Gıybet ettim ben. Evet, ben…Senai Demirci.. Bu gıybet yazısının yazarı. Gıybet ettim. Etmişim. Etmişimdir. Bile isteye hem de. Seve seve…Coşa coşa. İçimdeki nefreti yatıştırmak için bazen… Ya da bir kardeşimin hayrını istermiş gibi gözüküp “Yakışmıyor bunlar… vah vah… ” edasında, sinsice… Ya da kendimi gizlice temize çıkarmak istediğimi kendimden bile gizleyerek “Böyle de olmaz ki…” “Bana da yapılmaz ki…” “Ondan hiç beklemiyordum…” kıvırtmasıyla. Hissettirmeden, güya acıtmadan. Islah etmek istercesine… Ya da “Yüzüne de söyledim zaten...” “Yüzü olsa söylerim!” savunmasının ardına siperlenip, güya gıybetten kaçınıyormuşçasına, ama şimdi söylediğimin onun yüzüne söylediğimden de söyleyeceğimden de ayrı ve yeni bir eylem olduğunu unutarak. Kurnazca. Yahut adı geçtiğinde bir kardeşimin “Gıybet ettirme şimdi!” diye bir çırpıda aşağıladığımı, üstelik gıybetin dik alasını yaptığımı, gıybet etmiyormuş gibi gıybet edebildim. Utanmadan.
Belki de senin gıybetini yapmışımdır sevgili okuyucum, dostum, kardeşim. Bak, dönüp de “Sen yokken, şuna şuna senin böyle böyle olduğunu söylemiştim” diyecek mertliğim yok. Özetle söylüyorum. “Gıybetini ettim!” bile diyemiyorum. Sanki birisi beni zorlamış gibi, sanki ben gıybet konusunda bilmeden tuzağa düşmüşüm gibi “Gıybetini etmiş olabilirim.” diyorum. Bir taraftan itiraf ediyorum, diğer taraftan kendime saklanacağım siperler hazırlıyorum.
İyiliğini istermişim gibi yapıyorum gıybetini. “Yakışmıyor...” falan demelerim o yüzden. Hayrını istermişim gibi kötülüyorum seni ardın sıra. “Ayıp etti ama...” deyişim ondan. Güya seni kaybetmekten korkuyorum. Yanında söylersem kırılacağından, duyarsan küseceğinden korkuyorum. “Hani, yalan da değil ki...” diye sızlanışım ondan. Sen ortalıkta yokken, rahatlıyorum. Dilimin kemiği zaten yok. Sen de kemik olmuyorsun dilime. Dilediğince yuvarlıyorum lafları ağzımda. Çekinmeden söylüyorum senden çekindiğim için söyleyemediklerimi.
Söylediğim doğru olduğu halde bile bu böyle.. Üstelik, senin üzerinde olan ve senin hoşlanmayacağın şeyi söylediğim için asıl seninle yüzleşmeye korkuyorum. Gitmeni fırsat biliyorum. Uzaklaşıp da itirazlar edemediğin demleri bir saldırı meydanı olarak açıyorum kendime. Git! Kaybol gözden! İşiteme beni! Acizlen! Elini kaldırma sakın bana! Kaş göz hareketi bile istemem senden! Ölü gibi ol! Dilin dönmesin söylediklerime karşı laf yetiştirmeye! Savunmasız bırakacağım çünkü seni. Köşeye sıkıştıracağım seni. Hırpalayacağım. Orandan burandan koparacağım etini. Senin kusurlarını saydıkça, o kusurları ayıplayan olarak kendimi o kusurlardan temize çıkaracağım. Seni küçümsedikçe, kendimi büyükleyeceğim, yüceleştireceğim.
Üstelik elimde kimselerde olmayan bir fırsat var. Tanıyorum seni. Olanlar doğru. Olanı olduğu gibi söylediğimi, üstelik başkalarına da yaydığımı söylerken, sana tüm dönüş yollarını kapatacağım.
