Sen kimin şeytanını taşlıyorsun?

Deli sorar: — Niçin şimdi durup dururken Paris'e gitmeye karar verdiniz? Kadın cevap verir:

— Galiba kendimizden kaçıyoruz.

Kocasının cevabı da kendincedir:

— Kimbilir belki de bir umutsuz boşluktan (from hopeless emptiness) kaçıyoruz.

— İşte şimdi konuştun, diye mukabele eder deli, ve hemen ardından şu harika tesbiti yapar:

— Çoğu insan boşluğun farkındadır, ama umutsuzluğu görmek gerçekten cesaret ister. (Plenty of people on to the emptiness, but it takes real guts to see hopelessness.)

Başrollerini Leonardo DiCaprio ile Kate Winslet'in oynadığı, Sam Mendes'in “Revolutionary Road” adlı filminden...

* * *

Umutsuz boşluk...

Yani sınırları bilinmeyen, görünmeyen bir boşluk...

Ötesine geçilme imkânı olmayan, aşılma şansı olmayan bir boşluk...

Umutsuz bir boşluk...

İnsanoğlu kendisini aslâ bu boşluğa teslim etmemeli... boşluğu görse de umutsuzluğa kapılmamalı... ne yapıp edip umudunun, umud etmenin yolunu bulmalı, çıkarmalı... mutlaka bir yerlerde aşılacak bir sınırın olduğuna inanmalı... öyle ki üzerinde mahsur da kalınmış olsa yüksek zirvelerden inilebileceğine... dibine bırakılmış da olsa derin kuyulardan çıkılabileceğine...

Umutsuz kalmamalı... umutsuzluğa teslim olmamalı... ve fakat her halukârda umudun/ümidin ne olduğu bilinmeli...

* * *

İrfan ustaları, hakikat yolcusunun heybesinde iki azık olmalı derlerdi: havf (korku) ve reca (ümit).

Havf, emn'in (güven'in), reca da ye'sin (ümitsizliğin) zıddıdır.

Hakikat yolcusuna güven de yaraşmaz, ümitsizlik de. Bilâkis hakikat yolcusu her adımında korku ile ümidi bir arada bulundurmalı, korkularını ümitle, ümitlerini korkuyla terbiye etmeyi, dengelemeyi öğrenmelidir.

Ne ki ümid'in mahiyetini ve hakikatini bilen azdır.

* * *

Kişi geçmişi, geçmişteki iyi hâlleri hatırlar ve sevinir; zikr ve tezekkür'ün faydası budur! Geçmişi anmak, zikr u tezekkür sayesinde keyiflenmek...

Geçmiş yerine şimdiki hâl ile keyiflenmenin adı ise zevk ve idrak'tir.

Mücerred olarak kişinin gelecekteki iyiliklere kavuşmayı beklemesine intizar veya tevakku denir.

Ne ki elindeki tohumu betonun üzerine serpip orada çiçeklerin yetişmesini hayal etmek, aslâ “ümit etmek” demek değildir. Aksine hamakattir. Gurur ve hamakat...

Tohumu saksıya ekip onu güneşe çıkarmadan, suyunu vermeden, bakımını yapmadan o saksıda çiçek yetişmesini beklemek de “ümit etmek” değildir; sûfiler bu hâle 'temennî' derler.

Saksıya tohumları ektikten sonra onu güneşe çıkaran, suyunu veren, bakımını yapan kimselerin ancak umuda hakkı vardır. Ümit, yapacaklarını yaptıktan sonra iyi sonuçlar beklemek demektir.

* * *

Hamakat, temennî, ümit, istikbale ilişkin bu üç beklenti hâli birbiriyle karıştırılır, ve nedense varoluş yasaları nazar-ı itibara alınmaksızın mucize beklemenin adı ümit (recâ) olur.

Ümit etmenin bir bedeli vardır; hayrı beklemenin, hayra ulaşmanın... Korku'nun ümitle birlikte bulunmasının yararı da budur; ümit sahibi olabilmek için gerekli bedeli ödemek...

