Bediüzzaman Said Nursi
(1876 - 1960)
Rumi 1293 (Miladî 1876) yılında Bitlis vilayetine bağlı Hizan kazasının İsparit nahiyesinin Nurs köyünde dünyaya geldi. Medrese tahsiline küçük yaşta başladı. Nurs’a yakın Tağ medresesine bir müddet devam eden Said Nursî henüz çocuk yaşlarında iken kabına sığmayan bir fıtrata sahipti. Sık sık medrese değiştiriyor, her gittiği yerde dikkatleri üzerinde topluyordu. Dokuz yaşında iken gittiği Doğubayezid’deki Şeyh Mehmet Celalî hezretlerinin medresesine üç ay devam ettikten sonra icazet aldı. Her okuduğunu unutmayan bir hafızaya en derin ve girift ilmi meseleleri rahatlıkla çözebilen bir zekaya sahip olan Said Nursî kısa zamanda ilim çevrelerinin takdirine mazhar oldu ve “zamanın harikası” anlamında Bediüzzaman lakabıyla anılmaya başlandı.
• Van’da kurduğu Horhor medresesinde yeni bir metotla talebelere ders vermeye başlayan Bediüzzaman, medreselerde demode olmuş eğitim sistemini değiştirmek ve o günün adıyla Kürdistan’da cehaleti ve bilgisizliği ortadan kaldıracak evsafta Medresetü’z-Zehra adıyla bir üniversitenin kurulmasını II. Abdülhamit yönetimine teklif etmek amacıyla 1907 yılında İstanbul’a gitti. Ne yazık ki umduğunu bulamadı. Ancak buralardaki ilmi çevrelerle girdiği diyolag sonucunda adı süratle etrafa yayıldı. Dönemin gazete ve dergilerinde yayınladığı yazılar ve değişik ortamlarda yaptığı konuşmalarla meşrutiyet fikrini destekledi.
• Üzerindeki sır perdesi hala kaldırılamayan 31 Mart Vakıası günlerinde yaptığı konuşmalarla askerleri ikna edip taşkınlıkları önlemeye çalıştığı halde Divan-ı Harp mahkemesine verildi. Burada yaptığı ünlü müdafaası sonucunda beraat etti.
• II. Meşrutiyetin ilanından sonra memleketine geri dönen Said Nursî, Kürt aşiretlerini dolaşarak meşrutiyet ve hürriyet gibi kavramlarla etnik, sosyal ve bir arada yaşama gibi konularla ilgili sorulan sorulara ikna edici ve günümüz için de geçerli sayılan cevaplar verdi. Soru cevap şeklindeki bu konuşmalarını “Münazarat” adı altında Arapça ve Türkçe olarak yayımladı. Bu kitabıyla yerel konulara ve problemlere dikkat çeken Bediüzzaman, kitabının ilk sayfasında şu veciz ifadeye yer verir. “Azametli bahtsız bir kıtanın, şanlı talihsiz bir devletin, değerli sahipsiz bir kavmin reçetesi ittiba-i Kur’an’dır”
• 1911 yılında Şam’da ünlü Emevîye Camiinde aralarında yüze yakın ulemanın yer aldığı onbin kişilik kalabalık bir cemaate, islam dünyasının panoramasını çizen ve problemleri aşmanın yollarını gösteren bir hutbe okur. Daha sonra bunu Hutbe-i Şamiye adı altında yayınlar. O gün okuduğu hutbede dile getirdiği hususlar hala geçerliliğini korumaktadır.
1914’te patlak veren 1. Dünya savaşında Ruslara karşı Kürt milis kuvvetleri başında gönüllü alay kumandanı olarak savaşır ve Bitlis’te düşmana esir düşer. Yaklaşık iki buçuk üç yıl müddetince Rusya’nın esir kamplarında kalır. 1918’de esaretten “harika bir şekilde” kurtularak İstanbul’a avdet eder. Henüz yeni kurulmakta olan ve bir İslam Akademisi olan Darülhikmeti’l-İslamiye azalığına tayin edilir.
• İstanbul’un İngilizler tarafından işgali sırasında işgalcilere karşı direnişi destekler ve Hutuvat-ı Sitte adı altında bir risale yazarak bunu her tarafa dağıttırır. Said Nursî’nin İstanbul’daki çalışmaları ve daha önce dağu cephesinde Ruslara karşı gösterdiği kahramanlık Ankara Hükümetinin dikkatini çeker ve şifreyle Ankara’ya davet edilir. Bediüzzaman İstanbul’da tehlike içinde mücahede etmenin daha önemli olduğunu söyleyerek önce gitmek istemez. Ne varki Ankara Hükümetinin müteakip ısrarları üzerine Ankara’ya gider. Ankara’da Meclisteki milletvekillerinin dine ve ibadetlere karşı olan lakaydlıklarını görünce, namaz ve ibadetin ehemmiyetine vurgu yapan bir beyanname kaleme alarak Meclisteki milletvekillerine dağıtır. Bediüzzaman Said Nursî’nin etkileyici yazı ve konuşmalarından çekinen Mustafa Kemal buna mani olmak ister. Bunun üzerine Said Nursî ona karşı hiddetli bir şekilde şu meşhur sözleri söyler: “Paşa paşa! Kâinatta en yüksek hakikat imandır. İmandan sonra namazdır. Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduttur.”