Şimdi helallik istemekte zorlanışım bundan. Dilimden bir kazadır çıktı. Ne yaptım ben? Niye bu kan ortalık yerde? Bu parçaladığım ceset niye kaldırılmadı hala? Senin kusurunu anlattığım, belki istemeden dinlettiğim kişileri de bilmiyorsun, ama onlar seni sadece o kusurunla anıyorlar. Onların o kusurunu bildiğini bilmediğin için de, onların nazarında tüm savunma haklarını kaybettirdim sana. Gıyabında gıybetini ettiklerim seni en çok da kusurlarınla anacaklar bundan böyle. Oysa sadece kusurdan ibaret değildin ki sen! Güzel yanların da var… Hiç şüphesiz daha çok…
Kim bilir, sen gıybetini ettiğim kusurundan çoktan tövbe ettin de, söz verdiği gibi, kötülüğünü sevaba dönüştürdü Rabbimiz. Ama ben senin terk ettiğin günahla, senin terk etmekle sevap kazandığın kusurla, üstelik ben işlemediğim halde, hâlâ daha günah kazanmaya devam ediyorum. Ne olacak benim halim? Bir bilsen de gıybetini yaptığımı, bir söyleyiversem de utanmadan ettiğim o iğrenç kötülüğü, sen de bana hakkını helal ediversen…
Kulunun hatırını kendi hatırından üstün tutan Rabb-i Rahimimiz senin gönlünü yapmadan, hakkını bana helal ettirmeden gıybetimi affetmeyeceğini söylüyor. Ne ederim ben şimdi? Ne yaparım? Kime giderim? Kimleri bilirim/bulurum da gıybetini helal et diyebilirim? Ömrümün buraya kadarki kısmında ettiğim gıybetlerin hakkını helal ettirmeye ömrümün kalan kısmı yetmeyecek. Ne kadar müflisim; görüyor musun?
Hem sonra sadece senin hakkına girmedim ki… Hele bir yakından bak ettiğim cinayetlere…
Gıybetime ortak ettim sevdiklerimi. Yediğim o iğrenç yiyecekten onlara da yedirdim. Hiç sormadım, sever misiniz diye. En başından onların da ölü eti yemeye hevesli olduklarını kabul ettim. Bana saygılarından ötürü, uyarmadılar beni. “Ben senin bildiğin adamlardan değilim öyle..” demediler. “Nereden çıkardın benim de senin gibi onursuz olabileceğimi?!” diye diklenmediler. “Nasıl da peşin peşin kabul ettin benim de senin gibi kardeşimin varlığında söyleyemediklerimi yokluğunu fırsat bilerek söyleyecek kadar ödlek olduğumu?” diye utandırmadılar. Sustular. Dinlediler. İstemeye istemeye de olsa cinayetime ortak oldular. Söz yangınımın gönüllerine bulaşmasına razı oldular. Dil vebamın nefeslerine karışmasına aldırış etmediler. Demediler ki, “Elini kaldıramayan, dilini kıpırdatamayan, tek bir sözle bile kendini savunamayan zavallı bir ölünün etini dişlerimizle didiklemeyi, dilimizde zevkle çiğnemeyi ve sonra yutup da mutlu olmayı kendimize yakıştıramıyoruz.” Diyemediler ki, “Allah’ın kulu yoksa da, Allah var burada, biz O’ndan çekiniriz.” Dikilip karşıma, açıktan açığa bir içkiyi yudumlarken beni görmüşler gibi, “Ne yapıyorsun sen? Haram olduğunu unuttun mu? Senden bunu hiç ummazdık. Sarhoş olunca, ağzın içki kokunca, rezil olursan âleme… Namaza yanaşamazsın. Abdestin sayılmaz. Çocuğunun yüzüne nasıl bakacaksın?” diyemediler. Gıybetin kokusu yok. Gıybet sarhoş etmiyor içki gibi. Gıybet abdest de bozmuyor zina gibi. Pişmanlık da duydurmuyor günah gibi. Tövbesini bile çok görüyor günahkârına…
Allah’ım ne yaptım ben? Kendi ellerimle ateşe verdim sevap-hanemi? Kendi dilimle hiçe saydırdım iyiliklerimi? Benim mi bu ölüler.. Benim elimden mi çıktı şimdi bunca cinayetler… Fail olarak bile aranmayacak kadar sinsi bir suçlu muyum? Ölü etini tiksinerek değil hem de seve seve yedim ben ha…..
