Kader, Kazâ ve Atâ

Kader, kazâ ve atâ...


Ağaç Şeklinde Aç1Beğeni
  • 1 gönderen Abdulbaki

  1. Alt 03-17-2008, 12:41 #1
    Abdulbaki Mesajlar: 39
    Kader, kazâ ve atâ

    İslâmın açıklanmamış hiçbir meselesi yoktur. Her konusu gayet açık bir şekilde anlatılmıştır. Ancak halk arasında bazı İslâmî konular yanlış anlaşılabilmiştir. Bunların başında da “kader” konusu gelmektedir. Bu konu imanî bir mesele olduğu için, bazı îtikadî sapmalar içine girildiği de görülmüştür. Doğru İslâmiyeti ve İslâmiyete lâyık doğruluğu öğrenmek ve yaşamak gerekmektedir. Doğru İslâmiyeti öğrenmek ve yaşamak için de doğru kaynaklara—Kur’ân, Sünnet ve özellikle Risâle-i Nur’lara—başvurmamız gerekir.

    Kader meselesi Kur’ân-ı Kerim’de şu âyetlere dayanmaktadır:

    “Göklerin ve yerin mülkü kendisinin olan, evlât edinmemiş olan, hükümranlıkta ortağı bulunmayan, her şeyi bir ölçüye göre yaratıp kaderini tayin eden...” (Furkan Sûresi: 2) “Ne yeryüzünde vaki olan, ne de sizin başınıza gelen hiçbir musibet yoktur ki, Biz onu yaratmadan önce bir kitapta yazmış olmayalım. Bu, Allah için pek kolaydır.” (Hadîd Sûresi: 22) “Allah dilemedikçe, siz hiçbir şey dileyemezsiniz!” (İnsân Sûresi: 30) “O’nun katında her şey bir takdir (kader) iledir.” (Ra’d Sûresi: 8) “De ki; Allah’ın bizim için yazdığından başkası bize erişmez!” (Tevbe Sûresi: 51)

    Kader, Cenab-ı Hakkın kâinatta olmuş ve olacak her şeyi bilip, Levh-i Mahfuz’unda (her şeyin yazılı, kayıtlı olduğu kader levhası) takdiri ve yazmasıdır. Takdir-i İlâhîdir.

    Kadere iman, yani her şeyin Allah’ın takdiriyle olduğuna inanma, imanın rükûnlarındandır. Bir mü’min, her şeyi, hatta fiilini, nefsini Allah’a vere vere sonunda teklif (imtihan) ve mesuliyetten kurtulmaması için karşısına cüz-i ihtiyar (seçme, dileme, irade) çıkmakta, ona ‘Mesul ve mükellefsin!’ demekte; yine yaptığı iyilikler ile gururlanmaması için de “kader” karşısına çıkıp ‘Haddini bil, yapan sen değilsin’ demektedir. (26. Söz)

    Kader bir ilimdir. Her şeye manevî ve hususî kalıp hükmünde bir miktar tayin eder. Her şeyin bir haddi vardır. Kaderin çizdiği bu miktar ve sınır, o şeyin vücuduna bir plan, bir model hükmüne geçer. Bitkilerin çekirdeklerinde bulunan kuvveler (kuvvet, güç, kabiliyetler) kader kalemiyle yazılmıştır ve kuvveden fiile (harekete) geçmeleri o kader planına göre olmaktadır.

    Kader ve kaza meselesi bütün İslâm âlimlerini ve de felsefecilerini meşgul etmiş bir meseledir. Kader ve kaza, Allah’ın irade ve kudret sıfatlarının zarurî bir gereğidir. Çünkü şu kâinatta cereyan eden hadiselerin tamamı bir ilme, bilgiye dayandığı gibi, meydana gelmeleri de bir kudretle gerçekleşmektedir. Onları bilen ve yaratmaya kudreti yeten Zat, onların yokluktan varlığa çıkmalarını irade etmiştir. Allah’ın ilmi, kudreti, iradesi ve diğer sıfatlarıyla yarattığı bu kâinat ve şu hadiseler, elbette ki bir tayin ve takdire, bir plan ve esasa dayanmaktadır. İşte kader bu planın takdir edilmesi, kaza ise icra edilmesi, yani yerine getirilmesi demektir.