Said Nursî, Ankara’nın yeni hayatından hayra yorumlanacak işaretler görmez. Müthiş bir dinsizlik fikrinin, zafer sonrasındaki havayı bozmak ve zehirlemek için, sinsice çalıştığını görür. Ankara’nın reislerinde özellikle reisicumhurda muannid ve büyük bir dehanın varlığını hisseder. Bu dehayı kuşkulandırmakla İslam aleyhine çevirmenin pek yararlı olmayacağı kanaatine varır ve Ankara’dan ayrılmaya karar verir. 1923’te Van’a giderek Erek Dağındaki mağarada inzivaya çekilir.
YENİ SAİD DÖNEMİ
Artık onun için yeni bir dönem başlamıştır. Bu dönemi kendi tabiriyle Yeni Said dönemi olarak adlandırır. Sosyal ve siyasal hayatın çalkantılı ve fırtınalı günlerine ait Eski Said dönemi geride kalmıştır. Kader onu yepyeni bir mücadelenin ve mücahedenin kucağına atacaktır. 1925 yılında cereyan eden Şeyh Said hareketini müteakip onun da bu harekete katılabileceği ihtimali genç cumhuriyetin yöneticilerini ürkütmüş olacak ki, tehcir ve sürgün kurbanları arasına onu da katarlar. Dondurucu bir şubat soğuğunda Van’da inzivaya çekildiği Erek Dağındaki mağarasından alınarak önce Burdur sonra Isparta ve Barla’ya sürgüne gönderilir. Artık sürgünler, hapishaneler ve mahkemeler birbirini izler. Vefat tarihi olan 1960 yılına kadar bir daha doğup büyüdüğü ve hasretini çektiği topraklara geri dönemeyecektir. Bu dönemde Said Nursî kovanına geri dönmüş bir arı gibidir. Günlük politika hesaplarından öte kendini geleceğe ait hayatî meselelere adamıştır. Çalışmalarını uzun vadeli fakat sağlam temellere oturtmuştur. Ruhî ve kalbî bir tefekkürü ve bunun neticesi olarak manevî bir irşad vazifesini üstlenmiştir. Bu çerçevede Risale-i Nur’ları yazmaya başlar. İsabet eder. Çünkü Birinci Dünya Savaşı sonrasında parçalanan islam çoğrafyasında açıkça görülen bir inanç bunalımı söz konusudur. Dolayısıyla çağın bunalan insanını yeni bir ruhla diriltmenin zarureti ortadadır.
İşte Bediüzzaman Said Nursî de kendi selefleri gibi ümmetin hayatında tecdid misyonunu üstlenerek bu nurlu ve aydınlık yolu göstermeye çalışmıştır. Hadiste rivayet edildiği gibi, “Şüphesiz ki Allah her yüzyılın başında bu ümmetin dinini tecdid edecek olan bir müceddit gönderir.” Nübüvvet kapsının kapanmasından sonra teceddüd hareketi her asrın ihtiyaçlarını ve koşullarını gözönünde tutarak dinin yenilenmesi anlamında veraset-i nübüvvet makamını deruhte etmiştir. Dolayısıyla, Said Nursî de tarihi süreç içerisinde bu geleneğin bir devamıdır. İslam tefekkür tarihinin altın zincirinde çağdaş halkayı teşkil eden Bediüzzaman, bu çağın, hayatı süratle kayıp giden evladı için Kur’an ve Sünnetten en kısa ve en selametli bir yolu ve metodu çıkarmıştır.
