Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in damadı ve amcaoğlu, Hulefâ-i Râşidîn’in dördüncüsü olan Hazret-i Ali, 600 yıllarında Mekke’de doğdu. Hicretin ikinci yılının son ayında Peygamberimiz’in kızı Fâtıma ile evlendi. Başta Bedir, Uhud ve Hen¬dek olmak üzere bütün gazalara ka¬tıldı, bu savaşlarda Rasûl-i Ekrem’in sancaktarlığını yaptı. 28 Ocak 661’de Hâricî bir suikastçı tarafından zehir¬li bir hançerle şehid edildi.[/COLOR][/SIZE]
***
Hazret-i Ali, Sakif Kabilesi’n-den bir şahsı Ukberâ’ya vali tayin etti. Sonra da kendisine öğleye doğru gelmesini söyledi. Vali adayı, huzura geldiğinde çok şaşırdı, halîfenin bir muhafızı bile yoktu, yanında boş bir kapla su dolu bir bardak duruyordu. Adamlarına torbasını getirmelerini emretti.
Vali adayı, halîfenin kendi¬sine güvendiğini, buna karşılık ona bir torba dolusu mücevher verece¬ğini düşündü. Hâlbuki getirilen sa¬dece bir un torbasıydı.
Torba gelince halîfe ağzını çözdü, içinden bir mik¬tar un çıkarıp yanındaki kaba koydu, üzerine su döktü. Sonra da karıştırıp önce kendi içti, ardından misafirine ikram etti; ardından torbanın ağzını tekrar bağladı. Bunun üzerine vali adayı kendini tutamadı:
“–Yâ emîre’l-mü’minin! Irak’ta birçok lezzetli yemek dururken, sen bu yemeği mi yiyorsun?”
Hazret-i Ali şöyle cevap verdi:
“–Evet!”
“–Torbanın ağzını niye bağlı¬yorsun?”
“–Cimri olduğum için değil; israf olmasın, unlar dökülmesin diye bağlıyorum.
Çünkü kendime yetecek kadar un alıyorum. Unlar dökülür de, adamlarım bana, başkasına ait bir gıdadan yemek yaparlar, diye korku¬yorum. Mideme haram veya şüpheli şeylerin girmesini istemem!”
İSTANBUL’U SEN ALACAKSIN!
Asıl adı Şemseddin Muhammed olan Akşemseddin (Akşeyh) Haz¬retleri, 1390 yılında Şam’da doğdu. Baba tarafından soyu İslâm halîfesi Hazret-i Ebûbekir’e kadar uzanır. Genç yaşta Osmancık Medresesi’ne müderris tayin edildi. Devrinde iyi bir hekim olarak şöhret kazandı. Tıp tarihinde ilk defa mikrop kavramı¬nı ortaya attı. Sultan Fatih’in talebi üzerine, Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin kabrini keşfetti. Şeyhinin halîfesi ol¬duktan sonra gösterişten korunmak için, önce Beypazarı’na, daha sonra Göynük’e yerleşen Akşemseddin, hayatının son yıllarını orada geçir¬di. 1459 Ocak’ında 70 yaşlarında iken vefat eden büyük âlimin türbe¬si Göynük’tedir.
***
“Elem çekme beyim, günün bi¬rinde sen de İstanbul’u alacaksın! O zafer gününde gazilere adaletle mu¬amele et!” dedi.
Sonra sarığını çıkarıp, küçük şehzadenin başına koyarak ısrarla fethi müjdeledi; fetihle ilgili âyet ve hadisleri okudu. İstanbul’u fethetme düşüncesini, Fatih’in zihnine daha o yıllarda yerleştirdi.
VELİAHT FALAN TANIMAM!
Adını tarihe, «Ali Suâvî Olayı» ile yazdıran Yedi Sekiz Hasan Paşa 1831’de Çorum’da doğdu. 1853’te Ruslarla yapılan Kırım Savaşı’na er olarak katılıp büyük kahramanlıklar gösterdi. Savaş sonrası seraskerlik karargâhında görevlendirilen Ha¬san Paşa, tezkere bırakarak askeri¬yede kalmaya karar verdi.
