Osman Nuri Topbaş Hocaefendi'nin Hayati

Osman Nuri Topbaş Hocaefendi'nin Hayati   Konuyu açan: beyza   İlk Mesaj: 03-22-2009 (22:05)   Son Mesaj: 03-23-2009 (15:01)    Cevap: 6    Gösterim: 9087  

Ağaç Şeklinde Aç7Beğeni
  • 4 gönderen beyza
  • 1 gönderen alptraum
  • 1 gönderen Henna
  • 1 gönderen sukeyne

    03-22-2009

    Osman Nuri Topbaş Hocaefendi'nin Hayati

    OSMAN NURİ TOPBAŞ HOCAEFENDİ'NİN HAYATI

    1942 yılında İstanbul Erenköy’de doğdu.

    Babası Musa Topbaş, annesi de H. Fahri Kiğılı'nın kerîmesi Fatma Feride Hanım’dır.

    İlk eğitimini Erenköy Zihni Paşa ilkokulunda tamamladı.

    İlkokul yıllarında özel Kur’an eğitimi aldı.

    1953 yılında İstanbul İmam -Hatip Okulu’na girdi.

    O yıllarda bu okul, Osmanlı’nın ulu çınarlarının bakiyyeleri

    sayılan M. Celaleddin Ökten, Mahir İz gibi üstadların,

    Nureddin Topçu gibi Batı’da eğitim almış mütefekkirlerin

    hocalık yaptığı önemli bir kurumdu.

    Amcası ve akranı Abidin Topbaş ile bu okulu 1960 yılında

    tamamladı. İmam-Hatipli yıllarda M. Zekai Konrapa, Yaman

    Dede (Abdülkadir Keçeoğlu), Ahmet Davutoğlu, Mahmud

    Bayram, Ali Rızâ Sağman hocalardan da ders aldı.


    İmam-Hatip yıllarında Üstâd Necip Fazıl’ı tanıdı.

    O’nun yakın çevresinde bulundu, sohbetlerinin müdavimi,

    Büyük Doğu dergisinin takipçisi, eserlerinin okuyucusu ve de

    fikirlerinin maddî ve manevî destekçisi oldu.

    İmam-Hatip Lisesini tamamladıktan sonra bir süre ticaret ve

    sanayicilik ile meşgul oldu.

    1962 yılında askerliğini Siirt-Tillo’da yedek subay öğretmen

    olarak yaptı.

    Görevi sırasında gönlüne öğretmenlik sevdası düştü ve

    insanları eğitmekten ve gençlerle meşgul olmaktan haz alır oldu.

    Askerlik dönüşü tekrar kendini sanayi ve ticaretin içinde

    buldu. Ancak o ilim ve hayır hizmetlerinden hiç kopmadı.

    İlim Yayma Cemiyetinde faal olarak çalıştı. Kendi işyeri bir

    hayır kurumu ve vakıf gibi, talebelere burs, fukaraya yardım

    merkeziydi. Ailenin hayır hizmetleri âdeta onun

    uhdesindeydi. İşyerinden yürüttüğü bu hizmetleri Hüdâyi

    Vakfının kuruluşundan sonra vakfa taşıdı.

    Kuruluşuna öncülük ettiği vakfın hizmet ufkunu açtı.

    Türkî Cumhuriyetler başta olmak üzere bütün akraba ulus ve

    topluluklardan gelen gençlere de maddi ve manevi destekte

    bulunarak yetişmelerinde yardımcı oldu.

    Tarih, edebiyat, dînî ilimler ve şiire ilgisi sebebiyle 1990’lı

    yıllardan itibaren yazı hayatına başladı.

    Yayınlanan eserlerinden bazıları şunlardır:

    1- Bir Testi Su, İstanbul 1996

    2- Rahmet Esintileri, İstanbul 1997

    3- Nebiler Silsilesi I- IV, İstanbul 1997-1998

    4- Tarihten Günümüze İbret Işıklar, İstanbul 1998

    5- Abide Şahsiyetleri ve Müessesleriyle Osmanlı, İstanbul 1999

    6- İslam İman İbadet, İstanbul 2000

    7- Muhabbetteki Sır, İstanbul 2001

    8- İmandan İhsana Tasavvuf, İstanbul 2002

    9- Vakıf-İnfak-Hizmet, İstanbul 2002

    10- Son Nefes, İstanbul 2003

    Kitapları birçok dile çevrilen Osman Nuri Topbaş

    , bu dillerin konuşulduğu ülkelerden gelen seminer,

    konferans ve panel tekliflerini kabul ederek,

    fikirlerini

    paylaşmakta ve bunu insanlığa hizmet anlayışı içersinde

    sürdürmektedir.

    Osman Nuri Topbaş evli ve dört çocuk babasıdır.



    alptraum, sukeyne, Henna ve 1 diğerleri bunu beğendiler..

    Latest 5 Biyografi





    Osman Nuri Topbaş Hocaefendi'nin Hayati Yorumları




      Permalink - Mesaj no 1  03-22-2009, 22:30

    --->: Osman Nuri Topbaş Hocaefendi'nin Hayati


    Osman Nuri Topbaş hocamizin da düsüncelerini sayenizde ögrendik. Cok mutlu oldugumu da söylemek isterim.
    beyza bunu beğendi.
    alptraum - ait Kullanıcı Resmi (Avatar) alptraum

      Permalink - Mesaj no 2  03-22-2009, 23:05

    --->: Osman Nuri Topbaş Hocaefendi'nin Hayati


    Rabbim bizlere istifadeler nasip etsin..o güzel insanların varlığı bize huzur veriyor.
    beyza bunu beğendi.
    Henna - ait Kullanıcı Resmi (Avatar) Henna Ziyaretci

      Permalink - Mesaj no 3  03-23-2009, 14:58

    --->: Osman Nuri Topbaş Hocaefendi'nin Hayati


    Osman Nûri Topbaş Hocaefendi' den sohbetler

    --------------------------------------------------------------------------------

    TAKVÂ ELBİSESİ

    Kalb-i Selîm Nimeti

    KURTULUŞUN SIRRI

    Cenâb-ı Hak, mühim bir hâdiseye dikkatlerimizi çekmek için Kur’ân-ı Azîmüşşân’ın bazı âyetlerinde biz kullarına yemin üslûbuyla hitap eder. Yarattığı harika bir varlığın, ya da bir mevzunun üzerine dikkati yoğunlaştırır. Bazı sûrelerde bu yeminlerin sayısı mevzunun ehemmiyetine göre artar.


    Meselâ Cenâb-ı Hak, Şems Sûresi’ne tam yedi yemin ile başlamıştır. Hilkat harikaları; güneş, ay, gündüz-gece, semâ, arz ve nefs üzerine tam yedi ilâhî kasemden sonra Cenâb-ı Hak bize, iç âlemimizdeki mücadele ve kavgayı bildirmiş ve kurtuluşun yegâne yolunu göstermiştir:


    “…Her bir nefis ve onu düzenleyene, ona hem fücûru (ALLAH’tan uzaklaştıran kötülükleri), hem de takvâyı (Allâh’a yakınlaşma yolunu/vuslatı) ilham edene yemin olsun ki, iç âlemini temizleyen, onu arındıran felâha ermiştir. Onu temizlemeyen, günahlarla örten ise felâkete uğramıştır.” (Şems, 7-10)


    Âyet-i kerîmelerde buyurulduğu gibi insanoğlunun nefsinde, bir tarafta nefsanî arzular ve fücur, bir tarafta ise takvâ vardır. Bir tarafta çamura saplanmak isteyen nefs, bir tarafta göklere kanat açmak isteyen ruh vardır.


    Bu hususa temas eden Mevlânâ Hazretleri de buyurur ki:

    “Ey Hak yolcusu! Gerçeği öğrenmek istiyorsan; Musa da, Firavun da ölmediler; bugün senin içinde yaşıyorlar, senin varlığına gizlenmişler, senin gönlünde savaşlarına devam ediyorlar! Bu sebeple birbirine düşman bu iki kişiyi kendinde araman gerekir!”



    İşte insanoğlunun içinde duran bu düşmandan korunmasının yolu olan takvâ, hayatın her merhalesinde, ömrün her ânında elzemdir.


    Fahr-i Kâinat Efendimiz de, ümmetine misal olarak dualarında Cenâb-ı Hak’tan kendisine takvâ bahşetmesini şöyle niyaz ederdi:


    “Allâh’ım! Nefsime takvâsını ver ve onu tezkiye et! Sen onu en iyi tezkiye edensin. Sen onun velîsi ve Mevlâ’sısın.” (Müslim, Zikir, 73)


    Mü’min, nefsiyle olan mücadelesini sadece belli cephelerde değil ancak bütün cephelerde sürdürürse felâha kavuşabilir. Yani îmandan ibadetlere kadar, hayatımızın temelini oluşturan her meselede takvâ ölçüleri içinde yaşamak zarurîdir.ÎMANDA TAKVÂ Eğer îmanlar takvâ ile mayalanmazsa, kişinin amellerinde birçok bozukluklar devam eder. Sonra da îman zayıflayıp faydasız bir hâle gelir. Cehalete ve hurâfeye teslim olur. Bu bakımdan îmanda takvâ son derecede mühimdir.


    Îmanda takvâ, evvelâ tevhidi koruyabilmekle başlar. -Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:


    “Kimin son nefesi (hâlisan) kelime-i tevhid olursa cennete girer.” (Hâkim, Müstedrek, I, 503) buyuruyor.



    Peki, tevhid nasıl korunacak?



    Bunun için önce kelime-i tevhîdi tam olarak idrak etmelidir. Yani «lâ ilâhe» denildiğinde kalpten ilâhlar çıkarılacak ki, kalpte cemalî sıfatlar tecellî etsin. Çünkü kalp perişan bir hâlde, pasaklı fikirlerin tasallutu altındayken, boş felsefelerin girdabında ve çıkmaz sokaklarında iken onda cemalî sıfatlar zuhur etmez. Dolayısıyla öncelikle kalpten menfî hislerin, menfî huyların ve menfî alışkanlıkların silinmesi şarttır.



    Cenâb-ı Hak:


    “Ey Peygamber! Hevâ ve hevesini ilâh hâline getirenleri gördün mü?..” (Furkan, 43)


    buyurarak, kalpte yer eden menfî hislere, isteklere kulluk etmenin tehlikesine işaret etmektedir.



    Gönül temizliğinin ve tezkiye-i nefsin bu derece mühim olmasının sebebi, kalbin îmana merkez olması itibarıyladır. Yani îmanın merkezi kalptir.


    Çünkü îmanın his ve kökü, kalp toprağında yeşerir. Onun için îmanın kalpte derinleşmesi zarurîdir. Bu sebepledir ki îman edileni tasdik, zihinden değil kalpten istenmiştir. Zira kâinattaki muammâlar, sırlar; akılla değil, kalbin seviyesine göre çözülür. Derin hakikatler kalp ile keşfedilir.



    Mevlânâ Hazretleri buyurur:





    “Dinin sonsuz derinliğini idrak mümkün değildir. Ona ancak uyanık bir kalp ile hayran olunabilir.”




    Bin bir hakikatin keşfine pencere açan kalpler de gerçekte sırlar dolu bir âlemdir. Kalbin bir hâlden bir hâle değişebilen vasfı dolayısıyla dinin en zor meselesi inanç/îman meselesi olmuştur.

    Kalbin bu hususiyeti hakkında Peygamber Efendimiz:




    “Kalp, rüzgârların çölde bir sağa bir sola savurduğu kuş tüyü gibi şekilden şekle girer.”


    (İbn Mâce, Mukaddime 10; Ahmed, IV, 408, 419) buyurmuşlardır.




    Nitekim kalpler kaydığında îmanlar da perişan olacaktır.
    O hâlde îmanı muhafaza için kalbi takvâ ile muhafaza etmek gerekmektedir.




    beyza bunu beğendi.
    sukeyne - ait Kullanıcı Resmi (Avatar) sukeyne

      Permalink - Mesaj no 4  03-23-2009, 14:59

    --->: Osman Nuri Topbaş Hocaefendi'nin Hayati


    Hak Dostlarının Örnek Ahlâkından -8- İnfakta İhlas



    İhlâs; kullukta samîmiyet ve niyet temizliğidir. Takvâ ile ihlâs, birbirinden ayrılmayan kulluk sırlarıdır ki, âdeta aynı mânânın farklı şekillerde ifâdesi gibidir. Kulun Rabbi ile kalpte buluşması, yâni merhamet, şefkat, affedicilik, hilim gibi cemâlî sıfatların kalpte tecellî etmesidir. Mü’minin her hâlinde, her davranışında, hattâ her nefesinde Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını aramasıdır.

