İçinden Geldiği Gibi Yaşa! Ya da Kalbine Danış!
Rabbimizin güzel isimlerinden birisi de “el-Vedûd”dur.
“Vedûd”; Seven, sevgiyi yaratan ve yarattıklarının kalbine
yerleştiren Allah demektir. Bu esmânın bir tecellisi olarak
insanın fıtratında sevme ve sevilme meyli vardır. Sevgiden ve
sevmekten murad, Allâh’ı ve O’na götürecek şeyleri
sevmektir.
İnsanoğlunun anne karnında başlayan serüveni ile birlikte sevme ve
sevilmeye doğru yolculuğu da başlamıştır.
Dünyaya gözlerini açmasıyla birlikte de ebeveyn, kardeş… vs.
sevgileriyle kalp ilâhî muhabbete basamak basamak hazırlanmaktadır.
Ergenlik devresinin yaklaşmasıyla bu muhabbet yolculuğu, karşı
cinse doğru akmaya başlar. Kur’ân-ı Kerîm’de yüce Rabbimiz,
bu meyli bizlere şöyle bildirmektedir:
“Nefsânî arzulara (özellikle) kadınlara, oğullara, yığın yığın
biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, sağmal hayvanlara
ve ekinlere karşı düşkünlük, insanlara çekici kılındı.
Bunlar dünya hayatının geçici menfaatleridir.
Hâlbuki varılacak yer, Allâh’ın katındadır.
(Rasulüm!) De ki: «Size bunlardan daha iyisini bildireyim mi?
Takvâ sahipleri için Rableri yanında, içinden ırmaklar akan,
ebediyen kalacakları cennetler, tertemiz eşler (hepsinin üstünde)
Allâh’ın hoşnutluğu vardır. Allah, kullarını çok iyi
görür.»” (Âl-i İmran, 14-15)
14. âyette sayılan dünya nîmetlerinden her birinin ve genel
olarak dünya güzelliğinin insana sevdirildiği ifade edilmiştir.
Demek ki, insanın onları sevmesi, tabiîdir, ancak dünyevîdir.
Esâsen insanoğlu, nefsini ve neslini devam ettirebilmek için
bu nîmetlerden belli ölçüde istifade etmek zorundadır. Ancak
insan, bunlara kul-köle olup Rabbini unutmamalıdır. 15.
âyet-i kerîmede, bu esastan yola çıkarak bunlardan daha
güzeli gösterilmiş ve insanlar bu üstün olana dâvet edilmiştir.
Zirâ öncekiler ne kadar güzel ve çekici görünürlerse
görünsünler, geçicidirler; Allâh’ın tavsiye ettiği ikinciler ise
ebedidir.
* * *
Gençlik devresi, insan ömrünün en güzel devresidir.
Bu devrede yapılan ibâdetler, Cenâb-ı Hak katında daha
sevimlidir. Bunun sebebi de nefsânî duyguların en diri, en
şahta olduğu zamanlar olmasındandır.
Genç, bu nefsânî duygularıyla mücâdele ede ede Rabbinin
huzuruna çıkmakla târifi imkânsız bir mevkî kazanmış olur.
Bize düşen de, gençlerimizi, içlerinden ve dışlarından hücûm
eden nefsânî ve dünyevî hevesler konusunda yalnız
bırakmamak ve onların mâneviyatlarını takviye etmektir.
Geçen yıl, dindar bir psikologun yazısında okumuş, anlattıklarına
hem üzülmüş, hem de yozlaşan insanımızın hâline şaşırmıştım.
Bir gün dindar görünümlü bir anne, psikologumuza kızından yakınıp:
“-Efendim, kızım çok içine kapanık… 17 yaşına geldi, hiç erkek
arkadaş edinmedi. Artık ben kızımın cinsel kimliğinden
şüpheleniyorum!..” demiş.
Yani bu anne için genç kızının erkek arkadaşının olmaması,
psikolojik bir hastalık belirtisi ya da cinsel bunalım işâreti…
Diğer tarafta ise, genç kızına her çeşit baskıyı uygulayıp erkeklerden
uzak tutmaya çalışan, oğlunu ise mahremi olmayan bir kızla gezip
tozmaya teşvik eden, oğlunun hovardalığı ile gurur duyan
ebeveynlerimiz var.
