Şefaât kelimesi “شفع / Şef’un” kelimesi kökünden alın*mış olup, bu da fert (tek)’in zıttı, çift demektir. Başkası için hayır istemek anlamındadır.
Şefaât: Bir kimsenin suçunu affettirmek, kendisin*den cezayı gidermek için hakkında yapılan bir iltimas (is*tek) ve istirham (acıma istemek)ten ibarettir.
Yaşayanların, Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’den şefaât dilemesinin câiz olmadığını iddia eden*ler vardır. Daha aşırı bir grup ise,
“De ki: Bütün şefaâtler Allah’ındır.” (Zümer /44) âyet-i kerîmesine dayanarak şefaât dilemenin, şirk ve sapkınlık olduğunu iddia etmişlerdir.
Bu âyete dayanarak bu iddiayı ileri sürmek ancak onla*rın sakat anlayışlarını gösterir. Böyle bir istidlal iki açıdan hatalıdır.
Evvela: Ne Kur’ân’da ne de sünnette şefaât istemek*ten meneden, her hangi bir nas varid olmamıştır.
İkinci olarak: Bu âyet-i kerîme, diğer birçok benzer âyet-i kerîme gibi, her yerde mutlak hükümranlığın Allah’a ait olduğunu bildirir ve iddia edildiği gibi bir manaya dela*leti söz konusu değildir. Mülkün tek sahibinin Allah ol*ması, hiç kimseye bu mülkü vermeyeceği anlamına gel*mez. Mülk onundur. Dilediğine verir ve dilediğinden alır.
“Mülkü istediğine verir ve istediğinden de alır*sın” (Âli İm*ran/26) buyurarak başkalarına da mülk verdi*ğini bildi*rir.
Bir taraftan; “De ki, bütün şefaâtler Allah’ın*dır.”(Zümer/44) âyet-i kerîmesi bir taraftayken di*ğer ta*raftan da;
“Şefaâte ancak Rahman katında bir ahdi olan*lar sa*hip olabilir”(Meryem/87)
Allah’tan başkasına duâ edenler şefaâte sahip olamaz*lar. Ancak bildikleri halde hakka şahit olan*lar müstesna”(Zuhruf/86) âyet-i kerîmeleri bulun*mak*tadır.
Allah (Celle Celalühü) mülkü dilediğine, izzeti, Rasulüne ve mü’minlere verdiği gibi, Peygamberlerine, salih kulla*rına ve bütün mü’minlere şefaât hakkı vermiştir. Bu haki*kat, manevi tevatür derecesine varan “sahih” hadis*lerde bu şekilde belirtilmiştir.
Sahâbeler şefaât talep ederlerdi.
Bazı sahâbeler, Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’den şefaât istemişlerdir. Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in onlara “Senin şefaât dilemen şirktir. İsteyeceksen Allah’tan istemelisin! Rabbine şirk koşma!” gibi bir şey dediği, duyulmamıştır.
Enes (r.anh) “Ey Allah’ın Rasulü bana kıyamet gü*nünde şefaât edermisin?” deyince, Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):
“Allah izin verirse ederim”[2] buyurmuştur. Enes (r.anh)’ın dışında başka sahâbelerde şefaât talep etmişler*dir.
Sevad İbn Karib (r.anh), Allah Rasulü (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) önünde şu şiiri söylemiştir.
Şehadet ediyorum ki Allah’tan başka Rab yoktur
Ve sen görünmeyen her tehlikeden güven içindesin
Sen Peygamberlerden Allah’a vesile kılınmaya
En layık olanısın, ey şerefli insanların oğlu
Senden başka hiçbir şefaâtçinin şefaâtinin geçmediği
O günde Sevad İbn Karib’e de şefaât eyle.[3]
Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) onun şefaât tale*binde bulunmasına engel olmamış, dolayısıyla dedikle*rini ikrar etmiştir.
“Allah’ım, beni peygamberinin, ve salih kullarının şefâ*atine nâil et!” diye dua etmeyi caiz görenler: Doğru*dan “Şefâat ya Rasulüllah” diyerek peygamberimizden şefâat istemenin şirk olacağını söylemişlerdi. Halbuki yuka*rıda geçen hadislerde olduğu gibi Enes (Radıyallâhu Anh) ve Sevad İbni Karib gibi bir çok sahâbe bu ve buna benzer Peygamberimizden (Salallahu Aleyhi ve Selem) şefâat taleplerinde bulunmuşlardır. Peygamberimiz hiç birini şirk ile itham etmemiştir.
