl inceden ince bir teste tâbi tutulduğunu kat'iyen bilmemektedir.
Dipnotlar:
1. Koçyiğit, Talat, Hadis Istılahları, Ankara 1985, s. 400.
2. Lisanu’l-Arab, XIII,225; İbnu’l-Esir, en-Nihaye, II,409.
3. Sırasıyla bkz. Ahzab, (33),40; Enbiya, (21),107; Ahzab, (33),21; Kalem, (68),3; Tevbe, (9),128.
4. Çakan, İsmail Lütfi, Hz.Peygamber ve Aile Hayatı, İlmi Neşriyat, İst. ts., s. 117.
5. Bayraktar, İbrahim, Hz. Peygamber ve Evrensel Hayatı, Şelale Yay., 1995, s. 13; İslamoğlu, Beşir, Sünnet Bilinci, Denge Yay., İst. 1997, s. 13.
6. Bkz. Abdürrezzak, XI, 3666, h. No: 20701.
7. el-Leknevi, Tuhfetu’l-Ahyar bi İhyayi Sünneti Seyyidi’l-Ebrar, Beyrut, 1992, s. 68-86; es-Sıbai, a.g.e., s. 43; Abdülgani, Abdülhalik, s. 51-68.
8. Canan, Hadis Usulü, s. 418.
9. Sıbai, es-Sünne, s. 47; Accac, es-Sünne, s. 15; Ebu Zehv, el-Hadis, s. 9-10; Aşkar, Ef’alü’r-Rasül, I,18; Canan, Hadis Usulü, s. 418.
10. Krş. Ebu Zehv, el-Hadis, s. 10; Kardavi, Sünneti Anlamada, s. 24.
11. “Ya eba Umeyr, ma feale’n-nüğayr” hadisiyle ilgili olarak bkz. İbn Hacer Şerh; Canan, Hadis Usulü, s. 419-420.
12. Canan, Hadis Usulü, s. 419.
13. Bağdadi, Ebu Mansur Abdülkahir, el-Fark Beyne’l-Fırak, trc. E.R. Fığlalı, Ankara 1981, s. 87; İbn Kuteybe, Te’vilu Muhtelifu’l-Hadis, trc. M. H. Kırbaşoğlu, s. 30.
14. Koçkuzu, Rivayet İlimlerinde, s. 201.
15. Bağdadi, el-Fark, s. 77.
16. İbn Kuteybe, Te’vil, s. 72.
17. Bağdadi, el-Fark, s. 77.
18. Koçkuzu, Rivayet İlimlerinde, s. 199.
19. İbn Kuteybe, Te’vil, s. 60, krş. Koçyiğit, Talat, Kelamcılarla Hadisçiler, s. 245; Mutezile’nin haber-i vahidleri delil kabul edip etmediklerine dair bkz. Koçkuzu, Rivayet İlinmlerinde, s. 198-209; Bakan , Tevhit, Mu’tezile’nin Hadis Görüşleri Basılmamış Y. Lisans Tezi Erzurum, 1987, s. 55-63.
20. Bağdadi, el-Fark, s. 119-120; Şehristani, el-Milel, I,49.
21. Amr b. Ubeyd bütün hadisleri reddetmiş, iki ravide aynı taraftan olsa bile yine kabul etmez. Bkz. Bakan, Tevhit, Mu’tezile, s. 22,34-35.
22. İbn Hazm, el-İhkam, II,18; Mütevatir olmayan bütün haberleri haber-i vahid kabul eden mu’tezile, Ahad haberleri ikiye ayırırlar. A) Kabul şartlarını taşıyan ve amelle ilgili olanlar. Bunlarla amel edilir. B) Muhtevası ilim olan haberler. Prensip olarak bunlar kabul edilmez. Ancak akla uyarsa alınabilir. Bkz. Bakan, Mutezile, 55-57.
23. Şehristani, Ebu’l-Feth Muh. b. Abdülkerim, el-Milel ve’n-Nihal, Mısır, 1961, I, 114-115; Haricilere göre Hz. Ali tahkim hadisesinden sonra küfre girmiştir. Hz. Muaviye de halifeliği gasb ettiğinden küfre girmiştir. Bkz. Koçyiğit, Hadiscilerle Kelamcılar, s. 37-38.