    Kalpler ihlâstan mahrum olduğunda, kul nefsânî menfaatlerine râm olmaya başlar. Bu râm oluşun nihâî noktası ise, kalben bile olsa, ALLAH’tan gayrısına kul olma hamâkatidir. Nitekim âyet-i kerîmede:

    “Hevâ (ve heveslerini) kendisine ilâh edinen kimseyi gördün mü? (Rasûlüm!) ona Sen mi vekil olacaksın?” (el-Furkân, 43) buyrulmaktadır.

    Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- da, amellerdeki ihlâs eksikliğinin, ne hazin bir hüsran sebebi olduğunu şöyle ifâde buyurur:

    “Ümmetim hakkında en çok korktuğum şey, Allâh’a şirk koşmaktır. Bu sözümle onların Ay’a, Güneş’e veya puta tapacaklarını kastetmiyorum. Fakat beni korkutan şey, Allâh’ın rızâsının dışındaki gâyeler için yapılacak ameller ve gizli şehvetlerdir (gösteriş duygularıdır).” (İbn-i Mâce, Zühd, 21)

    Dolayısıyla rızâ-yı ilâhî dışındaki gâyelerle ve riyâ, gösteriş gibi kalbî marazlarla icrâ edilen ibâdetler; içi boşaltılmış, kupkuru bir geometriden ibâret, faydası zâyî edilmiş amellerdir. Zîrâ hadîs-i şerîfte buyrulduğu üzere; “Ameller, niyetlere göredir...” (Buhârî, Îmân, 41)

    İnfak ibâdetinde ihlâs da; sadakayı boşa çıkarmama hassâsiyeti içerisinde; “hasbeten lillâh” yâni sırf Hakk’ın rızâsını kastederek, verdiğini doğrudan doğruya Allâh’ın kudret eline takdîm edebilme şuuruyla verebilmektir.

    Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- buyurur:

    “Helâl maldan verilen her bir sadakayı, Rahmân olan ALLAH (kudret) eliyle alır ve kabul eder.” (Müslim, Zekât, 63)

    “Hiç şüphesiz ki sadaka, muhtaç onu almadan önce Allâh’ın (kudret) eline geçer.” (Münâvî, Künûzü’l-Hakâik, s. 34)

    Yâni infakta asıl muhâtap, ALLAH Teâlâ’dır. Bu yüzden infakta derin bir gönül vecdi içinde bulunmak îcâb eder. Fânîlerden iltifat ve tebrik beklemeden, riyâ, şöhret ve gösterişten uzak durarak, nefsi araya sokmadan, dünyevî bir maksat taşımadan; «yâ Rabbî, sadece ve sadece Sen’in için» diyerek, infâk edebilmek îcâb eder. İnfakta ihlâsın esâsı budur.

    İhlâsın Alâmeti: Gerçek Muhtâcı Bulabilmek

    Sadakayı, ona en lâyık olana vermeye çalışmak, mühim bir infak âdâbıdır. Yâni işin kolayına kaçıp rastgele vermek değil; “Onlar ki zekât vermek için faâliyet gösterirler.” (el-Mü’minûn, 4) âyetinde işâret edildiği gibi, hakkın tam yerini bulması için, bir ibâdet vecdiyle, ciddî bir emek sarf ederek vermek gerekir.

    Kendimize kıymetli bir şey satın alırken nasıl îtinâ gösterip araştırıyor isek, aynı îtinâ ve hassâsiyetle zamanımızı ve emeğimizi de verip emâneti gerçek hak sâhibine ulaştırmalıyız. Zîrâ infak, Allâh’ın bu fânî âlemde lutfettiği imkânlardan vererek ebedî âlemdeki nîmetleri satın almak şeklinde mânevî bir alışveriştir. Bu alışverişi en bereketli şekilde yapabilmek ise, gerçek muhtâcı arayıp bulmaya bağlıdır. Bu aynı zamanda, infâk edenin gönlündeki ihlâsın derecesini de gösterir.

    Âyet-i kerîmede, infâk edenin gerçek muhtâcı araması şöyle emredilir:

    “(Yapacağınız hayırlar,) kendilerini ALLAH yoluna adamış, bu sebeple yeryüzünde kazanç maksadıyla dolaşamayan fakirler için olsun. Bilmeyen kimseler, iffetlerinden dolayı onları zengin zanneder. Sen onları sîmâlarından tanırsın...” (el-Bakara, 273)

    Yâni infak hâlisâne olduğunda, gerçek muhtâcı sîmâsından tanıyabilecek bir kalbî rikkat ve hassâsiyet gelişir.

    Hadîs-i şerîfte buyrulur:

    “Gerçek fakir, ihtiyâcını giderecek bir şey bulamayan ve hâlini anlayıp kendisine yardım edecek biri çıkmayan, (buna rağmen) halktan bir şey isteyemeyen kimsedir.” (Buhârî, Zekât, 53)

    Emir Külâl Hazretleri, âdeta bu hakîkatlerden ilhamla, talebesi Bahâuddîn Nakşibend Hazretleri’ne şöyle nasihat eder:

    “Gönül almaya bak; güçsüzlere hizmet et! Zayıfları, gönlü kırıkları koru! Onlar öyle kimselerdir ki, halktan hiçbir gelirleri yoktur. Bununla beraber, tam bir kalp huzûru, tevâzu ve kırıklık içinde kalıp giderler. Onları ara, bul!”

    İşte asıl fazîlet, böyle muhtâcın elinden tutabilmektir. Yâni istemekten hayâ ettiği için hâlini gizleyen takvâ sâhibi muhtâcı arayıp bulmak ve onları sîmâlarından tanımayı kalbimizin hassâsiyeti hâline getirmek, Rabbimizin bir emridir. Şüphesiz ki bu hassâsiyeti kazanabilmek, malın helâlliği ve gönüllerdeki ihlâs nisbetinde mümkündür.

    Helâl maldan, sırf rızâ-yı ilâhî için ve cân u gönülden yapılan infak, Allâh’ın izniyle zâyî olmaz, ALLAH onu ehil kimselere nasîb eder.

    ALLAH yolundaki bir vasıflı insana yardım etmek ise, bâzen binlerce insana bedel olur. Zîrâ büyük istîdat sâhiplerinin önüne bütün imkânları serseniz isrâf olmaz.

    Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- da, kendilerini ALLAH yoluna adamış fakir sahâbîler olan “ashâb-ı suffe” ile husûsî olarak ilgilenir ve varlıklı mü’minleri onlar için infâka teşvik buyururdu.

    Hak dostu Mevlânâ Hazretleri de, gerçek muhtâcın hakkı olan infâkı kime ve nereye yönelttiğimize dikkat etmemizin ehemmiyetine binâen şöyle buyurur:

    “Adâlet nedir? Meyve ağaçlarını sulamaktır. Zulüm nedir? Dikenleri sulamaktır...”

    Dolayısıyla infâkımızın rûhâniyet bahçelerini mi, yoksa nefsâniyet dikenliklerini mi yeşerttiğine dikkat etmemiz şarttır.

    İnfâkın değeri, malın helâlliği nisbetindedir. Helâl maldan yapılan hayırlar, -Allâh’ın lutfuyla- ona en lâyık olan kimselere nasip olur. Bu bakımdan infaklar, âdeta kazancın mânevî bir röntgeni mâhiyetindedir.

    Nitekim Hak dostlarından Ebû Abbas Nihâvendî’ye, ticâretle meşgul olan zengin talebelerinden biri gelerek zekâtını kime vermesinin daha uygun olacağını sorar. O da:

    “–Gönlün kimde karar kılıyorsa ona ver!” buyurur.

    Üstâdının yanından ayrılan talebe, yolu üzerinde dilenmekte olan bir âmâ görür. Gönlü ona ısınır. Zekâtı olan bir kese altını çıkarıp verir. Keseyi eliyle şöyle bir yoklayan âmâ, sevinçle oradan ayrılır. Ertesi gün aynı yerden geçen talebe, bir önceki gün kendisine zekât verdiği âmâyı başka bir âmâ ile konuşurken görür. Kulağına şu cümleler ilişir:

    “–Dün bana bir beyzâde tam bir kese altın verdi. Ben de meyhâneye gidip bir güzel demlendim...”

    Bu durum talebenin çok canını sıkar. Doğruca Ebû Abbas Hazretleri’nin huzûruna varır. Hâdiseyi tam arz edecektir ki, Ebû Abbas Hazretleri onun konuşmasına fırsat vermeden, sattığı külâhının karşılığı olan bir akçeyi infâk etmesi için kendisine uzatıp, önüne çıkan ilk kişiye bu akçeyi vermesini tembihler.

    Talebe, bir şey diyemeden verilen vazifeyi îfâ etmek üzere oradan ayrılır. Kendisine tembihlendiği gibi, karşısına çıkan ilk kişiye o akçeyi verir. Ancak içini kemiren bir merakla, o şahsı tâkibe koyulur. Adamcağız, biraz ilerideki bir harâbeye girer. Sonra elbisesinin altından ölü bir keklik çıkarıp yere bırakır. Tam oradan ayrılacaktır ki, talebe önüne geçip sorar:

    “–Ey yiğit! ALLAH için doğruyu söyle, bu ne hâldir! Şuraya attığın ölü keklik de nedir?”

    Adamcağız kendisine akçeyi veren şahsı karşısında görünce heyecandan kekeleyerek şunları söyler:

    “–Yedi gündür, bir şey bulup da çoluk çocuğuma yediremedim. Ben ve hanımım sabrediyorduk, ama çocuklarımın artık açlığa tahammülleri kalmamıştı!.. Buna rağmen dilenip insanlardan bir şey istemek, asla yapamayacağım bir işti. Bu ıztırap içinde kıvranırken, senin görmüş olduğun, çürümeye yüz tutmuş o ölü kekliği buldum. Zarûret sebebiyle onu yemeleri için çocuklarıma götürecektim. İçimden de Allâh’a yalvarıyor; “Yâ Rab, hâlime inâyet eyle!” diye niyâz ediyordum ki, sen karşıma çıkıp o bir akçeyi verdin. Ben de Rabbime şükrederek, yenemeyecek durumda olan o kuşu bu mezbeleye bıraktım. Şimdi pazara gidecek ve verdiğin akçeyle yiyecek bir şeyler alacağım...”

    Bu hâle şaşırıp kalan talebe, derhal Ebû Abbas Hazretleri’nin yanına gelir. Hazret-i Pîr, o henüz bir şey söylemeden, şöyle buyurur:

    “–Evlâdım! Demek ki, sen kazancına şüpheli veya haram bir şeyin karışıp karışmadığına dikkat etmemişsin. Bu yüzden de verdiğin muhtâca dikkat ettiğin hâlde, zekâtın şaraba gitti. Zîrâ kazanılan şeyler, nereden ve nasıl elde edilmişse, benzer şekilde elden çıkar. Nitekim senin bir kese altınına mukâbil benim bir tek akçemin sâlih bir insanın eline geçmesinin hikmeti de, onun helâlliğidir...”

    Demek oluyor ki, sadakayı ehil kimselere verebilmek, o malı hangi yollardan kazandığımızla da ilgilidir. Sanki parada, kazanılma keyfiyetine göre bir cezb ve incizab kanunu cârîdir. Para, yılan gibidir; geldiği delikten gider. Helâl kazanç, hayır ve fazîletlere vesîle olurken, haram kazanç da şer yollarda eriyip gider. Bu itibarla bir malın helâlliği, sarf edildiği yere bakılarak da görülebilir.

    İnfâkın mânevî durumu, çok bâriz bir şekilde kendini belli etmektedir. Bazı kimselerin bağışları ile yapılan hayırların gönle apayrı bir huzur vermesi, paranın helâliyetini, gönlün samîmiyetini göstermektedir.