Dostlar, biz ne durumlara düştük?!.. Nerede bizim îmânımızı
süsleyen ahlâk ve edebimiz? Nerede kaldı bizim iffetimiz?!
Rabbimiz Kelâm-ı Kadîminde:
“Zinaya yaklaşmayın!.. Zira o, hayâsızlıktır ve çok kötü bir yoldur.”buyurmaktadır. (el-İsrâ, 32)
Âyet-i Kerîmede “Zina etmeyin!..” denilmeyip de “Zinaya
yaklaşmayın!..” buyrulması ilgi çekicidir.
İslam bir şeyi haram kılmadan evvel, harama giden bütün yolları
kapatarak o emre uymayı kolaylaştırır. Buna göre karşı cinse
lüzumundan fazla bakmalar, gereksiz, edâlı konuşmalar ve internet
ortamında yapılan sanal konuşma ve görüşmeler, hep zinaya zemin
hazırlayacak adımlardır.
Bir de toplumumuzda nedense “zina, sadece kadına haram”mış
gibi algılanıyor.
Erkek yaptığında “elinin kiri” olan şey, kadın
yaptığında “yüz karası” kabul ediliyor.
Hâlbuki diğer bütün ilâhî emir ve yasaklarda olduğu gibi,
burada da zina, hem erkek,
hem de kadın açısından eşit derecede haramdır.
Sadece bu durumdan kadının fiilî zararı daha fazla olmaktadır.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kendi terbiyesinde
yetiştirip büyüttüğü Hazret-i Ali’yi ikaz ederek:
“-Ey Ali, bakışı bakışa ekleme!.. Birincisi sendendir, diğerleri
şeytandandır.” buyurmaktadır.
Bu rivâyet, “Benim kalbim temizdir. Ben birisine bakarken kötü
şeyler düşünmüyorum!” deyip kendine mâzeretler üretenleri de
haksız duruma düşürmektedir. Bizim kalbimiz, gençlerin seyiddi,
cennetle müjdelenen on kişiden biri olan ve Peygamber Efendimizin
yanında büyüyüp serpilmiş olan
Hazret-i Ali’den daha mı temizdir?
Bu hususta başka bir rivâyet de hanımlarla ilgilidir.
Peygamber
Efendimiz, hâne-i saâdetlerinde otururken ashâb-ı kirâmdan âmâ
Abdullah ibn-i Ümmü Mektum kapıyı çalar ve içeriye girmek için izin
ister. Peygamberimiz, hanımlarına yan odaya geçmelerini
söyleyince, mübârek zevceleri:
“-Yâ Rasûlallâh, o âmâdır, bizi görmez!” demişlerdi.
Peygamberimiz de:
“-O âmâ, peki siz de mi âmâsınız?” diyerek ilâhî emirlerin
tatbîkatında erkekler ve kadınlar arasında çok da fark bulunmadığına
işaret etmişlerdi.
Başka bir hadîs-i şerifte de Sevgili Peygamberimiz bir hanım sahabiyi
ve onun şahsında kıyamete kadar gelecek ümmetini şöyle uyarmıştır:
“Gece gündüz devamlı Allâh’ı zikrediniz, gözlerinizi yabancıya
bakmaktan ve seslerinizi onlara işittirmekten muhafaza
ediniz!..” (İbn-i Hacer, el- İsâbe, VII, 204)
Bu yazımı okuyan bazı gençlerimizin,
“-Oldu mu ablacığım, biz hiç gençliğimizi yaşayamayacak mıyız?”
dediklerini duyar gibiyim.
Onlara da kendileri gibi gençlerden örnekler verelim:
Sevgili Peygamberimizin babası Hazret-i Abdullah, genç ve bekârken
Mekke’nin en güzel ve en zengin kadınlarından biri ona meftun olur.
Sürekli karşısına çıkıp onun gönlünü de çelmeye çalışır. Abdullah
ise, her defasında başını edeple önüne eğip:
“-Ey kadın, sen helâlini git başka yerde ara, beni de rahat bırak!..”
diyerek nefsine uymamıştır.
