Yaşlı Terzi İle Genç Elbise 1

Yaşlı Terzi İle Genç Elbise 1 Neslihan Nur Türk Az önce ütüsü yapılmış ve özenle yerine asılmıştı. Rengi pek güzeldi. Kumaşının kalitesi, daha ilk bakışta anlaşılıyordu. Ama bunlar bir yana, ...


Ağaç Şeklinde Aç6Beğeni
  • 2 gönderen beyza
  • 1 gönderen beyza
  • 1 gönderen beyza
  • 1 gönderen emirahmedyasin
  • 1 gönderen beyza

  1. Alt 03-29-2009, 12:30 #1
    beyza Mesajlar: 2.053
    Yaşlı Terzi İle Genç Elbise 1 Neslihan Nur Türk


    Az önce ütüsü yapılmış ve özenle yerine asılmıştı. Rengi pek güzeldi. Kumaşının kalitesi, daha ilk bakışta anlaşılıyordu. Ama bunlar bir yana, onu esas değerli ve anlamlı kılan, ustasının harika işçiliği ve titizliğiydi. O, gerekli tüm özen gösterilerek hizmete hazır hâle gelmişti ve beklemedeydi.

    Güzelliğinin ve kıymetinin farkındaymışçasına güvenle bakındı etrafa… Bu genç elbise, yaşlı terzinin diktiği kim bilir kaçıncı kıyafetti. Yılların tecrübesi ve olgunluğu ile şekil almış olan elbise, bir terziye, bir de odaya bakıp, içten içe konuşmaya başladı:

    “-Ne ilginç. Burası bir çok malzemeyle dolu. Henüz dikişi bitmemiş kumaşlar var. Hatta, daha kesilmemiş bile kimisi… Ne kadar da toylar. Anlaşılan buraya yeni gelmişler. Yazık ki, ustamın gözü, bazısına daha hiç değmemiş bile. Kıdemli olmak güzel şey canım! Bana nasıl da hayranlıkla bakıyorlar.”

    Bu sırada yaşlı terzi, gözlüklerinin üzerinden, genç elbiseye şöyle bir baktı ve tekrar önüne dönüp, işine devam etti. Bizimki bu bakıştan bîhaber, konuşmaya devam etti:

    “-Aman canım, ben de pek güzelim! Şu kaliteli kumaşıma, şu göz okşayan rengime ve şu pek zarif modelime bakan, hayran olmasın da ne etsin! Öylesine mükemmel bir elbiseyim ki, ücretimi vermeye gücü yetecek çok az insan bulunur. Tabiî ya, düğmelerimdeki ışıltı, dikişimdeki muntazamlık… Âh bilmem, hangi birini saysam…”
    Yaşlı terzi:

    “-Yorulma…” dedi. “Saymakla bitmez…”

    Genç elbise, irkildi. Büyük bir şaşkınlıkla terziye baktı:

    “-Sen…” dedi, “Sen beni duyuyor musun? Halbuki ne sesim çıkıyor, ne soluğum… Üstelik ben kumaş cinsiyim, sen ise insanoğlusun!?”

    “-Evet…” dedi terzi, “Seni duyuyorum. Zira yıllar bana, sükûtu dinlemeyi öğretmiştir. Zaman içinde, sadece insanların değil, kumaşların ve elbiselerin de konuştuğunu fark ettim. İğneyi, ipliği, düğmeyi, telâyı, makası, astarı, sabunu, kalıbı, mezurayı… Benimle beraber bulunan her varlığın sükûtunu dinlerim.”

    Genç elbisenin şaşkınlığı büyümüştü:
    “-Nasıl olur?” dedi, “Sen bir insansın?”

    Yaşlı terzi, bilge bir gülümsemeyle:

    “-Bilmem ki, nasıl olur?!” dedi, “Bak, sen de kumaştan dikilmiş bir elbisesin ama, benimle sohbete dalmışsın…”

    Birden kendine gelir gibi oldu elbise.
    “-Evet ya!..” dedi, “Bir insanla konuşmadayım, hayret… Ama aklım almadı bu işi ustam, ne olur anlamama yardım et. Sen nasıl birisin ki, seninle konuşabiliyorum ve sen nasıl birisin ki, beni duyabiliyorsun? Anlat hele, insanların duyması nicedir, nasıldır?”
    Yaşlı terzi, cevap verdi:

    “-İnsanların bazısı, sadece başının iki yanında birer kulak taşır. Bu kulaklar, onu estetik olarak tamamlasa da, fizyolojik olarak özürlüdürler ve sesleri işitme kabiliyetleri bulunmaz. Buna sağırlık denir ki, ya doğuştan gelen bir özellik olarak, ya da sonradan bir hastalık sonucu, o kişide mevcuttur. Sabreden için hayra, isyan eden için şerre yol olur. Bu gruptaki insanlar, kendi aralarında iki kısımdır. Bir kısmı, sesleri duyamaz, ama mânâyı duyar. Bir kısmı ise, temelli sağırdır.