    Diğer taraftan, dînimizde her fırsatta sadaka vermek teşvik edilmektedir. Eğer bunu ihlâs ile îfâ edersek Cenâb-ı Hak müstesnâ bir bereket ihsân eder. Öyle ki, verilen sadaka kimi zaman, ona lâyık olmayana gitmiş gibi görünse de, Allâh’ın lutfuyla, alan kimsenin gafletten uyanmasına ve gönlünde hayra doğru müsbet temâyüllerin filizlenmesine medâr olur.

    Bu hakîkate işâret buyuran ALLAH Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir hadîs-i şerîflerinde; vaktiyle bir adamın sadaka vermeye niyetlenip bir gece karanlığında onu bilmeden bir hırsızın, ikinci gece bir fâhişenin, üçüncü gece de bir zenginin eline tutuşturuverdiğini, bunu duyan halkın hayret dolu ifadelerle o adamı tenkid edip ayıpladığını, fakat o zâtın infâkındaki ihlâsı bereketiyle uykusunda şu sözlere muhâtap olduğunu bildirir:

    “Hırsıza verdiğin sadaka, belki onu yaptığı hırsızlıktan utandırıp vazgeçirecektir. Fâhişe belki yaptığından pişman olup vazgeçerek iffetli bir kadın olacaktır. Zengin de belki bundan ibret alıp Allâh’ın kendisine verdiği maldan muhtaçlara dağıtacaktır.” (Bkz. Buhârî, Zekât, 14; Müslim, Zekât, 78)

    Bu hikmet ve hakîkatin bir benzerini de, Peygamber vârisi bir Hak dostu olan Sâmi Efendi -kuddise sirruh- Hazretleri’nin şu hâtırasında görmekteyiz:

    Bir Anadolu yolculukları esnâsında Ürgüp’te bir kişi otomobillerini çevirerek Hazret-i Pîr’den sigara parası ister.

    Bazı yol arkadaşlarının muhâlefetlerine rağmen, Sâmi Efendi Hazretleri; “mâdemki istiyor vermek lâzım” diyerek hiç düşünmeden etrafındakilerin şaşkın bakışları arasında adamın istediği parayı uzatıverir. Sevinçle parayı alan fakir, bir anda niyetini değiştirip, “şimdi gidip bununla ekmek alacağım” diyerek oradan ayrılır.

    İşte ALLAH için ihlâsla verilen bir sadakanın muhâtabında meydana getirdiği müsbet tesir!..

    Bunun içindir ki Şeyh Sâdî şu îkazda bulunur:

    “Lutuf ve ihsânı bir kese içine koyup ağzını düğümleme! İhsânını kimseden esirgeme. Bu riyâcıdır, öteki hilecidir, deme. Varsın öyle olsunlar, bundan sana ne!?”

    Niyetin Hâlis ise, Hak Bereket Lutfeder

    Cenâb-ı Hak, niyeti hâlis olanın, azını çok eyler. Küçücük bir hayrı sebebiyle kulunu büyük mükâfatlara nâil kılar. Bunun içindir ki ihlâsla verilen bir dirhem, gönülsüz verilen binlerce dirhemden kıymetlidir. Yâni infâk edilen meblâğın çokluğu veya azlığı değil, sahip olunan imkâna kıyasla ne nisbette olduğu, ne kadar gönülden ve hâlis niyetle verildiği mühimdir.

    Zîrâ hadîs-i şerîfte buyrulduğu üzere:

    “Mü’minin niyeti (maksat ve ihlâsı) amelinden hayırlıdır.” (Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, II, 194)

    Bu bakımdan niyet hâlis olursa, küçük bir iyilik bile büyür. İhlâsla yapılan infaklar günahlara keffâret olur.

    ALLAH Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bildirdiği üzere, susuzluktan soluyan bir köpeğe su veren günahkâr bir kadın, sırf bu merhameti sebebiyle günahları affedilerek cennete nâil olmuştur. Buna mukâbil, bir kediye merhametsiz davranarak, onun açlığına aldırış etmeyen ibâdet ehli bir kadın da cehenneme dûçâr kılınmıştır. (Bkz. Müslim, Selâm, 151-153)

    Bu yüzden kâmil bir mü’min olabilmek için Cenâb-ı Hakk’ın rızâsı yolunda hâlis niyetle gayret etmek, büyük-küçük ayırmadan her hayra harîs olmak îcâb eder. Hattâ infak ufkunun insanlardan öteye hayvanâta kadar genişlemesi, Hâlık’ın merhamet nazarıyla mahlûkâta bakış tarzının kazanılması gerekir.

    İnfakta ihlâsa lutfedilen bereketin en mühim tezâhürlerinden biri de hayır müesseselerine nasip edilen hizmet ömrüdür. Helâl maldan ve ihlâsla kurulan müesseseler, temelindeki mânevî mayanın sağlamlığı nisbetinde devam eder.

    Bu hususta asırlardır İstanbul semâlarına rûhâniyet katan Süleymâniye külliyesi sayısız misallerden biridir. Külliyeyi yaptıran Kânûnî Sultan Süleyman, kul hakkından çok korkar, âdil bir halîfe olmaya gayret ederdi. Şeyhulislâm Ebussuûd Efendi’nin temele ilk taşı koyması ile başlayan inşaat tamamlanınca Kânûnî, mîmarından işçisine kadar herkesi topladı. Cenâb-ı Hakk’a hamd ettikten sonra konuşmasına başladı:

    “Ey din kardeşlerim, bu câmi-i şerîf Allâh’ın izni ile tamamlanmıştır. Yanlışlıkla veya unutularak ücretini alamayan veya hakkı yenen varsa, gelsin hakkını alsın!. Olabilir ki, o kimse burada değildir. Bulunanlara ricâm ola; onlara bildireler! Onlar da gelip bizden haklarını alalar!..”

    Külliyenin inşâsında çalıştırılan hayvanlar için dahî bir program yapılmış; at, merkep ve katırların dinlenme ve çayırda otlatma saatlerine dikkat edilmiş, hiçbir canlının hakkının ihlâl edilmemesine âzamî gayret gösterilmiştir. Bu mâbedin inşâsında kul ve hayvanât haklarına böylesine titizlik gösterilmesi, belki de Süleymâniye Câmii’nin esrarlı ve kâ’bına varılmaz rûhâniyetinin temel sebeplerinden birini teşkil etmiştir.

    Bu muazzam külliyenin inşâsı, mîmârî dehânın zirve şahsiyeti Sinan eliyle gerçekleştirilmiştir. O derviş gönüllü mîmar, taşların yerlerine abdestsiz konulmamasına dahî dikkat etmiştir. Halk ağzındaki yaygın şu sözler, gerçeğin tam ifâdesidir:

    “Süleymâniye’nin sahibi Sultan Süleyman, mîmârı Sinan, hamuru îmandır…”

    Câmînin açılış merâsiminde Kânûnî, büyük bir kadirşinaslık göstererek:

    “–Bu ulu mâbedi Sinan açsın! Zîrâ en çok emeği geçen odur!.” dedi.

    Sinan ise, Hünkâr’a:

    “–Sultanım! Hattat Karahisârî bu câmîyi hatları ile tezyîn ederken gözlerini kaybetti, âmâ oldu. Bu şerefi ona bahşedelim!..” dedi.

    Ulu mâbed, üst üste yaşanan böyle fazîletlerle, taltîfen hattat Karahisârî’ye açtırıldı.

    Süleymâniye Câmii’nde mîmârîye ibâdetin rûhâniyeti sinmiştir. İçerisi karanlık olmayan bir loşluktadır. Mü’mini, bir gönül heyecânı içinde derûnî bir âleme götürür. Âdeta okunmuş su gibidir. Taşı toprağı mânâ kazanmıştır. Bu mâbed, İslâm’ın en ulvî bir üslûpla maddeye aksedişidir. O, sanki susan ve sükûtu ile çok şey anlatan bir insandır.

    Câminin içindeki mânevî atmosferin insan hâlet-i rûhiyesinde icrâ ettiği tesir çok bârizdir. Bu âbidevî mâbedi ziyârete gelen farklı dinlere mensup pek çok turist bile, karşılaştıkları rûhânî havanın câzibesiyle huzur ve sükûn içinde ruhlarını dinlendirmektedirler.

    Ne hâlis bir infâkın bereketidir ki, bu eser yaklaşık beş asırdan beri nice zelzelere rağmen dimdik ayakta durup vatanımızın toprağını İslâm sanatının zarâfetiyle yoğurmakta, gökkubbemizi de ezan sadâlarıyla doldurmaktadır. Şüphesiz ki bu bahtiyarlık, Cenâb-ı Hakk’ın ihlâsa lutfettiği bir berekettir…

    Sağ Elinin Verdiğini, Sol Elin Bilmesin...

    İhlâstan mahrum gönüllerin riyâ ve gösteriş gibi marazlarla bulanık hayırları ise, hiçbir değer ifâde etmez. Bu hususta en büyük tehlike, infâk edenin nefsine bir pay çıkarması veya yaptığı hayrı fânî menfaat düşünceleriyle gölgelemesidir. İhlâsı yok edip ecri zâyî eden bu kalbî marazlardan kurtulmanın en müessir yolu da “gizliliğe riâyet”tir.

    Âyet-i kerîmede buyrulur:

    “Eğer sadakaları (zekât ve benzeri hayırları) açıktan verirseniz bu güzel bir şeydir. Eğer onu fakirlere gizlice verirseniz, işte bu sizin için daha hayırlıdır. ALLAH da bu sebeple sizin günahlarınızı örter. ALLAH, yapmakta olduklarınızı bilir.” (el-Bakara, 271)

    Yâni gizlice infâk edenin, ALLAH da ayıp ve kusurlarını setreder. Böyle bir infak, günahlara keffâret olduğu gibi, kibir iptilâsından da koruyarak ecrin zâyî olmasını önler.

    Hadîs-i şerîfte buyrulur:

    “Kulun gizli işlediği amele, ALLAH Teâlâ gizlilik mükâfâtını yazar. Eğer bu ameli açıklarsa, mükâfâtını da alenî ameller bölümüne yazar. Eğer yaptığını söylerse, o vakit ameli riyâ defterine geçer.” (İhyâ, I, 595)

    Yine âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerin beyanları vechile, infâkını gizleyebilenler, günahları affedilen ve kıyâmetin dehşetli ânında Arş’ın gölgesi altında bulunacak olan mes’ud kimselerdir. (Bkz. el-Bakara, 271; Buhârî, Ezân, 36)

    Fakat bâzen infâkın açıkça yapılıp insanlara duyurulmasında da fayda mülâhaza edilebilir. Böylece halk, infâka teşvîk edilmiş olur. Nitekim müfessirler:

    “Sadakaları açıktan verirseniz, bu güzel bir şeydir. Eğer onu fakirlere gizlice verirseniz, işte bu sizin için daha hayırlıdır…” (el-Bakara, 271) âyetini; zekâtın teşvik maksadıyla açıktan, sadaka ve diğer hayır-hasenâtın ise gizlice yapılması gerektiği şeklinde tefsîr etmişlerdir.

    Velhâsıl hayırların gizli mi, alenî mi yapılması gerektiği, duruma ve şartlara göre değişir. Kalpteki niyet berraklığı muhâfaza edildiği takdirde açıkça infâk etmekte de bir beis yoktur. Hattâ lüzûmu hâlinde insanları hayra teşvik için bu yol tercih edilebilir. Her iki türlü infâkın da fazîlet ve esâsı, kalbin riyâ ve gösterişten korunması, takvâ ve ihlâsın muhâfaza edilmesidir.

    Sadakanın açıktan verilmesi, onu alan bâzı kişilerde hayâ duygusunun zayıflamasına, hayâ duygusunun zayıflaması ise zamanla sadaka bekleyişinin alışkanlık hâline dönüşmesine, bu da çalışma gayret ve azminin kaybolmasına sebebiyet verebilir. Ayrıca alenî yapılan infakta, veren kimsenin gurur ve kibre sürüklenip kendini beğenme ihtimâli daha kuvvetlidir. Bir de alan kimsenin rencide olması daha çok söz konusudur. Bu gibi durumlarda gizli vermek daha münâsiptir.

    Nitekim Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- geceleri sırtında un çuvalıyla fakir mahalleleri dolaşır, kimselere görünmeden, hattâ çoğu zaman kim olduğunu da gizleyerek muhtaçları sevindirirdi.

