Az önce ütüsü yapılmış ve özenle yerine asılmıştı. Rengi pek güzeldi. Kumaşının kalitesi, daha ilk bakışta anlaşılıyordu. Ama bunlar bir yana, onu esas değerli ve anlamlı kılan, ustasının harika işçiliği ve titizliğiydi. O, gerekli tüm özen gösterilerek hizmete hazır hâle gelmişti ve beklemedeydi.
Güzelliğinin ve kıymetinin farkındaymışçasına güvenle bakındı etrafa… Bu genç elbise, yaşlı terzinin diktiği kim bilir kaçıncı kıyafetti. Yılların tecrübesi ve olgunluğu ile şekil almış olan elbise, bir terziye, bir de odaya bakıp, içten içe konuşmaya başladı:
“-Ne ilginç. Burası bir çok malzemeyle dolu. Henüz dikişi bitmemiş kumaşlar var. Hatta, daha kesilmemiş bile kimisi… Ne kadar da toylar. Anlaşılan buraya yeni gelmişler. Yazık ki, ustamın gözü, bazısına daha hiç değmemiş bile. Kıdemli olmak güzel şey canım! Bana nasıl da hayranlıkla bakıyorlar.”
Bu sırada yaşlı terzi, gözlüklerinin üzerinden, genç elbiseye şöyle bir baktı ve tekrar önüne dönüp, işine devam etti. Bizimki bu bakıştan bîhaber, konuşmaya devam etti:
“-Aman canım, ben de pek güzelim! Şu kaliteli kumaşıma, şu göz okşayan rengime ve şu pek zarif modelime bakan, hayran olmasın da ne etsin! Öylesine mükemmel bir elbiseyim ki, ücretimi vermeye gücü yetecek çok az insan bulunur. Tabiî ya, düğmelerimdeki ışıltı, dikişimdeki muntazamlık… Âh bilmem, hangi birini saysam…”
Yaşlı terzi:
“-Yorulma…” dedi. “Saymakla bitmez…”
Genç elbise, irkildi. Büyük bir şaşkınlıkla terziye baktı:
“-Sen…” dedi, “Sen beni duyuyor musun? Halbuki ne sesim çıkıyor, ne soluğum… Üstelik ben kumaş cinsiyim, sen ise insanoğlusun!?”
“-Evet…” dedi terzi, “Seni duyuyorum. Zira yıllar bana, sükûtu dinlemeyi öğretmiştir. Zaman içinde, sadece insanların değil, kumaşların ve elbiselerin de konuştuğunu fark ettim. İğneyi, ipliği, düğmeyi, telâyı, makası, astarı, sabunu, kalıbı, mezurayı… Benimle beraber bulunan her varlığın sükûtunu dinlerim.”
Genç elbisenin şaşkınlığı büyümüştü:
“-Nasıl olur?” dedi, “Sen bir insansın?”
Yaşlı terzi, bilge bir gülümsemeyle:
“-Bilmem ki, nasıl olur?!” dedi, “Bak, sen de kumaştan dikilmiş bir elbisesin ama, benimle sohbete dalmışsın…”
Birden kendine gelir gibi oldu elbise.
“-Evet ya!..” dedi, “Bir insanla konuşmadayım, hayret… Ama aklım almadı bu işi ustam, ne olur anlamama yardım et. Sen nasıl birisin ki, seninle konuşabiliyorum ve sen nasıl birisin ki, beni duyabiliyorsun? Anlat hele, insanların duyması nicedir, nasıldır?”
Yaşlı terzi, cevap verdi:
“-İnsanların bazısı, sadece başının iki yanında birer kulak taşır. Bu kulaklar, onu estetik olarak tamamlasa da, fizyolojik olarak özürlüdürler ve sesleri işitme kabiliyetleri bulunmaz. Buna sağırlık denir ki, ya doğuştan gelen bir özellik olarak, ya da sonradan bir hastalık sonucu, o kişide mevcuttur. Sabreden için hayra, isyan eden için şerre yol olur. Bu gruptaki insanlar, kendi aralarında iki kısımdır. Bir kısmı, sesleri duyamaz, ama mânâyı duyar. Bir kısmı ise, temelli sağırdır.