    Bazı insanlar, sağırlıktan korunmuştur. Bunların kulakları, sesleri duyar. Fakat duyma dereceleri başka başkadır. Arabaların kornalarını, kuşların ötüşlerini, dalgaların kıyıya vuruşlarını… Hâsılı tüm sesleri rahatlıkla duyarlar. Bu gruptaki insanlar, kendi aralarında kısım kısımdır:
    Bir kısmı, tüm sesleri sadece dinler ve geçer. Bunlar, duyma nîmetinin farkına varamayacak kadar, gaflete dalmışlardır. Onlar için duymak, konusu bile edilmeyecek kadar sıradanlaşmış, herhangi bir vücut fonksiyonudur, o kadar!... Hem zaten duydukları seslere dâir yorum yapacak bir durumda da değildirler. Bu sebeple, ne hamdederler, ne de şükür!.. Ne aklederler, ne de zikir…

    Bir kısmı, tüm sesleri duyabilmekle beraber, sadece kötü konuşmalara kulak kesilir. Dedikodunun, gıybetin, iftirânın, laf taşımanın, şehvetin, gösterişin, zulmün, cimriliğin, küfrün, kinin ve intikamın sesini dinlemek, özel zevkleridir. Eeee, birinin özel zevki bundan ibaret olunca, genellikle hayatı da, bu işlerle geçip gider. Sakın, bunların da sesi olur mu deme!.. Bazı insanlar, tüm bu çirkin işlerin, en gayretli seslendirme uzmanları gibidirler. Yani bazı insanlar, bu çirkinliklerin hem sesi, hem en güçlü dinleyicileridirler. Bunlar, güzel ses duyunca, çatlayacakmışçasına sıkıntıya düşerler. Aralarında, ezân sesini bile gürültü addedenler vardır. Hazmedemez, kabız gezerler.

    Bir kısmı, yukarıdaki kötü sesleri çıkarmamakla birlikte, yine de pek hevesli birer dinleyicidir. Çirkinlik ve kötülük karşısında sadece sessiz kalmaz, bir de hevesle dinleyerek, o seslere gönül verir, bu şekilde, sessiz birer şeytan olurlar. Büyük bir vebâldedirler, ama bundan gâfildirler.

    Bir kısmı, çirkin ve şerli her türlü sese kulaklarını tıkamıştır ve gönlüne huzur verecek olan tatlı seslerle meşgûliyete dalmıştır. Bunlar, aşk şiirlerini, sevda türkülerini, zafer marşlarını ve Kur’ân’ı dinler, mutlu olurlar. Dinledikleri, huzur veren sesler olduğundan, kendileri de huzurlu ve olumludurlar. Fakat bunlar, çirkin sesi duymazlar. İyidirler, hoşturlar, ama, duyamadıkları için, çirkin sesi susturmak husûsunda bir çalışmaları olmaz. Bu açıdan bakılınca, kendi hâlinde yaşayıp giden, dünyadan haberi olmayan, etliye-sütlüye karışmayan, vasat ve tepkisiz insanlara benzerler. Kendi mutlu ve huzurlu dünyalarında, kendilerince yaşar giderler. Her koyunun kendi bacağından asılacağını zannedip, gizli bir bencillik yaşarlar... Yarın olup da, asılan koyunun eti kokuşmaya başlayınca, burunlarını bilmem hangi mandalla sıkıştırırlar?!
    Bir kısmı, hayırlı ve güzel söz ve işlerle arkadaş ve yoldaş olmakla beraber, şerli ve kötü sözlere de sağır kalmaz. Âdetleri üzere, daima hayır konuşurlar, ama şerli konuşmalara da tepkisiz değildirler. Bu kişiler, kendilerini huzurlu hissetmek için, başkalarının da hayrına vesîle olmaya muhtaçtırlar. Bu sebeple, sadece kendilerini değil, başkalarını da kötü fiil ve seslerden uzaklaştırmak isterler. Çirkin sesi duymak, onları, hayrı hatırlatmaya iter. Kendi dünyalarında, kendilerince yaşar giderler; ama yanlarında başkaları da gelsin isterler. Tek başına kurtulmak, onlara yetmez. Bir okyanusun ortasında fırtınaya kapılmış geminin, fedâkâr ve cefâkâr yolcusu gibidir onlar… Önce başkalarını, sonra kendi canlarını kurtarmak telâşındadırlar.

    Bir kısmı, işine geleni duyar, işine gelmeyeni duymaz. Bunlar, aslen iki kulak taşımakla beraber, sadece çıkarları söz konusu olduğunda kulakları açılır. Îkâza, eleştiriye, «nehy-i ani’l-münker»e, «emr-i bi’l-marûf»a ve yardım çağrılarına karşı pek sağır olmakla beraber, kendilerine yapılan her türlü iltifatın, methiyenin ve serenadın en hevesli dinleyicisidirler.
    Bir kısmı, sadece kendi sesini dinler. Bunu o kadar da abartırlar ki, kendilerinden başkasının fikrini, zikrini, derdini, teklifini ve tercihini duyamaz olurlar. Bu, bazısında pek ileri boyutta olup, böyleleri, kedinin miyavlamasını, köpeğin havlamasını, yaprağın hışırdamasını dahî duyacak kabiliyetten mahrum kalırlar. Zira kendi iç sesleri o kadar yüksek bir tonda ve öylesine sürekli çıkmadadır ki, canlı-cansız diğer tüm varlıkların sesi, onların nezdinde duyulmaz olmuştur. Bunlar, birisini dinler gibi görünürken de içten içe hep konuştukları için, duyamaz, anlayamazlar. Bu sebeple gelişemez, kendinden başka nîmet göremez, kısır, bencil ve yalnız olurlar. Herkes susmalı, yalnızca kendileri konuşmalıdır, çünkü eğer kendileri susarlarsa, zaten başka hiçbir şeyin ve hiç kimsenin de sesini duymayı başaramadıklarından, çıldırtan bir sessizliğin içinde sağır gibi kalakalırlar.

    “-Aman!..” dedi, genç elbise hayretle, “Bu ne karışık işmiş. Sorduğuma soracağıma pişman oldum. Anlamak için sormuş bulundum, anlayışıma temelli maraz geldi. Bu insanlar ne de çeşitliymiş.”