Hamakat ve temennî sahiplerinin eksiği korku'dur; beklentilerinin boşa çıkabileceği ihtimalini gözetmedikleri için, böyleleri korkmazlar. Emniyet içindedirler, hâllerinden de, istikballerinden de.

Şeytan'ın en sevdiği zaaflardandır; yolcunun bir kanadını kırar ve korkudan azad edip onu yola ümitle çıkarır; ümidini temennî derekesine indirir.

* * *

İbadetlerin zahiriyle bâtını arasında, ibadet edenlerce de kapatılamayacak genişçe bir mesafe vardır. Zahiriyle batını arasında, yani kendisiyle maksadı arasında...

Hakikatle mecaz, zahirle batın, ahkâmla esrar arasındaki mesafe kapanmadığı gibi, hakikat mecazın, zahir batının, ahkâm esrarın önünde bir perde teşkil eder. Çoğu kez.

Eldeki fener, aydınlatmak yerine karartmaya başlar.

* * *

Misâl olarak 'şeytan taşlamak'tan söz edebiliriz.

Nedir şeytan taşlama?

Haccın safahatından olmak üzere Arafat'ta güya şeytana 70 taş atmak! Milyonlarca, milyarlarca hacı, asırlardır, güya şeytana, şeytanın temsil eden büyük taşlara küçük küçük taşlar atıyor.

Böylelikle şeytan hakikaten taşlanmış, müminlerin dünyasından kovulmuş, tardedilmiş mi oluyor?

Sadece lafzen “eûzu besmele” çekmekle, nasıl ki taşlanmış (recmolunmuş, huzurdan kovulmuş) olan Şeytan'dan Rahman-Rahim Allah'a sığınılmış olunmuyorsa, o küçük taşları muayyen bir mahalle gelişigüzel fırlatmakla da Şeytan taşlanmış olmaz!

Olur mu yoksa?

Hakikaten işe yarar mı? Yaradı mı?

İyi düşünmek gerek! Bir kez daha, yeniden ve iyice düşünmek gerek!

* * *

Şeytan taşlamanın hakikatini bilmek, önce taşlanacak şu şeytan'ı biraz tanımak gerekmez mi?

Kimi nereden ve nasıl kovacağız? Kovduğumuz Şeytan'ın gücü nedir, bizim gücümüz ne? Şeytan'ı ne kadar tanıyoruz, onun ayartmalarına karşı ne denli hazırlıklıyız? Marifetimiz nedir? Nefsimize ârif miyiz? Marifetullahtan nasibimiz ne nisbette?

Şeytan denince, o mücerred, boynuzlu, kuyruklu, sürme gözlü mahluku tahayyül edersek, taşlamak deyince de yerden küçük küçük taşlar toplayıp bir mahalle atmayı anlarsak, acaba nefsimizden Şeytan'ı uzaklaştırmayı başarabilir miyiz?

Şeytan sadece Arafat'ta ikamet etmediğine göre, meselâ İstanbul'daki şeytanları taşlamak için gerekli taşları nereden bulacağız?

Arafat dışında taşlayacak şeytanlarla nerede karşılaşacağız?

* * *

Ey talib! “Bu umutsuz boşluktan bizi çıkarabilecek geçidi nasıl bulacağız?” diye soruyorsun.

İftar sofralarını protesto etmekle işe başla! Hani şu lüks restaurantlarda, beş yıldızlı otellerde, dindar haramzâdelerin sofralarında verilen o şa'şalı, o debdebeli, o tantanalı, o kallavî iftar sofraları var ya, önce nefsini o fısk dolu iftarlardan koru, o masalarda iftar yapmaktan utan, o iftar tarzının orucunun hakikatini bozacağından emin ol! Sonra o fısk sofralarına bir taş at da bak bakalım, şeytanın asırlardır açıkta kalan o tek gözü bu sefer gerçekten de kör oluyor mu, olmuyor mu?

Yapacağın en son şey, ey talib, şeytanı hafife almak olsun!

Şeytanını!

DÜCANE CÜNDİOĞLU