İşin özü şudur: Peygamberimizden veya Salih bir kişi*den doğrudan şefâat isteyen kişi, Allah (Celle Celalehü)’nün izni dışında şefâat etme yetkisinin kimsede olmadığını bilir. Allah (Celle Celalehü) “İzin verdiklerim müs*tesna” sözüne istinaden Peygamberimiz ve Salih insanlara ve*rilen bu izni bildikleri için ve onlardan şefâat isterken ancak Allah (Celle Celalehü)’ın izniyle şefâat edebileceklerini bildikleri için isterler. Niyet böyle olduktan sonra Allah (Celle Celalehü)’a ortak koşulmuş olmaz, ama şefâat isteyen kimse Peygamber ve Salih insanların Allah (Celle Celalehü)’ın izni dışında şefâat etme yetkisi olduğuna inanırsa şüphesiz ki şirk ve sapıklık içinde olur. İşte bu inceliği bilen sahâbe Peygamberimizden şefâat talep etmiştir. Selefiler ve Vâhhâbiler insanların niyetlerinin ne olduğunu düşünme*den hemen şirk ile itham ediyorlar, sahâbenin yaptığı bu şefâat talebine ne diyeceksiniz
Mazin bin Gadûbe, Müslüman olup huzura geldiği za*man bir şiir söylemiş ve Allah Rasulü (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’den şefaât talep etmiştir.
Devemle avâre dolaşıp sana geldim ya Resülallah!
Umman’dan Arc’a büyük çöller aştım
Ey kumlara ayak basanların en hayırlısı! Bana şefaât eyle!
Rabbim beni bağışlasın da kurtuluşla döneyim yur*duma!
Rasulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), hesapsız cen*nete girecek yetmiş bin kişiden haber verdiği zaman, Ukaşe bin Muhsan: Ey Allah’ın Rasulü! Allah’a duâ et de beni onlardan kılsın” diye istekte bulununca, Efendimiz hemen orada, Allah’tan vahiy beklemeksizin:
––“Sen onlardansın” buyurmuştur.
Hadis kitaplarında, dünya hayatındayken Allah Ra*sulü’nden şefaât istenebileceğine delalet eden, bunun ben*zeri bir çok bulunmaktadır. Açıkça şefaât dileyenler, cen*nete girmeyi isteyenler, ilk önce cennete girmeyi, Havz-ı Kevser ehlinden olmayı ya da Rebia el-Eslemi’nin istediği gibi cennette ona dost olmayı isteyenler olmuştur.
“Sana cennette dost olmayı istiyorum Ya Rasûlallah!” di*yen Rebia el-Eslemi’ye Allah Rasulü (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):
“Bana bu isteğinde, çok secde ederek yardımcı ol!” bu*yurmuştur.
Ne ona, ne de diğer istekte bulunanlara: “Böyle yapma*nız haramdır. Şefaât istemenin vakti henüz gelmemiş*tir. Allah’ın bana şefaât etmem için izin verme*sini bekleyin, cennete girmemizi, Havz-ı Kevser’den içeceği*miz zamanı bekleyin” dememiştir.
Müspet şefâatin, birkaç çeşidi vardır: Bu tür şefâatle*rin kimisi, Pey*gamber’e (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) münha*sır olan türdendir. Kimisinde ise, kendisi de diğer melek*ler, nebiler ve sâlihler de ortaktır. Bu hususları açıklayalım: [4]
1) Ulu'l-Azm diye bilinen rasûllerin yap*mak*tan geri duracakları ve nihayet Peygamber Efen*dimize kadar ulaşacak olan büyük şefâat. O vakit, O (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) "Bu şefâati yapacak olan be*nim." diyecektir. Bu hâl insanların peygamber*lere, Rableri nezdinde kendilerine şefâat etmeleri için yönelecekleri vakit olacaktır. Böylece peygamberlere gelerek isteyecek*leri şefâat ise, hesap için bekleme yerinde (Mevkıf’de) karşı karşıya kaldıkları sıkıntılardan yana, Al*lah'ın kendile*rini rahata kavuşturması olacaktır. İşte Azîz ve Celîl olan Al*lah'ın Peygamber Efendimize vaad ettiği Makâm-ı Mahmûd da budur.