Bazı insanlar, sağırlıktan korunmuştur. Bunların kulakları, sesleri duyar. Fakat duyma dereceleri başka başkadır. Arabaların kornalarını, kuşların ötüşlerini, dalgaların kıyıya vuruşlarını… Hâsılı tüm sesleri rahatlıkla duyarlar. Bu gruptaki insanlar, kendi aralarında kısım kısımdır:
Bir kısmı, tüm sesleri sadece dinler ve geçer. Bunlar, duyma nîmetinin farkına varamayacak kadar, gaflete dalmışlardır. Onlar için duymak, konusu bile edilmeyecek kadar sıradanlaşmış, herhangi bir vücut fonksiyonudur, o kadar!... Hem zaten duydukları seslere dâir yorum yapacak bir durumda da değildirler. Bu sebeple, ne hamdederler, ne de şükür!.. Ne aklederler, ne de zikir…
Bir kısmı, tüm sesleri duyabilmekle beraber, sadece kötü konuşmalara kulak kesilir. Dedikodunun, gıybetin, iftirânın, laf taşımanın, şehvetin, gösterişin, zulmün, cimriliğin, küfrün, kinin ve intikamın sesini dinlemek, özel zevkleridir. Eeee, birinin özel zevki bundan ibaret olunca, genellikle hayatı da, bu işlerle geçip gider. Sakın, bunların da sesi olur mu deme!.. Bazı insanlar, tüm bu çirkin işlerin, en gayretli seslendirme uzmanları gibidirler. Yani bazı insanlar, bu çirkinliklerin hem sesi, hem en güçlü dinleyicileridirler. Bunlar, güzel ses duyunca, çatlayacakmışçasına sıkıntıya düşerler. Aralarında, ezân sesini bile gürültü addedenler vardır. Hazmedemez, kabız gezerler.
Bir kısmı, yukarıdaki kötü sesleri çıkarmamakla birlikte, yine de pek hevesli birer dinleyicidir. Çirkinlik ve kötülük karşısında sadece sessiz kalmaz, bir de hevesle dinleyerek, o seslere gönül verir, bu şekilde, sessiz birer şeytan olurlar. Büyük bir vebâldedirler, ama bundan gâfildirler.
Bir kısmı, çirkin ve şerli her türlü sese kulaklarını tıkamıştır ve gönlüne huzur verecek olan tatlı seslerle meşgûliyete dalmıştır. Bunlar, aşk şiirlerini, sevda türkülerini, zafer marşlarını ve Kur’ân’ı dinler, mutlu olurlar. Dinledikleri, huzur veren sesler olduğundan, kendileri de huzurlu ve olumludurlar. Fakat bunlar, çirkin sesi duymazlar. İyidirler, hoşturlar, ama, duyamadıkları için, çirkin sesi susturmak husûsunda bir çalışmaları olmaz. Bu açıdan bakılınca, kendi hâlinde yaşayıp giden, dünyadan haberi olmayan, etliye-sütlüye karışmayan, vasat ve tepkisiz insanlara benzerler. Kendi mutlu ve huzurlu dünyalarında, kendilerince yaşar giderler. Her koyunun kendi bacağından asılacağını zannedip, gizli bir bencillik yaşarlar... Yarın olup da, asılan koyunun eti kokuşmaya başlayınca, burunlarını bilmem hangi mandalla sıkıştırırlar?!
