Kader, kazâ ve atâ
İslâmın açıklanmamış hiçbir meselesi yoktur. Her konusu gayet açık bir şekilde anlatılmıştır. Ancak halk arasında bazı İslâmî konular yanlış anlaşılabilmiştir. Bunların başında da “kader” konusu gelmektedir. Bu konu imanî bir mesele olduğu için, bazı îtikadî sapmalar içine girildiği de görülmüştür. Doğru İslâmiyeti ve İslâmiyete lâyık doğruluğu öğrenmek ve yaşamak gerekmektedir. Doğru İslâmiyeti öğrenmek ve yaşamak için de doğru kaynaklara—Kur’ân, Sünnet ve özellikle Risâle-i Nur’lara—başvurmamız gerekir.
Kader meselesi Kur’ân-ı Kerim’de şu âyetlere dayanmaktadır:
“Göklerin ve yerin mülkü kendisinin olan, evlât edinmemiş olan, hükümranlıkta ortağı bulunmayan, her şeyi bir ölçüye göre yaratıp kaderini tayin eden...” (Furkan Sûresi: 2) “Ne yeryüzünde vaki olan, ne de sizin başınıza gelen hiçbir musibet yoktur ki, Biz onu yaratmadan önce bir kitapta yazmış olmayalım. Bu, Allah için pek kolaydır.” (Hadîd Sûresi: 22) “Allah dilemedikçe, siz hiçbir şey dileyemezsiniz!” (İnsân Sûresi: 30) “O’nun katında her şey bir takdir (kader) iledir.” (Ra’d Sûresi: 8) “De ki; Allah’ın bizim için yazdığından başkası bize erişmez!” (Tevbe Sûresi: 51)
Kader, Cenab-ı Hakkın kâinatta olmuş ve olacak her şeyi bilip, Levh-i Mahfuz’unda (her şeyin yazılı, kayıtlı olduğu kader levhası) takdiri ve yazmasıdır. Takdir-i İlâhîdir.
Kadere iman, yani her şeyin Allah’ın takdiriyle olduğuna inanma, imanın rükûnlarındandır. Bir mü’min, her şeyi, hatta fiilini, nefsini Allah’a vere vere sonunda teklif (imtihan) ve mesuliyetten kurtulmaması için karşısına cüz-i ihtiyar (seçme, dileme, irade) çıkmakta, ona ‘Mesul ve mükellefsin!’ demekte; yine yaptığı iyilikler ile gururlanmaması için de “kader” karşısına çıkıp ‘Haddini bil, yapan sen değilsin’ demektedir. (26. Söz)
Kader bir ilimdir. Her şeye manevî ve hususî kalıp hükmünde bir miktar tayin eder. Her şeyin bir haddi vardır. Kaderin çizdiği bu miktar ve sınır, o şeyin vücuduna bir plan, bir model hükmüne geçer. Bitkilerin çekirdeklerinde bulunan kuvveler (kuvvet, güç, kabiliyetler) kader kalemiyle yazılmıştır ve kuvveden fiile (harekete) geçmeleri o kader planına göre olmaktadır.
Kader ve kaza meselesi bütün İslâm âlimlerini ve de felsefecilerini meşgul etmiş bir meseledir. Kader ve kaza, Allah’ın irade ve kudret sıfatlarının zarurî bir gereğidir. Çünkü şu kâinatta cereyan eden hadiselerin tamamı bir ilme, bilgiye dayandığı gibi, meydana gelmeleri de bir kudretle gerçekleşmektedir. Onları bilen ve yaratmaya kudreti yeten Zat, onların yokluktan varlığa çıkmalarını irade etmiştir. Allah’ın ilmi, kudreti, iradesi ve diğer sıfatlarıyla yarattığı bu kâinat ve şu hadiseler, elbette ki bir tayin ve takdire, bir plan ve esasa dayanmaktadır. İşte kader bu planın takdir edilmesi, kaza ise icra edilmesi, yani yerine getirilmesi demektir.
