Onca yükün arasında, yeni bir yük olarak karşına çıkmaktan Allâh’a sığınarak…
Fakat bir yandan da, sıkıntıları tek başına aşacak güçten mahrum, derin bir mecbûriyetle, sadece seninle dertleşesim var… Zira, sen benim “Can Babam”sın!
Tam da şu demde, yani tam da seni, bahçende dolaşırken seyreyleme arzusu delice içimi kaplamışken… Sanki, o bahçede seninle beraber geziniyor olsam, bütün endişe ve dertlerimden sıyrılabileceğimi zannederken…
Yeni yüklerin altına baş koymam gerektiğini çok yoğun hissettiğim şu anda… Ve sık sık, bütün yorgunluklardan kurtulmak istercesine, belki de işin kolayına kaçarak, her şeyden çok ölmeyi özlediğim şu zamanda…
Kim anlar ki, beni senden daha iyi? Say ki, yılana sarılmışım ve bir başka yılan da kapımda beklemede…
Say ki, ben çaresizim… Çaresizlik beni kirletti ve bu kirliliğin etkisiyle, yoruldum… Hani desen ki:
“-Kızım, hâlinden gâfil mi sanırsın babanı?”
Cevabım hayır olur… Hissederim ki, her ânımdan biiznillâh haberdarsın ve her ânımın sıkıntısı, benden çok seni yormada…
Şimdi, o güzel gözlerinin, mahzûn tek bir bakışına sebep olmaktan Allâh’a sığınıyorum tekrar…
Seni üzmenin, seni yormanın vebâlini, hangi ruh yüklenebilir ki? Tüm bu hissiyât içinde, yine de dertleşesim var işte…
Kapısına düştüm bir yılanın… Yıllarca kaçtıktan sonra, en sonunda yakalandım. Hasretle beklercesine açtı kapıyı…
Büyük bir tâzimle içeri buyur etti beni… Sanki, kırk yıllık dostmuşuz gibi, sanki, öz be öz kardeşmişiz gibi karşıladı…
Dedi ki:
“-Nerelerdeydin, bu zamana kadar neden gelmedin? Oysa ben hep burada seni ve senin gibileri bekler dururum. Bak, en sonunda döndün dolaştın, kapıma düştün. Şimdi, geçmişi bir kenara koyalım da, bundan sonrasına bakalım değil mi?”
Ses etmedim. Zira oraya neden gittiğimi pek iyi biliyordu. Bana karşı gösterdiği hürmetin biricik sebebi de zaten buydu. Beni, kapısına düşüren sebep dışında, ne bir tanışıklığımız, ne de bir bağımız vardı… O sebep: İmkânsızlıktı…
Aslında, oraya varmadan önce, pek çok dostun yanına uğramıştım. İhtiyacımı öncelikle onlara arz etmiştim. Çünkü onların adı dosttu, arkadaştı, gardaştı…
Ve el açmak, dost önünde yaraşırdı. Fakat her biri, kendi derdiyle pek meşgûl ve kendi imkânsızlıklarıyla pek mağdur göründüler…
Elimi açtığım vakit, boş çevirmeyen birkaç sayılı kişi de, ihtiyacımı gidermek husûsunda âciz düştüler.
Hâsılı, yıllarca kaçtığım kapıya, varmış bulundum. Üstelik, oradan bana, öyle bir kir bulaştı ki, bilmem ne kadar zamanda temizlenir.
Ne acıklı bir manzara… Bile bile işte, bir yılana sarıldım.
Dedi ki:
“-Ne garip davranıyorsun?… Ne bir heyecan, ne bir sevinç görebiliyorum yüzünde… Bana sarılmak az iş mi? Oysa sen, üstelik gülümsemiyorsun. Senden önce nicelerinin gözlerinde, buraya gelip, benden nasiplendikleri için, mutluluk ışıltısı gördüm.
Hâlbuki senin gözlerinde, aynı ışıltının zerresini göremiyorum. Hani, bu hâlini üstüme alınacağım ama, doğrusu, şu kıymetli varlığıma da kıyamıyorum. Sana kapımı açmışım, en yakınların esirgerken, sana vermişim, az iş mi? Neyse…
Senin hislerine takılmak, benim gibilere yakışmaz. Zaten çok önemli de değil bu… Sen istediğini hissedebilirsin. Önemli olan, buraya gelmiş olmandır.
Çünkü gelmen, benim bir taze hayata daha kavuşmam demektir. Kapıma her gelenle birlikte, yeniden can bulurum!”
Ona dedim ki:
“-Beni cennet mülkü bile heyecanlandırmazken, şu dünya mülkü mü heyecanlandıracak?
Benden önce gelenlerin durumunu bilmem ama, sana sarılmakla yükleneceğim vebalden ötürü, içimi ancak, pek büyük bir keder kaplıyor.