Ya gıybetime ortak ettiklerimi farkında olmadan “Bak ben ağabeyiniz olarak, güvendiğiniz bir kardeşiniz olarak gıybet ediyorum, mahzuru yok siz de gıybet edebilirsiniz…” diye teşvik etmişsem, n’olacak benim halim? Onların gıybetlerine de ben sebep olmuşsam, ne ederim ben? Onların gıybetini ettikleri de haklarını benden isterse ne gelir elimden? Yapayalnız kaldığımda Rabbimle kabrimde, kendi üzerime yıktığım o ağır, ruhsuz, kalın beton yığınlarını ruhumun üzerinden kim kaldıracak? Hesap günü geldiğinde, ettiğim iyilikler de Senin sayende olduğu halde, ey Rabbim, ettiğim kötülüklerle, hem de hiç beni ilgilendirmediği halde yaydığım kötülüklerle, dilime kolayca dolayıp sesimle nefesimle çoğalttığım bunca hayasızlıkla nasıl dik duracağım karşında? Diz çökmeye bile mecalim olmayacak ki.. Secdem bile yetersiz kalacak belli.. Yoksa, yoksa, “dilimle ettiğimin bunca günah olduğunu, bunca iğrenç olduğunu “inkâr edenlerden” olarak “keşke toprak olsaydım!” hüsranında mı yanacağım ey Rabb-i Rahimim?
İman ettiğimi söyledim kardeşlerime.. Haşâ, Seni hiç inkâr etmedim Rabbim. Bir bildim. Bir olduğunu söyledim. Her esmân ile tefekkürler ettim. Kur’ân’ına muhatap oldum. Kimi kardeşlerim beni Seni anlatmam için çağırdılar yanlarına.. Kimileri beni Sana o kadar yakın bildiler ki, mübarek sanıp beni, dua bile istediler. Kâbe’nin eteğine geldim defalarca. Güzeller güzeli Elçi’nin ve seçilmiş kulunun (asm) huzurunda göz yaşı döktüm utançla, mahcubiyetle.. Kelime-i Şehadetler getirdim. Hiçbir kardeşim, imansız olduğumu düşünemezdi.
Ama ey Rabbim, Senin iğrenç dediğini bildiğim halde, Sen yokmuşsun gibi ulu orta gıybetler ettim. Hem de vechine baka baka.. Ki Senin “yüzünü nereye dönersen dön, Allah’ın vechini orada bulacaksın..” dediğine iman etmiştim. Hayret, kullarından bir kulunun, yarattıklarından bir acizin yüzüne baka baka söylemekten korktuklarımı Senin vechine dönerek söylemekten korkmamışım.. Yoksa, ben, Sen’den çok kulundan mı korkuyorum? Yoksa, ben Senden çok yarattığından mı çekiniyorum? Hani benim takvam? Hani benim Seninle birlikte yaşama duyarlılığım? Hani benim Allah’a karşı sorumluluk bilincim?
İmansız değildim. Öyle de bilinmedim. İmanla kabre girmeyi umuyorum. İşte kelime-i tevhidi bir daha canı gönülden buraya da kazıyorum: “lâ ilahe illAllah.” Yok ilah; ancak Sen, ancak Sensin ey Allah’ım..
İyi ama, kardeşim varken konuşmaktan korktuklarımı Sen olduğun halde, Senin yanımda olduğunu bildiğim halde, niye korkmadan söyleyebildim. “Nerede olursanız olun, O sizinledir” dediğine öyle çok iman ettim ki, birkaç ay herkese her şeye bu sözü, hem de Efendimizin (asm) dilinden çıktığı haliyle, söylemeyi vird edinmiştim… “Ve hüve meâküm, eyne mâ küntüm!” Peki öyleyse, Sen yokmuşsun gibi mi yaşadım ben.. Bir yaratılmışın yanımda oluşunu, Senin yanımda oluşundan daha çok ciddiye alışım neden peki?