Yine başka bir örnek, kıssaların en güzeli olan Yûsuf Sûresi’nde
geçmektedir. Hazret-i Yûsuf büyüyüp, gelişince güzelliğiyle gösterişli
bir genç oldu. O’nun bu hâli, yaşadığı evin hanımı olan Züleyhâ’da
kendisine karşı farklı düşüncelerin belirmesine sebep oldu.
Hâdise âyet-i kerîmede şöyle zikredilir:
“Derken, bulunduğu evin hanımı,
Yûsuf’u kendisine bağlamak,
onun nefsinden murâd almak istedi ve kapıları kapatarak:
«–Haydi gelsene bana!» dedi.
O ise:
«–Maâzallâh, (Allâh’a sığınırım!) Zîrâ kocanız benim
velînîmetimdir, bana iyi davranıp güzel bir mevkî verdi.
Gerçek şudur ki, zâlimler aslâ felâh bulmazlar!» dedi.
Doğrusu, hanım ona sâhip olmayı iyice aklına koymuş ve buna
meyletmişti. Eğer Rabbinin bürhânını (delil ve yardımını)
görmeseydi, o da kadına meyledecekti. İşte böylece
Biz fenâlığı ve fuhşu, O’ndan uzaklaştırmak için bürhânımızı
gösterdik. Çünkü O, Biz’im tam ihlâsa erdirilmiş
kullarımızdandı.” (Yûsuf, 23-24)
Zü*ley*hâ, ne*fis*le*rin en çok ze*bû*nu ol*du*ğu üç vas*fın;
yâ*ni ser*vet, şöh*ret ve şeh*ve*tin
şâ*hi*kasın*da bu*lu*nu*yor*du.
Genç*ti, ce*mâl sâ*hi*biy*di ve pek çok kim*se*yi ken*di*si*ne tutkun
edebilecek hâ*l*dey*di. Üs*te*lik Züleyhâ, oda*nın ka*pı*sı*nı da sım*sı*kı
kilitle*miş*ti. Böy*le*ce giz*li*lik ve ten*hâ*lı*ğın, gü*nah*la*rı da*ha da kam*çı*la*
dığı bir ortamda, Haz*ret-i Yû*suf’a şid*det*li bir ar*zuy*la:
“–Hey*te lek! yâ*ni «–Gel*se*ne ba*na!»” di*ye ses*le*ne*rek, çir*kin bir fi*ile
te*şeb*büs etmişti. Mu*kâ*ve*met gös*ter*mek*te ni*ce irâ*de*le*ri eri*te*bi*le*cek
böy*le bir man*za*ra kar*şı*sın*da, Yûsuf -aley*his*se*lâm-’ın bi*le hay*li güç
bir va*zi*yet*te kal*dı*ğı*nı Yü*ce Rab*bi*miz:
“Şâ*yet bür*hâ*nı*mız ye*tiş*me*sey*di, o da mey*le*di*yor*du.”
be*yâ*nıy*la ifâ*de buyurmaktadır.
Zîrâ bir er*ke*ğin, ha*ya*tı bo*yun*ca kar*şı*la*şa*bi*le*ce*ği en ağır
imtihanlardan bi*ri; genç*lik, gü*zel*lik, ser*vet gi*bi her tür*lü câ*zi*be
un*su*ru*na sâ*hip bir ka*dın*dan, üs*te*lik ten*hâ*lık*ta ge*len dâ*vet ve il*ti*fâ*ta
“ha*yır” di*ye*bil*mek*tir.
İş*te Yû*suf -aley*his*se*lâm-, önü*ne se*ri*len bun*ca deh*şet*li nefsânî câ*zi*
be*le*re aldanmamak için “ma*âzal*lâh” di*ye*rek, mânevî bir zırha
büründü, tam bir ihlâs ve yük*sek bir tak*vâ duygusuyla “Allâh’a sı*
ğındı”. Böylece âyet-i kerîmede bildirilen “bürhân” ile ilâ*hî sıyânet
(koruma) ve muhâfazaya mazhar oldu.