    Kader, varlıkların ve hadiselerin bütün halleri ve vasıflarıyla, sebepleri ve şartlarıyla, hâiz olacakları kuvvet ve kabiliyetleriyle, varlık âlemine gelecekleri zaman ve mekânlarıyla Allah (cc) tarafından ezelde tayin buyurulması ve bir tertip ile kaydedilmesi demektir.

    Kaza ise ezelde takdir olunan her şeyin Allah’ın halk ve icadıyla vücut sahasına çıkması demektir.

    Bu izahlara göre, kader ilim sıfatına, kaza ise kudret sıfatına dayanmaktadır. Kader kazadan önce ve daha şümullüdür. Her kaza olunan şey kaderde vardır, fakat kaderde olan her şey kaza olmuş denilemez. Yaratılmayan şeyler kaderdedir, yani Allah’ın ilmindedir, onlar için ancak kaza edilmemiş diyebiliriz.

    Kaderin kazadan daha geniş ve etraflı olmasını şöyle de açıklayabiliriz:

    Bir kişi Allah’ın (cc) yasakladığı fiilleri işlerse isyankâr olmuş olur. Aynı insan, Allah’ın (cc) emirlerini yerine getirirse iyi bir insan ve makbul bir kul olur. İşte birbirine zıt olan bu iki netice de kaderdir. Allah, asi ve salih olmanın yollarını ezelde böylece tayin ve takdir buyurmuştur. İnsanlar bu iki yoldan hangisine giderse, onun neticesine varır. Burada kader zorlayıcı değildir. Seçen biziz ve sonucuna katlanmak da bize ait olmalı. Bizler ister, meyleder ve seçeriz, Allah da seçtiğimiz filleri kudreti ile yaratır. İşte bu neticenin yaratılması kazadır ve aynı zamanda İlâhî takdirin gereği olduğu için de kaderdir.

    Ayrıca “Atâ, kaza ve kader” Allah’ın (cc) üç kanunudur. Bir şey hakkında verilen karar kader, o kararın infazı (yerine gelmesi) kaza, kararın iptaliyle hükmü kazadan affetmek atâ demektir. Atâ; bağışlama ve lütûftur. “Atâ, kaza kanununu, kaza da kaderi bozar... Evet, yumuşak bir otun damarları, katı taşı deldiği gibi, atâ da kaza kanununun katiyetini deler. Kaza da ok gibi kader kararlarını deler. Demek atânın kazaya nispeti, kazanın kadere nispeti gibidir. Atâ, kaza kanununun şümûlünden ihraçtır; kaza da kader kanununun külliyetinden ihracıdır.” (Mesnevî-i Nuriye, s. 175)

    Meselâ, bir musibetin ve belânın takdir edilip yazılması kader, belânın nüzûlü (inmeye başlaması)—infazı—kaza, sadakanın belâyı durdurması ise atâdır.

    Tîn Sûresi’nde de atâ, kaza ve kadere örnek vardır.

    “And olsun ki, Biz, insanı en güzel bir şekilde yarattık. Sonra da onu en aşağı seviyeye indirdik—ancak iman eden ve güzel işler yapanlar müstesna.” (Tîn Sûresi: 4-6) Bu âyette insanın en güzel sûrette yaratılması kader, sonra da onun kendi iradesi ile en aşağıya inmesi kaza ve iman edip güzel işler yapanların bundan müstesnâ kalması ise atâ kanununun şümulüne dahil olmalıdır.

