Bazı şeylerin belli bir açıklaması yoktur, belli bir târifi…

Efrâdını câmî, ağyârını mânî bir açıklaması, belli bir târifi yapılması için uzun ve çeşitli sözler, sayısız zamanlar ve insanlar gerekli…

Sevmek üzerine yazmaya başlarken böyle demiştim, hüzün üzerine yazmaya başlarken de böyle diyorum;

çünkü bu ikisi, yani sevmek ve hüzün illâki yan yana durur, ardarda gelir.

Hüzün, sevmenin tadı-tuzu olur; sevmek, hüznün direği, suyu, havası…

Evet, hüznün de çeşitli târiflerini yaptı hayat bana…

Ama sevmek gibi başkalarının anlam kattığı târifler

değildi bunlar, ben kendim, bir gece içimde buluyordum,

gül kokulu bir mendil gibi, taptaze bir çiçek gibi…

Mânâsı bana açık semboller oldu bu yüzden hüzne dair sözlerim…

Ehl-i hüzne bergüzârım olsun.

* * *

Hüzün... H, yorgun he... Ü...
İncecik bir dehliz, ucu en derinimize inen.

Hüzün, z ve ü, h ve n; Allâh’ın yaratma harikalarından biridir bu kelime…

Bir hâl, bu kadar güzel arz edilir harflerle ve bu kadar güzel setredilir seslerle.

Bu kadar mezc olur bir kelimede mânâ ile madde, beden ile ruh…

“Hüzün” denince akla “gam” gelir, hüzün değildir.

Gam ağırdır, koyudur.

Hüzün ince ve nârin yanını temsil edemez.

“Üzüntü” gelir, geçicidir, ucuzdur;

hüznün asîl ve paha biçilmez oluşuna yakışmaz…

“Sıkıntı” denir, hüznün rengârenk atlasında pek soluk kalır bu.

Evet, hüzün hem gam, keder, üzüntü, sıkıntı, endişe, vehim, korku ve nihayet suskunluktur,
hem de hıçkırıktır, haykırıştır, sorgudur, yargıdır,
umuttur incecikten ve nihayet fısıltıdır, gözyaşıdır.

Hüzün biraz isyandır, biraz rıza;
biraz gözlerini kaçırmaktır, biraz yüreğini sunmak...

Hüznü ellerinde oyuncak ederse insan, başına taç etmek varken;
yazık olmuş demektir hüzne ve insana.

Keder denilse, keder lâubâlîdir, yapışkandır, yüzsüzdür;

ama hüzün, dedim ya, asildir, peygamber soyludur,

mübârek bir taçtır ki, ancak sahibinin başına tam olur.

Beyaz papatyadan değil, ay ışığından örülmüştür.

Bu yüzden sarartır insanın benzini, gözlerinin altı kararır bu yüzden.

Yıpratır bazen, bolca gözyaşı döktürür, saçlarına ak düşürür; ay ışığındandır o…



“Kadere iman eden, kederden emin olur.”3


Hüzün mübârektir, velûddur.

Mübârek, velûd ve verimli olmayan gam, keder, tasa ve üzüntü, hüzünden değildir.

Hüzün vakurdur, onurlu ve dürüst…

Kaypak ve tamahkâr duygular, hüznü duyumsayamaz. Hüzün evet, duyumsanır.

O denli nârin, o denli zarif…

Büyülü bir güzelliği var hüznün.

“O gül endâm bir al şâle bürünsün yürüsün
Ucu gönlüm gibi ardınca sürünsün yürüsün”4 der gibi…

Kırmızı, tül ve ipekten elbisesi ile önümüzden değil, içimizden geçip giden bir âhû gibi…

Ebru teknesinin içinde alevlendirilmiş
bir pembe beyaz gül gibi…
Beyaz ateş gibi...
Acısı yüreği kavursa da sevdası eksik olmaz onun.

“Ben nereye gidersem gideyim

Güzel gözlü sevdiğim benim

Hüzün atımın terkisine binip

Benimle gelir”5

Hüzün, her ne kadar fettân ve şûh gösterilse de bazen,

çoklukla onu sâkin ve sâde biliriz.

Sükûnet ve sâdelik içinde, içimize gelip kurulur.

Kuru yapraklar gibi ırmağımıza, gölümüze dökülür.

Gülümüze serpilir.
Yüzümüze dokunur.
Dedim ya,
ipek ve tülden bir elbise ile içimizden yürüyüp geçer,
etekleri gönlümüzü sürükler götürür.

Biraz mum ışığıdır hüzün, biraz akşam alacasıdır.

Biraz gazete satan çocuk elleri, biraz bebek ağlamasıdır.

Tüy gibidir hüzün.
Hafif ve yumuşak, canlı ve ölü...
Hayattan ve ölüme dair…

Bazen kabz hâlidir. Bizzat imtihandır.

İstiğfarla çözülen donmuş et yumrusudur.

Hüznün gecesi ağırdır.
Hüznün gece hâli ağırdır.
Nefes alırsın, oksijen değil cıva dolar ciğerlerine...