    Hazret-i Ali’nin torunu İmam Zeynelâbidîn Hazretleri de her gece Medîne fukarâsının kapılarına sırtında taşıdığı erzak çuvallarını bırakır, kimseye görünmeden geri dönerdi. Bir sabah o fakirler, kapılarına erzak konulmamış olduğunu gördüler. Sebebini merak ederlerken, Zeynelâbidîn Hazretleri’nin vefât ettiği haberi bütün Medîne’ye yayıldı. Herkes derin bir mâteme büründü.

    Zeynelâbidîn Hazretleri’nin naaşı yıkanırken, sırtında içi su toplamış büyükçe yaralar olduğu görüldü. Yakınlarına bunun sebebi sorulduğunda, Hazret’in sırrı da ortaya çıktı. Zîrâ sırtındaki o yaralar, fukarâya taşıdığı erzak çuvalları sebebiyle açılmıştı.1

    İşte merhamet dolu mü’min gönüllerdeki ihlâs tecellîsi ve hayırlarının ecrini, beşerin iltifatlarıyla zedelememek için riâyet edilen hassâsiyet…

    Ecdâdımız da, bu hassâsiyetlerin en güzel numûnelerini sergilemişlerdir. Nitekim bu hususta Fâtih Sultan Mehmed Hân’ın vakfiyelerinden birindeki şu ifadeleri çok câlib-i dikkat bir numûnedir:

    “Ben ki İstanbul fâtihi, Allâh’ın âciz kulu, Fâtih Sultan Mehmed; alın terimle mâliki bulunduğum 136 dükkânımı aşağıdaki şartlar muvâcehesinde vakfeyledim:

    Külliyemde binâ ve inşâ eylediğim aşhânede şehîdlerin hanımları, yetimleri ve İstanbul fukarâsı için yemek yapılsın! Ancak yemek yemeye veya almaya gelemeyen mâzeretlilerin yemekleri, hava karardıktan sonra, kapalı kaplar içinde, gözlerden ırak şekilde evlerine götürülsün!..”

    Vakfiyede görüldüğü gibi Fâtih Sultan Mehmed Han, toplumun korunmaya muhtaç fertleri için en hassas edep ve nezâket ölçüleriyle kâideler koymuştur.

    Yine ecdâdımız zekâtlarını bir zarf içinde câmilerdeki zekât taşlarına bırakırlar, alan vereni, veren alanı görmeden bir infak şâheseri sergilenirdi. Böylece ne alanın gönlü incinir, ne de verende bir benlik ve kibir temâyülü doğabilirdi.

    Cenâb-ı Hak cümlemizi, ihlâsını koruduğu, amellerini hâlis niyetle îfâ eden sâlih kullarından eylesin! Sahâbe, evliyâ ve sâlih ecdâdımızın güzel hâllerinden kalplerimize hisseler lutfeylesin…

    Âmîn!

    Dipnot: 1) Bkz. İbn-i Kesîr, el-Bidâye, IX, 112, 122; Ebû Nuaym, Hilye, III, 136



    sukeyne - ait Kullanıcı Resmi (Avatar) sukeyne

      Permalink - Mesaj no 5  03-23-2009, 15:00

    --->: Osman Nuri Topbaş Hocaefendi'nin Hayati


    Hak Dostlarının Örnek Ahlâkından – 9



    Hayırda Acele Etmek

    Cenâb-ı Hak Asr Sûresi’nde “zaman”a yemin ederek dikkatlerimizi ömrümüzün keyfiyeti üzerinde yoğunlaştırmamızı arzu etmektedir.

    Zaman, iki uçlu bir bıçak gibidir. Kitap ve Sünnet’in rûhâniyeti içinde değerlendirilirse cennete vuslat vesîlesidir. Diğer taraftan nefsine râm olanlar için, sanki akıp giden bir sel gibidir ki, bu selin içinde sürüklenen âvâre bir kütük olmamak îcâb eder.

    Geçip giden zamanı bir daha geri almak mümkün değildir. Zaman biriktirilemez, borç alınıp verilemez, satın alınamaz. İnsan bütün varlığını fidye olarak verse, ecel senedinin vâdesini bir sâniye bile uzatamaz, takdim veya tehir edemez.

    Ebedî âlemin hazırlık safhası olan dünyâ hayatı, kısa bir sürede sahip olunan bir define gibidir. Bu yüzden hayat nîmetinin kadr u kıymetini bilip onu hakkıyla değerlendirmek îcâb eder. Zîrâ bu nîmeti zâyî etmenin telâfîsi yoktur. Zamanı, hiç bitmeyecekmiş gibi nefsânî arzular peşinde hoyratça ziyân etmek ve kulluk vazîfelerini ihmâl edip ertelemek, son nefeste kahredici bir pişmanlık olur!..

    Kundakla teneşir arasında inişli çıkışlı, dar bir koridor olan ömür, alıp verdiğimiz nefeslerin yekûnundan ibârettir. Sayısı kullara meçhul, Allâh’a mâlum olan bu nefeslerin en düşündüreni, şüphe yok ki “son nefes”tir. Son nefes, nihâyete eren bir dünya hayatı ile yeni başlayan ebedî bir âlemin kavşak noktasıdır. Yine o, son derece sarp ve çetin bir geçittir. İdrak sahibi her mü’min, o geçidi derin derin tefekkür edip her hâlini bu istikâmette düzeltme gayreti içinde olmalıdır.

    Hayat sahnesinin son perdesi olan son nefes, herkesin kendi âkıbetini aksettiren, buğusuz, berrak bir ayna gibidir. İnsanoğlu kendisini en net olarak son nefes aynasında tanır. Çok kıymetli zaman parçaları olan nefeslerimizi bu fânî topraklar üzerinde tüketirken, ilâhî kameraların her an kayıtta olduğunu unutmamalıyız. Doldurduğumuz hayat kasedi birgün; “• Kitabını oku!” emri ile bize seyrettirilecek. O vakit kendimizi çok net bir şekilde yeniden tanıyacağız.

    Son nefesimizin zamanı meçhul olduğundan bizi ebedî hayatta felâha erdirecek bir hesaba hazırlık için gün, bugündür. Âhiret azığımızın tedâriki demek olan amel-i sâlihler için dem, bu demdir. Hadîs-i şerîflerde, sahip olduğumuz nîmetlerden tek tek hesaba çekileceğimiz hatırlatılarak, o nîmetler husûsunda gafletten sakınmamız şöyle telkin edilmektedir:

    “Kıyâmet günü hiçbir kul; ömrünü nerede tükettiğinden, ilmiyle ne gibi işler yaptığından, malını nereden kazanıp nerede harcadığından, vücûdunu nerede yıprattığından sorulmadıkça bulunduğu yerden kıpırdayamaz.” (Tirmizî, Kıyâmet, 1)

    “Beş şey gelmeden önce beş şeyi ganîmet bil: İhtiyarlığından önce gençliğini, hastalanmadan önce sıhhatini, fakirliğinden önce zenginliğini, meşgul zamanlarından önce boş vakitlerini ve ölümünden önce hayâtını!” (Buhârî, Rikak, 3; Tirmizî, Zühd, 25)

    Sadakada Acelenin Ehemmiyeti

    Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hayırda acele etmenin ehemmiyetini kendi örnek hayatında sergilediği sayısız fazîletlerle tebliğ buyurmuşlardır. Bunlardan birini, Ukbe bin Hâris -radıyallâhu anh- şöyle nakleder:

    Bir keresinde Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in arkasında ikindi namazı kılmıştım. ALLAH Rasûlü selâm verip namazı bitirdi ve sür’atle yerinden kalktı. Aceleyle hanımlarından birinin odasına gitti. Cemaat, O’nun bu telâşından endişe ettiler. Fahr-i Kâinât Efendimiz kısa bir süre sonra döndü. Bu acele davranışı sebebiyle ashâbının meraklanmış olduğunu gördü ve şöyle buyurdu:

    “–Odamızda birazcık altın -veya gümüş- olduğunu hatırladım. Beni hayırda acele etmekten alıkoymasın diye hemen dağıtılmasını emrettim.” (Buhârî, Ezân 158, el-Amel fi’s-Salât 18; Nesâî, Sehv 104)

    Diğer bir hadîs-i şerîfte de şöyle buyrulur:

    “Sadaka vermekte acele edin. Çünkü belâ, sadakanın önüne geçemez.” (Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, III, 110)

    Nasıl ki namazın fazîleti ilk vaktinde edâ edilmesinde ise, infâkın fazîletlisi de geciktirilmeden ilk fırsatta yapılmasındadır. Bu nebevî ahlâk, en çok Peygamber vârisi olan Hak dostu âlim ve âriflerin hayatında mâkes bulmuştur. Hasan-ı Basrî Hazretleri’nin şu kıssası, bu hakîkatin pek ibretli bir misâlidir:

    Bir derviş, Hasan-ı Basrî Hazretleri’nden bir şey ister. O da hemen ayağa kalkıp gömleğini çıkarır ve dervişe verir. Oradakiler:

    “–Ey Hasan, eve gidip oradan bir şeyler verseydin ya!” derler.

    Hasan-ı Basrî Hazretleri şöyle cevap verir:

    “–Bir defâsında bir muhtaç mescide geldi ve; «Açım!» dedi. Biz gaflet edip hemen yiyecek getirmedik. Onu mescitte bıraktık ve evlerimize gittik. Sabah namazına geldiğimizde bir de baktık ki, zavallı ölmüş. Kefenleyip defnettik.

    Ertesi gün, yakaza hâlinde mânevî bir zuhurat olarak, o garibi sardığımız kefenin mihrapta durduğunu ve üzerinde; «Kefeninizi alın, ALLAH kabûl etmedi!» yazısını gördüm.

    O gün; «Bundan sonra bir ihtiyaç sâhibini gördüğümde onu bekletmeyeceğim, hemen ihtiyâcını göreceğim.» diye yemin ettim.”1

    İşte Cenâb-ı Hak, bâzı hakîkatleri velî kullarına fevkalâde şekillerde ayân eder. Bundan murâd, gönüllerde derin bir tesir meydana getirerek o hususta insanlara güzel bir istikâmet kazandırmaktır. Bu kıssadan da anlaşılacağı üzere bir hayrın şeref ve kıymeti, vaktinde ve geciktirilmeden yapılmasındadır.

    Son Nefesten, İbretli Bir Manzara

    Rebî bin Heysem -rahmetullâhi aleyh- sâlih amelleri tehir eden, nefsi tezkiye olmamış bir kişinin son nefesindeki hazin hâlini şöyle anlatır:

    “Kişi ölmeden önce neye düşkün ise rûhunu o doğrultuda teslîm eder. Bir keresinde can çekişen bir adamın yanında bulunmuştum. Ben; «Lâ ilâhe illâllâh!» deyip telkin verdikçe o para sayar gibi parmaklarıyla birtakım hesaplar yapıyordu.”

    Yâni insan ekseriyetle, “sonra yaparım” diye ertelediği hayırlara, o “sonra”larda da kolay kolay fırsat bulamaz. Bunun içindir ki ârifler; “Yarın yaparım diyenler helâk oldu.” hakîkatinin hikmetine ermişlerdir. Zîrâ yarını olmayan bir gün her an gelebilir.

    Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

    Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bir adam gelerek, hangi sadakanın sevâbının daha büyük olduğunu sordu.

    Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle cevap verdi:

    “–Güçlü-kuvvetliyken, sıhhatin yerinde, cimriliğin üzerinde, fakir düşmekten endişe etmekteyken, (veya bunun zıddına) daha çok zengin olmayı arzularken verdiğin sadakanın sevâbı daha büyüktür. (Bu işi) can boğaza gelip de; «Falana şu kadar, filâna bu kadar.» demeye bırakma. Zîrâ o mal, zâten vârislerden şunun veya bunun olmuştur.” (Buhârî, Zekât, 11)

    Diğer bir hadîs-i şerîfte de şöyle buyrulur:

    “Kişinin (sağlıklı iken) hayatında bir dirhem sadaka vermesi, ölümü esnâsında yüz dirhem sadaka vermesinden daha hayırlıdır.” (Ebû Dâvud, Vasâyâ, 3/2866)

    Şeyh Sâdî, âdeta bu hakîkatlerden ilhamla şöyle nasihat eder:

    “Âhiret azığını hayatında kendin tedârik et! Çünkü sen öldükten sonra akraba hırsa kapılır; senin rûhun için hiçbir iyilikte bulunmazlar. Altını, nîmeti elinde iken bugün sen ver! Sen öldükten sonra bunlar elinden çıkar, sahip olamazsın!