    Öyleyse şöyle diyebiliriz:

    Atâ (Allah’ın şarta bağlı olarak, affı ile infazı kaldırması) kaza kanununu, kaza da kaderi değiştirebilir. “Bu hakikate vâkıf olan ârif, ‘Yâ İlâhî! Hasenâtım (iyiliklerim) Senin atândandır, seyyiâtım (günahlarım) da Senin kazandandır. Eğer atân olmasa idi, helâk olurdum’ der.” (Mesnevî-i Nuriye, s. 175)

    Abdulbaki

    safinaz bunu beğendi.
  2. Alt 03-17-2008, 20:00 #2
    safinaz Mesajlar: 3.348
    Duayla kader değişir deniyor.Yani böyle bir duruma ata mı oluyor?

    Bu arada uzatma işareti olan(şapkalı )a harfini nasıl yazıyorsunuz?Klavyede aradım bulamadım...

  3. Alt 03-17-2008, 20:04 #3
    Abdulbaki Mesajlar: 39
    Her şey kaderde yazılı ise...

    Cüz-i ihtiyarî veyahut irade-i cüz’iye, insana Allah’ın verdiği az bir arzu serbestliği, dilediği gibi hareket edebilme özelliğidir. Yani kulların hür ve serbest olarak hareket etme arzusudur. Kader ise; varlıkların ve hadiselerin bütün halleri ve vasıflarıyla, sebepleri ve şartlarıyla, hâiz oldukları kuvvet ve kabiliyetleriyle, varlık âlemine gelecekleri zaman ve mekânlarıyla Allah (c.c.) tarafından ezelde tâyin buyurulması ve bir tertip ile kaydedilmesi demektir.

    Şimdi akla şöyle bir düşünce gelebilmektedir: “Madem her şey Allah tarafından ezelde tayin buyurulmuş ve kaydedilmiş, öyleyse bizim bir sorumluluğunuz olmaması gerekir.”

    Acaba öyle mi? İnşallah bu çalışmamızla ‘kader, cüz-i ihtiyarî ve fiillerimizin yaratılması’ konularını, Risâle-i Nur’daki hakikatlerin ışığında açıklamaya çalışacağız. Gayret bizlerden, tevfik Allah’tan.

    Kaidedendir ki, bir şey vücudu vacib (gerekli) olmadıkça vücuda gelmez. Cüz-i irade (kulların iradesi, dilemesi) ile küllî irade (Allah’ın iradesi, dilemesi) bir şeyde birleştikleri zaman, o şeyin vücudu vacib (gerekli) olur ve derhal vücuda gelir. Yani Allah’ın küllî iradesi kulun itibarî bir emir olan cüz-i iradesine tâbîdir.

    Allah, cüz-i iradeyi küllî iradesinin taallukuna âdî bir şart kılmıştır. Yani cüz-i irade herhangi bir şeyi tercih ettiğinde, küllî irade taalluk eder ve o fiil derhal vücuda gelir. Demek ki biz irademizle isteriz, dileriz ve seçeriz; Allah da küllî iradesi ve kudretiyle bizim o fiillerimizi yaratır.

    Meselâ; Allah (c.c.) mânen “Ey kulum, ihtiyarınla hangi yolu istersen, seni o yolda götürürüm. Öyle ise mesuliyet sana aittir” demektedir. Bediüzzaman bunu şöyle örnekler: “Teşbihte hatâ olmasın, sen bir iktidarsız çocuğu omuzuna alsan, onu muhayyer bırakıp, ‘Nereyi istersen seni oraya götüreceğim’ desen; o çocuk yüksek bir dağı istedi, götürdün. Çocuk üşüdü yahut düştü. Elbette, ‘Sen istedin’ diyerek itâb edip, üstünde bir tokat vuracaksın. İşte, Cenâb-ı Hak, Ahkemü’l-Hâkimîn, nihayet zaafta olan abdin irâdesini bir şart-ı âdi yapıp, irâde-i külliyesi ona nazar eder.” (26. Söz)

