M. Kemal, pragmatist idi, bir iktidar virtüözü gibi hareket ederdi, hedeflerine en uygun gelen her ne ise, bir savaştaki bir erkan-ı harb subayı gibi, hemen o vasıtaya yönelirdi.. İsmet Paşa da hakezâ.. Ötekiler de aynı pragmatist çizgiyi izlediler..
Ancak, Sezer, son konuşmasında da, tanımının olmadığının dem vurarak, esasen laikliğin felsefî temellerine işaret ediyor ve işlevsel tanımdan sözediyordu..
Şimdi bazıları, laikliğin yeni bir şey olduğunu sanıyorlar hâlâ.. Halbuki, genelde yakınılan, T.C. rejiminde var olan katı ‘laiklik’tir; totaliter, müdahaleci bir laiklik.. Tıpkı Sovyet komünist İmparatorluğu döneminde olduğu gibi.. Ancak, o zaman bile, Stalin, almanlar karşısında zorlanınca 1942’lerde bütün kiliseleri, mescidleri, sinagogları yeniden açmış ve halkın savaşa ‘gönüllü’ olarak katılabilmesi için bunun gerekli olduğunu farketmiş ve halk kitleleri yeni bir ruhla mâbedlere ve cebhelere koşmuştu; zafere kadar.. Şimdi, o katı laiklik, Sovyetler’le birlikte tarihin çöplüğünde!
Türkiye’deki gibi bir totaliter, katı laiklik uygulamasıysa, şimdi yalnızca Kim İl Sun’un ilkelerinden imbiklenen bir resmî ideolojinin pençesindeki Kuzey Kore’de kaldı..
Önemli bir Osmanlı tarihçisi olan Prof. Ömer Lûtfî Barkan, Osmanlı’nın da felsefî planda laik olduğunu söylerdi.. Çünkü, sosyal hayat her ne kadar İslam şeriatinin genel çerçevesine göre belirlense bile, iktidar, İslam’a göre değil, kılıç gücüne göre belirleniyor ve bir saltanat hukuku geliştirilmiş bulunuyordu.. Bu, yanlış bir tanımlama sayılmamalıdır..
Esasen, İslam tarihinde, Hz. Ali’nin şehîd edilmesinden sonraki, bütün iktidarlar hak mefhumuna göre değil, kılıç gücüne göre şekillendiği için, ‘fiilî bir laiklik’ vardır..
Geçen yüzyılda, şehzâdelerden birisi, ‘Veliahd’ (Padişahlık’ta bir boşalma halinde, hemen onun yerine geçecek olan kişi) olarak belirlenince, Şeyhulislam’dan ‘Veliahd’ın hukuku’nu sorması ve Şeyhulislam Efendi’nin de, ‘İslam’da saltanat ve veliahdliği yok ki, hukuku olsun!.’ diye karşılık vermesi ilginçtir.
Yazık ki, ‘iktidarın İslam’a göre nasıl şekilleneceği’ne dair, tarihimizin ‘Asr-ı Saadet’ ve ‘Khulefâ-i Râşidiyn’ dönemi hâriç, elimizde mükemmel bir örnek de yoktur.. Bizim halkımızın bugün için yakındığı, laikliğin çok katı uygulamasınadır..
Ki, laiklik, 1925 öncesinde İstanbul’da basılmış olan ‘Fransızca-Türkçe’ sözlüklerde bile, ‘Laïcism, laïcité= Dinsizlik’ diye açıklanırdı.. Tabiatiyle, o zaman, laiklikten dem vuran yoktu.. 1921 ve 1924 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nda (anayasada) ‘Devletin dini, ‘Din-i İslam’dır.’ ibaresi daha ilk maddelerinde bir temel kural olarak yazılıydı. Sonra, 1928’de bu ibare kaldırıldı, ama, laiklikten sözeden yine yoktu.. 1937’de ise, zamanın tek parti diktatörlüğünün kamçısı durumunda olan Cumhûriyet Halk Fırkası (CHP)’nin kurultayında, M. Kemal olarak tarafından 6 Ok’tan birisi olarak açıkça zikredildi ve tarifini kimse bilemedi.. Hâlâ da yoktur.. Ancak, 1961 Anayasası’nın ilgili maddesinin tanımı için, Anayasa Komisyonu’nda yapılan tarif, nettir. Orada laiklik, ‘hayatın düzenlenmesinde, naklî delillerin (yani, vahy-i ilahî’nin) değil, sadece aklî delillerin itibar göreceği bir yaşayış tarzı’ olarak tanımlanır.
Kanunî bir tarif mi? Sezer’in dediği gibi, onun tarifi, ‘işlevsel’dir; yani, hele de her güç sahibine göre değişen, yanan-dönen kumaştan yapılmış bir ‘deli gömleği’!. Meclis Başkanı Bülend Arınç da geçen akşam, Kanal 7 ‘da, Ilıcak’a, ‘Ben laikliği kabul ediyorum..’ derken, kafasından kimbilir ne geçiyordu..
Yani, laiklik, bütün bir Müslüman halkı rehine almış bir esaret manifestosudur..
alıntıdır...