Bu yol, herşeyin hercümerc olduğu bu zamanda, en kısa ve en selametli bir metotla bidat rüzgarlarına ve dalalet hücumlarına karşı çabuk sönmeye maruz kalan taklidi imanı, hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak ve küfrün hiçbir saldırısı karşısında sarsılmayacak olan tahkiki imana çevirme yoludur. Böylece Kur’an ve Sünnetin ulvi semasından tereşşuh eden bu nur damlaları günümüz müslümanlarının manevi yaralarına şifalı birer merhem ve iksirli birer tılsım olmaktadır.
zehravakfi.org
(1876 - 1960)
Rumi 1293 (Miladî 1876) yılında Bitlis vilayetine bağlı Hizan kazasının İsparit nahiyesinin Nurs köyünde dünyaya geldi. Medrese tahsiline küçük yaşta başladı. Nurs’a yakın Tağ medresesine bir müddet devam eden Said Nursî henüz çocuk yaşlarında iken kabına sığmayan bir fıtrata sahipti. Sık sık medrese değiştiriyor, her gittiği yerde dikkatleri üzerinde topluyordu. Dokuz yaşında iken gittiği Doğubayezid’deki Şeyh Mehmet Celalî hezretlerinin medresesine üç ay devam ettikten sonra icazet aldı. Her okuduğunu unutmayan bir hafızaya en derin ve girift ilmi meseleleri rahatlıkla çözebilen bir zekaya sahip olan Said Nursî kısa zamanda ilim çevrelerinin takdirine mazhar oldu ve “zamanın harikası” anlamında Bediüzzaman lakabıyla anılmaya başlandı.
• Van’da kurduğu Horhor medresesinde yeni bir metotla talebelere ders vermeye başlayan Bediüzzaman, medreselerde demode olmuş eğitim sistemini değiştirmek ve o günün adıyla Kürdistan’da cehaleti ve bilgisizliği ortadan kaldıracak evsafta Medresetü’z-Zehra adıyla bir üniversitenin kurulmasını II. Abdülhamit yönetimine teklif etmek amacıyla 1907 yılında İstanbul’a gitti. Ne yazık ki umduğunu bulamadı. Ancak buralardaki ilmi çevrelerle girdiği diyolag sonucunda adı süratle etrafa yayıldı. Dönemin gazete ve dergilerinde yayınladığı yazılar ve değişik ortamlarda yaptığı konuşmalarla meşrutiyet fikrini destekledi.
• Üzerindeki sır perdesi hala kaldırılamayan 31 Mart Vakıası günlerinde yaptığı konuşmalarla askerleri ikna edip taşkınlıkları önlemeye çalıştığı halde Divan-ı Harp mahkemesine verildi. Burada yaptığı ünlü müdafaası sonucunda beraat etti.
• II. Meşrutiyetin ilanından sonra memleketine geri dönen Said Nursî, Kürt aşiretlerini dolaşarak meşrutiyet ve hürriyet gibi kavramlarla etnik, sosyal ve bir arada yaşama gibi konularla ilgili sorulan sorulara ikna edici ve günümüz için de geçerli sayılan cevaplar verdi. Soru cevap şeklindeki bu konuşmalarını “Münazarat” adı altında Arapça ve Türkçe olarak yayımladı. Bu kitabıyla yerel konulara ve problemlere dikkat çeken Bediüzzaman, kitabının ilk sayfasında şu veciz ifadeye yer verir. “Azametli bahtsız bir kıtanın, şanlı talihsiz bir devletin, değerli sahipsiz bir kavmin reçetesi ittiba-i Kur’an’dır”
• 1911 yılında Şam’da ünlü Emevîye Camiinde aralarında yüze yakın ulemanın yer aldığı onbin kişilik kalabalık bir cemaate, islam dünyasının panoramasını çizen ve problemleri aşmanın yollarını gösteren bir hutbe okur. Daha sonra bunu Hutbe-i Şamiye adı altında yayınlar. O gün okuduğu hutbede dile getirdiği hususlar hala geçerliliğini korumaktadır.
1914’te patlak veren 1. Dünya savaşında Ruslara karşı Kürt milis kuvvetleri başında gönüllü alay kumandanı olarak savaşır ve Bitlis’te düşmana esir düşer. Yaklaşık iki buçuk üç yıl müddetince Rusya’nın esir kamplarında kalır. 1918’de esaretten “harika bir şekilde” kurtularak İstanbul’a avdet eder. Henüz yeni kurulmakta olan ve bir İslam Akademisi olan Darülhikmeti’l-İslamiye azalığına tayin edilir.
• İstanbul’un İngilizler tarafından işgali sırasında işgalcilere karşı direnişi destekler ve Hutuvat-ı Sitte adı altında bir risale yazarak bunu her tarafa dağıttırır. Said Nursî’nin İstanbul’daki çalışmaları ve daha önce dağu cephesinde Ruslara karşı gösterdiği kahramanlık Ankara Hükümetinin dikkatini çeker ve şifreyle Ankara’ya davet edilir. Bediüzzaman İstanbul’da tehlike içinde mücahede etmenin daha önemli olduğunu söyleyerek önce gitmek istemez. Ne varki Ankara Hükümetinin müteakip ısrarları üzerine Ankara’ya gider. Ankara’da Meclisteki milletvekillerinin dine ve ibadetlere karşı olan lakaydlıklarını görünce, namaz ve ibadetin ehemmiyetine vurgu yapan bir beyanname kaleme alarak Meclisteki milletvekillerine dağıtır. Bediüzzaman Said Nursî’nin etkileyici yazı ve konuşmalarından çekinen Mustafa Kemal buna mani olmak ister. Bunun üzerine Said Nursî ona karşı hiddetli bir şekilde şu meşhur sözleri söyler: “Paşa paşa! Kâinatta en yüksek hakikat imandır. İmandan sonra namazdır. Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduttur.”