    Azığını öbür dünyâya kendi götüren kimse, devlet topunu çelmiş demektir. Sırtımı beni düşünerek ancak kendi tırnağım kaşır, başkası kaşımaz.

    Ne gibi servetin varsa avucunun ortasına koy. Verilecek yerlere ver! Veremezsen, yarınki pişmanlıktan dişinle elinin arkasını ısırırsın.”

    Hakîkaten malı-mülkü vakit varken infâk etmeyip, onu mânevî terbiyeden mahrum yetişen ve nasıl harcayacakları meçhûl olan mîrasçılara bırakmak, ağır bir âhiret hesâbı yüklenmek olur. Bu ise, selîm bir aklın kârı değildir.

    Ebû Zer -radıyallâhu anh-’ın şu sözleri ne kadar hikmetlidir:

    “Bir malda üç ortak vardır. Birincisi mal sâhibi, yâni sen, ikincisi kaderdir. O, hayır mı, yoksa felâket ve ölüm gibi şer mi getireceğini sana sormaz. Üçüncüsü mîrasçıdır. O da bir an önce başını yere koymanı (yâni ölmeni) bekler, ölünce malını alır götürür, sen de hesâbını verirsin. Eğer gücün yeterse sen bu üç ortağın en âcizi olma!..” (Ebû Nuaym, Hilye, I, 163)

    Ölünce iflâs eden varlıklı insanlar, bir hayâl âlemi olan dünyâda kendini zengin zannedip de ölümle hakîkat sabahına uyandıklarında, elde avuçta hiçbir şey kalmadığını gören ebediyet mahrumlarıdır. Asıl zenginlik, ecel ile iflâs etmemektir. Bilâkis ebedî devlet ve servete mazhar olabilmektir.

    Mevlânâ Hazretleri buyurur:

    “Dünya hayâtı bir rüyâdan ibârettir. Dünyada servet sâhibi olmak, rüyâda defîne bulmaya benzer. Dünya malı, nesilden nesile aktarılarak dünyada kalır.”

    “Ölüm meleği, gâfil zenginin canını almakla onu uykudan uyandırır. O kimse, gerçekte sâhibi olmadığı bir mal için dünyâda çektiği sıkıntılara hayretle âh vâh eder ve bin pişman olur. Lâkin iş işten geçmiş, her şey bitmiştir.”

    Toprak altına girdikten sonra, fakir ne olmuşsa, zengin de o olur. Orada kim ne yaptıysa, karşısında bulur. Bu dünyâdan gidenler, ister köle, ister pâdişah gibi gitsinler, oradaki bütün sermâyeleri, ne götürdülerse odur. Orası; sapla samanın ayrıldığı, başlarda gezen zorba ayakların ayaklar altına düştüğü, nice kölelerin sultan, nice sultanların köle olduğu, Hak rızâsına uygun kullanılmayan dünyevî makam, mevkî ve rütbelerin sıfırlandığı, nice mahrumların hazînelere kavuşup nice gâfil zenginlerin de ebediyet fukarâsı ve mahşer dilencisi olduğu bir yerdir. Orada yalnızca Hakk’a sâdık kulların sadâkatlerinin ve selîm kalplerinin faydası vardır.

    Bu hususta Merhum Necip Fâzıl’ın şu îkâzı ne kadar hikmetlidir:

    Hasis sarraf, kendine bir başka kese diktir!

    Mezarda geçer akça neyse, onu biriktir!..

    Cenâb-ı Hakk’ın dünya hayatında insanoğlunu imtihan ettiği en çetin hususların başında can, mal ve evlât gelir. Bunlar hayra kullanıldığında nîmet iken, şerre kullanıldığında ıztırap sebebidirler. Bize hakkı hak olarak gösterecek, nîmetleri nîmet olarak bildirecek olan, ancak dînin sesidir.

    Âyet-i kerîmelerde buyrulur:

    “Ey îmân edenler, sizi ne mallarınız, ne evlâtlarınız Allâh’ın zikrinden alıkoymasın. Kim bunu yaparsa işte onlar hüsrâna uğrayanların ta kendileridir. Herhangi birinize ölüm gelip de: «Ey Rabbim, beni(m ömrümü) yakın bir zamana kadar geciktirsen de sadaka verip sâlihlerden olsam!» demesinden evvel size rızık olarak verdiklerimizden ALLAH yolunda harcayın…” (el-Münâfikûn, 9-10)

    Dünyâyı gafletle ziyân edenlerin hâlini de âyet-i kerîme şöyle tasvîr eder:

    “Onlar orada: «–Ey Rabbimiz! Ne olur, bizi buradan çıkar(ıp dünyâya geri gönder de) daha önce yaptıklarımızın yerine, sâlih ameller yapalım!» diye feryâd ederler. (ALLAH onlara iki şey sorar.) «–Biz size, düşünüp ibret alacak kimsenin düşünebileceği kadar bir ömür vermedik mi? Size îkâz edici (peygamber) de gelmedi mi? Öyleyse tadın azâbı! Zâlimlerin hiçbir yardımcısı yoktur!” (Fâtır, 37)

    İmâm Gazâlî Hazretleri şöyle nasihat eder:

    “Ey oğul! Şimdi düşün ki vefât ettin ve dünyâya geri gönderildin. O heyecan hâlini bir düşün! O hâlde bugün günah ve mâsıyete kat’iyyen yaklaşma ve sakın ola ki, bugünün bir ânını bile boşa geçirme! Zîrâ her nefes, paha biçilemeyen bir nîmettir.”

    O hâlde ömür takviminden açılan her yeni günü, bize verilmiş yeni bir mühlet olarak telâkkî edip hayır işlemekte acele etmeliyiz.

    Herkes Pişmanlık Duyar...

    Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, biz ümmetini îkaz sadedinde:

    “–Ölüp de pişmanlık duymayacak hiç kimse yoktur.” buyurmuştur.

    “–O pişmanlık nedir yâ Rasûlallâh?” diye sorulduğunda:

    “–(Ölen), muhsin (ihsan sâhibi, iyi) bir kişi ise, bu hâlini daha fazla artıramamış olduğuna; şâyet kötü bir kişi ise, kötülükten vazgeçerek hâlini ıslah etmediğine pişman olacaktır.” cevâbını verdiler. (Tirmizî, Zühd, 59/2403)

    Yâni sâlih kimseler bile, dünyada sâhip oldukları nîmetleri niçin ALLAH yolunda daha fazla sarf etmedik diye pişmanlık duyacaklardır. Gâfillerin nedâmetini ise ifâde etmeye kelimeler âciz kalır.

    Behlül Dânâ Hazretleri’nin; “–Yeraltında en çok ne vardır?” sorusuna, yine kendisi cevap vererek; “–Mevtâların «eyvâh, vah-vah ve keşke»leri vardır!” buyurması da bu hakîkatin bir ifâdesidir. Öyleyse bizler de nedâmet günleri gelmeden evvel Hak rızâsının bulunduğu her işe koşmalı ve boş şeylerle vakitlerimizi ziyan etmekten sakınmalıyız. Her günümüzü son günümüzmüş gibi uyanık bir gönülle yaşayıp bilhassa zamanımızı dolu dolu geçirmenin şuuruna ermeliyiz.

    Cenâb-ı Hak, zamanı doğru kullanma husûsunda ekseriyetle hüsran içinde olan kullarının, bu hüsrandan kurtularak ilâhî ikramlara nâil olabilmeleri için şöyle buyurmaktadır:

    “Bir (hayırlı) işi bitirince, hemen başka bir (hayırlı) işe giriş! Hep Rabb’ine yönel!” (el-İnşirâh, 7-8)

    Yâni ibâdet ve hayırlı işlerin biri bittiğinde hemen diğerine koşmak, herhangi bir zamanın ibâdetsiz ve hayırdan uzak geçmesine fırsat vermemek îcâb eder. Mevlânâ Hazretleri ne güzel buyurur:

    “İbâdetlerin kabul ediliş alâmetleri, o ibâdetlerden sonra hemen başka ibâdetlere girişmek, birbiri ardınca hayırlara koştukça koşmaktır.”

    Yine Mevlânâ Hazretleri’nin tâbiriyle:

    “Ecel, verileni almadan önce, verilmesi gereken her şeyi vermek gerekir.”

    Zîrâ âyet-i kerîmede buyrulur:

    “Ey îmân edenler! Kendisinde artık alış-veriş, dostluk ve kayırma bulunmayan gün (kıyamet) gelmeden önce, size verdiğimiz rızıktan hayır yolunda harcayın. Gerçekleri inkâr edenler, elbette zâlimlerdir.” (el-Bakara, 254)

    Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de şöyle buyurur:

    “Faydalı işler görmekte acele ediniz. Zîrâ yakın bir gelecekte karanlık geceler gibi birtakım fitneler ortalığı kaplayacaktır. O zamanda insan, mü’min olarak sabahlar, kâfir olarak geceler; mü’min olarak geceler, kâfir olarak sabahlar; dînini küçük bir dünyâlığa satar.” (Müslim, Îmân 186; Tirmizî, Fiten 30, Zühd 3)

    Dolayısıyla fırsat eldeyken hayırda acele edip âhiret azığı tedârik etmeye bakmak her mü’minin hedefi olmalıdır. Dünyânın geçici zevk u safâlarına, aldatıcı yaldızlarına kanmamak, burada sahip olunan malın, rüyâda bulunmuş bir defineden farksız olduğunu unutmadan hakîkî ve ebedî hayata hazırlanmak îcâb eder.

    Kişinin Gerçek Malı Âhirete Gönderdiğidir

    Peygamber Efendimiz’in âilesi bir koyun kesmiş ve etini infâk etmişlerdi. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- koyundan geriye ne kaldığını sorunca:

    “–Sâdece bir kürek kemiği kaldı.” denildi. Bunun üzerine Efendimiz, gerçek servetin ne olduğuna dâir nebevî bakış açısını şöyle ifâde buyurdu:

    “–Desenize bir kürek kemiği hâriç, hepsi bizim oldu!” (Tirmizî, Kıyâmet, 33)

    Abdullah bin Şihhîr -radıyallâhu anh- anlatıyor:

    “Birgün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Tekâsür Sûresi’ni okuyordu. Sûreyi okuyup bitirince şöyle buyurdu:

    «Âdemoğlu, malım malım deyip duruyor. Ey Âdemoğlu! Yiyip tükettiğin, giyip eskittiğin veya sadaka olarak verip sevap kazanmak üzere önden gönderdiğinden başka malın mı var!?»” (Müslim, Zühd, 3-4)

    Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- diğer bir hadîs-i şerîflerinde de, kıyâmet gününden bir manzarayı şöyle tasvîr ederler:

    “ALLAH, sizin her birinizle tercümansız konuşacaktır. Kişi sağ tarafına bakacak; âhirete gönderdiklerinden başka bir şey göremeyecektir. Soluna bakacak; âhirete gönderdiklerinden başka bir şey göremeyecektir. Önüne bakacak; karşısında cehennemden başka bir şey göremeyecektir. O hâlde artık (hiçbir şeyiniz yoksa bile) bir hurmanın yarısıyla da olsa, kendinizi cehennem ateşinden koruyun. Bunu da bulamayan, güzel bir söz (söyleyip gönül alarak) kendisini korusun.” (Buhârî, Zekât, 9, 10, Rikâk, 31, Tevhid, 36)

    Demek ki kişinin hayır veya şer nâmına âhirette karşısına çıkacak her şey, bu dünyâda yapıp ettiklerinin tecessümünden ibârettir. Bunun içindir ki Yüce Rabbimiz biz kullarını şöyle îkaz buyurur:

    “Ey îmân edenler! ALLAH’tan korkun ve herkes yarına ne hazırladığına baksın! ALLAH’tan korkun, muhakkak ki ALLAH, yaptıklarınızdan haberdardır.” (el-Haşr, 18)

    Şeyh Sâdî buyurur:

    “Akıllı insanlar mallarını, paralarını öbür cihâna giderken yanlarında götürürler. (Yani önceden ALLAH yolunda infâk ederler.) Ancak hasislerdir ki, hasretini çekerek burada bırakır giderler.”

    Hasislik İlletinden Kurtul!..