    “-Evet…” dedi yaşlı terzi ve devam etti:

    “-Öyledir ya, çeşit çeşittir… Bir kısmı, büyük kalabalıklar ve kargaşa içinde bile, yere düşen bozuk para sesini duyar. Bir kısmı, aynı büyük kalabalık ve kargaşa içinde, câmiden okunan selâ sesini duyar. Bir kısmı, namaza niyetlidir, beş vakit ezân sesini duyar… Bir kısmı balığa niyetlidir, dipteki sazan sesini duyar… Bir kısmı, kavgaya niyetlidir, her sözde isyan duyar… Kimi ihmâle alışık, an-be-an nisyan duyar… Ah elbisecik ah! Yakındır gidip onların yaşantısına gireceğin gün… O zaman daha iyi anlarsın ya, yine de anlatayım: Onların kimisi ilâhîde dünyanın, kimisi şarkıda İlâh’ın sesini duyar…

    Bazısı da, işte ben gibi, sükûtu duyar. Ortada bir söz, ya da ses olmaksızın, onlar, dinler dururlar. Niyeti duymak olana, taş da toprak da konuşur. Hele o kişi, tertemiz niyetli bir mü’minse, o zaman ona sadece sesten değil, sükûttan da binbir mânâ açılır. Bu, Allah’ın kimi kullarına verdiği bir kabiliyettir ki, imtihandır. Zira, baş kulaklarının duyduğuna bile tahammül bazen zorken, bir de gönül kulaklarının duyduğuna sabretmek, elbet, çok has kişilerin kârıdır. Zaten, o kulağı veren, elbet dayanacak gücü de verir. Allah, bir kuluna bu duymayı lutfetti mi, sadece sözü değil, niyeti de duyacak hâle gelir. Bunlara gönül casusları derler. Böylelerinin yanında, gönlün ayağını denk almak; dilden geçtim, gönülden bile Hakk’a sığınmak lâzım gelir.”

    “-Casus mu?” dedi elbise, yeni bir şaşkınlıkla… “Yoksa sen casus musun hey?!..”

    “-Ben sadece yaşlı bir terziyim!..” dedi ihtiyar, gülümseyerek… “Fakat o bahsettiğimiz casuslar, senin içindeki niyetin sesini duyar da, daha sen sormadan cevap verirler. Eeee, işim terzilik olunca, ne yapayım, ben de yıllardır, makası, iğneyi, kumaşı dinlerim. Hem şunu da bil ki, duyanlar, dinleyenlerdir.”

    Bir âh çekti elbise, bunun üzerine:

    “-Meğer insanların arasına girmek, sırlı bir deryaya dalmak gibiymiş…” dedi. “Az önce, dikişi bitmemiş elbiselere ve henüz kesilmemiş kumaşlara bakıp kendimi kıdemli sanmıştım ama, görüyorum ki, daha pek tecrübesiz ve dünyadan habersizmişim. Ustam, ne olur bana insanı daha fazla anlat da, hiç değilse azıcık fikrim olsun. Sadece duyması böyle çeşit çeşit olan insanın, görmesi nasıldır? Konuşması nasıldır? Sevmesi nasıldır? Neye gülerler, neye ağlarlar? Neye sevinir, neye kızarlar? Hadi tanıt bana insanı ustam! Tanıt ki, yarın içlerine girince, şaşırıp kalmayayım.”
    “-Hele dur bakalım!..” dedi yaşlı terzi. “Bak akşam oldu.”
    Bir yandan da, elindeki işini özenle kenara bıraktı. Bir ananın çocuğunu yatağa yatırırken gösterdiği şefkatle, malzemeleri kutusuna koydu. Kendisini seyretmekte olan genç elbiseye, gözlüklerinin üzerinden şöyle bir defa daha baktı:

    “-Hazır olduğunu düşünüyordun, değil mi?!..” dedi. “Oysa bak, daha hazırlık, yeni başlıyormuş. Seni ütüleyip askıya astım diye, her işinin bittiğini mi sanmıştın? Zâhir ütüsüyle olmuyor bu iş cânım… Dışın durgun bir deniz misâli dümdüz oldu ama, içinde tûfan, içinde dalga!.. Sen hizmeti kolay, kıdemi ucuz zannettin ama… Bak, daha aralarına girmeden, sadece duyduklarınla bile, insanlar husûsunda şaşırıp kaldın. Hadi şimdi, anlattıklarımı hazmededur, ben de eve gidip dinleneyim. Her şey sırayla… Acele etme ki, sırada, bâtın ütün var daha… Sen de dinlen… Şimdilik Allah’a ısmarladık… İnsanların görmesinden anlatırız inşaallah yarın da…”
    Genç elbise sessiz kaldı… Terzi, bu sükût içindeki fırtınayı duydu duymasına ama, o aynı anda, fırtına içinde gizlenen ve vakti geldiğinde gün yüzüne çıkacak olan olgunluğun da sesini duyardı. Bu sebeple rahattı… Gitti…

    Elbise orada, biz burada bekleyelim ki haktır… Yaşlı terzi gelince, bakalım ne anlatır.

    altun ve emirahmedyasin bunu beğendiler.
  2. Alt 04-01-2009, 23:02 #2
    beyza Mesajlar: 2.053
    Bütün geceyi, anlatılanları düşünmekle geçiren genç elbise, sabaha karşı yorgun düştü iyice...

    Eşya da hiç yorulur mu, demeyin…

    Hurma kütüğü ağlar da, elbise yorulmaz mı?

    İnsan aklı işte!

    Her şeyi, kendi sınırları içinde zannedip yanılmaya müsait… Bu sebeple, ne kütüğün ağlayışına,
    ne de elbisenin düşünüp yoruluşuna inanamaz.