Bir kısmı, hayırlı ve güzel söz ve işlerle arkadaş ve yoldaş olmakla beraber, şerli ve kötü sözlere de sağır kalmaz. Âdetleri üzere, daima hayır konuşurlar, ama şerli konuşmalara da tepkisiz değildirler. Bu kişiler, kendilerini huzurlu hissetmek için, başkalarının da hayrına vesîle olmaya muhtaçtırlar. Bu sebeple, sadece kendilerini değil, başkalarını da kötü fiil ve seslerden uzaklaştırmak isterler. Çirkin sesi duymak, onları, hayrı hatırlatmaya iter. Kendi dünyalarında, kendilerince yaşar giderler; ama yanlarında başkaları da gelsin isterler. Tek başına kurtulmak, onlara yetmez. Bir okyanusun ortasında fırtınaya kapılmış geminin, fedâkâr ve cefâkâr yolcusu gibidir onlar… Önce başkalarını, sonra kendi canlarını kurtarmak telâşındadırlar.
Bir kısmı, işine geleni duyar, işine gelmeyeni duymaz. Bunlar, aslen iki kulak taşımakla beraber, sadece çıkarları söz konusu olduğunda kulakları açılır. Îkâza, eleştiriye, «nehy-i ani’l-münker»e, «emr-i bi’l-marûf»a ve yardım çağrılarına karşı pek sağır olmakla beraber, kendilerine yapılan her türlü iltifatın, methiyenin ve serenadın en hevesli dinleyicisidirler.
Bir kısmı, sadece kendi sesini dinler. Bunu o kadar da abartırlar ki, kendilerinden başkasının fikrini, zikrini, derdini, teklifini ve tercihini duyamaz olurlar. Bu, bazısında pek ileri boyutta olup, böyleleri, kedinin miyavlamasını, köpeğin havlamasını, yaprağın hışırdamasını dahî duyacak kabiliyetten mahrum kalırlar. Zira kendi iç sesleri o kadar yüksek bir tonda ve öylesine sürekli çıkmadadır ki, canlı-cansız diğer tüm varlıkların sesi, onların nezdinde duyulmaz olmuştur. Bunlar, birisini dinler gibi görünürken de içten içe hep konuştukları için, duyamaz, anlayamazlar. Bu sebeple gelişemez, kendinden başka nîmet göremez, kısır, bencil ve yalnız olurlar. Herkes susmalı, yalnızca kendileri konuşmalıdır, çünkü eğer kendileri susarlarsa, zaten başka hiçbir şeyin ve hiç kimsenin de sesini duymayı başaramadıklarından, çıldırtan bir sessizliğin içinde sağır gibi kalakalırlar.
“-Aman!..” dedi, genç elbise hayretle, “Bu ne karışık işmiş. Sorduğuma soracağıma pişman oldum. Anlamak için sormuş bulundum, anlayışıma temelli maraz geldi. Bu insanlar ne de çeşitliymiş.”
“-Evet…” dedi yaşlı terzi ve devam etti:
“-Öyledir ya, çeşit çeşittir… Bir kısmı, büyük kalabalıklar ve kargaşa içinde bile, yere düşen bozuk para sesini duyar. Bir kısmı, aynı büyük kalabalık ve kargaşa içinde, câmiden okunan selâ sesini duyar. Bir kısmı, namaza niyetlidir, beş vakit ezân sesini duyar… Bir kısmı balığa niyetlidir, dipteki sazan sesini duyar… Bir kısmı, kavgaya niyetlidir, her sözde isyan duyar… Kimi ihmâle alışık, an-be-an nisyan duyar… Ah elbisecik ah! Yakındır gidip onların yaşantısına gireceğin gün… O zaman daha iyi anlarsın ya, yine de anlatayım: Onların kimisi ilâhîde dünyanın, kimisi şarkıda İlâh’ın sesini duyar…
Bazısı da, işte ben gibi, sükûtu duyar. Ortada bir söz, ya da ses olmaksızın, onlar, dinler dururlar. Niyeti duymak olana, taş da toprak da konuşur. Hele o kişi, tertemiz niyetli bir mü’minse, o zaman ona sadece sesten değil, sükûttan da binbir mânâ açılır. Bu, Allah’ın kimi kullarına verdiği bir kabiliyettir ki, imtihandır. Zira, baş kulaklarının duyduğuna bile tahammül bazen zorken, bir de gönül kulaklarının duyduğuna sabretmek, elbet, çok has kişilerin kârıdır. Zaten, o kulağı veren, elbet dayanacak gücü de verir. Allah, bir kuluna bu duymayı lutfetti mi, sadece sözü değil, niyeti de duyacak hâle gelir. Bunlara gönül casusları derler. Böylelerinin yanında, gönlün ayağını denk almak; dilden geçtim, gönülden bile Hakk’a sığınmak lâzım gelir.”
