‘Asır, yüzyıl’ denilen zaman dilimi, bir insan hayatı için evet, çok uzundur, ama, bir ülkenin ve toplumun hayatı açısından bakıldığında, kısacıktır..
1908’de II. Meşrutiyet’in ilânının (yani, padişah’ın yetkilerinin halk tarafından sınırlandırılışının) 24 Temmuz’a rastlayan 100. yıldönümü sessizce geçiverdi..
40 yıl öncelerde, bir ninemiz vardı, İstanbul- Fatih/ Hırka-i Şerîf’te.. Abdulhamid’in resmî ideolojiye uygun olarak yoğun şekilde ‘kızıl sultan’ diye anıldığı o sıralarda; o, bir taraftan ilkmektebe yeni başladığı dönemlerde ezberletilen ‘İlân-ı hürriyet’ ve ‘Meşrutiyet Bayramı’ marşlarını mırıldanır, bir taraftan da, Abdulhamîd’in adını ‘Cennetmekan’ demeden ağzına almayan bir paradoksal / çelişkili tablo sergilerdi..
ömer Seyfeddin, ‘Efrûz Bey’ isimli hikayesinde, ‘Yazıyor, yazıyor, hürriyetin ilan edildiğini yazıyor..’ diyen çocuktan bir gazete alıp, hemen ilan sahifesine bakan bir tipi anlatırken, gerçekte, mes’elenin nasıl algılandığını da ince bir şekilde duyurmaktadır bize..
O dönemi İran’daki ‘meşrûte/ meşrutiyet’ hareketlerinin içinde geçirmiş olan İran’lı bir tarihçi de, hâtırâtında, ‘rûşenfikrân / munevverler’ olarak İngiliz Sefiri’nin / elçisinin Tahran- Narmek’deki ikametgâhına gittiklerini, sefir evde olmadığı için, kendileriyle ‘sefire’nin (elçinin hanımının) ilgilendiğini ve ona, Şah’la ilgili eleştirilerini anlattıklarını ve bunun üzerine, ‘sefire’nin, ‘Anladııım.. Siz meşrûte istiyorsunuz..’ dediğini, o zaman hep birden, ‘Evet, evet.. meşrute..’ dediklerini; ancak dışarıya çıkınca, içlerinden birisinin, ‘Biz maşraba mı istiyoruz, ne maşrabası?’ diye sorduğunu anlatır.. Bu durum, Efrûz Bey’in, ‘hürriyetin ilanı’na dair haberi gazetenin ilan sahifesinde aramasından çok farklı değildir.
Hatırlanacağı üzere, ‘I. Meşrutiyet’ ve Kanûn-i Esâsî/ Anayasa 1876’da ilân edilmişti, Abdulhamid’in tahta çıkması münasebetiyle.. Ama, hemen arkasından Rusya’nın Balkanlar ve Kafkaslar’dan iki cebheden birden saldırmasıyla başlayan ve Rus Orduları’nın Balkanlar’dan İstanbul önlerine; Şark’da da Erzurum’a kadar ilerlediği ve tarihimizin en büyük yenilgilerinden olan ve ‘Hicrî-rumî, 1293 (1877/ 78)’e denk geldiği için ‘93 Harbi’ diye anılan büyük facia döneminde, Meclis-i Meb’ûsân ve Kanûn-i Esâsî’ rafa kaldırılmış ve Abdulhamid, ülkeyi tek başına yönetmiş ve bu durum 1908’e kadar sürmüştü...
Ama, ‘meşrutiyet’ fikri, durup dururken çıkmamıştı ortaya..
*‘BEYNEHUM’, EVET DE; O ‘HUM’U KİM VE NASIL BELİRLEYECEKTİ?
Kur’an’da, ‘Şûrâ’ sûresinde, 38. âyette, müminlerin, ‘işlerini şûrâ / istişare/ meşveret ile görürler..’ meâlindeki, ‘ve emruhum şûrâ’y-ı beynehum’ âyetine göre yürütmeleri belirtiliyordu.. Bu, müslümanların nasıl yönetileceği konusundaki en net ölçülerindendi.
Ancaak, bu yöntem, asırlarca uygulanmış mıydı?
Resûl-i Ekrem (S) ve ‘Hulefâ’y-ı Râşidîn’ dönemi sonrasındaki 13 asrımız, hep sultanların yönetimi altında geçmemiş miydi? O sultanlar da muhakkak ki, gerekli gördükleri kimselerle istişarelerde bulunuyorlardı. Ancaak, bu istişareler, sahiden de Kur’an’ın bildirdiği ‘şûrâ’ usûlüne şeklen benzese bile, ihtiva yönünden de benziyor muydu?