Bu yüzden insanoğlunu gü*nah*la*ra sü*rük*le*yen bü*tün dün*ye*vî câ*zi*be*
le*rin “–Hey*te lek! yâ*ni «–Gel*se*ne ba*na!»” diyen dâ*vetle*ri*ne mu*kâ*
ve*met gösterebilmenin ye*gâ*ne yolu, o ân*da kal*ben
“ma*âzal*lâh”
di*ye*rek son*suz kud*ret sâ*hi*bi olan
“Al*lâh’a sı*ğı*na*bil*mek”tir.
(O. Nûri Topbaş, Nebîler Silsilesi)
Kıymetli hocamız bir derslerinde,
“Nefsânî arzular karşısında yılandan çıyandan kaçar gibi kaçmak lâzım!..” buyurmuşlardı.
Bir de hanımlardan bir örnek verelim.
Kur’ân-ı Kerîm’de ismi müstakil bir sûreye verilmiş bulunan İmran
kızı Meryem, yani Hazret-i Meryem annemiz en büyük iffet
âbidesidir. Onun iffet ve hayâ timsâli hâllerinden bir tanesi,
Cebrâil’in Allah Teâlâ’nın emriyle ona gönderilmesiyle ortaya
çıkmıştır. Cebrail -aleyhisselâm-,
Hazret-i İsa’yı müjdelemek üzere Meryem annemize bir anda
görünürvermişti. Hâdise Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle anlatılmaktadır:
“Meryem, onlarla kendi arasına bir perde çekmişti.
Der*ken, Biz O’na, Rûh’umuzu gönderdik de O,
kendisine tasta*mam bir insan şeklinde göründü.”
(Meryem, 17)
Burada Rûh’tan maksat, Cebrâîl -aleyhisselâm-’dır.
Her âzâsı düzgün genç bir insan şeklinde gönderilmesinin sebebi,
Meryem’in ürküp korkmaması içindi. Çünkü Hazret-i Meryem,
Cebrâîl -aleyhisselâm-’ı aslî şeklinde görseydi, şüphesiz ki buna tâkat getiremezdi.
Ancak Hazret-i Meryem, yine de karşısında genç bir insan görünce,
kemâl-i edeb ve iffetinden dolayı çok korktu. Onun Hazret-i Cibrîl
olduğunu bilmediği için büyük bir endişeye kapıldı ve âyet-i
kerîmelerde buyrulduğu üzere:
“Meryem dedi ki: «–Sen’den, çok esirgeyici olan Allâh’a
sığınırım! Eğer Allâh’tan sakınan bir kimse isen,(bana do*
kunma!)»”
“Melek: «–Ben, yalnızca, sana tertemiz bir erkek çocuk
bağışlamam için Rabbimin elçisiyim.» dedi.”
“Meryem: «–Bana bir insan eli değmediği, iffetsiz de ol*
madığım hâlde benim nasıl çocuğum olabilir?» dedi.”
“Melek: «–Öyledir!» dedi.(Zîrâ) Rabbin buyurdu ki:
«–Bu, Bana
kolaydır. Çünkü Biz, O’nu insanlara bir delil ve kendimizden
bir rahmet kılacağız. Bu, hüküm ve karara bağ*lanmış
(ezelde olup bitmiş) bir iş idi.” (Meryem, 18-21)
Evet, sevgili genç kardeşlerim!..
Günümüzde flört veya arkadaşlık
adlarıyla zinaya doğru bir akım ve teşvik var.
Özellikle televizyon ve okullarda bilinçsizce:
“-Yüreğinin sesini dinle, içinden geldiği gibi yaşa!” gibi telkinler,
insanı maalesef ebediyet mahrumu olmaya doğru itiyor.
Sevgili Peygamberimiz de:
“-Kalbine danış!” buyurmuştur.
Dikkat edelim; kalbimiz danışılacak bir kalpse,
kalbimize danışalım!..
Hangi kalbe danışılır?
İçi, Kur’ân ve sünnet ölçüleriyle dolu olan bir kalbe danışılır.
Yoksa içimizdeki ses, nefsimizin sesi de olabilir ve bizi kötülüğe meylettirebilir.
Onun için hep beraber,
“Mâazallâh!” (Allâh’a sığınırım!..) diyerek
Rabbimize sığınalım ve kalbimizi ve davranışlarımızı,
Kur’ân ve
sünnet ölçüleriyle dolduralım, inşallah…
Halime Demireşik
Rabbimizin güzel isimlerinden birisi de “el-Vedûd”dur.