Buna Buhârî'de yer alan Ebû Hureyre (ö.58/678)(Radıyallâhu Anh)’nın rivayet ettiği, şu ha*dis delil teşkil etmek*tedir:
"İnsanlar önce Âdem'e gidecekler. O da bu hu*susta ma*zeretini belirtecek. Sonra Nûh'a, sonra İbrahim'e, sonra Mûsâ'ya, sonra da İsa'ya gidecekler. Hepsi de özür beyan ederek: “Nefsim nefsim!” diyeceklerdir. Daha sonra da Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'e gidecekler, o da onlar için şefâatte bulunacaktır... "[5]
2) Peygamber Efendimizin cennetliklere, cen*nete girmeleri ve cennet kapılarının insanlara açıl*ması için şefâatte bulunması: Buna da Müslim'in Enes b. Mâlik’den (Radıyallâhu Anh)(ö.93/711) rivayet etmiş olduğu, şu hadis delildir:
Rasûlullah (Salallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu:
"Ben cennette şefâat edecek insanların ilkiyim. " [6]
3) Bazı iman etmeyenler hakkındaki şefâati: Bu ise Onun amcası Ebû Talib'e ait bir özellik olacaktır. Bundan dolayı ona ateşten iki ayakkabı giydirilecek yahutta topuklarına kadar vuran fakat bundan dolayı bey*nini kaynatacak olan bir ateş içerisinde konulacak şekilde azabı hafifletilecektir. Ateş azabından Allah'a sığınırız. Buna da Ebû Sa'îd el-Hudrî(Radıyallâhu Anh) (64 veya 74/683 veya 693) rivayet ettiği şu hadis delildir:
Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'in huzurunda am*cası Ebû Tâlib zikredilince şöyle buyurmuştur:
"Muhtemelen kıyamet gününde şefâatimin ona fay*dası olacaktır. Bundan dolayı o topuklarına kadar varan ve bundan dolayı beyninin kaynamasına sebep teşkil ede*cek olan ince bir ateş içerisinde konulacaktır. " [7]
Bu üç türlü şefâat, Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'e münhasır olan ve başkasının sahip olamayacağışefâat türleridir.
4) Cehenneme girmiş bulunan muvahhid fa*kat büyük günah (kebâir) işlemiş kimseler hak*kında şefâatte bulunmak ve böylece ateşten çıkarıl*maları.Buna da Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur :
"Benim şefâatim, ümmetim ara*sından büyük günah iş*lemiş kimseler içindir. " [8] sözü delil teşkil etmektedir.
5) Cennet ehline, derecelerinin yükseltilmesi için şefâatte bulunmak.
6) Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in bir takım kimselere, hesapsız ve azapsız olarak cen*nete girmeleri için şefâatte bulunması. Buna da Buhârî ve Müslim'in rivayet ettikleri şu hadis delil teşkil etmektedir:
Abdullah b. Abbâs (ö.68/687) (Radıyallâhu Anh)’ın riva*yet ettiği bu hadiste şu ifadeler yer almak*tadır:
"Derken gözümün önüne pek büyük bir kalabalık göste*rildi. Bana: Bu senin ümmetindir, onlarla birlikte hesap*sız ve azapsız olarak cennete girecek yetmişbin kişi de vardır." denilir. Sahâbî: Onlar kimlerdir, Ey Allah'ın Rasûlü! diye sorunca, şöyle buyurdu:
"Bunlar kendilerine rukye yapılmasını iste*meyenler, uğursuzluk düşüncesine kapılmayanlar, dağlanmayanlar ve yalnızca Rablerine tevekkül edenlerdir" diye buyurdu.
Bu sefer 'Ukkâşe b. Mihsan el-Esedî (ö.12/633) ayağa kalkarak:
–– Ey Allah'ın Rasûlü, Allah'a dua et, beni onlar*dan kılsın, dedi. Allah Rasûlü: "Sen onlardansın" diye bu*yurdu. Bir başka adam da ayağa kalkarak: Allah 'a dua et de beni onlardan kıl*sın deyince, Allah Rasûlü: "Bu hususta 'Ukkâşe senden önce davrandı" diye buyurdu. [9]
Bu son üç tür şefâat, sadece Peygamberimize münha*sır değildir. Aksine, Allah'ın kendilerine izin vere*ceği melekler, nebiler, sâlihler ve benzerleri de bu tür şefâat*lerde bulunabileceklerdir. [10]
Cennet ve Havz-ı Kevser, büyük şefeatten sonra olabile*cek şeylerdir. Şefaât istemenin hedefi, zaten bun*lara nail olmaktır. Öyleyse muhâliflerimizin iddia ettiği gibi oraya gittikten sonra şefaât talep etmenin ne anlamı olabi*lir ki? Kaldı ki; Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) sahâbenin şefaât isteklerini yasaklamak yerine on*ları sevindiren vaadlerde bulunmuştur.