Bunun içindir ki, 1875’lerde, Meşrutiyet tartışmaları gündeme geldiğinde, tartışılan, buydu.. âyette, ‘Onlar işlerini aralarında / (beynehum), şûra ile görürler’ denilirken, oradaki ‘hum’; kimdi/ kimlerdi ve bunlar nasıl belirlenecekti?’ tartışması, dünyadaki cumhuriyetçi eğilimlerin de gelişmesiyle daha bir canlı tartışma konusu olarak gündeme gelmişti..
Ama, bu vesileyle şunu da belirtmek gerekir ki, dünyadaki sulta yönetimlerinin, tiran, despot ve diktatörlerin yöntemi, İslâm toplumlarında aynı katılıkta çok nâdiren görülmüştür.. Nitekim, ünlü alman generali Moltke, henüz bir yüzbaşı iken, 1830’larda geldiği Osmanlı ülkesini gezer ve topoğrafyasını çıkarırken, bir taraftan da Sultan’ların Avrupa’daki krallıklara benzetilemeyeceğine, onların Kur’an’la ‘meşrut /şartlandırılıp, sınırlandırıldığına değiniyordu, ‘Türkiye Mektubları’ isimli eserinde.. Bu, büyük çapta doğru bir tesbittir..
Buna rağmen, 100-150 yıl öncelerinin ‘Duvel-i Muazzama’ (Büyük Devletler) denilen güç merkezleri, Osmanlı yönetim mekanizmasının kendi isteklerine uygun şekilde düzenlenmesini istiyorlardı ve işte o ortamda, kendilerini, ‘munevver /aydın’ olarak niteleyen; ‘mustagrib’/ garbzede’ler/ (Batı çarpılmışları) da, ‘meşrutiyet’ lafını değindiği bütün problemleri hallediveren efsunlu, sihirli bir söz gibi keşfetmişlerdi..
Bu sığ anlayış, maalesef, daha sonra da devam etti.. Zâten, Kur’an’la kısmen sınırlandırılmış olan bir Sultan’ı, ‘meşrutiyet’le sınırladığımızı zannettik, ama, onun bertaraf olmasından sonra, ‘İttihadçı zihniyeti’ diye özetlenebilecek öyle bir anlayışa çattık ki, o diktatörlük anlayış ve mekanizması, II. Meşrutiyet’ten sonraki 100 yılımızı da aldı.
Gerçek cumhuriyet’e ulaşma çırpınışları ile, ‘meşrutiyet ve cumhuriyet’ adına kurulan diktatörlük kadroları arasındaki derin savaşlar, bir korkunç boğuşma halinde hâlâ da sürüyor..
Daha da ilginci şu ki, o ‘müstebid’ denilen Sultan Abdulhamid’in okullarında yetişenlerden T. Fikret, Abdulhamid’e bomba atan ermeni teröristini ‘ey şanlı avcı’ diye alkışlar ve Fikret’in karşıtı olan M. âkif de, Abdulhamîd’i, hem de onun hükmettiği dönemde, ‘Kadınlar gibi kafes ardında saklıydı Hamîd’ diye ve ‘ödlek, korkak’ diye niteleyebilirken.. ‘Cumhuriyet adına diktatörlük kuranlar’ üzerine bir eleştiri getirmek isteyenler için ise, zihinler hâlâ da kelepçeli.. ve çoğu kimse, baskıyı görmemek için, gözlerini kapıyor..
Ve ilginç olan şu ki.. Abdulhamîd, devletin yıkılmak üzere olduğunu ve alınması gereken tedbirleri en net görenlerden birisiydi.. âkif ise, geçmişin bütün çürümüşlüklerini de, Abdulhamîd’in üzerine atmıştı.. Tarihçi Prof. İlber Ortaylı, (Tarihin Sınırlarına Yolculuk) isimli eserinde, ‘II. Abdulhamid’in çok merkeziyetçi ve otoriter bir hükümdar olduğu çok açık. Enteresan bir şekilde Türkiye’nin ve dünyanın yeni şartlarını da gören birisidir. II. Abdulhamid dönemi, okulların açıldığı, genel eğitimin yayıldığı, mühendislik , tıbbiye gibi bilimlerin çok geliştirildiği, modernleşmeye yönelik altyapıya, ulaştırmaya önem verildiği, Dışişleri Bakanlığı’nın çok daha iyi teşkilatlandığı bir dönemdir. (...) Bu kadar okul açılmış., o okullardan çıkan insanlar o rejimi değiştirmiş.. Model olarak çizilen ‘yiyici, cahil, şark despotu’ modeliyle kimse tarih yapamaz.. Böyle bir tasvir ibtidaîdir. Ama, ‘zamanın evliyası’ gibi sunulması da tasvib edilemez..’ derken, galiba en objektif değerlendirmeleri yapmıştı..
Biz bugün yüzyıl öncesini değerlendirirken, acaba, yüzyıl sonrakiler bugün Cumhuriyet adına tesis olunan diktatörlük için, ‘Kanun diye, yine tepelendi kanunlar ve milletin hukuku..’ndan başka ne diyebileceklerdir, dersiniz..