    Cimrilik edip infaktan uzak durmak, âhiret hayatını tehlikeye atmaktır. Âyet-i kerîmede Rabbimiz:

    “ALLAH yolunda harcayın. Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın...” (el-Bakara, 195) buyurarak biz kullarını îkaz eder.

    İnfak edilmeyen mal ve nîmetler, vefâsız arkadaş gibidir. Gün gelip ömür sermâyesi tükenince o, vefâsızlığını gösterip sahibini yalnız ve muhtaç hâlde bırakır. Malından ve imkânlarından vefâ umanlar, onları ALLAH yolunda infak ederek karşısına çıkması için önceden âhirete gönderenlerdir. Bunun için de nefsin cimriliğinden kurtulmak îcâb eder. Nitekim âyet-i kerîmede ebedî kurtuluş için cimriliği yenmenin zarûreti şöyle ifâde buyrulur:

    “…Kim nefsinin hırs ve cimriliğinden korunursa işte onlar felâha erenlerin ta kendileridir.” (el-Haşr, 9)

    Ancak iblis, insanın istikbâlini karartmak için çeşitli hîlelere başvurarak kalplere vesvese tohumları atar. Rızkı veren ALLAH olduğu hâlde bu hususta insanın aklını çelmeye çalışır. Âyet-i kerîmede buyrulur:

    “Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size çirkin şeyleri telkin eder. ALLAH ise size katından bir mağfiret ve bir lutuf va’deder...” (el-Bakara, 268)

    Şeytanın bu hîlesini çok iyi bilen Halîfe Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- vâlilerine dâimâ diğergâmlık ve cömertliği tavsiye ederek onları şöyle uyarırdı:

    “Sakın sizi sıkıntı ve darlığa düşme ihtimâliyle korkutup iyilikten vazgeçirmek isteyen cimriyi, büyük işlere karşı azminizi gevşetecek korkağı ve zulme saparak size ihtirâsı iyi gösterecek hırs sâhibini istişâre meclisinize sokmayın!”

    Nefsin cimriliğinden ve şeytanın vesveselerinden kurtulabilenler, aynı zamanda infak ettiklerinin zâyî olmadığını, âhirette kendilerini bekleyen saâdet sermâyeleri hâline geldiğini de çok iyi idrâk ederler. Nitekim hadîs-i şerîfte buyrulur:

    “Haklarında yeminle söz söyleyebileceğim üç haslet vardır; iyi belleyiniz: Sadaka vermekle kulun malı eksilmez. Uğradığı haksızlığa sabredenin ALLAH şerefini artırır. Dilenme kapısını açan kimseye ALLAH, fakirlik kapısını açar…” (Tirmizî, Zühd, 17)

    Mevlânâ Hazretleri, infâkın malı eksiltmeyip bilâkis bereketlendirdiği hakîkatini ne güzel ifâde eder:

    “Allâh’ın yarattığı yeryüzüne, temiz, sağlam tohum ekilsin de, o bitmesin; imkân var mı?”

    “Fânî ve gelip geçici olan bu yeryüzü, çeşitli ekinler, meyveler ve mahsûller vermekten vazgeçmezse, yeryüzünden daha geniş olan mânâ âlemi nasıl olur da mahsûl vermez?”

    “Dünya toprağının mahsûlü hadsiz hesapsızdır. Bir tanenin bile mahsûlü yedi yüzdür. Buna dikkat et de, öbür tarafın mahsûlünün ne kadar olacağını anla! Mal, sadaka vermekle eksilmez; hayırda bulunmak, malı zâyî olmaktan korur!”

    İbâdet ve muâmelâtın paha biçilmez sermayesi olan dünya hayatının her ânı, ebediyet mücevherleri ve âhiret tohumlarıdır. İnsan, bu âhiret tohumlarını dünyâ tarlasına ekerek ukbâda bunların mahsullerini toplar. Lâkin bu kıymetli tohumları nefsânî arzuların girdapları içinde ve selde sürüklenen kütükler misâli şaşkınlıkla ziyân ederse, o tohumlar, cehennem mahsulleri hâline gelir. Böyle bedbahtlara ne yazık! Kitap ve sünnetin rûhâniyeti ile tezyin edilen zamanlar ise ebedî cennet bahçelerinde yeşerecek olan saâdet tohumlarıdır.

    İnfâk edilmeyen mal, vefâsız bir arkadaş gibiyken, infâk edilen mal, hayırlı ve sâdık bir dost gibidir. Hadîs-i şerîflerde buyrulur:

    “Servet bir müslüman için ne güzel arkadaştır. Yeter ki, o servetinden fakire, yetime ve yolcuya vermiş olsun!” (Ahmed, III, 21)

    “(Kıyâmet günü) hesap görülünceye kadar herkes sadakasının gölgesinde olacaktır.” (İhyâ, I, 626)

    Übeyd bin Ümeyr -rahmetullâhi aleyh- de bu hakîkati şöyle îzah eder:

    “İnsanlar kıyâmet günü çok çetin bir açlık, susuzluk ve çıplaklık içinde haşredilecektir. Ancak ALLAH için yedireni ALLAH doyuracak; ALLAH için içireni ALLAH içirecek ve ALLAH için giydireni yine ALLAH Teâlâ giydirecektir.”

    Kıyâmetin o zor gününde selâmete erenleri Rabbimiz şöyle müjdeler:

    “Mallarını gece ve gündüz, gizlice ve açıkça infâk edenler yok mu, işte onların Rableri katında ecir ve mükâfâtları vardır. Ve onlara herhangi bir korku yoktur. Onlar mahzun da olmazlar.” (el-Bakara, 274)

    Velhâsıl, infâkı bir tabiat-ı asliye hâline getirip her ânımızda bütün imkânlarımızdan infak gayreti içinde bulunmamız, zamanın kıymetini bilip hayırda acele etmemiz gerekir. Rabbimiz; “• Fecre andolsun ki” buyuruyor ve her fecir vakti, ömür takviminden bizlere yeni bir yaprak açıyor. Bu ömür yaprağını nasıl dolduracağız? Ne kadar kendimiz için çalışacağız, ne kadar diğergâm olup mahrum ve yalnızların yanıbaşında bulunacağız? Kirâmen Kâtibîn melekleri bugünkü kıyâmet dosyamıza neler yazacak? İşte mü’min, bu hakîkatleri rakîk bir kalp ile muhâsebe ederek zamanını en hayırlı amellere sarf etmelidir. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın buyurduğu:

    “(İlâhî mahkemede) hesâba çekilmeden evvel nefislerinizi hesâba çekiniz.” (İbn-i Kesîr, Tefsîr, I, 27) tâlimâtını kendine hayat düstûru edinmelidir.

    Bizim de huzûr-i ilâhîye selîm bir kalple çıkabilmemiz için, ömür senedimizin vâdesinin dolacağı gün ve sonrası için hazırlıklı olmamız zarûrîdir.

    Ömer bin Abdülaziz -rahmetullâhi aleyh-’in buyurduğu gibi:

    “Âhirette nereye gitmek istiyorsanız hazırlığınızı ona göre yapın!”

    Hazret-i Ebû Bekir Efendimizin şu duâsına gönülden “âmîn” diyerek sözlerimize son verelim:

    “Allâh’ım! Ömrümün en hayırlı devresi sonu, amellerimin en hayırlı kısmı neticeleri, günlerimin en hayırlısı da Sana kavuştuğum gün olsun.”2

    Âmîn!

    Dipnotlar: 1) Bkz. Darîr Mustafa Efendi, Yüz Hadis Yüz Hikâye, haz. S. Yıldırım - N. Yılmaz, İstanbul 2001, s. 157. 2) Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, s. 103


    Moderatöre Bildir 88.229.115.125

    sukeyne - ait Kullanıcı Resmi (Avatar) sukeyne

      Permalink - Mesaj no 6  03-23-2009, 15:01

    --->: Osman Nuri Topbaş Hocaefendi'nin Hayati


    Hak Dostlarının Örnek Ahlâkından – 9



    Hayırda Acele Etmek

    Cenâb-ı Hak Asr Sûresi’nde “zaman”a yemin ederek dikkatlerimizi ömrümüzün keyfiyeti üzerinde yoğunlaştırmamızı arzu etmektedir.

    Zaman, iki uçlu bir bıçak gibidir. Kitap ve Sünnet’in rûhâniyeti içinde değerlendirilirse cennete vuslat vesîlesidir. Diğer taraftan nefsine râm olanlar için, sanki akıp giden bir sel gibidir ki, bu selin içinde sürüklenen âvâre bir kütük olmamak îcâb eder.

    Geçip giden zamanı bir daha geri almak mümkün değildir. Zaman biriktirilemez, borç alınıp verilemez, satın alınamaz. İnsan bütün varlığını fidye olarak verse, ecel senedinin vâdesini bir sâniye bile uzatamaz, takdim veya tehir edemez.

    Ebedî âlemin hazırlık safhası olan dünyâ hayatı, kısa bir sürede sahip olunan bir define gibidir. Bu yüzden hayat nîmetinin kadr u kıymetini bilip onu hakkıyla değerlendirmek îcâb eder. Zîrâ bu nîmeti zâyî etmenin telâfîsi yoktur. Zamanı, hiç bitmeyecekmiş gibi nefsânî arzular peşinde hoyratça ziyân etmek ve kulluk vazîfelerini ihmâl edip ertelemek, son nefeste kahredici bir pişmanlık olur!..

    Kundakla teneşir arasında inişli çıkışlı, dar bir koridor olan ömür, alıp verdiğimiz nefeslerin yekûnundan ibârettir. Sayısı kullara meçhul, Allâh’a mâlum olan bu nefeslerin en düşündüreni, şüphe yok ki “son nefes”tir. Son nefes, nihâyete eren bir dünya hayatı ile yeni başlayan ebedî bir âlemin kavşak noktasıdır. Yine o, son derece sarp ve çetin bir geçittir. İdrak sahibi her mü’min, o geçidi derin derin tefekkür edip her hâlini bu istikâmette düzeltme gayreti içinde olmalıdır.

    Hayat sahnesinin son perdesi olan son nefes, herkesin kendi âkıbetini aksettiren, buğusuz, berrak bir ayna gibidir. İnsanoğlu kendisini en net olarak son nefes aynasında tanır. Çok kıymetli zaman parçaları olan nefeslerimizi bu fânî topraklar üzerinde tüketirken, ilâhî kameraların her an kayıtta olduğunu unutmamalıyız. Doldurduğumuz hayat kasedi birgün; “• Kitabını oku!” emri ile bize seyrettirilecek. O vakit kendimizi çok net bir şekilde yeniden tanıyacağız.

    Son nefesimizin zamanı meçhul olduğundan bizi ebedî hayatta felâha erdirecek bir hesaba hazırlık için gün, bugündür. Âhiret azığımızın tedâriki demek olan amel-i sâlihler için dem, bu demdir. Hadîs-i şerîflerde, sahip olduğumuz nîmetlerden tek tek hesaba çekileceğimiz hatırlatılarak, o nîmetler husûsunda gafletten sakınmamız şöyle telkin edilmektedir:

    “Kıyâmet günü hiçbir kul; ömrünü nerede tükettiğinden, ilmiyle ne gibi işler yaptığından, malını nereden kazanıp nerede harcadığından, vücûdunu nerede yıprattığından sorulmadıkça bulunduğu yerden kıpırdayamaz.” (Tirmizî, Kıyâmet, 1)

    “Beş şey gelmeden önce beş şeyi ganîmet bil: İhtiyarlığından önce gençliğini, hastalanmadan önce sıhhatini, fakirliğinden önce zenginliğini, meşgul zamanlarından önce boş vakitlerini ve ölümünden önce hayâtını!” (Buhârî, Rikak, 3; Tirmizî, Zühd, 25)

    Sadakada Acelenin Ehemmiyeti

    Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hayırda acele etmenin ehemmiyetini kendi örnek hayatında sergilediği sayısız fazîletlerle tebliğ buyurmuşlardır. Bunlardan birini, Ukbe bin Hâris -radıyallâhu anh- şöyle nakleder:

    Bir keresinde Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in arkasında ikindi namazı kılmıştım. ALLAH Rasûlü selâm verip namazı bitirdi ve sür’atle yerinden kalktı. Aceleyle hanımlarından birinin odasına gitti. Cemaat, O’nun bu telâşından endişe ettiler. Fahr-i Kâinât Efendimiz kısa bir süre sonra döndü. Bu acele davranışı sebebiyle ashâbının meraklanmış olduğunu gördü ve şöyle buyurdu:

    “–Odamızda birazcık altın -veya gümüş- olduğunu hatırladım. Beni hayırda acele etmekten alıkoymasın diye hemen dağıtılmasını emrettim.” (Buhârî, Ezân 158, el-Amel fi’s-Salât 18; Nesâî, Sehv 104)

    Diğer bir hadîs-i şerîfte de şöyle buyrulur:

    “Sadaka vermekte acele edin. Çünkü belâ, sadakanın önüne geçemez.” (Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, III, 110)

    Nasıl ki namazın fazîleti ilk vaktinde edâ edilmesinde ise, infâkın fazîletlisi de geciktirilmeden ilk fırsatta yapılmasındadır. Bu nebevî ahlâk, en çok Peygamber vârisi olan Hak dostu âlim ve âriflerin hayatında mâkes bulmuştur. Hasan-ı Basrî Hazretleri’nin şu kıssası, bu hakîkatin pek ibretli bir misâlidir:

    Bir derviş, Hasan-ı Basrî Hazretleri’nden bir şey ister. O da hemen ayağa kalkıp gömleğini çıkarır ve dervişe verir. Oradakiler:

    “–Ey Hasan, eve gidip oradan bir şeyler verseydin ya!” derler.