    Aynen bu misâl gibi biz cüz-i irademizle hayır ve şer tercihini yaptıktan sonra Allah’ın küllî iradesi tecellî eder ve o fiil meydana gelir. Ancak biz şer ve günah olanı tercih edersek, mesul olur ve cezaya müstehak oluruz. Çünkü Allah bizi zorlamamıştır, daima hayrı tercih etmemizi istemiş, şerri seçmememizi emretmiştir. O zaman şerri isteyen bizim nefsimizdir ve sorumluluk da bize aittir. Allah bizim istediğimizi yaratmıştır. Çünkü bizler imtihan olmaktayız. ‘Hangimiz daha güzel işler yapacağız?’ diye yaratılmışız. O zaman şöyle diyebiliriz: Bir mü’min, her şeyi, hatta fiilini, nefsini Allah’a vere vere sonunda teklif (imtihan) ve mesuliyetten kurtulmaması için karşısına “cüz-i ihtiyar” (seçme, dileme, meyletme iradesi) çıkmakta, ona “Mesul ve mükellefsin” demekte; yine kendisinden çıkan iyilikler ile gururlanmaması için de “kader” karşısına çıkıp “Haddini bil, yapan sen değilsin” demektedir. (Sözler, s. 427)

    Bu meseleyi bir örnekle biraz daha açabiliriz:

    Bir asansöre binen kişi, beşinci katın düğmesine basmak yerine, zemin kat düğmesine basarsa elbette ki kimseye kızmaya ve ‘Kaderim böyleymiş!’ demeye hakkı yoktur. Çünkü zemin kata kendi seçimi ile gitmiştir. Onu oraya gitmeye kimse zorlamamıştır. Şuna da dikkat etmek gerek: Asansörün hazırlanmasında ve çalışmasında, o insanın hiçbir dahli yoktur.

    Kader ilim nevinden olduğu için, Cenâb-ı Allah, ilm-i ezelîsiyle geçmiş, hâl ve gelecek zamanları bir bütün olarak kuşatmakta ve tüm zamanlar Onun ilminde hâl, yani yaşanan an hükmünde olmaktadır. İşte Cenâb-ı Hak, tüm zamanlardaki her şeyi birden gören nazarıyla mukadderatı takdir etmiştir. Bu sebeple ‘ihtiyarî kader’ dediğimiz kaderimizi, biz kendi irademizle yazdırmışızdır. Bizim tüm fiillerimizi ve seçimimizi, Allah ezelî ilmi ile bildiği için kadere yazmıştır. Fakat Allah’ın yazmış olması, bizim irademizi ortadan kaldırmaz. Bu hususu da şöyle anlayabiliriz: Malûmunuz, bilim adamları, Ay ve Güneş tutulmasını aylar ve yıllar öncesinden bilmekte, bunu bir yere kaydetmekte ve yazmaktadır. Şimdi can alıcı soru gelmektedir: “Acaba Ay ve Güneş, bilim adamları yazdığı için mi tutulmuştur? Yoksa Ay ve Güneşin tutulacağını, ilim ve hesaplarıyla önceden bilmişler de, öyle mi yazmışlardır?” Elbette ki bilim adamları yazdığı için tutulmamıştır. Onlar sadece cüz’î ilimleriyle ileride olacak tutulmaları bilmişler ve bir ilim olarak bir yere yazmışlardır.

    Aynen öyle de Allah, ilm-i ezelîsiyle, bizim meyillerimizi ve yapacağımız tercihleri bildiği için kadere yazmıştır. “Kaderimizi biz yazdırıyoruz” cümlesinin izahı bu olmalıdır. Demek ki kader, ilim nevinden olduğu için zorlayıcı değildir. Seçen biziz, küllî ve sınırsız ilmiyle bunu bilen, yazan ve de yaratan Allah’tır.