    Âh bacaksız akıl, âh!

    Hem bir karış boyu yoktur, hem de bücürlüğüne bakmadan, arşa dâir ahkâm keser…

    O bacaksız aklın en akıllısı, boyunu aşan hususlarda susup, aczini kabul edendir.

    Şimdi sözü uzatmayalım da, hikâyemize geri dönelim…

    Genç elbise, gözlerinden uyku aka aka, kapıyı gözlüyordu ya, terziyi görünce birden kendine gelir gibi oldu.

    “-Saatlerdir insanların duymasıyla ilgili söylediklerini düşünüyorum ustam!..” dedi.

    “Bütün gecem tefekkürle geçti.

    Hadi, biraz da görmesinden anlat insanların, ne olur!”

    Yaşlı terzi, onun bu hevesli hâline nazar edip, gülümsedi.

    “-Bana bak genç elbise, baştan bu kadar yüklenirsen kendine, sonraya gücün kalmaz.

    Şimdi, önce biraz dinlen, ardından anlatmaya başlayalım. Çünkü şimdi anlatsam da dinleyecek hâlin yok.

    Sakın sen de, yarış başında deli gibi koşturup, yarış sonunda tıkanan atlar gibi olma!..

    Dengeli git… Hak katında, ibâdetin dahî makbul olanı,

    “az da olsa devamlı” olanıdır.

    Sonra, çok fazla yorup da, aklını kaçırmayasın.

    Yavaş yavaş, sindire sindire git ki, akıldan aşka yol bulasın…

    Doğrusu, genç elbise, itaat edeceğinden değil ama, cidden çok bîtap düştüğünden, söz dinledi.

    Zira o, sorgusuz suâlsiz itaat etmekten uzaktı henüz.

    Ama işte, uyku başa vurdu mu, isyanları sessiz birer taate çeviriyor ve en âsî kulu dahî,
    suskun ve teslim olmuş bir ölüye benzetiyordu. Elbise de sustu….

    Bir süre sonra, dükkâna giren müşterilerin sesiyle uyandı genç elbise.

    Müşteriler, ona doğru yaklaşıyor ve bir şeyler söylüyorlardı.

    Daha askıdaki ikinci günüydü ama, hemen göze gelmişti demek. Bu, onun bir yandan hoşuna gitti;

    diğer yandan, büyük bir korku duymasına sebep oldu.

    Daha hakkında pek bir şey bilmediği insanoğlunun eline geçmek düşüncesi, onu korkudan titretti.

    Öğrenmesi gereken çok şey vardı. Yardım dilenircesine yaşlı terziye baktı:

    “-Ustam, beni verme bu müşterilerin eline ne olur!

    Daha hazır değilim! Beni bırakma!..” dedi hâl diliyle…

    Yaşlı terzi, “Merak etme sen!..” dercesine başını salladı.

    Gelenler, elbiseye hayran kaldılar ama, ücretini duyunca,

    almaktan vazgeçtiler.

    Elbise bilmiyordu ya, terzinin âdeti buydu.

    O, diktiği bir elbiseyi, kıymetini bilecek kişiyi bulana kadar elden çıkarmaz, bunun için de, lâyığı gelene kadar,
    fiyatını yükseltirdi. Zira, bir kıymete,
    kadrini bilerek tâlip olan kişi,
    en yüksek fiyatı bile vererek, fedâkârca davranır.

    Oysa kıymeti küçümseyip, kendi kârını gözeten kişi, biraz fazla ücreti duyunca, beğenmekten cayar.

    O lafta çok beğenen müşteriler, ücreti duyunca, üstelik bir de kusur bulur, çeker giderler.

    Yine öyle oldu ve bizim elbise, rahat bir nefes aldı.
    “-Hadi şimdi anlat lütfen!..” dedi..

    “Nicedir bu insanların görmesi?”

    Yaşlı terzi cevap verdi:

    “-İnsanların bazısı kördür.

    Bunlar, yüzlerinde iki göz taşırlar, ama Hak katından indirilmiş bir perde dolayısıyla, ışığı göremezler.

    Onlar renkleri, şekilleri, yüzleri, resimleri de göremezler.

    Bu sebeple hem bir mahrumiyet,
    hem de bir ikram içindedirler.

    Körlüğün mahrûmiyet olması, göğün mavisini,
    ağacın yeşilini, sevdiklerinin yüzünü görmekten mahrum kalmaktır ki, elbette çetin bir imtihandır.

    Lutuf yanı ise, çirkinlikleri de görme tehlikesinden, bu vesileyle korunmuş olmaktır.

    Zira perde onları, çirkin resimleri, ahlâksız kareleri görmekten de alıkoyar.

    Bu insanlardan, şükür ve rızâ içinde bulunanlar, hayırdan hayıra yol alırlar.

    Şikâyet ve isyan içinde bulunanlar da battıkça batarlar…

    Bir de, baş gözleri gördüğü halde, kalp gözlerinde perde olanlar vardır ki, bunlara “Bakar kör” denir.

    Onlar renkleri, kelebekleri, taşları görürler, ama bu yaratılmışların hikmetini ve Hâlık’ını göremezler.

    Onlar bakarlar, fakat bakışlarında bir gâye ve ibret bulunmadığından, sadece kabuk görürler.

    İnsanlarda, hayvanlarda, bitkilerde ve diğer mahlûkatta, sadece bir dış kabuk görür,
    her şeyi de o kabuktan ibaret zannederler.

    Durum böyle olunca, bu kişiler, neredeyse her an, zan yüklü bir bakışla bakarlar.

    Kendilerince çok bilirler ve bu sebeple de pek çok yanılırlar.