“Vedûd”; Seven, sevgiyi yaratan ve yarattıklarının kalbine
yerleştiren Allah demektir. Bu esmânın bir tecellisi olarak
insanın fıtratında sevme ve sevilme meyli vardır. Sevgiden ve
sevmekten murad, Allâh’ı ve O’na götürecek şeyleri
sevmektir.
İnsanoğlunun anne karnında başlayan serüveni ile birlikte sevme ve
sevilmeye doğru yolculuğu da başlamıştır.
Dünyaya gözlerini açmasıyla birlikte de ebeveyn, kardeş… vs.
sevgileriyle kalp ilâhî muhabbete basamak basamak hazırlanmaktadır.
Ergenlik devresinin yaklaşmasıyla bu muhabbet yolculuğu, karşı
cinse doğru akmaya başlar. Kur’ân-ı Kerîm’de yüce Rabbimiz,
bu meyli bizlere şöyle bildirmektedir:
“Nefsânî arzulara (özellikle) kadınlara, oğullara, yığın yığın
biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, sağmal hayvanlara
ve ekinlere karşı düşkünlük, insanlara çekici kılındı.
Bunlar dünya hayatının geçici menfaatleridir.
Hâlbuki varılacak yer, Allâh’ın katındadır.
(Rasulüm!) De ki: «Size bunlardan daha iyisini bildireyim mi?
Takvâ sahipleri için Rableri yanında, içinden ırmaklar akan,
ebediyen kalacakları cennetler, tertemiz eşler (hepsinin üstünde)
Allâh’ın hoşnutluğu vardır. Allah, kullarını çok iyi
görür.»” (Âl-i İmran, 14-15)
14. âyette sayılan dünya nîmetlerinden her birinin ve genel
olarak dünya güzelliğinin insana sevdirildiği ifade edilmiştir.
Demek ki, insanın onları sevmesi, tabiîdir, ancak dünyevîdir.
Esâsen insanoğlu, nefsini ve neslini devam ettirebilmek için
bu nîmetlerden belli ölçüde istifade etmek zorundadır. Ancak
insan, bunlara kul-köle olup Rabbini unutmamalıdır. 15.
âyet-i kerîmede, bu esastan yola çıkarak bunlardan daha
güzeli gösterilmiş ve insanlar bu üstün olana dâvet edilmiştir.
Zirâ öncekiler ne kadar güzel ve çekici görünürlerse
görünsünler, geçicidirler; Allâh’ın tavsiye ettiği ikinciler ise
ebedidir.
* * *
Gençlik devresi, insan ömrünün en güzel devresidir.
Bu devrede yapılan ibâdetler, Cenâb-ı Hak katında daha
sevimlidir. Bunun sebebi de nefsânî duyguların en diri, en
şahta olduğu zamanlar olmasındandır.
Genç, bu nefsânî duygularıyla mücâdele ede ede Rabbinin
huzuruna çıkmakla târifi imkânsız bir mevkî kazanmış olur.
Bize düşen de, gençlerimizi, içlerinden ve dışlarından hücûm
eden nefsânî ve dünyevî hevesler konusunda yalnız
bırakmamak ve onların mâneviyatlarını takviye etmektir.
Geçen yıl, dindar bir psikologun yazısında okumuş, anlattıklarına
hem üzülmüş, hem de yozlaşan insanımızın hâline şaşırmıştım.
Bir gün dindar görünümlü bir anne, psikologumuza kızından yakınıp:
“-Efendim, kızım çok içine kapanık… 17 yaşına geldi, hiç erkek
arkadaş edinmedi. Artık ben kızımın cinsel kimliğinden
şüpheleniyorum!..” demiş.
Yani bu anne için genç kızının erkek arkadaşının olmaması,
psikolojik bir hastalık belirtisi ya da cinsel bunalım işâreti…
Diğer tarafta ise, genç kızına her çeşit baskıyı uygulayıp erkeklerden
uzak tutmaya çalışan, oğlunu ise mahremi olmayan bir kızla gezip
tozmaya teşvik eden, oğlunun hovardalığı ile gurur duyan
ebeveynlerimiz var.