Onu yazacak kalemin beli bükülür “sanemâ”…

Sabahı, akşamı, ikindisi vardır hüznün; her biri yaşanılası, her biri kaçınılası…

“Gün ağarınca boynum bükülür
Dalarım uzaklara içim sıkılır”6

Ney üflermiş avcılar, ceylanları su kenarlarına çekmek için. Ceylanlar, gözyaşı dökermiş dinledikçe…

(Gözünü sevdiğim rüyâ gören atlar, heey!)
İşte tam o kıvamda atılırmış oklar.

Göbeklerindeki bir tutam siyah kan için ayırırlarmış anaları yavrularından, eşleri birbirinden.

Hüzünmüş tuzakları.

Hüzün zaman zaman deli dalgalarla gelir

Gönlümün kıyısına vurur…

Aşınan kayalar gibi ruhum

Suskun, yorgun, öylece durur…

Islak kumlara yazılmış hikâyeler

Ummana karışır, silinir yavaş yavaş…

Her dalga ömrümden bir şeyler koparır…

Ağır ağır sönen gönlüm, sakin koyları özler;

Son kum tanesini alana kadar…

Hüzün zaman zaman deli dalgalarla gelir,

Son kum tanesini alana kadar…7

“Hüzün ki, en çok yakışandır bize” demişti Hilmi Yavuz ve bu, beni vurmuştu o zamanlar.

Üzerinden uzun zamanlar geçti.

Uzun acılar, ağır hüzünler…

Şimdi öğrendim ki:
“Aşırı üzüntü, şeytandandır.”
demiş Hak dostu…

Bu şarkıyı böyle okuyalım şimdi:

Hüzün, bazı zamanlar kalbe öyle bir doluyor ki, ruhu aşındırıyor, yoruyor ve susturuyor.

O hüzün denizinde kaybolup gidiyor bütün hayallerimiz.

Hüznün her dalgası, insanın dayanma ve mücadele etme kapasitesini azaltıyor.

Bu hengâmede gönül ağır ağır sönüyor…

Hüzün zordur.

Yine de hüznün uçurumu yeistir, umutsuzluktur, karamsarlıktır.

Üzülmekten gevşemeye açılan bir kapı vardır ve kırkıncı kapı filan da değildir, en fazla yedinci kapıdır.

Burda kırkıncı kapı “inanç”tır.

“Onlar o kimselerdir ki, insanlar onlara;

«Düşmanlarınız size karşı büyük ordular hazırladı, korkun onlardan!»
dedikleri zaman,

bu sözler onları korkutmadı, aksine imanlarını artırdı ve bir de üstüne

«Allah bizim için yeterli bir koruyucudur ve o ne güzel bir koruyucudur!» dediler.”8

Hasb kelimesi,
sadece kendine yontan bir keser gibi olan insana hakkaniyeti hatırlatır;
iyi olan kazansın arkadaşlar der.

Allah bizim ihtiyaçlarımızın kâhyası değildir,
olumlu ve olumsuz,
iyi ve kötü her noktada Allah bize yeter,
yani düşmana karşı hazırlığımızı,
elimizden geleni yaparız.

Eğer yapmazsak sonucuna katlanırız,
her şeye rağmen yenilirsek sabredenlerden oluruz, Allah’ın bir bildiği vardır,
orda da O bize yeter.

Hüzün güçlüdür.
Yahya Kemal bir hikâye anlatır bize,
yazdığı tek hece şiiriyle... Ok…

Yavuz Sultan Selim Han’ın önünde

Ok atan ihtiyar Bektaş Subaşı,

Bu yüksek tepeye dikti bu taşı

O gâzi hünkârın mutlu gününde…

Vezir, molla, ağa, bey, takım takım

Güneşli bir nisan günü ok attı.

Kimi yayı öptü, kimi fırlattı,

En er kemankeşe yetti uç atım.

En son Bektaş Ağa çöktü diz üstü.

Titrek elleriyle gererken yayı,

Her yandan bir merak sardı alayı.

Ok uçtu hedefin kalbine düştü.

Hünkâr dedi: “Koca, pek yaman saldın,

Eğerçi bellisin benim katımda,

Bir sır olsa gerek bu ilk atımda.

Bu sihirli oku nereden aldın?”

İhtiyar elini bağrına soktu,

Dedi: “İstanbul muhasarası,

Başlarken aldığım gaza yarası,

İçinden çektiğim bu altın oktur...”

İdeali olanın, yarası eksik olmaz.

Gözüne saplanan oku çekip çıkarır ve vuruşmaya devam eder. Koluna saplanan oku çıkarır, saklar ve bir gün hedefi tam ortasından vurur.
Hüzün, sâdıktır.

Ve Vahşî’nin hüznü…
Kolay mıdır “Gözüme görünme!..”
sözüne muhatap olmak,
kolay mı herkes göz göze,
diz dize oturabilirken;
ancak sütunların, duvarların gerisinden bakabilmek...