    Bu tip insanların genellikle,
    kendi belirledikleri birtakım ölçüleri vardır.

    Bu ölçü dışında kalan herkesi kötü ilan etmeye ve dışlamaya hazır gibidirler.

    İnsanlar, çok çeşitli bakış ve görüşe sahiptir.

    Bazısı dikende gül görür, bazısı gülde diken…

    Bazısı sevapta günah görür, bazısı günahta sevap…

    Kimi hayırda şer görür, kimi şerde hayır….

    Varlıkta yokluk gören de vardır, yoklukta varlık gören de…

    Sıhhatte hastalık görenlerle, hastalıkta sağlık görenleri de unutmamalı…

    Bazısı güzelde çirkin görür, bazısı çirkinde güzel…

    İnsan vardır, karşısındakine ayna görünür, insan vardır karşısında ayna görür…

    İnsan vardır, zenginlik içre fakirlik görür, insan vardır fakirlik içinde zenginlik görür…

    İlginçtir ama, zenginken fakir-fukara kalmak da, fakirken zenginler zengini olmak da insana hastır…

    Kişi vardır, selâm içinde gizlenmiş yumruğu görür; kişi vardır, yumruk içinde gizlenmiş selâmı görür…

    Hâsılı, göz öyle bir şey ki, kiminde bakar ve görür, kiminde ise tam bir “bakar kör”dür…

    Görmek isteyen, bi-iznillah görür…

    İşin ilginci, genellikle insan, görmek istediğini görür.

    Kimi insan vardır, gözlerinde pembe gözlüklerle dolaşır.

    Kiminin gözlükleri kara, kimininki yeşil…

    Bazısının camları kalın, bazısınınki ince…

    Hâsılı, herkesin görmesi biraz, taktığı gözlüğünce…

    Kimi kirli gözlükle dolaşıp, en mâsumu bile, bakışlarıyla kirletir.

    Kimi tertemiz gözlüklerle dolaşıp, en kötüyü bile bir bakışıyla güzelleştirir. Kimi günâhı, kimi günahkârı görür…

    Kimi zararı, kimi zarardaki kârı görür.

    Bazısı nimeti, bazısı nimeti yollayanı görür. Hani, kimi bakar görmez, kimi bakmadan görür…

    “-Âh ah! Tekerlemeye döndü bu iş ustam!” dedi genç elbise…

    “Başım azıcık dinlenmişti, yine ağırlaşmaya başladı.”

    “-Evet ya, tekerlemeye benzedi gerçekten!..”
    diye cevap verdi yaşlı terzi...

    “Kimisi kuş tüyünde külçe ağırlığı görür, kimisine külçeler, kuş tüyü hafifliğinde görünür.

    Kimisi perdeyi, kimi perdenin ardını görür…

    Kimisi gölgeyi, kimi gölgenin sahibini görür.

    Kimileri bağa girer, bir üzüm görmeden döner.

    Kimisi tek bir üzümde, bağı-bağbânı seyreder.

    Anlayacağın elbise, bu insanoğlunun görmesi de, duyması gibi sırlıdır.
    Yarım bardak su koyarsın; kimisi dolu tarafını,

    kimisi boşunu görür.

    Hâsılı, sen bilmezsin sende ne görürler.

    Fakat bilesin ki, herkes, sende, biraz kendini görür.

    Bazısı güzel bakar güzel görür; bazısı çirkin bakar, çirkin görür…

    Her ne kadar tavus olsan, kelaynak görür kimi…

    Her ne kadar kelaynak olsan, kimi de yine tavus görür… Elbet taşı taş, suyu su, dağı dağ gören de var ya…

    Bir de, her mahlukta Hâlık’ın kudretini gören var…

    Hani mecnun misâli, muhabbeti ezâda bile gören var.

    Firavun misâli, nefsini fezâda bile gören var.

    Hele bir de, bütün körlüğüne karşın, uyanık geçinenler var ki, onlar hepten içler acısı…

    Bu insanoğlu, elini gözüne kapasa, ardını göremez…

    Sis inse, bir metre ötesini seçemez ama…

    Yine de, sanki görüyormuş gibi, kalplere dâir yorum yapar. İnsan bu…

    Anasından doğduğu günkü kadar net göremez, büyüyünce… Yaşı büyüdükçe, perdeleri kalınlaşır…

    O kişi, bu kalınlaşmış perdelerle, bir mürşidin eteğine ne zaman ki yapışır, o zaman ümitlenilir tekrar, duru bir bakışa kavuşmasından…

    Kırk gün olmadan gözünü açtı diye bebeğe şaşar da, kırk yaşında kör gezişini tuhaf bulmaz insan.

    Zaten, şaşıdır çoğu zaman…

    Biri iki görür. Hatta, bu da kesmez, biri yüz, biri bin görür… Gerçi, binde biri gören de yok değildir.

    Zaten, belki de şu dünya, onlar hürmetine hayatını sürdürür.

    Gördüğüne inananlar vardır, bir de görse de inanmayanlar…

    Gözlerinin aczini kabul edip,

    «İnanmam için görmem şart değil!..»

    diyenler bulunduğu gibi;

    «Ben görmediğime inanmam!..»

    diyenler de mevcuttur.

    Köpek leşinde dahi güzellik görebilen “Habibullah” vardır…

    O Habibullah’ta çirkinlik görebilen Ebu Cehil vardır.

    “O, diyorsa doğrudur”, diyerek, imanı, görmeye bağlamayan sâdık Ebûbekir vardır.

    Gördüğünü hayra yoranlarla birlikte…

    Her gördüğü için kötü yorumlar yapan şom ağızlar vardır. Eksikliği, kusur görenler bulunduğu gibi; kusuru, lutuf görenler de bulunur.