Dostlar, biz ne durumlara düştük?!.. Nerede bizim îmânımızı
süsleyen ahlâk ve edebimiz? Nerede kaldı bizim iffetimiz?!
Rabbimiz Kelâm-ı Kadîminde:
“Zinaya yaklaşmayın!.. Zira o, hayâsızlıktır ve çok kötü bir yoldur.”buyurmaktadır. (el-İsrâ, 32)
Âyet-i Kerîmede “Zina etmeyin!..” denilmeyip de “Zinaya
yaklaşmayın!..” buyrulması ilgi çekicidir.
İslam bir şeyi haram kılmadan evvel, harama giden bütün yolları
kapatarak o emre uymayı kolaylaştırır. Buna göre karşı cinse
lüzumundan fazla bakmalar, gereksiz, edâlı konuşmalar ve internet
ortamında yapılan sanal konuşma ve görüşmeler, hep zinaya zemin
hazırlayacak adımlardır.
Bir de toplumumuzda nedense “zina, sadece kadına haram”mış
gibi algılanıyor.
Erkek yaptığında “elinin kiri” olan şey, kadın
yaptığında “yüz karası” kabul ediliyor.
Hâlbuki diğer bütün ilâhî emir ve yasaklarda olduğu gibi,
burada da zina, hem erkek,
hem de kadın açısından eşit derecede haramdır.
Sadece bu durumdan kadının fiilî zararı daha fazla olmaktadır.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kendi terbiyesinde
yetiştirip büyüttüğü Hazret-i Ali’yi ikaz ederek:
“-Ey Ali, bakışı bakışa ekleme!.. Birincisi sendendir, diğerleri
şeytandandır.” buyurmaktadır.
Bu rivâyet, “Benim kalbim temizdir. Ben birisine bakarken kötü
şeyler düşünmüyorum!” deyip kendine mâzeretler üretenleri de
haksız duruma düşürmektedir. Bizim kalbimiz, gençlerin seyiddi,
cennetle müjdelenen on kişiden biri olan ve Peygamber Efendimizin
yanında büyüyüp serpilmiş olan
Hazret-i Ali’den daha mı temizdir?
Bu hususta başka bir rivâyet de hanımlarla ilgilidir.
Peygamber
Efendimiz, hâne-i saâdetlerinde otururken ashâb-ı kirâmdan âmâ
Abdullah ibn-i Ümmü Mektum kapıyı çalar ve içeriye girmek için izin
ister. Peygamberimiz, hanımlarına yan odaya geçmelerini
söyleyince, mübârek zevceleri:
“-Yâ Rasûlallâh, o âmâdır, bizi görmez!” demişlerdi.
Peygamberimiz de:
“-O âmâ, peki siz de mi âmâsınız?” diyerek ilâhî emirlerin
tatbîkatında erkekler ve kadınlar arasında çok da fark bulunmadığına
işaret etmişlerdi.
Başka bir hadîs-i şerifte de Sevgili Peygamberimiz bir hanım sahabiyi
ve onun şahsında kıyamete kadar gelecek ümmetini şöyle uyarmıştır:
“Gece gündüz devamlı Allâh’ı zikrediniz, gözlerinizi yabancıya
bakmaktan ve seslerinizi onlara işittirmekten muhafaza
ediniz!..” (İbn-i Hacer, el- İsâbe, VII, 204)
Bu yazımı okuyan bazı gençlerimizin,
“-Oldu mu ablacığım, biz hiç gençliğimizi yaşayamayacak mıyız?”
dediklerini duyar gibiyim.
Onlara da kendileri gibi gençlerden örnekler verelim:
Sevgili Peygamberimizin babası Hazret-i Abdullah, genç ve bekârken
Mekke’nin en güzel ve en zengin kadınlarından biri ona meftun olur.
Sürekli karşısına çıkıp onun gönlünü de çelmeye çalışır. Abdullah
ise, her defasında başını edeple önüne eğip:
“-Ey kadın, sen helâlini git başka yerde ara, beni de rahat bırak!..”
diyerek nefsine uymamıştır.