24. Sıbai, es-Sünne, s. 149.
25. A’zami, Muhammed Mustafa, Dirasatun fi’l-Hadisi’n-Nebevi ve Tarihu Tedvinihi, Beyrut 1985, s. 23. Bu farklı iki anlayışı, Haricilerin tahkimden önceki hadisleri aldıkları, sonrakileri reddettikleri şeklinde cem etmek uygun olur. Ancak A’zami bu kanaate de katılmıyor. Bkz. A’zami, Dirasat, s. 23.
26. Nevevi, Riyazü’s-Salihin, I,24; Kur’an’ı Kerime, hadislerin arzedilmesini konu alan haberlerin, Hariciler tarafından uydurulduğu söylenir. İbn Abdilberr, Ebu Ömer, Yusuf en-Nemeri, Camiu Beyni’l-İlm ve Fazlihi, Beyrut, ts., II, 191; Ancak, Accac, katılmaz, es-Sünne, s. 205-206.
27. Bkz. Kuleyni, Usulu’l-Kafi, Tahran, 1375, I,58; Askeri, Ayetullah Seyyid Murtaza, Şia’ya Göre Sünnetin Dindeki Yeri, (Sünnetin Dindeki Yeri) Ensar Neşr. 1997, İst. s. 263-264.
28. Kuleyni, I, 273-274.
29. Kuleyni, I,53.
30. Hüseyin, M.Ali, Kaşifi’l-Ğıta, s. 58.
31. Kuleyni, I, 255-258.
32. Bkz. Kuleyni, el-Kafi, I, 239,241; el-Vafi, II, 135; Askeri, Şia’ya Göre Sünnet, 267-268; Kandemir, Yaşar, D.İ.A. Hadis md.; Ehl-i Sünnet kaynaklarına göre ise, Hz. Ali Kur’an-ı Kerim’den başka Hz. Peygamber tarafından kendisine verilmiş bir şey bulunup bulunmadığını soranlara, bazı hükümlere dair bazı hadisleri ihtiva eden küçük bir sahifeden başka yanında bir şey olmadığını, böyle bir iddiayı ileri sürenlerin yalancı olduğunu belirtir. (bkz. Müslim, Itk, 20; Nesai, Kasame, 9,13.)
33. Ashabın Hz. Ali’yi halife seçmeyerek büyük günah işlediklerini bu sebeple de kafir, fasık ve zalim olduklarını Şia’nın ılımlı bilinen fırkalarından olan İmamiyye Şiası bile açıkça söylemekten çekinmez. Ashabtan Mikdat, Ebu Zerr ve Selman hariç hepsi irtidat etmiştir. (el-Kuleyni, el-Kafi, VIII, 245) Ashabı Hz. Harun’a Uymayan Yahudilere benzetmeleri için bkz. eş-Şirazi, Sadruddin Seyyid Ali Han, ed-Derecatü’r-Rafia fi Tabakati’ş-Şia, Kum, 1397 / 1977, s. 34. Benzeri itham ve iddialar için bkz. el-Kuleyni, el-Kafi, I,181,413,424; VIII, 161,245-6, 296; eş-Şirazi, ed-Derecat, 11,33,34; Bu konuda yapılmış çalışmalar için bkz. Bakan, Tevhid, Ashab’ın Adaleti, Erzurum, 1997, Basılmamış Doktora Tezi; Çolak, Ahmet, Şia Hadis Alma Usulünde İlk Raviler, Erzurum 1993, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi.