    Neredeyse, gözler sayısınca görüş, görüşler sayısınca duyuş vardır.”

    Genç elbise dayanamadı:

    “-Dur ustam dur! Biraz hazmedeyim…” dedi,
    gözlerini kapattı.

    Bir süre sonra, gülümseyerek şunu sordu:
    “-Ustam, boşver başkalarını, senin görmen nicedir, bana onu de, ne olur!”

    Yaşlı terzi, gelinlik genç kız misâli kızardı birden…

    O, başkaları hakkında bülbül gibi şakıyan dili, sanki bir an lâl oldu. Sonra, toparlandı ve şöyle dedi:

    “-Canım, benim görmem de işte, gözlerimdeki gözlüklerle ne kadar olursa o kadar.

    İğneyi ipliği gördüm mü, şükrediyorum.

    Zaten yaşlı bir adamım.

    Hadi hadi, anlaşılan bugünlük sözün sonu geldi.

    Sen beni bırak da, dilersen uyu, dilersen tefekkür etmeye bak…”

    Genç elbise, ustasının bu hâlini pek sevdi. Onu daha önce hiç böyle görmemişti.

    “-Ama ustam! Daha anlatacakların bitti mi ki?

    Hani insanların konuşmasını da anlatacaktın?” diyerek itiraz etti.

    Yaşlı terzi, parmağını dudaklarına götürerek,

    bir “Sus” işareti yaptı… Kaşlarını sevgiyle çattı…

    “-Vakti var, bekle, sus!..” der gibiydi…

    “Sus, yoksa, birçok insanın yaptığı hatayı sen de yapacaksın…

    Anlatacağım ya, bekle…

    Sabrı da tanıyacaksın…”


    devam edecek

    emirahmedyasin bunu beğendi.
  3. Alt 04-08-2009, 11:20 #3
    beyza Mesajlar: 2.053
    Genç elbise, ustasının son sözleri kulaklarında çınlayarak geceledi...

    "Sus, yoksa, birçok insanın yaptığı hatayı, sen de yapacaksın!" demişti gitmeden....

    Acaba ne demek istemişti?

    Bu insanoğlu, konuşmakla, nasıl bir hata yapıyordu ki, susması gerekmişti?

    Bütün geceyi, bu ve benzeri sorularla geçirince, sabaha uyku gelir sıkıştırır. Bizim genç elbise, uyudu kaldı.

    Öyle de derin uyudu ki, ne ezân sesini, ne ustasının dükkana geldiğini duydu.

    Vakit bir hayli geçmişti ki, gözleri yavaş yavaş açıldı.

    Açılmakla da kalmayıp, şaşkınlıktan fal taşına döndü.

    "-Ayy!.." dedi. "O da ne! Ustam gelmiş!

    Vakit de öğlene yaklaşmış!

    Ne çok uyumuşum böyle!"

    "-Hayır." dedi usta... "

    Aslında çok fazla uyumadın.

    Öyle sanıyorum ki, yine gece gözüne uyku girmedi de,

    uyuma vaktini şaşırdın.

    Hâsılı, fazla değil ama, vakitsiz uyudun."

    "-A benim hünerli ustam, neden seslenmedin ki..."

    dedi genç elbise.

    Yaşlı terzi, gözleri elindeki dikişte, cevap verdi:

    "-Çünkü, birçok insanın yaptığı yanlışın ne olduğunu,

    böylece, yaşayarak görmeni istedim."

    Elbise anlar gibi oldu.

    "-Tabîi ya..." dedi,

    "Sabaha kadar kendi kendime konuşmaktan,
    uykuyu unuttum.

    Bedenim yorgun düşüp uyuduğumda ise,
    güneş kapıya dayanmıştı zaten.

    Eee, uyumak için bu vakte kalınca da,
    uyanmak, öğleni buldu.

    Gün yarı oldu, akıl zora girdi...

    Üstelik, hâlâ yorgun hissediyorum kendimi.

    Tefekkür edeyim derken, herhalde kendime zulmettim."

    "-Elbette!.." diye cevapladı yaşlı terzi.

    "Allah, geceyi dinlenmemiz,
    gündüzü ise rızâsı dâhilinde çalışmamız için yarattığını bildirdi.

    O hâlde, vakitlice yatıp kalkmakla kişi,
    öncelikle nefsine hakkını vermiş olur.

    İlle de konuşacak,
    tefekkür edecekse biri,
    seher vakti uyanmalı ve bu fiilleri o saatte gerçekleştirmelidir.

    İnsanoğlunun düştüğü en büyük hatalardan biri, gece

    yarılarına, hatta sabahlara kadar çene yorup, memleket

    kurtarmak, sonra da sabah ezânlarından gâfil, horlamaktır."

    * * *

    Hani, hikâyenin tam da burasında, yazar olarak araya girip,

    tüm müslümanlar ve kendim için, şu seherlerin feyzinden

    nasiplenmek adına duâ talep etsem, çok görmezsiniz değil

    mi? Zira yaşlı terzi, seherlerde horlayanlardan bahsedince,

    nedense, başıma kocaman bir taş düşer gibi oldu.

    Ama hani, doğru sözün bir taş gibi, gelip de başıma çarpması,

    benim için büyük lutuf... Zira, bunca eksikliğime karşın,

    doğru bir söz, hâlâ muhatap kabul edip bana yöneliyorsa,

    şükür secdesi yapmam lâzım... Doğru söz dostum olduğu

    sürece, son nefesime dâir umut taşıyabilirim.

    O hâlde acı da gelse, boyun bükmeliyim karşısında.

    Kimden gelirse gelsin, doğruyu kabul etmeliyim...