Yine başka bir örnek, kıssaların en güzeli olan Yûsuf Sûresi’nde
geçmektedir. Hazret-i Yûsuf büyüyüp, gelişince güzelliğiyle gösterişli
bir genç oldu. O’nun bu hâli, yaşadığı evin hanımı olan Züleyhâ’da
kendisine karşı farklı düşüncelerin belirmesine sebep oldu.
Hâdise âyet-i kerîmede şöyle zikredilir:
“Derken, bulunduğu evin hanımı,
Yûsuf’u kendisine bağlamak,
onun nefsinden murâd almak istedi ve kapıları kapatarak:
«–Haydi gelsene bana!» dedi.
O ise:
«–Maâzallâh, (Allâh’a sığınırım!) Zîrâ kocanız benim
velînîmetimdir, bana iyi davranıp güzel bir mevkî verdi.
Gerçek şudur ki, zâlimler aslâ felâh bulmazlar!» dedi.
Doğrusu, hanım ona sâhip olmayı iyice aklına koymuş ve buna
meyletmişti. Eğer Rabbinin bürhânını (delil ve yardımını)
görmeseydi, o da kadına meyledecekti. İşte böylece
Biz fenâlığı ve fuhşu, O’ndan uzaklaştırmak için bürhânımızı
gösterdik. Çünkü O, Biz’im tam ihlâsa erdirilmiş
kullarımızdandı.” (Yûsuf, 23-24)
Zü*ley*hâ, ne*fis*le*rin en çok ze*bû*nu ol*du*ğu üç vas*fın;
yâ*ni ser*vet, şöh*ret ve şeh*ve*tin
şâ*hi*kasın*da bu*lu*nu*yor*du.
Genç*ti, ce*mâl sâ*hi*biy*di ve pek çok kim*se*yi ken*di*si*ne tutkun
edebilecek hâ*l*dey*di. Üs*te*lik Züleyhâ, oda*nın ka*pı*sı*nı da sım*sı*kı
kilitle*miş*ti. Böy*le*ce giz*li*lik ve ten*hâ*lı*ğın, gü*nah*la*rı da*ha da kam*çı*la*
dığı bir ortamda, Haz*ret-i Yû*suf’a şid*det*li bir ar*zuy*la:
“–Hey*te lek! yâ*ni «–Gel*se*ne ba*na!»” di*ye ses*le*ne*rek, çir*kin bir fi*ile
te*şeb*büs etmişti. Mu*kâ*ve*met gös*ter*mek*te ni*ce irâ*de*le*ri eri*te*bi*le*cek
böy*le bir man*za*ra kar*şı*sın*da, Yûsuf -aley*his*se*lâm-’ın bi*le hay*li güç
bir va*zi*yet*te kal*dı*ğı*nı Yü*ce Rab*bi*miz:
“Şâ*yet bür*hâ*nı*mız ye*tiş*me*sey*di, o da mey*le*di*yor*du.”
be*yâ*nıy*la ifâ*de buyurmaktadır.
Zîrâ bir er*ke*ğin, ha*ya*tı bo*yun*ca kar*şı*la*şa*bi*le*ce*ği en ağır
imtihanlardan bi*ri; genç*lik, gü*zel*lik, ser*vet gi*bi her tür*lü câ*zi*be
un*su*ru*na sâ*hip bir ka*dın*dan, üs*te*lik ten*hâ*lık*ta ge*len dâ*vet ve il*ti*fâ*ta
“ha*yır” di*ye*bil*mek*tir.
İş*te Yû*suf -aley*his*se*lâm-, önü*ne se*ri*len bun*ca deh*şet*li nefsânî câ*zi*
be*le*re aldanmamak için “ma*âzal*lâh” di*ye*rek, mânevî bir zırha
büründü, tam bir ihlâs ve yük*sek bir tak*vâ duygusuyla “Allâh’a sı*
ğındı”. Böylece âyet-i kerîmede bildirilen “bürhân” ile ilâ*hî sıyânet
(koruma) ve muhâfazaya mazhar oldu.