Dünyada şefaât dileyen, onun hakikatine ancak kıya*met günü nail olabilir. Allah’ın şefaâtine dünyada izin ver*mesi, vaktinden önce şefaâtin gerçekleşeceği anlamına gelmez.
Şefaât, bazı sahâbelerin dünyada cennetle müjdelen*me*sine benzemektedir. Cennetle müjdelenmek, kı*yamet sonrasında ve Allah’ın izin verdiği muayyen bir zamanda cennete girileceği anlamına gelir. Hiç kimsenin dünyada ya da berzah âleminde cennete girilebileceğini iddia ettiği yok. Aklı başında sıradan bir Müslüman dahi böyle bir itikada sahip olamaz.
Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ha*yatta iken ondan şefaât talep etmek câiz olduğuna göre, vefatından sonra talep etmeninde câiz olduğu rahatlıkla söylenebilir. Zira ehl-i sünnet âlimleri, Peygamberlerin ber*zah hayatında da yaşadıklarını kabul etmektedirler.
Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bu Peygam*berlerin tümünden daha büyük bir makama sahip*tir. Ona kabrinden konuşulanları işitebilme özelliği verilmiştir. O ümmetinin durumundan haberdar olup günah*larına istiğ*far, sevaplarına da hamd eder. Ona sala*vat getirenler çok uzaklarda olsalar dahi onları duyabilir. Peygamberimizin bu özellikleri, hadis hâfızı birçok muhaddi*sin “sahih” ka*bul ederek rivâyet ettiği şu hadisi şeriften anlaşılmaktadır:
عن بكر بن عبد الله رضى الله عنه قال: قال رسول الله صلى الله عليه وسلم: "حياتى خير لكم تحدثون ويحدث لكم، فاذا انا مت كانت وفاتى خيرا لكم، تعرض على اعمالكم فاذا رأيت خيرا حمدت الله وان رأيت شرا استغفرت الله لكم."
Bekr İbn Abdillah (Radiyallahu Anh)’dan rivâyet edi*len bir hadis-i şerifte Resûlüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)şöyle buyurmuştur:
“Benim hayatım, sizin için hayırlıdır, (benim sağlı*ğımda bir takım işler) yaparsınız, size (onlarla ilgili hüküm*ler) bildirilir. Ben öldüğümde ise vefatım sizin için hayırlı olur, çünkü amelleriniz bana (kabrimde) arz edilir, hayır görürsem, Allah’a hamdederim, şer görürsem Allah’tan sizin için af dilerim.” [11]
Ebû Zür’a el-Irâkî, Heytemî, Kastallânî, Suyûtî, İs*mail el-Kadî gibi birçok hâfız muhaddis bu hadisi “sahih” kabul etmiştir. Hadisin senet değerlendirilmesini geride yapmış*tık.
Eğer Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’den şimdi şefaât talep edilecek olsa, hali hayatında yaptığı gibi, Allah’a duâ etmeye ve ondan istemeye güç yetirebilir. Sonra da vakti geldiği zaman, o kimse Allah’ın izni ile şefaâte nail olur. Tıpkı dünyada cennetle müjdele*nen birisinin vakti geldiği zaman Allah’ın izni ile cennete girmesi gibi. İki hususun birbirine denk olduğuna inancı*mız tamdır.
Abdullah b. Ömer’den (Radıyallahu Anh) Rasûlül-lah’ın(Sallallahu Aleyhi ve Sellem)şöyle buyurduğu rivâyet edilir.