Ne derdini açabilir ne sevincini paylaşabilir; hep kamufle, hep perde, hep aracı…
Ama o kâmil bir hüzünle taşıyor
Hamza’yı vuran mızrağı, bir gün yalancı peygamberi vurduğunda gülüyor
hüznün bu an acınılası mülkü…

Öyle ya insanın, ilk insanın
toprağına tam otuz yıl hüzün yağmış, on yıl sürûr…

Gülücük sürûrdan neş’et ediyorsa
hüzün, sürûrun yansımasıdır.

Hüzün deyince hüzünler kulübesi akla gelmez mi?

Yakup Peygamber gönle düşmez mi?
“Bana düşen sabr-ı cemildir.”
diyen,
ağlamaktan gözlerine gece inen baba…

Demek ağlamanın bu türlüsü sabra mâni değil…

Sabrın bu türlüsüne de «hüzün» diyelim biz…

“And olsun ki, sizi biraz korku ve açlık;
mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azaltma (fakirlik) ile deneriz.
Sabredenleri müjdele!
O sabredenler, kendilerine bir belâ geldiği zaman:

Biz Allah’ın kullarıyız ve biz O’na döneceğiz, derler. İşte Rablerinden bağışlamalar ve rahmet hep onlaradır. Ve doğru yolu bulanlar da onlardır.” 9

Eyyûb Peygamberin malları,
mülkleri, evlatları bir bir elinden alınırken,
şeytan her yönden ona musallat olurmuş.
Hatta evlatlarını kaybettiğinde
gelip onunla birlikte ağıt yakmaya kalkmış.
Bilirsiniz işte,
tesellî sözlerinin arasına isyan katacak…
Hemen tanıyor Peygamber onu.

Çünkü hakîkî hüzün; zihni bulandırmaz,
kalbi bunaltmaz.

Bir güzel dost ne güzel demiş:
“Allah’tan firâset ve basîret isterken dirâyet de isteyin.”

Elbet gördüğünü anlamlandıran dimağa dirâyet lazım...

Dirâyet de hüznün vasıflarındandır.
Eyyûb aleyhisselâm gibi, şeytanı ayak seslerinden tanımak, nefesinden,
kokusundan tanımak; fitne karşısında
gün gibi aydın olmaktır.

Hüzün sızıdır. İnce, keskin, sivri…
Varla yok arası…

Parlak ve göz alıcı, anlık ve güçlü...

Ne şimşek, ne yıldırım, ne gök gürültüsü…

Gün ışığında yağmur gibidir hüzün,
gökkuşağına gebe…

Hüzün melezdir.
Tefekkürle tedebbürün kendisi esmer,
bahtı ak evladıdır.

Asâletini tefekkürden, metânetini tedebbürden almıştır.

Hüzün su gibidir.
Azizdir. Şerefli ve nâdir...

Hem her şeye yeter, hem yeri asla doldurulamaz.

Temizler, kirlenir, arşa yükselir,
bir âh kanat olur ona, temizlenir, iner solgun gönüllere…

Ahsen-i takvim olan –sallâllâhu aleyhi ve sellem-

“La tahzen innallahe meanâ”10 buyurunca

“Üzülmeyin, gevşemeyin, inanıyorsanız en üstünsünüz.”11 buyurunca
Rahman,
şâir, aşka gelip

“Toprak post, Allah dost.”12
demiş…

Hüzün, Allah Rasûlü’nün dostudur,
takdim ederim.
“Hüzün dostumdur.”
buyurmuş hüzün

Peygamberi -sallallahu aleyhi ve sellem-,

ömrü hüzünden sağılmış yetim...

Hira, hicret,
İbrahim, Tâif, Uhud,
ifk, ne yana baksa hüzün…

Hüzne, bu hüzün yeter.

“Ey yar, sen gittin bir hüzün kaldı bana
Beni benden geçiren bir sözün kaldı bana”13

“Kızım,” demiş kızının kulağına: “Üzülme, baban bundan sonra hiç acı çekmeyecek.”
* * *
Haydi ey kalem, bırak çizgiyi de sese dökelim hüznü, yükseltelim hüznümüzü:

“Yağmur, seni bekleyen bir taş da ben olsaydım

Çölde seni özleyen bir kuş da ben olsaydım

Dokunduğun küçük bir nakış da ben olsaydım

Sana sırılsıklam bir bakış da ben olsaydım

Uğrunda koparılan bir baş da ben olsaydım

Bahira’dan süzülen bir yaş da ben olsaydım

Okşadığın bir parça kumaş da ben olsaydım

Senin için görülen bir düş de ben olsaydım

Yeryüzünde seni bir görmüş de ben olsaydım

Senin visâlinle bir gülmüş de ben olsaydım

Sana hicret eden bir Kureyş de ben olsaydım

Damar damar seninle, hep seninle dolsaydım

Bâtılı yıkmak için kuşandığın kılıcın

Kabzasında bir dirhem gümüş de ben olsaydım”14

“Yüreğim parça parça efendim

Yüreğim parça parça

Yürür üstüme acılar, efendim, yürür üstüme üstüme

Asırlar hasretinde, efendim, duâlar dilimizde

Sabır yüreğimizde efendim

Sabır yüreğimizde…”15

* * *

Hüzün güzeldir.

Ayşenur Vural