Asayişi sağlamak üzere, yüzbaşı rütbesiyle Balıkesir Zaptiye Taburu’nda görev yapan Paşa’nın cesareti duyanları hayrete düşürüyordu. Sonunda nâmı saraya kadar ulaştı. Sultan Abdü¬laziz tarafından İstanbul’a çağrılan Hasan Paşa, sarayların korunmasın¬dan sorumlu Beşiktaş Karakol Ko¬mutanlığına getirildi. Abdülaziz’in vefatından sonra görevinden alınan paşa, 1876’da Sultan II. Abdülha¬mid tarafından, ferik rütbesi verile¬rek aynı vazifeye yeniden getirildi. 1878 Mayıs’ında Ali Suâvî tarafın¬dan sultana karşı düzenlenen büyük bir darbeyi önleyen Hasan Paşa, 23 Ocak 1905’te, 73 yaşında iken haya¬ta veda etti.
***
Hasan Paşa, Sultan Abdülaziz’e büyük bir samimiyetle bağlıydı, onun emirlerini harfiyen uygulardı. Bir gün sultan, Balmumcu Çiftliği’ne gidecekti. Yolda her türlü tedbir alın¬mış, ilâve muhafızlar yerleştirilmişti.
Civarda, Hacı Osman Bayırı’n-daki bir köşkte ikamet eden Şehzade Abdülhamid Han, aynı saatte köşke dönüyordu. Yolda önüne Hasan Bey çıktı ve ona:
“Yasak!” diyerek, hünkârla aynı yöne gitmesini engelledi. Bu¬nun üzerine Abdülhamid Han:
“–Beni tanımadınız mı?” dedi. “Ben ikinci veliahdım.”
Aldığı cevap enteresandı:
“–Veliaht, meliaht tanımam; ben padişahın adamıyım, sadece onu tanırım.”
O gün şehzade kendini tanı¬tamayarak, köşküne geçiş imkânı bulamadı.
Abdülhamid Han, bu duruma ilk anda kızdıysa da, onun padişaha olan bağlılığına hayran kaldı. Paşayı hâfızasının bir kenarı¬na kaydetti.
BASTONU KAFANIZA YERSİNİZ!
Ali Emîrî Efendi, 1857’de Diyar-bakır’da doğdu. İlköğrenimini orada¬ki Sülûkiyye Medresesinde yaptı. 8-10 yaşlarında iken tarifsiz bir okuma merakına kapıldı. Dört bin beyitlik «Nevâdirü’l-Âsâr» isimli şiir kitabını bu sıralarda ezberledi. Ali Emîrî Efen¬di tam bir bibliyoman, hattâ kitap de¬lisiydi.
Defterdar ve muhasebeci ola¬rak dolaştığı yerlerden sandık sandık kitaplar getirdi. Fatih’teki Millet Kü¬tüphanesi onun tarafından meydana getirildi. 23 Ocak 1924’te vefat eden bu kıymetli kitapsever, Fatih Camii hazîresine defnedildi.
***
Ali Emirî Efendi, İstanbul’un işgal edildiği 1920’li yıllarda garip, garip olduğu kadar da sinsi bir tek¬lifle karşı karşıya geliyor. Fransız işgal komutanı bizzat kütüphaneye geliyor ve kitaplarını satması için kendisine üç bin İngiliz Lirası teklif ediyor. Sonra da şöyle diyor:
“–Paris’te bir şarkiyat enstitü¬sü kuralım, siz de buranın müdürü olun!”
Şartları cazip hâle getirmek için ilâve ediyor:
“–Hem ömür boyu maaş alır¬sınız, hem de emrinize vereceğim Müslüman hizmetkârlar ve Bolulu aşçılarla rahat bir hayat yaşarsınız.”
Ali Emîrî Efendi şu cevabı ve¬riyor:
“–Ben bu kitapları milleti¬min bana verdiği maaşla topladım. Benden sonra bu milletin çocukları onlardan istifade etsin diye hepsini vakfettim. Biz Türkler misafirperver insanlarız, teklifinizi duymamış ola¬yım; aksi takdirde şu elimdeki bas¬tonu kafanıza yersiniz!”
Yazar Handenur YÜKSEL