    ‘Izdırârî kader’ ise tamamen Allah’ın iradesine bağlı olduğu için, bizler zaten orada mesul değiliz. Cinsiyetimiz, soyumuz, boyumuz, göz rengimiz… gibi bizim irademiz dışında kalan durumlar, ızdırârî kadere örnek verilebilir. Izdırârî kader, sorgulanmaz ve itiraz da edilmez. Allah, burada istediği gibi küllî iradesi ile tasarruf eder; çünkü mülk Onundur.

    Cüz-i irademizle Allah’ın emirleri yerine getirmeyi ve nehiylerinden de sakınmayı tercih etmek için, duâ edelim inşallah.
    Abdulbaki

  4. Alt 03-17-2008, 20:20 #4
    safinaz Mesajlar: 3.348
    Zaten kaderde bizimde payımız olmazsa cennet ve cehennem ne diye var,bu imtihan ne diye var?sorularına sebep olur..
    İşte bu noktada kendi cüzzi irademiz devreye girer ki yol tayin eden durum burda ortaya çıkar.
    Ayrıca sadakada kadere etki eder ve bizim irademzin sonucunda doğar.Rabbimizin isteğiylede atâ olur.

  5. Alt 03-18-2008, 12:23 #5
    Abdulbaki Mesajlar: 39
    İrâde-i cüz'iye

    Kul, kendi fiilinin yaratıcısı değildir. Kulun elinde ancak ve ancak emr-i itibarî dediğimiz kesb (kulun cüz-i iradesini, niyeti ve kasdı yönünde kullanması) vardır. Zira, Allah’tan başka hakikî tesir, icad sahibi yoktur. Kul bir fiili işlemek talebinde bulunur, Allah da kudretiyle o fiili yaratır. Allah hiçbir kulunu cebirle iş yaptırmaya zorlamaz. Kulunun eline yaratma ve icad kabiliyeti olmayan küçük bir ihtiyar vermiştir. Kul o ihtiyar ile ister, Allah’ın küllî iradesi de kudretiyle tecellî eder ve fiiller böylece yaratılır.

    Bu noktada şöyle diyebiliriz. İnsanın elinde gayet zayıf, fakat seyyiât (kötülük) ve tahribatta gayet uzun; iyiliklerde kısa cüz’î iradesi vardır. İnsan, iradesinin bir elini duâya, diğer elini istiğfara (tövbeye) verip, günah ve kötülüklerden kendini çekerek ebedî saadeti kazanabilir. Bediüzzaman’a göre, duâ ve tevekkül (sebeplere teşebbüs ettikten sonra neticeyi Allah’a bırakma), hayra olan isteğe büyük bir kuvvet verdiği gibi; istiğfar ve tövbe de şerre olan meyilleri keser.

    Ancak, insanın, yaptığı kemâlât ve iyilikleri sahiplenmeye hakkı yoktur, çünkü kendi mülkü değildir, onlara güvenemez. Hem insanın cesedi bile kendisinin değildir. Çünkü kendi san'at eseri değildir. O vücudu yolda bulmuş, yitik olarak mülk edinmiş de değildir. Kıymeti olmayan şeylerden olduğu için yere atılmış, insan almış değildir. Ancak, o vücut, içine aldığı garip san'at, acayip nakışların şahitliğiyle, bir hikmet sahibi yaratıcının kudret elinden çıkmış kıymettar bir hane olup, insan o hanede emaneten oturur. O vücutta yapılan binlerce tasarruftan, ancak bir tane insana aittir. (Mesnevî-i Nuriye, s. 57)

    “Ve kezâ esbab (sebepler) içerisinde en eşref (şerefli), en kuvvetli bir ihtiyar sahibi insan iken, ef’âl-i ihtiyariye (ihtiyarî fiiller) namıyla kendisine mal zannettiği ef’âlin (fiillerin) ekl, şürb (yeme, içme) gibi en âdi bir fiilin husûlünde, yüz cüz’ünden ancak bir cüz’ü insana aittir.