    Ve siz hikâyeyi okumaya devam ederken, ben, hemen şimdi

    gidip, şükür için secdeye kapanmalıyım....

    * * *

    Yaşlı terzi, genç elbiseye bakıp, uykusunun açıldığını görünce,

    anlatmaya başladı. Bizimki de, zekî ve saygılı bir talebe gibi,

    dikkatlice dinlemeye koyuldu:


    "-Bugün sana, insanların konuşmasından bahsedeceğim.

    Onlar, ağızları içinde mevcut dili, damakları ve dişleri
    kullanarak, çeşitli sesler çıkartırlar ve bu sesler,

    her milletin insanında,

    farklı bir düzen içinde sıralanarak,

    «konuşma dili» denilen unsuru meydana getirir.

    Her milletin, kendine has bir dili vardır ve insanlar, bu vasıtayla konuşur, anlaşırlar.

    Gerçi, anlaşmazlıkların çoğu da dilden kaynaklanır ya,
    bu da ayrı bir mevzu...

    İnsanların bazısı, Hak tarafından bir imtihan olmak üzere,

    dilleri olsa da konuşamazlar.

    Bu kişilere «lâl», ya da «dilsiz» denir.

    Bunlar iki kısımdır:

    Bir kısmı, fizyolojik bir problemden ötürü dilsizdir.

    Onların, kaslarında ya da sinirlerinde bir hastalık mevcut olup, bu sebeple konuşamazlar.

    Diğer kısmı ise, aslında konuşma yeteneğine sahip olmakla

    beraber, ya Rabbimin râzı olmadığı bir kelâm ediverirsem,

    endişesiyle, neredeyse lâl olmuşçasına yaşarlar.

    Dilsizlerin bu çeşidi, nâdirattan olup, sayılıdır.

    İnsanların birçoğu ise konuşur.

    Bu yeteneğe sahip olanlar kısım kısımdır:


    Bir kısmı, Hak tarafından bir imtihan olmak üzere,
    öylesine akıcı ve muntazam konuşurlar ki,
    dinledikçe dinleyesin gelir.

    Bu kişilerden, konuşma nîmetini hayra kullananlar olduğu gibi,

    şerre harcayanlar da vardır.

    Kimileri, sözleriyle hakkı ve sabrı tavsiye ederken,

    kimileri de tam tersine tavır sergiler...

    Dilin kemiği olmaması sebebiyle, konuşmalar,

    bazı kişilerde alabildiğine ölçüsüz ve abartılı bir şekle bürünür.

    Bu zavallıların, yarın mahşerde yük diye,

    sadece boş laflarını sırtlanmaları bile,

    onlara ezâ olarak kâfi gelecektir.

    Konuşmasıyla sükûnet sebebi olanlar bulunduğu gibi,

    fitne ve karışıklık sebebi olanlar da vardır.


    Kimisi doğru konuşur, kimisi yalan...

    Kimisi hak konuşur, kimisi bâtıl...

    Bazı insanlar vardır, az kelimeyle çok söz söylerler.

    Bazısını da görürsün, anlatır anlatır,
    bir tek mânâ duyulmaz.

    Sözün özünü söyleyen de vardır, özün sözünü eden de...

    Bir sözüyle, görmeyene göz olur kimisi...

    Kimisi de bir sözüyle, gören gözü kör eder.

    Her sözünü düşünerek konuşanlarla, düşünmekten, konuşamayanlar vardır...

    Bu ikisi iyi hoş da, bir de,
    konuşmaktan vakit bulamadığı için,
    düşünmeyenler vardır.

    Böylelerine "geveze" derler.

    Lafazan, gevezenin bir diğer adıdır.

    Lokman Hekimcesine,

    kendini ilgilendiren mevzûyu konuşan vardır,

    bir de, ilgili-ilgisiz,

    her lafa karışıp, bilir-bilmez ahkâm kesen...


    Kimileri, adam sansınlar diye konuşmamaya muhtaç...

    Kimileri de, adam olmak için, konuşulmaya...

    Laf ile peynir gemisi yürütür kimisi...

    Kimisi laf ile dürtmesen, bir adım yürümez.

    İnsanlar, «laklak» derler, fuzûlî konuşmaya...

    Ama her nedense laklak,

    insanların hobileri arasında baş sıraya yerleşmiş gibidir. Kimileri vaat etmekten iş yapamaz.

    Kimileri iş yapmaktan konuşmaya vakit bulamaz.


    Bu konuşabilenlerin, bazısı gırtlaktan,

    bazısı gönülden konuşur.

    Eğer, kalbi ölmüşlerden değilsen,

    bu iki çeşidi ayırt etmen zor olmaz.

    Bir de, geçimini sağlamak için,

    konuşmaya mecbur olanlar vardır.

    Bunlar, belli gün ve saatlerde, kâh bir radyoda, kâh bir televizyonda, kâh bir topluluk önünde...

    Hep konuşurlar. Yoruldukları olur bazen, ama konuşmak

    onların vazifesidir. Bazıları ise, üzerine vazife olmadığı halde,

    sağda-solda, orda-burda, ileri-geri konuşurlar.

    Kimileri susması gerekirken konuşur, kimileri susmak

    isterken... Bir de, susması, konuşmasından evlâ olanlar vardır. Öyleleri de vardır ki, onlar susmamalıdır.

    Zira birinci guruptakiler, konuştukça çukura batarlar;

    ikinci guruptakiler, konuştukça çukurdan insan çıkarırlar.

    Konuşma vardır, cehenneme yol olur...

    Konuşma vardır, cennete bilet...

    Kimi söz fesat çıkarır, kimi söz tam ibâdet...