“Müezzini işittiğiniz zaman onun söylediğini tekrarla*yın: Sonra bana salat edin. Kim bana bir kere salât ederse, Allah ona on kere salât eder. Sonra benim için Allah’tan vesile isteyin. O, cennette Allah (Celle Celalühü)’ın kullarından birinin ulaşacağı bir derecedir; O kulun, ben olmasını isterim. Kim benim için Allah (Celle Celalühü)tan vesile isterse, şefatim ona hak olur.[12]
Büyük hadis âlimi Ebû Dâvûd (ö.275/888) et-Tayâlisî’nin Müsned’inde Cabirden rivâyet ettiğine göre, Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)şöyle buyurdu:
إن اعمالكم تعرض على اقاربكم من الأموات فإن كان خيرا استبشروا به وإن كان غير ذلك قالوا اللهم لا تمتهم حتى تهديهم الى ما هديتنا
“Yaptığınız işler, mezardaki yakınlarınıza ve tanıdıkla*rına gösterilir. İşleriniz iyi ise sevinirler, iyi değilse ya Rabbi iyi işler yapmaları için kalplerine ilham eyle!” der*ler.”[13]
Bir hadis-i şerif te Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)şöyle buyuruyor:
“Mezardaki kardeşlerimiz için Allah-u Teala’dan korku*nuz: Yaptığınız işler onlara gösterilir.”[14]
İbn Teymiyye’nin Şefaât Hakkındaki Görüş*leri
İbn Teymiyye’nin sözleri Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’den dünyada şefaât istemeye cevaz verdiğini gösterir.
İbn Teymiyye “Fetâvâ” adlı eserinde, şefaâtin fayda ver*meyeceği için, onu istemenin de mümkün olmadığı yerleri bildiren âyet-i kerîmeleri sıralamış, bazılarının bu âyetleri yanlış yorumlayarak, Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’den dünyada şefaât istenemeyeceğine delil getirdiklerini anlatmıştır.
İbn Teymiyye’nin âyet-i kerîme ile alakalı açıklamaların*dan anlaşıldığına göre; dünyada şefaât isteme*nin câiz olmadığını iddia edenler, âyet-i kerîmeyi kendi davalarına delil getirmek için bağlamının dışında yanlış tefsir etmişlerdir. İbn Teymiyye bu hususta şunları söylemiştir: “Şefaâti inkâr edenler şu âyet-i kerîmeleri delil getirmiş*lerdir:
“Öyle bir günden korkun ki, (o günde azaptan kurtul*mak için) hiçbir kimse, bir başkası yerine bir şey ödeye*mez. (Allah’ın izni olmadıkça) hiç kimseden şefaât kabul olunmaz; hiç kimseden be*del de alınmaz.”(Bakara/48)
“(Azaptan kurtulması karşılığında) kimseden fidye ka*bul olunmaz, hiç kimseye şefaât (iltimas, kayırma) da fayda vermez.”(Bakara/123)
“Zâlimlere ne bir yakın (akraba ve dost) ne de (sözü) dinlenecek bir şefaâtçi vardır”(Ğafir/18)
“Artık onlara şefaâtçilerin şefaâti fayda ver*mez” (Müddessir/48)
Ehli sünnet’in bu iddiaya cevabı sadedinde şunlar söyle*nebilir: Bu âyet-i kerîmelerden anlaşılan iki husus vardır.
Birincisi, şefaâtin müşriklere fayda vermeyeceğidir. Bu husus, “Sizi kavurucu ateşe sokan nedir? (diye uzaktan) sorar*lar. (Günahkârlar) derler ki: Biz na*maz kılanlardan değildik. Yoksula yedirmezdik. (Kur’ânın buyruklarını bıra*kıp, batıl şeylere) dalan*larla beraber bizde dalardık. “Ceza gününü yalan sayardık, nihâyet (bu halde iken) bize kesin olan (ölüm) gelip çattı” (derler). Artık onlara şefaâtçi*lerin şefaâti fayda vermez.” (Müddessir/42-8) âyet-i kerîmelerinde açıkça belirtilerek, kâfirlere şefaât edenle*rin şefaâtlerinin hiçbir fayda vermeyeceği bildiril*miş*tir.
İkincisi, bu âyet-i kerîme müşriklerin ve onlara benze*yen ehl-i bid’atin iddia ettikleri gibi bir şefaâti yasakla*mamak*tadır. Ehli kitabın müşrikleri ve Müslü*manlar*dan bazı bid’atçiler zannetmektedirler ki, tıpkı bir insanın bir diğerine aracı olması gibi, bazılarının Allah’ın izni dışında şefaât etmeye güç ve kuvvetleri vardır. Yani onlar, şefaâtine müracaat edilen kişinin bir insanın bir diğe*rine aracılığı esnasında olduğu gibi istekleri asıl verebile*cek olan Allah’ın yanında bir hatırı olduğunu, Allah’ın bu aracının hatırını geri çeviremeyip isteklerini ye*rine getirmek zorunda kaldığını düşünmektedirler.
Müşrikler, meleklerin, Peygamberlerin ve Salih kimsele*rin tasvirlerini yaptıktan sonra onların Allah’tan izni olmaksızın şefaât edebildiklerine inanarak “Bunlar Allah’tan imtiyazlıdır” derlerdi.”