    “Ve kezâ insanın elindeki ihtiyar pek dardır. Havassının (duygularının) en genişi hayal olduğu halde, o hayal akıl ve aklın semerelerini ihata edemez. Bunları, bu kadar büyük iken, nasıl daire-i ihtiyarına idhal (dahil) edip, onlarla iftihar ediyorsun?

    “Ve kezâ şuurî (şuurlu) olmaksızın, senin lehine ve aleyhine çok fiiller cereyan etmektedir. O fiiller şuurî oldukları halde, şuurun taalluk etmediğinden sabit olur ki, o fiillerin fâili bir Sâni’-i Zîşuur’dur (şuur sahibi bir Yaratıcıdır). Ne sen fâilsin ve ne senin esbabın (sebeplerin). Binaenaleyh malikiyet (sahip olma) dâvâsından vazgeç. Kendini mehasin (iyilik, güzellik) ve kemâlâta (mükemmelliklere) masdar (kaynak) olduğunu zannetme. Ve kat’iyyen bil ki, senden sana yalnız noksan ve kusur vardır. Çünki sû’-i ihtiyarınla (kötü tercih ve seçmenle), sana verilen kemalâtı bile tağyir ediyorsun (bozuyorsun). Senin hanen hükmünde bulunan cesedin bile emanettir. Mehasinin (güzelliklerin) hep mevhubedir (ihsan edilmiş / bağışlanmış); seyyiâtın (günahların) meksûbedir (kazanılmış).” (Mesnevî-i Nuriye, s. 58)

    Öyle ise insanın iyiliklere sahiplenme hakkı yoktur. Kötülüklerden ise sorumludur. İyilikleri Allah’tan bilmek ve kötülükleri kendi nefsimizden bilmemiz gerekir. Cenâb-ı Allah iyilik ve kötülüğün neticelerini Kitap ve sünnetle bize bildirmiştir. Biz kötü tercihimizin mesuliyetini çekmekle tam bir adalete mazhar oluruz. Allah-u Teâlâ Nisa Sûresinde şöyle buyurmuştur: “Sana güzellikten her ne ulaşırsa, bil ki Allah’tandır; kötülükten de başına her ne gelirse bil ki bu da sendendir.” (Nisa, s. 79)

    Çünkü bir nimetin vücudu, o nimetin umum şartlarına bakar. Hâlbuki o nimetin yokluğu, bir tek şartın yok olmasıyla oluyor. Meselâ; bir bahçeyi sulayan cetvelin deliğini açmayan adam, o bahçenin kurumasına ve o nimetlerin yokluğuna sebep ve illet oluyor. Fakat o bahçenin nimetlerinin vücudu, o adamın hizmetinden başka, yüzlerce şartın vücuduna bağlı olmakla beraber, illet-i hakikî (hakiki tesir sahibi) olan kudret ve irade-i Rabbaniye (Allah’ın iradesi, dilemesi) ile vücuda gelir. (17. Lem’a)

    Demek ki bir fiilin yaratılması için yüz şart gerekirse, bizim meylimiz ve istememiz sadece bir şarttır. Doksan dokuz şart yerine gelse, bir şart eksik olsa o fiilin yaratılması için şartlar tamamlanmamış olur, eksik kalır.

    Ancak yüz şart yerine gelse bile, acaba o fiilin yaratılması için yeterli midir? Hayır değildir. Çünkü hakiki tesir sahibi olan Allah’ın iradesi ve kudreti tecellî etmeden o fiil yaratılmaz. Onun için sebeplerin hiçbir tesiri ve icat kabiliyeti yoktur. Bizim irade-i cüz’iyyemiz de sebeplerden sadece birisidir. Allah bizim cüz-i irademizi kendi küllî iradesi ve kudretine bir şart yapmıştır.
    Abdulbaki

Kullanıcı isminiz: Giriş yapmak için Buraya tıklayın

Bu soru sistemi, zararlı botlara karşı güvenlik için uygulamaya sunulmuştur. Bundan dolayı bu kısımı doldurmak zorunludur.