Bu yüzden insanoğlunu gü*nah*la*ra sü*rük*le*yen bü*tün dün*ye*vî câ*zi*be*
le*rin “–Hey*te lek! yâ*ni «–Gel*se*ne ba*na!»” diyen dâ*vetle*ri*ne mu*kâ*
ve*met gösterebilmenin ye*gâ*ne yolu, o ân*da kal*ben
“ma*âzal*lâh”
di*ye*rek son*suz kud*ret sâ*hi*bi olan
“Al*lâh’a sı*ğı*na*bil*mek”tir.
(O. Nûri Topbaş, Nebîler Silsilesi)
Kıymetli hocamız bir derslerinde,
“Nefsânî arzular karşısında yılandan çıyandan kaçar gibi kaçmak lâzım!..” buyurmuşlardı.
Bir de hanımlardan bir örnek verelim.
Kur’ân-ı Kerîm’de ismi müstakil bir sûreye verilmiş bulunan İmran
kızı Meryem, yani Hazret-i Meryem annemiz en büyük iffet
âbidesidir. Onun iffet ve hayâ timsâli hâllerinden bir tanesi,
Cebrâil’in Allah Teâlâ’nın emriyle ona gönderilmesiyle ortaya
çıkmıştır. Cebrail -aleyhisselâm-,
Hazret-i İsa’yı müjdelemek üzere Meryem annemize bir anda
görünürvermişti. Hâdise Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle anlatılmaktadır:
“Meryem, onlarla kendi arasına bir perde çekmişti.
Der*ken, Biz O’na, Rûh’umuzu gönderdik de O,
kendisine tasta*mam bir insan şeklinde göründü.”
(Meryem, 17)
Burada Rûh’tan maksat, Cebrâîl -aleyhisselâm-’dır.
Her âzâsı düzgün genç bir insan şeklinde gönderilmesinin sebebi,
Meryem’in ürküp korkmaması içindi. Çünkü Hazret-i Meryem,
Cebrâîl -aleyhisselâm-’ı aslî şeklinde görseydi, şüphesiz ki buna tâkat getiremezdi.
Ancak Hazret-i Meryem, yine de karşısında genç bir insan görünce,
kemâl-i edeb ve iffetinden dolayı çok korktu. Onun Hazret-i Cibrîl
olduğunu bilmediği için büyük bir endişeye kapıldı ve âyet-i
kerîmelerde buyrulduğu üzere:
“Meryem dedi ki: «–Sen’den, çok esirgeyici olan Allâh’a
sığınırım! Eğer Allâh’tan sakınan bir kimse isen,(bana do*
kunma!)»”
“Melek: «–Ben, yalnızca, sana tertemiz bir erkek çocuk
bağışlamam için Rabbimin elçisiyim.» dedi.”
“Meryem: «–Bana bir insan eli değmediği, iffetsiz de ol*
madığım hâlde benim nasıl çocuğum olabilir?» dedi.”
“Melek: «–Öyledir!» dedi.(Zîrâ) Rabbin buyurdu ki:
«–Bu, Bana
kolaydır. Çünkü Biz, O’nu insanlara bir delil ve kendimizden
bir rahmet kılacağız. Bu, hüküm ve karara bağ*lanmış
(ezelde olup bitmiş) bir iş idi.” (Meryem, 18-21)
Evet, sevgili genç kardeşlerim!..
Günümüzde flört veya arkadaşlık
adlarıyla zinaya doğru bir akım ve teşvik var.
Özellikle televizyon ve okullarda bilinçsizce:
“-Yüreğinin sesini dinle, içinden geldiği gibi yaşa!” gibi telkinler,
insanı maalesef ebediyet mahrumu olmaya doğru itiyor.
Sevgili Peygamberimiz de:
“-Kalbine danış!” buyurmuştur.
Dikkat edelim; kalbimiz danışılacak bir kalpse,
kalbimize danışalım!..
Hangi kalbe danışılır?
İçi, Kur’ân ve sünnet ölçüleriyle dolu olan bir kalbe danışılır.
Yoksa içimizdeki ses, nefsimizin sesi de olabilir ve bizi kötülüğe meylettirebilir.
Onun için hep beraber,
“Mâazallâh!” (Allâh’a sığınırım!..) diyerek
Rabbimize sığınalım ve kalbimizi ve davranışlarımızı,
Kur’ân ve
sünnet ölçüleriyle dolduralım, inşallah…
Halime Demireşik