İşte İbn Teymiyye’nin sözleri aynen böyledir. Bu sözle*riyle, dünyada Peygamber efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’den şefaât istenemeyeceğine ya da böyle bir isteyin şirk ve sapkınlık sayılacağına delil olarak getirilen âyet-i kerîmelerin asıl manalarını net bir şekilde ortaya koy*muştur.
İbn Teymiyye, bu âyet-i kerîmelerin müşriklerin anla*dığı şekilde bir şefaâti reddettiğini ve böyle bir şefaâ*tin onlara fayda vermeyeceğini ifâde etmektedir. Müşrik*ler, şefaât edecek kimsede, Allah’ın izni dışında bir güç ve kudret olduğunu varsaydıkları için bu reddedilmiştir. İbn Teymiyye’nin ifâde ettiği şey tam olarak budur. Bizde bu şekilde inanmaktayız.
Peygamberimizden (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)şefaât is*teyen bir kimse onun Allah’ın izni dışında şefaât etmeye yetkisi olduğuna inanırsa şüphesiz ki şirk ve sapkınlık içinde*dir. Hâşâ! Böyle bir şeye inanmaktan defalarca Allah’a sığınırız.
Birisinden şefaât istendiğinde kesinlikle biliyor ve inanı*yoruz ki hiç kimse Allah’ın izni ve rızası olmadan şe*faât etmeye yetkili değildir.
Birisinden şefaât istemek, cennete girmeyi, Kevser havu*zundan içmeyi ve sırattan geçmeyi dilemek gibidir. Bunların hepsi, Allah’ın izni ve onun takdir ettiği vakitte yani ahirette olur. Selefin kitaplarından çok azını okuyabil*miş, bir nebze bilgiye sahip olan sıradan bir ilim talebesi, aklı başında olan bir kimse, bu hakikatten zerrece şüphe etmez. Allah’ım! Sağır kalplerimize hakikatleri duyur ve gözlerimize keskinlik ver. ........................KAYNAK .......SELEFİLER VE TASAVVUFÇULARIN GÖRÜŞLERİ
[1] Şefaât bölümün bir kısmı Seyyid Muhammed Alevî-el Mâlikî-el-Hasenî’nin Mefâhim Tercümesi’den alınmıştır.
[2] Tirmizi bu hadisi “Sünen” de “kıyametin özellikleri” kitabının “sırat hakkında varit olanlar” babında zikretmiştir ve “hasen” kabul etmiştir.
[3] Beyhakî “Delâilü’n-Nübüvve” de, İbn Abdilberr “İstiâb’ta nakletmişler. İbn Hacer de Sahih Buhârî Şerhi, “Fethu’l-Bârî” 7/18’de Hz. Ömer’in Müslüman olması başlığı altında zikretmiştir.
[4] Pratik Akâid Dersleri, s. 176-177, Ümmü’l-Kur’a Yayınevi.
[5]Buhârî (No: 3340); Müslim (No: 194/327) ve diğerleri Ebû Hureyre (Radıyallâhu Anh)'dan.
[6] Müslim (No: 196/330-332) Enes b. Mâlik (Radıyallâhu Anh)'den.
[7] Buhârî (No: 3885); Müslim (No: 210/360) Ebû Sa'îd el-Hudrî (Radıyallâhu Anh)'den.
[8] Ahmed (3/213); Ebû Dâvûd (No: 4739) Enes b. Mâlik (Radıyallâhu Anh)
[9]Buhârî (No: 5705); Müslim (No: 220/375) İbn Abbâs (Radıyallâhu Anh)'dan.
[10] Pratik Akâid Dersleri, s. 176-177, Ümmü’l-Kur’a Yayınevi.
[11] İbn Sa’d, Tabakatü’l-Kübra: 2/194, İbn Hacer Askalânî, Metâlibu’l-Âliye, no: 3853, 4/22, Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, no: 14250, 8/594.
[12] Müslim, Salât, 11.
[13] Minhâ, 1/156 dan naklen Hamza Ahmed ez-Zeyn Müsned-i Ahmed Ta’lik-i 10/532 ez-Zeyn hadis sahihdir, diyor. Aynı yer
[14] Hakim-i Tirmizinin ve İbn Ebi’d-Dünya’nın ve Beyhakî’nin (Şu’ab-ül-İmân) kitabında Nûman bin Beşir’den.