    Hasan-ı Basrî Hazretleri şöyle cevap verir:

    “–Bir defâsında bir muhtaç mescide geldi ve; «Açım!» dedi. Biz gaflet edip hemen yiyecek getirmedik. Onu mescitte bıraktık ve evlerimize gittik. Sabah namazına geldiğimizde bir de baktık ki, zavallı ölmüş. Kefenleyip defnettik.

    Ertesi gün, yakaza hâlinde mânevî bir zuhurat olarak, o garibi sardığımız kefenin mihrapta durduğunu ve üzerinde; «Kefeninizi alın, ALLAH kabûl etmedi!» yazısını gördüm.

    O gün; «Bundan sonra bir ihtiyaç sâhibini gördüğümde onu bekletmeyeceğim, hemen ihtiyâcını göreceğim.» diye yemin ettim.”1

    İşte Cenâb-ı Hak, bâzı hakîkatleri velî kullarına fevkalâde şekillerde ayân eder. Bundan murâd, gönüllerde derin bir tesir meydana getirerek o hususta insanlara güzel bir istikâmet kazandırmaktır. Bu kıssadan da anlaşılacağı üzere bir hayrın şeref ve kıymeti, vaktinde ve geciktirilmeden yapılmasındadır.

    Son Nefesten, İbretli Bir Manzara

    Rebî bin Heysem -rahmetullâhi aleyh- sâlih amelleri tehir eden, nefsi tezkiye olmamış bir kişinin son nefesindeki hazin hâlini şöyle anlatır:

    “Kişi ölmeden önce neye düşkün ise rûhunu o doğrultuda teslîm eder. Bir keresinde can çekişen bir adamın yanında bulunmuştum. Ben; «Lâ ilâhe illâllâh!» deyip telkin verdikçe o para sayar gibi parmaklarıyla birtakım hesaplar yapıyordu.”

    Yâni insan ekseriyetle, “sonra yaparım” diye ertelediği hayırlara, o “sonra”larda da kolay kolay fırsat bulamaz. Bunun içindir ki ârifler; “Yarın yaparım diyenler helâk oldu.” hakîkatinin hikmetine ermişlerdir. Zîrâ yarını olmayan bir gün her an gelebilir.

    Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

    Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bir adam gelerek, hangi sadakanın sevâbının daha büyük olduğunu sordu.

    Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle cevap verdi:

    “–Güçlü-kuvvetliyken, sıhhatin yerinde, cimriliğin üzerinde, fakir düşmekten endişe etmekteyken, (veya bunun zıddına) daha çok zengin olmayı arzularken verdiğin sadakanın sevâbı daha büyüktür. (Bu işi) can boğaza gelip de; «Falana şu kadar, filâna bu kadar.» demeye bırakma. Zîrâ o mal, zâten vârislerden şunun veya bunun olmuştur.” (Buhârî, Zekât, 11)

    Diğer bir hadîs-i şerîfte de şöyle buyrulur:

    “Kişinin (sağlıklı iken) hayatında bir dirhem sadaka vermesi, ölümü esnâsında yüz dirhem sadaka vermesinden daha hayırlıdır.” (Ebû Dâvud, Vasâyâ, 3/2866)

    Şeyh Sâdî, âdeta bu hakîkatlerden ilhamla şöyle nasihat eder:

    “Âhiret azığını hayatında kendin tedârik et! Çünkü sen öldükten sonra akraba hırsa kapılır; senin rûhun için hiçbir iyilikte bulunmazlar. Altını, nîmeti elinde iken bugün sen ver! Sen öldükten sonra bunlar elinden çıkar, sahip olamazsın!

    Azığını öbür dünyâya kendi götüren kimse, devlet topunu çelmiş demektir. Sırtımı beni düşünerek ancak kendi tırnağım kaşır, başkası kaşımaz.

    Ne gibi servetin varsa avucunun ortasına koy. Verilecek yerlere ver! Veremezsen, yarınki pişmanlıktan dişinle elinin arkasını ısırırsın.”

    Hakîkaten malı-mülkü vakit varken infâk etmeyip, onu mânevî terbiyeden mahrum yetişen ve nasıl harcayacakları meçhûl olan mîrasçılara bırakmak, ağır bir âhiret hesâbı yüklenmek olur. Bu ise, selîm bir aklın kârı değildir.

    Ebû Zer -radıyallâhu anh-’ın şu sözleri ne kadar hikmetlidir:

    “Bir malda üç ortak vardır. Birincisi mal sâhibi, yâni sen, ikincisi kaderdir. O, hayır mı, yoksa felâket ve ölüm gibi şer mi getireceğini sana sormaz. Üçüncüsü mîrasçıdır. O da bir an önce başını yere koymanı (yâni ölmeni) bekler, ölünce malını alır götürür, sen de hesâbını verirsin. Eğer gücün yeterse sen bu üç ortağın en âcizi olma!..” (Ebû Nuaym, Hilye, I, 163)

    Ölünce iflâs eden varlıklı insanlar, bir hayâl âlemi olan dünyâda kendini zengin zannedip de ölümle hakîkat sabahına uyandıklarında, elde avuçta hiçbir şey kalmadığını gören ebediyet mahrumlarıdır. Asıl zenginlik, ecel ile iflâs etmemektir. Bilâkis ebedî devlet ve servete mazhar olabilmektir.

    Mevlânâ Hazretleri buyurur:

    “Dünya hayâtı bir rüyâdan ibârettir. Dünyada servet sâhibi olmak, rüyâda defîne bulmaya benzer. Dünya malı, nesilden nesile aktarılarak dünyada kalır.”

    “Ölüm meleği, gâfil zenginin canını almakla onu uykudan uyandırır. O kimse, gerçekte sâhibi olmadığı bir mal için dünyâda çektiği sıkıntılara hayretle âh vâh eder ve bin pişman olur. Lâkin iş işten geçmiş, her şey bitmiştir.”

    Toprak altına girdikten sonra, fakir ne olmuşsa, zengin de o olur. Orada kim ne yaptıysa, karşısında bulur. Bu dünyâdan gidenler, ister köle, ister pâdişah gibi gitsinler, oradaki bütün sermâyeleri, ne götürdülerse odur. Orası; sapla samanın ayrıldığı, başlarda gezen zorba ayakların ayaklar altına düştüğü, nice kölelerin sultan, nice sultanların köle olduğu, Hak rızâsına uygun kullanılmayan dünyevî makam, mevkî ve rütbelerin sıfırlandığı, nice mahrumların hazînelere kavuşup nice gâfil zenginlerin de ebediyet fukarâsı ve mahşer dilencisi olduğu bir yerdir. Orada yalnızca Hakk’a sâdık kulların sadâkatlerinin ve selîm kalplerinin faydası vardır.

    Bu hususta Merhum Necip Fâzıl’ın şu îkâzı ne kadar hikmetlidir:

    Hasis sarraf, kendine bir başka kese diktir!

    Mezarda geçer akça neyse, onu biriktir!..

    Cenâb-ı Hakk’ın dünya hayatında insanoğlunu imtihan ettiği en çetin hususların başında can, mal ve evlât gelir. Bunlar hayra kullanıldığında nîmet iken, şerre kullanıldığında ıztırap sebebidirler. Bize hakkı hak olarak gösterecek, nîmetleri nîmet olarak bildirecek olan, ancak dînin sesidir.

    Âyet-i kerîmelerde buyrulur:

    “Ey îmân edenler, sizi ne mallarınız, ne evlâtlarınız Allâh’ın zikrinden alıkoymasın. Kim bunu yaparsa işte onlar hüsrâna uğrayanların ta kendileridir. Herhangi birinize ölüm gelip de: «Ey Rabbim, beni(m ömrümü) yakın bir zamana kadar geciktirsen de sadaka verip sâlihlerden olsam!» demesinden evvel size rızık olarak verdiklerimizden ALLAH yolunda harcayın…” (el-Münâfikûn, 9-10)

    Dünyâyı gafletle ziyân edenlerin hâlini de âyet-i kerîme şöyle tasvîr eder:

    “Onlar orada: «–Ey Rabbimiz! Ne olur, bizi buradan çıkar(ıp dünyâya geri gönder de) daha önce yaptıklarımızın yerine, sâlih ameller yapalım!» diye feryâd ederler. (ALLAH onlara iki şey sorar.) «–Biz size, düşünüp ibret alacak kimsenin düşünebileceği kadar bir ömür vermedik mi? Size îkâz edici (peygamber) de gelmedi mi? Öyleyse tadın azâbı! Zâlimlerin hiçbir yardımcısı yoktur!” (Fâtır, 37)

    İmâm Gazâlî Hazretleri şöyle nasihat eder:

    “Ey oğul! Şimdi düşün ki vefât ettin ve dünyâya geri gönderildin. O heyecan hâlini bir düşün! O hâlde bugün günah ve mâsıyete kat’iyyen yaklaşma ve sakın ola ki, bugünün bir ânını bile boşa geçirme! Zîrâ her nefes, paha biçilemeyen bir nîmettir.”

    O hâlde ömür takviminden açılan her yeni günü, bize verilmiş yeni bir mühlet olarak telâkkî edip hayır işlemekte acele etmeliyiz.

    Herkes Pişmanlık Duyar...

    Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, biz ümmetini îkaz sadedinde:

    “–Ölüp de pişmanlık duymayacak hiç kimse yoktur.” buyurmuştur.

    “–O pişmanlık nedir yâ Rasûlallâh?” diye sorulduğunda:

    “–(Ölen), muhsin (ihsan sâhibi, iyi) bir kişi ise, bu hâlini daha fazla artıramamış olduğuna; şâyet kötü bir kişi ise, kötülükten vazgeçerek hâlini ıslah etmediğine pişman olacaktır.” cevâbını verdiler. (Tirmizî, Zühd, 59/2403)

    Yâni sâlih kimseler bile, dünyada sâhip oldukları nîmetleri niçin ALLAH yolunda daha fazla sarf etmedik diye pişmanlık duyacaklardır. Gâfillerin nedâmetini ise ifâde etmeye kelimeler âciz kalır.

    Behlül Dânâ Hazretleri’nin; “–Yeraltında en çok ne vardır?” sorusuna, yine kendisi cevap vererek; “–Mevtâların «eyvâh, vah-vah ve keşke»leri vardır!” buyurması da bu hakîkatin bir ifâdesidir. Öyleyse bizler de nedâmet günleri gelmeden evvel Hak rızâsının bulunduğu her işe koşmalı ve boş şeylerle vakitlerimizi ziyan etmekten sakınmalıyız. Her günümüzü son günümüzmüş gibi uyanık bir gönülle yaşayıp bilhassa zamanımızı dolu dolu geçirmenin şuuruna ermeliyiz.