Her ne kadar, başkalarının yapamadığı bir iyiliği yapıyormuş gibi görünsen de, ben gayet iyi biliyorum ki, sen kendinden başkasını düşünmezsin. Verdiğini benden fazlasıyla geri alacak olmasan…
Sana can katacak olmasa, benim varlığımı semtinde bile istemezsin. Hâsılı yaptığın, dostlukmuş gibi dursa da, değildir. Senin bana fayda diye sunduğun zehir, tâ ezelden alçaltılmış ve bana haram kılınmıştır!”
Şaşırdı.
“-Mâdem ki, o kadar kötüyüm, neden geldin?” der gibiydi…
Ama bunun cevabı, daha büyük kederlere boğuyordu içimi… Nasıl derdim ki, gittim, ama gittiğim o kapılardan boş döndüm… Nasıl derdim ki, gittim ama, herkes sadece:
“-Allah yardım etsin!..” deyip geçiştirdi…
Bir yılana karşı, nasıl olur da kendi karındaşımı kötülerdim. Sustum… Susmak içimi yaktı… Dayandım…
Gerçi, beni bir yılanın eline bırakanlar için, dost sıfatını kullanmak ne kadar doğruydu, şüphe duydum.
Şüphe duydum, rahatlığından fedâ edip, Allâh için yorulmayandan… Şüphe duydum, onca zenginlik arasında, nefsinden gayrısına harcamaya yol bulamayandan…
Sonra dedim ki:
“-Hayır! Kendi nefsine âit kusurlardan ötürü başkalarını suçlama! Bu ancak, senin kendini kayırman ve kötülüğüne kötülük katman olur! Kimseyi bahane olarak sunma. İyi bil ki, yarın mahşerde, her biri, sadece kendini savunacak.
En yakınların bile sadece, kendi nefislerini kurtarmanın peşinde koşuyor olacak… Kabul et ki: Dünya mahşerinde nasıl yalnız kaldıysan, Sûr’un ardından gelecek mahşerde de, öyle yapayalnız kalacaksın.
Hatalarına, günahlarına, senden başka sorumlu arama ki, herkes kendince haklı. O hâlde, elinden geldiğince, Allâh’ın merhametine sığın ve şartlarını zorla…
Seni bir yılanın kapısına düşüren sebeplere takılma da, o kapıya düşmekten ötürü edeceğin tövbeye hazırlan! Zira artık kirlisin ve başkalarının kiri ile meşgul olacak hâlin yok!”
Kişi, kendi nefsine savcı kesilince, başka kimsenin yermesine gerek kalmaz. Nefis, kendini yereni, ilâhî lutuftan saymadıkça, bin yıl da geçse, adam olmaz. Adam olan ise, meth-ü senâ edilmekle yerilmeyi eşitlemiştir gözünde.
E şimdi, ne çıkar ki, bir yılanın kapısına vardın diye, kötülese biri seni?! Zaten sen, kendini kötüleye kötüleye bitirmişsin.
Ve ne çıkar ki, biri de çıkıp, aynı sebeple yüceltiverse?! Zaten sen, o ne kadar yüceltse de, yılana sarılmanın iyi bir şey olmadığına peşin peşin iman etmişsin.
Şimdi, ikinci bir yılan, kapıma geldi.
Eee, tabî sevilmeyecek gibi değilim. Borcuna sâdık biri olarak, her ay karnını şişirmedeyim onun. Tabii ki, sevecek beni.
Üstelik, imkânsızlıklar devam ettiği için, yeni bir sarılmanın eşiğinde, içimde bin endişe ile dikilmedeyim. Gözlerini açmış, beni bekliyor yılan.
Kirime kir katmak için, beni bekliyor. Ve önceden olduğu gibi, neden bilmiyorum, dost zannettiklerim beni hep, o yılana doğru itiyor…
Sonra hayalimde, her ihtiyaçtan âzâde o mekân canlanıyor… Dünya ihtiyaçları dört bir yanımı kuşattıkça, bir ân evvel oraya varma isteği büyüyor içimde… Kefenime sarılıp, tezden uzansam diyorum…
Küçüğüm… Fakirim… Muhtacım… Hissediyorum…
Korka korka nasılından, yine de son nefesi özlüyorum sık sık…
Ürküyorum bu gidişten…
Yüzü sımsıcak dostlardan yardım gelmeyince, soğuk bakışlı yılanların, yardım maskeli tefeciliğine kalıyor meydan…
İşte tam da burada… Kendisinden zerrece heyecan duymadığım dünya varlığını, sırf çok büyük bir ihtiyaç hâline gelmesi sebebiyle sahiplenmek için, yine yılana doğru sürüklendiğimi hissettiğim bu noktada…
Haykırmaktan tükeniyor içim:
Bu noktada dilenmek bana farzdır!
Lâkin!
Senin kapından başkasında dilenmek haram!
Yardım et! Zira kızın imkânsızlık dalgasında savruluyor…
Yardım et! Zira kızın, yılanlarla sarmaş dolaş oluyor babacığım!
Neslihan Nur Türk