Adam dini değerleri üretiyorsa, ona “dindar” derler. Yok dini değerleri tüketiyorsa, ona da “dinci”derler.

Dindar olanlar, dini tezgâhlamazlar; dinci olanlar, dini tezgâhlarlar.

Gerçek dindarlar dini değerleri tüketmezler, aksine üretirler.

Nasıl mı?

Mesela; Hz. Peygamber’i sevdiğini söyleyen bir dindar, O’nu hayatında üretir. O’nun örnekliğini çağa taşır. O’nun mesajına dil olur, el olur, ayak olur. O’nu gönülden gönüle, kulaktan kulağa, gözden göze, özden öze taşır.

Dindar, “mezhebim” demişse, mezhebinin tezgâhtarlığını yapmaz. Mezhep imamının yüzünü ağartır. Mezhebini merkebi gibi kullanmaktan sakınır. İşte o zaman, “mezhepçi” değil “mezhepli” olur.

Birine “imamım” demişse, o imamın yüz karası olmaz. Aksine yüzünü ağartır. Birine “üstadım”, “efendim”, “önderim”, “liderim” demişse, onları tezgâhına koyup pazarlamaz. Onların sırtından geçinmez. Onlara değer ekler, onların medar-ı iftiharı olur. O zaman ona “ustasını pazarlayan işportacı” değil, onun yüzünü ağartan “hayru-l halef” olarak bakılır.

Dindar, inancı uğruna bedel öder; dinci, inancına bedel ödetir.

Dindar, imanını sermayesi bilir; dinci, sermayesini imanı bilir.

Dindar, arı gibidir. Çiçekten çiçeğe konar. Amacı bal yapmaktır. Hem kendi beslenir hem de başkalarını besler.

Dinci, sinek gibidir. Başkalarının yaptığı ballara konar. Ağızlarıyla ve ayaklarıyla mikrop taşır temiz ballara. Konduğu balı da berbat eder. Çünkü onun temyiz yetisi, bal ile pisliğin arasını ayıracak kadar gelişmemiştir. Aklını kullanmadığı için aklı bücür kalmıştır.

Evet, sinekler de sever. Fakat bu sevgi, gerçekte üretici değil, tüketici bir sevgidir. Sevginin tüketici olanına, aslında “sevgi” değil, “tutku” denir. Tutku tutuklar; sevgi azat eder, özgür kılar.

Değerler nasıl tüketilir?

“Tüketmek nasıl olur?” derseniz, 1400 yıl öncesinden sizi hayrette bırakacak bir örnek vereyim:

Müslim ve Nesai, sahabi Hz. Cabir’den naklediyor: “Münafıkların reisi Abdullah b. Ubeyy b. Selul öldüğünde cenaze namazını Rasûlullah’ın kıldırmasını vasiyet etmişti. Oğlu, Hz. Peygamber’e geldi ve dedi ki: “Babam Senin gömleğinle kefenlenmeyi vasiyet etti.”

Ölmek üzere olan ikiyüzlü elebaşı, Rasûlullah’ın cenaze namazını kıldırmasını, O’nun hırkasıyla kefenlenmeyi vasiyet ediyor. Açıktır ki; tescilli münafık, Rasûlullah’ın hırkasından, namazını kıldırmasından medet umuyor. Bu onun, sözüm ona “sevgi” ve “saygı”sının ifadesi. Ölüm döşeğindeki bir adama, Rasûlullah’ın hırkasıyla kefenlenmeyi vasiyet ettiren saik başka ne olabilir ki? Fakat bu “saygı” ve “sevgi” tüketime, istismara yönelik bir ilgi. Tabii ki buna ‘tutku’ bile diyemeyiz; olsa olsa, münafığın yüreğinde oluşan iman ve inkar arasındaki gel-gitlerin şiddetini gösteren bir gösterge olabilir.

İşte, tüketmek ve üretmek dediğimiz şey de bu. Yoksa adına “sevgi” denilen, fakat “tükettiği” için sevenlerin sevgisi “sinek sevgisi”dir. Sinekler sevgilerinin bedelini ödemedikleri gibi, neyi seviyorlarsa onu berbat ederler.

Şu âyet, Allah sevgisinin dahi bir bedelinin olduğunu ifade ediyor:

“De ki; eğer Allah’ı seviyorsanız, beni izleyin ki Allah da sizi sevsin ve suçlarınızı bağışlasın; zira Allah çok affedicidir, rahmet membaıdır.” (3/31)

Âyet şöyle yorumlanabilir: Allah’ı sevmenin bir bedeli vardır. Bu bedel, “tabi olmak”tır. Sorunun can alıcı noktası, “kime” tabi olunacağıdır. Âyet, Allah’ı sevmenin bedeli olarak “Zâtına” değil, “Elçi’ye tabi olmayı” göstermiştir. Peki, neden?

Âyette geçen “fettebiûnî” sözcüğünün bu bağlamdaki anlamı genel bir ‘itaat’ değil; ‘izleme, peşinden gitme, takip etme’dir. “Allah’ın peşinden gitmek” ya da “Allah’ı izlemek” mümkün değildir. Çünkü insan ve Allah, mahiyet açısından farklı varlıklardır; insan içkin ve sınırlı, Allah aşkın ve mutlaktır. Biri yaratılan, diğeri Yaratan’dır.

Böylesine mahiyet farklılığı olan iki varlık arasındaki ilişki, izleyen-izlenen, takip eden-takip edilen ilişkisi olamaz. Yapısı gereği dikey ilişki türü olan insan-Allah ilişkisi bunu mümkün kılmaz. Bunun mümkün olabilmesi için, izleyenin izlenenle aynı düzlemde olması, aynı dünyayı paylaşması gerekir. Değil mi ama; izlemek, “iz sürmek, izini takip etmek, izi sıra gitmek”tir. İzi olmayanın izini sürmekten söz edilebilir mi? İz bırakmayanın, “izi sıra gitmek” mümkün mü?

İşte, bu nedenle âyette Hz. Peygamber’e “Allah’ı seviyorsanız beni izleyin” demesi emredilmektedir. Çünkü O, yolcu olan, yolda yürüyen ve iz bırakan bir insandır. Kendisini izleyecek olanlarla aynı düzlemi paylaşmakta, aynı dünyada yaşamaktadır. O, Allah tarafından kendisine memur edilen Cebrail gibi bir kılavuz, vahiy gibi bir yol haritası sayesinde yolculuğunu güvenlikli bir biçimde sürdürüp tamamlamıştır.

Bize de O’nun izini, aynı yol haritasıyla sürmek, haritayı O’nun okuduğu kodlarla okumak tavsiye edilmekte, bunun Allah sevgisinin bir bedeli olduğu ima edilmektedir. Bunun karşılığında, Allah da insanın bedelli sevgisine aynı yöntemle, yani hem sevip hem de sevgisinin bedelini Allah’ca ödeyeceğini vaat etmektedir. Seven ve sevgisinin bedelini “itaat” biçiminde ödeyen bir insana ödenen bu bedel, Gafur ve Rahim olan Allah’ın “günahları bağışlaması”dır.

İnsanımız, inandığı değerleri üretenlerle tüketenleri birbirinden ayıracak bir kabiliyete ulaşmadıkça, şap şekere karışmaya, arılarla sinekler aynı muameleye tabi tutulmaya devam edecektir.

Siz siz olun, “tezgâha” gelmeyin!
alıntı

hayr ile...