    Cenâb-ı Hak, zamanı doğru kullanma husûsunda ekseriyetle hüsran içinde olan kullarının, bu hüsrandan kurtularak ilâhî ikramlara nâil olabilmeleri için şöyle buyurmaktadır:

    “Bir (hayırlı) işi bitirince, hemen başka bir (hayırlı) işe giriş! Hep Rabb’ine yönel!” (el-İnşirâh, 7-8)

    Yâni ibâdet ve hayırlı işlerin biri bittiğinde hemen diğerine koşmak, herhangi bir zamanın ibâdetsiz ve hayırdan uzak geçmesine fırsat vermemek îcâb eder. Mevlânâ Hazretleri ne güzel buyurur:

    “İbâdetlerin kabul ediliş alâmetleri, o ibâdetlerden sonra hemen başka ibâdetlere girişmek, birbiri ardınca hayırlara koştukça koşmaktır.”

    Yine Mevlânâ Hazretleri’nin tâbiriyle:

    “Ecel, verileni almadan önce, verilmesi gereken her şeyi vermek gerekir.”

    Zîrâ âyet-i kerîmede buyrulur:

    “Ey îmân edenler! Kendisinde artık alış-veriş, dostluk ve kayırma bulunmayan gün (kıyamet) gelmeden önce, size verdiğimiz rızıktan hayır yolunda harcayın. Gerçekleri inkâr edenler, elbette zâlimlerdir.” (el-Bakara, 254)

    Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de şöyle buyurur:

    “Faydalı işler görmekte acele ediniz. Zîrâ yakın bir gelecekte karanlık geceler gibi birtakım fitneler ortalığı kaplayacaktır. O zamanda insan, mü’min olarak sabahlar, kâfir olarak geceler; mü’min olarak geceler, kâfir olarak sabahlar; dînini küçük bir dünyâlığa satar.” (Müslim, Îmân 186; Tirmizî, Fiten 30, Zühd 3)

    Dolayısıyla fırsat eldeyken hayırda acele edip âhiret azığı tedârik etmeye bakmak her mü’minin hedefi olmalıdır. Dünyânın geçici zevk u safâlarına, aldatıcı yaldızlarına kanmamak, burada sahip olunan malın, rüyâda bulunmuş bir defineden farksız olduğunu unutmadan hakîkî ve ebedî hayata hazırlanmak îcâb eder.

    Kişinin Gerçek Malı Âhirete Gönderdiğidir

    Peygamber Efendimiz’in âilesi bir koyun kesmiş ve etini infâk etmişlerdi. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- koyundan geriye ne kaldığını sorunca:

    “–Sâdece bir kürek kemiği kaldı.” denildi. Bunun üzerine Efendimiz, gerçek servetin ne olduğuna dâir nebevî bakış açısını şöyle ifâde buyurdu:

    “–Desenize bir kürek kemiği hâriç, hepsi bizim oldu!” (Tirmizî, Kıyâmet, 33)

    Abdullah bin Şihhîr -radıyallâhu anh- anlatıyor:

    “Birgün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Tekâsür Sûresi’ni okuyordu. Sûreyi okuyup bitirince şöyle buyurdu:

    «Âdemoğlu, malım malım deyip duruyor. Ey Âdemoğlu! Yiyip tükettiğin, giyip eskittiğin veya sadaka olarak verip sevap kazanmak üzere önden gönderdiğinden başka malın mı var!?»” (Müslim, Zühd, 3-4)

    Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- diğer bir hadîs-i şerîflerinde de, kıyâmet gününden bir manzarayı şöyle tasvîr ederler:

    “ALLAH, sizin her birinizle tercümansız konuşacaktır. Kişi sağ tarafına bakacak; âhirete gönderdiklerinden başka bir şey göremeyecektir. Soluna bakacak; âhirete gönderdiklerinden başka bir şey göremeyecektir. Önüne bakacak; karşısında cehennemden başka bir şey göremeyecektir. O hâlde artık (hiçbir şeyiniz yoksa bile) bir hurmanın yarısıyla da olsa, kendinizi cehennem ateşinden koruyun. Bunu da bulamayan, güzel bir söz (söyleyip gönül alarak) kendisini korusun.” (Buhârî, Zekât, 9, 10, Rikâk, 31, Tevhid, 36)

    Demek ki kişinin hayır veya şer nâmına âhirette karşısına çıkacak her şey, bu dünyâda yapıp ettiklerinin tecessümünden ibârettir. Bunun içindir ki Yüce Rabbimiz biz kullarını şöyle îkaz buyurur:

    “Ey îmân edenler! ALLAH’tan korkun ve herkes yarına ne hazırladığına baksın! ALLAH’tan korkun, muhakkak ki ALLAH, yaptıklarınızdan haberdardır.” (el-Haşr, 18)

    Şeyh Sâdî buyurur:

    “Akıllı insanlar mallarını, paralarını öbür cihâna giderken yanlarında götürürler. (Yani önceden ALLAH yolunda infâk ederler.) Ancak hasislerdir ki, hasretini çekerek burada bırakır giderler.”

    Hasislik İlletinden Kurtul!..

    Cimrilik edip infaktan uzak durmak, âhiret hayatını tehlikeye atmaktır. Âyet-i kerîmede Rabbimiz:

    “ALLAH yolunda harcayın. Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın...” (el-Bakara, 195) buyurarak biz kullarını îkaz eder.

    İnfak edilmeyen mal ve nîmetler, vefâsız arkadaş gibidir. Gün gelip ömür sermâyesi tükenince o, vefâsızlığını gösterip sahibini yalnız ve muhtaç hâlde bırakır. Malından ve imkânlarından vefâ umanlar, onları ALLAH yolunda infak ederek karşısına çıkması için önceden âhirete gönderenlerdir. Bunun için de nefsin cimriliğinden kurtulmak îcâb eder. Nitekim âyet-i kerîmede ebedî kurtuluş için cimriliği yenmenin zarûreti şöyle ifâde buyrulur:

    “…Kim nefsinin hırs ve cimriliğinden korunursa işte onlar felâha erenlerin ta kendileridir.” (el-Haşr, 9)

    Ancak iblis, insanın istikbâlini karartmak için çeşitli hîlelere başvurarak kalplere vesvese tohumları atar. Rızkı veren ALLAH olduğu hâlde bu hususta insanın aklını çelmeye çalışır. Âyet-i kerîmede buyrulur:

    “Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size çirkin şeyleri telkin eder. ALLAH ise size katından bir mağfiret ve bir lutuf va’deder...” (el-Bakara, 268)

    Şeytanın bu hîlesini çok iyi bilen Halîfe Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- vâlilerine dâimâ diğergâmlık ve cömertliği tavsiye ederek onları şöyle uyarırdı:

    “Sakın sizi sıkıntı ve darlığa düşme ihtimâliyle korkutup iyilikten vazgeçirmek isteyen cimriyi, büyük işlere karşı azminizi gevşetecek korkağı ve zulme saparak size ihtirâsı iyi gösterecek hırs sâhibini istişâre meclisinize sokmayın!”

    Nefsin cimriliğinden ve şeytanın vesveselerinden kurtulabilenler, aynı zamanda infak ettiklerinin zâyî olmadığını, âhirette kendilerini bekleyen saâdet sermâyeleri hâline geldiğini de çok iyi idrâk ederler. Nitekim hadîs-i şerîfte buyrulur:

    “Haklarında yeminle söz söyleyebileceğim üç haslet vardır; iyi belleyiniz: Sadaka vermekle kulun malı eksilmez. Uğradığı haksızlığa sabredenin ALLAH şerefini artırır. Dilenme kapısını açan kimseye ALLAH, fakirlik kapısını açar…” (Tirmizî, Zühd, 17)

    Mevlânâ Hazretleri, infâkın malı eksiltmeyip bilâkis bereketlendirdiği hakîkatini ne güzel ifâde eder:

    “Allâh’ın yarattığı yeryüzüne, temiz, sağlam tohum ekilsin de, o bitmesin; imkân var mı?”

    “Fânî ve gelip geçici olan bu yeryüzü, çeşitli ekinler, meyveler ve mahsûller vermekten vazgeçmezse, yeryüzünden daha geniş olan mânâ âlemi nasıl olur da mahsûl vermez?”

    “Dünya toprağının mahsûlü hadsiz hesapsızdır. Bir tanenin bile mahsûlü yedi yüzdür. Buna dikkat et de, öbür tarafın mahsûlünün ne kadar olacağını anla! Mal, sadaka vermekle eksilmez; hayırda bulunmak, malı zâyî olmaktan korur!”

    İbâdet ve muâmelâtın paha biçilmez sermayesi olan dünya hayatının her ânı, ebediyet mücevherleri ve âhiret tohumlarıdır. İnsan, bu âhiret tohumlarını dünyâ tarlasına ekerek ukbâda bunların mahsullerini toplar. Lâkin bu kıymetli tohumları nefsânî arzuların girdapları içinde ve selde sürüklenen kütükler misâli şaşkınlıkla ziyân ederse, o tohumlar, cehennem mahsulleri hâline gelir. Böyle bedbahtlara ne yazık! Kitap ve sünnetin rûhâniyeti ile tezyin edilen zamanlar ise ebedî cennet bahçelerinde yeşerecek olan saâdet tohumlarıdır.

    İnfâk edilmeyen mal, vefâsız bir arkadaş gibiyken, infâk edilen mal, hayırlı ve sâdık bir dost gibidir. Hadîs-i şerîflerde buyrulur:

    “Servet bir müslüman için ne güzel arkadaştır. Yeter ki, o servetinden fakire, yetime ve yolcuya vermiş olsun!” (Ahmed, III, 21)

    “(Kıyâmet günü) hesap görülünceye kadar herkes sadakasının gölgesinde olacaktır.” (İhyâ, I, 626)

    Übeyd bin Ümeyr -rahmetullâhi aleyh- de bu hakîkati şöyle îzah eder:

    “İnsanlar kıyâmet günü çok çetin bir açlık, susuzluk ve çıplaklık içinde haşredilecektir. Ancak ALLAH için yedireni ALLAH doyuracak; ALLAH için içireni ALLAH içirecek ve ALLAH için giydireni yine ALLAH Teâlâ giydirecektir.”

    Kıyâmetin o zor gününde selâmete erenleri Rabbimiz şöyle müjdeler:

    “Mallarını gece ve gündüz, gizlice ve açıkça infâk edenler yok mu, işte onların Rableri katında ecir ve mükâfâtları vardır. Ve onlara herhangi bir korku yoktur. Onlar mahzun da olmazlar.” (el-Bakara, 274)

    Velhâsıl, infâkı bir tabiat-ı asliye hâline getirip her ânımızda bütün imkânlarımızdan infak gayreti içinde bulunmamız, zamanın kıymetini bilip hayırda acele etmemiz gerekir. Rabbimiz; “• Fecre andolsun ki” buyuruyor ve her fecir vakti, ömür takviminden bizlere yeni bir yaprak açıyor. Bu ömür yaprağını nasıl dolduracağız? Ne kadar kendimiz için çalışacağız, ne kadar diğergâm olup mahrum ve yalnızların yanıbaşında bulunacağız? Kirâmen Kâtibîn melekleri bugünkü kıyâmet dosyamıza neler yazacak? İşte mü’min, bu hakîkatleri rakîk bir kalp ile muhâsebe ederek zamanını en hayırlı amellere sarf etmelidir. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın buyurduğu:

    “(İlâhî mahkemede) hesâba çekilmeden evvel nefislerinizi hesâba çekiniz.” (İbn-i Kesîr, Tefsîr, I, 27) tâlimâtını kendine hayat düstûru edinmelidir.

    Bizim de huzûr-i ilâhîye selîm bir kalple çıkabilmemiz için, ömür senedimizin vâdesinin dolacağı gün ve sonrası için hazırlıklı olmamız zarûrîdir.

    Ömer bin Abdülaziz -rahmetullâhi aleyh-’in buyurduğu gibi:

    “Âhirette nereye gitmek istiyorsanız hazırlığınızı ona göre yapın!”

    Hazret-i Ebû Bekir Efendimizin şu duâsına gönülden “âmîn” diyerek sözlerimize son verelim:

    “Allâh’ım! Ömrümün en hayırlı devresi sonu, amellerimin en hayırlı kısmı neticeleri, günlerimin en hayırlısı da Sana kavuştuğum gün olsun.”2

    Âmîn!

    Dipnotlar: 1) Bkz. Darîr Mustafa Efendi, Yüz Hadis Yüz Hikâye, haz. S. Yıldırım - N. Yılmaz, İstanbul 2001, s. 157. 2) Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, s. 103




    sukeyne - ait Kullanıcı Resmi (Avatar) sukeyne