34. Küleyni, I, 65.
35. Şia’nın hadis aldığı sahabiler Ehl-i Beyttir, üç kişidir; 7 kişidir gibi rivayetler varsa da (Kaşifu’l-Ğıta, Aslu’ş-Şia, 79-80; Çolak, Şia, 95) İbn Kesir, 17 sahabi (ihtisaru Ulumi’l-Hadis, s. 182) derken şii müellifler 71 sahibiden, 300 sahabiye kadar çıkaran vardır. (Kaşifu’l-Ğıta, Aslu’ş-Şia, s. 24) Ancak Tenkihu’l-Mekal isimli eserde rivayeti bulunan sahabileri sayan Bakan, bunların 166 olduğunu tesbit etmiştir. (Bakan, Ashab, s. 125)
36. İslam ve İslam Medeniyetiyle uğraşanların geneline verilen bir isim olmakla birlikte, Avrupa’da 18. yüzyılda kullanılmaya başlanmıştır. Fransızca sözlüğe 1838’de kaydedilmiştir. Hedeflerinin İslamiyetle mücadele etmek, İslamiyetin sözde kusurlarını öne çıkararak, Hristiyanları İslamiyetten uzak tutmak ve müslümanları Hristiyanlaştırmak (Bkz. Zakzük, M. Hamdi, Oryantalizm veya Medeniyet Hesaplaşmasının Arka Planı, trc. Abdülaziz Hatip, İzmir, 1993, s. 10,64 vd.) İslami esaslara ve alim ve değerli şahsiyetlere sui zan ettirmek, nasları tahrif etmek olarak özetlenebilir. Bkz. Tahir, Sünnetin Etrafındaki Şüpheler, s. 45.
37. Toksarı, Delil Olma Yönünden Sünnet, 244-5.
38. Hindistan’daki İslami İlimler Fakültesi’nin başına getirilen Sprenger, bazı klasik eserlerin de neşrine yardımcı olmuştur. Bkz. Hatiboğlu, M. Said, Batıdaki Hadis Çalışmaları Üzerine, Uluslar arası Birinci İslam Sempozyumu, İzmir 1995; Görmez, Metodoloji Sorunu, s. 85.
39. En detaylı eseri, Muhammedanische Studien, adlı eseridir. Goldziher sadece Avrupa’da meşhur olmakla kalmamış, İslam aleminde de alaka görmüş. Kahire Üniversitesi’nin planı ona yaptırılmış, İstanbul Üniversitesi’nde kurulması planlanan kürsüde yazdığı Tefsir ve Hadis kitapları okutulacaktır. Bkz. Hatipoğlu, Batıdaki Hadis Çalışmaları, s. 85.
40. Zakzuk, Oryantalizm, s. 97; es-Sıbai, es-Sünne, 190-191; Hegel’in Tarihsellik felsefesini anlamanın, Goldziher’in anlayışına yardımcı olacağı kanaati için bkz. Görmez, Metodoloji Sorunu, s. 87-88; Fazlurrahman, Metodoloji, s. 16.
41. J.Schacht, İslam Hukukuna Giriş, s. 43-4; Schacht’ın iddialarına verilmiş geniş cevaplar için bkz. A’zami, İslam Fıkhı ve Sünneti; Özafşar, Oryantalist, s. 81-104.
42. Ünal, İ.H. Fazlurrahman’ın Sünnet anlayışı ve “Yaşayan Sünnet” Kavramı Üzerine, İslami Araştırmalar, Ekim 1990, Fazlurrahman Özel Sayısı, s. 287, 11. dipnot.
43. Bkz. Fazlurrahman, İslam, s. 63.
44. Bkz. Fazlurrahman, Metodoloji, 17-18; Değerlendirme için bkz. Ünal, Fazlurrahman’ın Sünnet Anlayışı, s. 285-6.
45. Tarihte, sünneti yeren bazı şahıs ve gruplar vardı. Ama bunlar hem kabul görmedi, hem de ya ehl-i dalalet fırkalardan ya da ferdi olduğundan, rağbet görmeyerek, II. ve III. Asırlarda neredeyse yok oldu. Özellikle Hz. Peygamber’e nisbet edilenlere örftür, toplumun Cahiliye adetleridir, diyerek karşı çıkanlara rastlamıyoruz. Herbiri farklı anlayış ve düşünceden dolayı tenkid etmiştir. Bkz. Tahir, Muhammed Hekim, Sünnetin Etrafındaki Şüpheler, trc. Hüseyin Aslan, Pınar Yay., İst. ts. s. 29-38.
46. Kendisi gibi düşünenler ve fikirleri için bkz. Tahir, a.g.e., s. 84; Hatta kendilerine ehl-i Kur’an diyen bu adamlardan bazıları, sünnetle amel edenleri Maide (5),44 ayetine istinaden tekfir etmişler. Bkz. Azimabadi, Avnu’l-Ma’bud, III,357; Mektebetü’s-Selefiyye, Medine, 1968.
47. Görmez, Metodoloji Sorunu, s. 91.
Dr. Ahmet Çolak