Firak Vurdu Can Evimden

Sustu kalem konuşmadı… Bin bir hicap, bin bir nedamet ve arla kızardı kalem; bozardı kalem…
Nasıl konuşsun kalem? Nerde o cüret ve şecaat; nerde o şevket ve keramet?...

Taş kesildi kalem… Kalemi tutan elden can çekildi, kurudu kalem…

Kaleme hükmeden yürek titredi; durdu kalem…

Hani ya işte, ne yapsındı kalem?


Evvelki gün aşka yelken açmış, bir nebze de yol almıştı gönül.
Dün ise aşk kulesine merdiven dayamış, basamak coşmuştu gönül.

Şimdi aşkın sadedinde can tarağa dayandı…

Zaman dondu kaldı, mekânı yeller aldı…

Aşkın yangını, her cana alev saldı…

İşte aşkın mezbahanesinde, can çekişmeliydi gönül.

Ama gönül mahcup ve ürkek, ölümle becayiştedir er meydanında…

Kalem kırık, gönül derbeder, can tarumardır aşk meydanında…

Keşke, canhıraş yangınlara göz kırpmadan, atlayıverebilseydi gönül…

Keşke dehşete bulansa; yaralar kaplasa; kanlara boyansaydı gönül…

O zaman anlar mıydı, her mekânın cennet olduğunu ve her anın vuslat olduğunu, aslında.


Aşkın deli narına, gözyaşları sağanak olur, Mümin mazlumhanelerde…

Aşk oduna yanmayı, göze almasa da can, yine de yanar firak ateşlerinde…
Çünkü suçludur, günahkârdır, sefildir can.

Vuslat tahtına yaklaşamaz; zira kirlidir, hordur, hakirdir can…

Sanırdım öznesi benim aşka dair her cümlenin…

Zarfıydı gönlüm, vuslatın her yüklemine…

Nedenler oysa hayat romanım, baştan sona firaktan mürekkep…
Ve ayrılık, benim lügatçemde her sözcüğün, nedendir karşılığı?


Tenhadayım… Yine tenhadayım…

Efendisinden kaçan bir köleyim ve yanıyorum ırak zemherilerde…

Ben kimim, nerdeyim? Bu yabancılar da kim?

Neredesin ey İbrahim(as)’in duası?

Ben ateşsiz yanıyorum, niye?... Ve neden İbrahim(as)’i yakmaz ateş?...

Yoksa ateş de mi anladı; aşkımı sattığımı?

Sakın bana ateşin, aşk olduğunu söylemeyin!... Yanarım yoksa…


Ben körpe bir neferiyim bu çelebi aşk kervanının…

Çok fazla olmadı, kat ettiğim yol; ama asırların yükü var omzumda.

Ve ben kıtaların kirine bulandım, bu kadarcık ömrümde…

Çamur yedim, bataklık diplerinde… Kir yedim…

Hayat çürüttüm ve ayak sürüdüm mehtaplı bir gecede, aşk yollarında…

Bundandır işte, hüzün yüklü bir hamalım; çirkef asrının ahtapot kollarında…


Dizimde uyuttuğum Yakup (as) hala ağlar Yusuf (as)’una; ben en öksüz ninnilerle bağrımı paralarken.

Hayalimde hep vuslattır gezip duran ama, Zekeriya (as)’nın duasına bile sığmıyor günahlarım.

Ve değince isyanımın közüne, avuçları Meryem (as)’in; o mübarek elleri yanıyor… ben, hepten yanıyorum…

Ne ki ben, batık bir sandalım, Yunus (as)’un fırtınalı denizinde…

Ne ki ben, kayıp bir umudum, yarenler mağarasının kuytu köşelerinde…

Öyle ki ben, cürmünü dağlara yüklemiş; dağları da dağlara yüklemiş;
onları da belalı başına yüklemiş, sefil bir yolcuyum, dünya gezegeninde

Ne aşk tanıyor beni, ne de ben tanıttım kendimi, bir tanışma faslında,
sevgiliye…

Öyle çaresizim işte, şehrin izbe sokaklarında…

Öyle umarsız, öyle aşksızım işte, firakın netameli sahillerinde…

“ben annemin rahmine düştüğüm günden beri”

Ne yanabiliyorum erkekçe aşkımın tandırında, ne de yangınsız yaşayabiliyorum sevdanın gülzarında…

Bilmem ki nasılım, niceyim ben, sevgilinin nazarında?...

İşte bu benim; kırık sazım, yanık avazımla, perişan; firakın ahu zarında…


Vuslat vermesen de ey yar; sebat ver bari!

Kırılmasın mazlumların artık, her bahar umutları.

Mihrabi secdelere koyduğum alnıma, hicabın izi düştü.

Bin ahla kanayan yüreğimi koydum tevbe fırınına.

Bir tevbelik nefes ver rabbim!

İçimdeki volkanı haykıracak bir ses ver!

Aşkında yanacak heves ver!

Her vuslatın mekânı, âşıkların son durağı, neşvedar bir Firdevs ver!

amin

Nurullah Gülsever