Said Nursî, Ankara’nın yeni hayatından hayra yorumlanacak işaretler görmez. Müthiş bir dinsizlik fikrinin, zafer sonrasındaki havayı bozmak ve zehirlemek için, sinsice çalıştığını görür. Ankara’nın reislerinde özellikle reisicumhurda muannid ve büyük bir dehanın varlığını hisseder. Bu dehayı kuşkulandırmakla İslam aleyhine çevirmenin pek yararlı olmayacağı kanaatine varır ve Ankara’dan ayrılmaya karar verir. 1923’te Van’a giderek Erek Dağındaki mağarada inzivaya çekilir.
YENİ SAİD DÖNEMİ
Artık onun için yeni bir dönem başlamıştır. Bu dönemi kendi tabiriyle Yeni Said dönemi olarak adlandırır. Sosyal ve siyasal hayatın çalkantılı ve fırtınalı günlerine ait Eski Said dönemi geride kalmıştır. Kader onu yepyeni bir mücadelenin ve mücahedenin kucağına atacaktır. 1925 yılında cereyan eden Şeyh Said hareketini müteakip onun da bu harekete katılabileceği ihtimali genç cumhuriyetin yöneticilerini ürkütmüş olacak ki, tehcir ve sürgün kurbanları arasına onu da katarlar. Dondurucu bir şubat soğuğunda Van’da inzivaya çekildiği Erek Dağındaki mağarasından alınarak önce Burdur sonra Isparta ve Barla’ya sürgüne gönderilir. Artık sürgünler, hapishaneler ve mahkemeler birbirini izler. Vefat tarihi olan 1960 yılına kadar bir daha doğup büyüdüğü ve hasretini çektiği topraklara geri dönemeyecektir. Bu dönemde Said Nursî kovanına geri dönmüş bir arı gibidir. Günlük politika hesaplarından öte kendini geleceğe ait hayatî meselelere adamıştır. Çalışmalarını uzun vadeli fakat sağlam temellere oturtmuştur. Ruhî ve kalbî bir tefekkürü ve bunun neticesi olarak manevî bir irşad vazifesini üstlenmiştir. Bu çerçevede Risale-i Nur’ları yazmaya başlar. İsabet eder. Çünkü Birinci Dünya Savaşı sonrasında parçalanan islam çoğrafyasında açıkça görülen bir inanç bunalımı söz konusudur. Dolayısıyla çağın bunalan insanını yeni bir ruhla diriltmenin zarureti ortadadır.
İşte Bediüzzaman Said Nursî de kendi selefleri gibi ümmetin hayatında tecdid misyonunu üstlenerek bu nurlu ve aydınlık yolu göstermeye çalışmıştır. Hadiste rivayet edildiği gibi, “Şüphesiz ki Allah her yüzyılın başında bu ümmetin dinini tecdid edecek olan bir müceddit gönderir.” Nübüvvet kapsının kapanmasından sonra teceddüd hareketi her asrın ihtiyaçlarını ve koşullarını gözönünde tutarak dinin yenilenmesi anlamında veraset-i nübüvvet makamını deruhte etmiştir. Dolayısıyla, Said Nursî de tarihi süreç içerisinde bu geleneğin bir devamıdır. İslam tefekkür tarihinin altın zincirinde çağdaş halkayı teşkil eden Bediüzzaman, bu çağın, hayatı süratle kayıp giden evladı için Kur’an ve Sünnetten en kısa ve en selametli bir yolu ve metodu çıkarmıştır.
Bu yol, herşeyin hercümerc olduğu bu zamanda, en kısa ve en selametli bir metotla bidat rüzgarlarına ve dalalet hücumlarına karşı çabuk sönmeye maruz kalan taklidi imanı, hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak ve küfrün hiçbir saldırısı karşısında sarsılmayacak olan tahkiki imana çevirme yoludur. Böylece Kur’an ve Sünnetin ulvi semasından tereşşuh eden bu nur damlaları günümüz müslümanlarının manevi yaralarına şifalı birer merhem ve iksirli birer tılsım olmaktadır.
zehravakfi.org