“-Casus mu?” dedi elbise, yeni bir şaşkınlıkla… “Yoksa sen casus musun hey?!..”
“-Ben sadece yaşlı bir terziyim!..” dedi ihtiyar, gülümseyerek… “Fakat o bahsettiğimiz casuslar, senin içindeki niyetin sesini duyar da, daha sen sormadan cevap verirler. Eeee, işim terzilik olunca, ne yapayım, ben de yıllardır, makası, iğneyi, kumaşı dinlerim. Hem şunu da bil ki, duyanlar, dinleyenlerdir.”
Bir âh çekti elbise, bunun üzerine:
“-Meğer insanların arasına girmek, sırlı bir deryaya dalmak gibiymiş…” dedi. “Az önce, dikişi bitmemiş elbiselere ve henüz kesilmemiş kumaşlara bakıp kendimi kıdemli sanmıştım ama, görüyorum ki, daha pek tecrübesiz ve dünyadan habersizmişim. Ustam, ne olur bana insanı daha fazla anlat da, hiç değilse azıcık fikrim olsun. Sadece duyması böyle çeşit çeşit olan insanın, görmesi nasıldır? Konuşması nasıldır? Sevmesi nasıldır? Neye gülerler, neye ağlarlar? Neye sevinir, neye kızarlar? Hadi tanıt bana insanı ustam! Tanıt ki, yarın içlerine girince, şaşırıp kalmayayım.”
“-Hele dur bakalım!..” dedi yaşlı terzi. “Bak akşam oldu.”
Bir yandan da, elindeki işini özenle kenara bıraktı. Bir ananın çocuğunu yatağa yatırırken gösterdiği şefkatle, malzemeleri kutusuna koydu. Kendisini seyretmekte olan genç elbiseye, gözlüklerinin üzerinden şöyle bir defa daha baktı:
“-Hazır olduğunu düşünüyordun, değil mi?!..” dedi. “Oysa bak, daha hazırlık, yeni başlıyormuş. Seni ütüleyip askıya astım diye, her işinin bittiğini mi sanmıştın? Zâhir ütüsüyle olmuyor bu iş cânım… Dışın durgun bir deniz misâli dümdüz oldu ama, içinde tûfan, içinde dalga!.. Sen hizmeti kolay, kıdemi ucuz zannettin ama… Bak, daha aralarına girmeden, sadece duyduklarınla bile, insanlar husûsunda şaşırıp kaldın. Hadi şimdi, anlattıklarımı hazmededur, ben de eve gidip dinleneyim. Her şey sırayla… Acele etme ki, sırada, bâtın ütün var daha… Sen de dinlen… Şimdilik Allah’a ısmarladık… İnsanların görmesinden anlatırız inşaallah yarın da…”
Genç elbise sessiz kaldı… Terzi, bu sükût içindeki fırtınayı duydu duymasına ama, o aynı anda, fırtına içinde gizlenen ve vakti geldiğinde gün yüzüne çıkacak olan olgunluğun da sesini duyardı. Bu sebeple rahattı… Gitti…
Elbise orada, biz burada bekleyelim ki haktır… Yaşlı terzi gelince, bakalım ne anlatır.