Yoksa, “Ey iman edenler, iman edin!” emrini anlamakta geciktim mi? Yoksa, ıskaladım mı, üzerime alınmayı çok mu gördüm kendime? Bilseydim eğer, iman ettiğini iddia eden biri olarak, önüme açılan her gıybet fırsatında Senin işittiğine, Senin gördüğüne, Senin bildiğine yeniden iman etme fırsatını kaçırır mıydım hiç? Bilseydim eğer, “Ey iman edenler!” hitabını üzerine alınan bir muhatap olarak, kardeşlerimin duymayacağı, işitmeyeceği, bilmeyeceği o kuytulardaki çekinmesizliğimi, korkusuzluğumu Senin bilmeni, görmeni, işitmeni yeniden hesaba katma sınaması olarak görmez miydim hiç? Yeniden iman ederdim işte böylece… Beni gıybete çağıranlara, kardeşinin ölü etini severek yemeye davet edenlere Senin orada olduğunu hatırlatarak, buz gibi, soğuk duş etkisinde zarif bir tebliğde bulunurdum işte...
İman ediyorum, ey Rabbim, biliyorum ki, şimdi yıldızların Hâlıkı olmandan daha öncelikli olarak, her gıybete niyetlendiğimde yanımda olduğuna, vechine dönerek konuştuğuma, konuştuklarımı duyduğuna, yaptıklarımı gördüğüne, niyetimi bildiğine yeni baştan, yeni bir heyecanla iman etmek istiyorum…
İman etmek istiyorum.
İman….
Gıybetini ettiğim kardeşimin yokluğunda serbestçe konuşmama açılan o alanın, çekinmeden kusurlarını saymama izin veren o boşluğun, gafletimin boşluğu olduğunu, imanımın göğsünde kanayan bir yara olduğunu şimdi fark ediyorum.
Rabbim Senden Sana abd olmayı seçmiş her kulunun izzetini onun yokluğunda da koruyacak, incitmeyecek onurlu bir susuş istiyorum…
Nasıl Senin gıybetini yapmam mümkün değilse, (çünkü Senin olmadığın bir yer yok, duymadığın bir söz yok, bilmediğin bir an yok) kulunun da gıybetini yapmaya mecali, iştahı olmayacak dipdiri bir iman ver bana…
Sen ki kendi zatına ait izzeti, mümin kuluna da atfettin, kulunun izzetini kıran gıybet, onurunu zedeleyen arkadan çekiştirme, Senin izzetine de saldırıdır. Bundan böyle öyle biliyor ve iman ediyorum… Kendini Sana kul diye tarif eden kardeşimin izzetini kırmayı, Senin izzetine ve celaline de saldırı anlamına geldiğini itiraf ediyorum.
Senin kulun, gıybetini ettiğimi duyduğunda belki de nahoş karşılamayacak olduğu halde, belki de iğrenç görmeyip de kulak ardı edebilecek olduğu halde, kulunun izzetini koruyan, gıyabında incitilmesine razı olmayan, kusurlarını gufranıyla örtüp güzelleştiren Sen Rabbisinin en başından “iğrenç” diye bildirdiği, “tiksinmemi” beklediği o çirkin fiili Senin hatırına terk etmeye söz veriyorum..
Şüphesiz Sen uğrunda başka şeyleri, hele de çirkinlikleri terk etmeye en lâyık olan Mevlâmızsın, Dostumuzsun… Senin için terk ettiklerimizi terk etmeye bizi en çok sevindirecek olan biricik Dost Sensin….
Bu kulunu ve bu kulun kadar gıybetin dehşetini bilmeden hatalar etmiş kullarını, hiç olmazsa bu satırları yazmayı, okumayı, yaymayı, anlatmayı helallik almakta geciktiğimiz, suçumuzu yüzüne karşı itiraf etmeye utandığımız, gıybetini ettiğimiz, gıybetimize ortak ettiğimiz, sen var ettiğin halde hatırlarını Senin hatırından yüksek tuttuğumuz kardeşlerimiz adına yaptığımız bir hayır kabul ederek, âlemlere rahmet Elçi’nin (asm) dilinden müjdelediğin üzere, bizi affeder misin?
Affeder misin?
Affeder misin?
--------
senai demirci