    Bazı insan, yaşamadığını yaşamış gibi konuşur, münâfıklar

    gibidir...

    Kimisi, yaşadığını bile konuşmaktan, riyâ olacak diye, çekinir...

    Kimisi kabuktan söyler, kimisi özden...

    Kimisi sözüyle değer kazanır,

    kimisi sözüyle düşer gözden...

    Her ne kadar, «Söz gümüşse, sükût altındır.» deseler de,

    bu da kişiye göre değişir.

    Kiminin sözü altındır, kiminin sükûtu...

    Konuşmanın değeri, sadece kişiye değil, zamana ve zemine bağlı olarak da değişiklik arz eder.

    Bazı yerde konuşmak farz olur, bazı yerde susmak!..

    Eee, bu hassa dengeyi kurmak pek çetin bir mesele olunca,

    bu hassas dengeyi kurmak, insanların çoğunun başı,

    dilinden ötürü derde girer. Sırf dili sebebiyle,

    nice tazminat öder durur kimisi...

    Ve yine dili sebebiyle, nicesi sevilir, sayılır, hürmet görür...

    Dersin ki, ne ki, küçücük bir et parçası!

    Ama hayır, o öyle bir parçadır ki, hayırla dönerse, sahibine

    hayır getirir. Her ne kadar sövene dilsiz, vurana elsiz olmak

    gerek, denilse de, hayır, arada, sövene söz ile, vurana da

    bilek ile hatasını göstermek gerekir. Bu da pek hassas bir

    denge gerektirdiğinden olsa gerek, karakollar zaman zaman,

    laf dalaşı yüzünden birbirine girmiş taraflarla dolar...


    Anlayacağın elbiseciğim, bu insanoğlu, konuşmasını bazı kılıç,

    bazı gül eder... Bazı kaya, bazı su eder...

    Âh bir de, bu dili ile, durmaz hep suâl eder! Bu niye böyle, şu

    niye şöyle, niçin bu kadar, neden bu şekil, niye ben, nasıl

    olur?! Sora sora yorulur da, dinlenince tekrar sormaya

    koyulur.

    Kimi insanlar, suskun gibi dururlar, fakat, onların içlerine

    şöyle bir nazar ettiğinde, hiç susmaksızın, vıcır vıcır

    konuştuklarını işitirsin. Onların bazısı, ağız dillerini tutarlar,

    beyinlerini susturamazlar. Bazısı da, güya dilden hiç itiraz

    etmez ya, gönlü isyanlardadır. Kimini de görürsün, durgun bir

    su görüntüsünün ardında, içinde kırk tilkinin dolandığı,

    daracık bir odaya benzer.


    Hâsılı, konuşmayı sesten, susmayı da sessizlikten ibaret

    sanma! Zira, nice sükûtun içi, kavgayla kaynamaktadır...

    Nice kavganın da içi, rızâ ile gülmektedir.

    Kimisi kibarlık kılıfına isyan ve itiraz yüklü konuşmalar saklar.

    Kimisi ise, çatıp dururken muhatabına, sevgiyle naz

    etmededir.


    Unutmamak lazım elbet! Bir de, tüm bu saydıklarımızın

    dışında, gözleriyle konuşanlar görürsün. Onlar, tek bir kelime

    etmeden, bakışlarıyla yakar, serinletir, yerin dibine sokar ya

    da fezâlara yükseltir..."


    * * *

    Genç elbise, sanki birkaç gün daha dinleyebilecekmişçesine

    huzurla takip etti yaşlı terziyi. Terzi, onun bu hâline

    gülümsedi. Dedi ki:

    "-Sen pek sabırlı ve sâdık bir dinleyicisin.

    Fakat şunu da bil ki, kimisi, lâfı uzatmaktan geri kalmamakla

    beraber, bir başkasının uzun lâfına da tahammül edemez.

    Bu sebeple, sonuç olarak hatırla ki, az ve öz konuşan, dâimâ

    makbuldür. Varalım biz de sözü burada keselim ki, yarına

    söyleyecek söz kalsın. Hem bak, gelen-geçen gözleriyle seni

    methedip durmada... Kim bilir belki de yarın, burada

    olmayacaksın...


    "-Ne diyorsun!" diye haykırdı elbise... "Daha hazır değilim

    gitmeye! Bırakma beni lütfen!"


    Yaşlı terzi, ses etmedi... Zaten ses, ayrılığa mânî mi ki?!. Nice

    konuşanlar vardı karşılıklı, ayrı idiler... Ve nicedir sohbet

    etmemişler vardı, her anları beraber...



    "-Hele bakalım..." dedi,

    "Görelim Mevlâ'm neyler, neylerse güzel eyler..."

    devam edecek..

    emirahmedyasin bunu beğendi.
  4. Alt 04-08-2009, 20:02 #4
    emirahmedyasin Mesajlar: 1.121
    Ablacım yüreğinize sağlık.Uzun soluklu galiba bu hikaye.Merakla bekliyoruz.
    Çoktur diyecem unutuyorum.Yeni doğan yeğeninizi Allah İslam a bağışlasın.
    Erkek ise olsun sabreden müchid müslümanlardan.Kız ise olsun sabreden Meryem lerden...
    selam ve dua ile.

    beyza bunu beğendi.
  5. Alt 04-08-2009, 20:22 #5
    beyza Mesajlar: 2.053
    Amin..Allah cc razı olsun güzel dualarınız için..

    emirahmedyasin bunu beğendi.
Kullanıcı isminiz: Giriş yapmak için Buraya tıklayın

Bu soru sistemi, zararlı botlara karşı güvenlik için uygulamaya sunulmuştur. Bundan dolayı bu kısımı doldurmak zorunludur.