Kader, varlıkların ve hadiselerin bütün halleri ve vasıflarıyla, sebepleri ve şartlarıyla, hâiz olacakları kuvvet ve kabiliyetleriyle, varlık âlemine gelecekleri zaman ve mekânlarıyla Allah (cc) tarafından ezelde tayin buyurulması ve bir tertip ile kaydedilmesi demektir.
Kaza ise ezelde takdir olunan her şeyin Allah’ın halk ve icadıyla vücut sahasına çıkması demektir.
Bu izahlara göre, kader ilim sıfatına, kaza ise kudret sıfatına dayanmaktadır. Kader kazadan önce ve daha şümullüdür. Her kaza olunan şey kaderde vardır, fakat kaderde olan her şey kaza olmuş denilemez. Yaratılmayan şeyler kaderdedir, yani Allah’ın ilmindedir, onlar için ancak kaza edilmemiş diyebiliriz.
Kaderin kazadan daha geniş ve etraflı olmasını şöyle de açıklayabiliriz:
Bir kişi Allah’ın (cc) yasakladığı fiilleri işlerse isyankâr olmuş olur. Aynı insan, Allah’ın (cc) emirlerini yerine getirirse iyi bir insan ve makbul bir kul olur. İşte birbirine zıt olan bu iki netice de kaderdir. Allah, asi ve salih olmanın yollarını ezelde böylece tayin ve takdir buyurmuştur. İnsanlar bu iki yoldan hangisine giderse, onun neticesine varır. Burada kader zorlayıcı değildir. Seçen biziz ve sonucuna katlanmak da bize ait olmalı. Bizler ister, meyleder ve seçeriz, Allah da seçtiğimiz filleri kudreti ile yaratır. İşte bu neticenin yaratılması kazadır ve aynı zamanda İlâhî takdirin gereği olduğu için de kaderdir.
Ayrıca “Atâ, kaza ve kader” Allah’ın (cc) üç kanunudur. Bir şey hakkında verilen karar kader, o kararın infazı (yerine gelmesi) kaza, kararın iptaliyle hükmü kazadan affetmek atâ demektir. Atâ; bağışlama ve lütûftur. “Atâ, kaza kanununu, kaza da kaderi bozar... Evet, yumuşak bir otun damarları, katı taşı deldiği gibi, atâ da kaza kanununun katiyetini deler. Kaza da ok gibi kader kararlarını deler. Demek atânın kazaya nispeti, kazanın kadere nispeti gibidir. Atâ, kaza kanununun şümûlünden ihraçtır; kaza da kader kanununun külliyetinden ihracıdır.” (Mesnevî-i Nuriye, s. 175)
Meselâ, bir musibetin ve belânın takdir edilip yazılması kader, belânın nüzûlü (inmeye başlaması)—infazı—kaza, sadakanın belâyı durdurması ise atâdır.
Tîn Sûresi’nde de atâ, kaza ve kadere örnek vardır.
“And olsun ki, Biz, insanı en güzel bir şekilde yarattık. Sonra da onu en aşağı seviyeye indirdik—ancak iman eden ve güzel işler yapanlar müstesna.” (Tîn Sûresi: 4-6) Bu âyette insanın en güzel sûrette yaratılması kader, sonra da onun kendi iradesi ile en aşağıya inmesi kaza ve iman edip güzel işler yapanların bundan müstesnâ kalması ise atâ kanununun şümulüne dahil olmalıdır.
Öyleyse şöyle diyebiliriz:
Atâ (Allah’ın şarta bağlı olarak, affı ile infazı kaldırması) kaza kanununu, kaza da kaderi değiştirebilir. “Bu hakikate vâkıf olan ârif, ‘Yâ İlâhî! Hasenâtım (iyiliklerim) Senin atândandır, seyyiâtım (günahlarım) da Senin kazandandır. Eğer atân olmasa idi, helâk olurdum’ der.” (Mesnevî-i Nuriye, s. 175)
Abdulbaki