Bir şey vâsıtasıyla bereket ve feyze nâil olmayı ifâde eder.
Gıdâ Bakıyyesi ile Teberrük
Evliyâullâh’ın tegaddî eylediği (gıdalandığı) yiyeceklerin
bakıyyesini yiyip içmek, rûhta tasarruf için başvurulagelen
vâsıtalardan biridir. Bazılarının sandığı gibi bu keyfiyet de,
mesnedsiz ve bid’at kabîlinden değildir. Zîrâ bunun Hazret-i
Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hayâtında birçok
kereler gerçekleştiğine dâir hadis ve siyer kitaplarında çeşitli
misâller yer almış bulunmaktadır.
Muhtelif zaman ve mekanlarda ve hâssaten Tebük Seferi’nde
sahâbî, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in gıdâlarının
mübârek bakıyyeleri ile bereket bulmuştur.
Tebük’te susuzluk hâli vâkî olunca, Hazret-i Peygamber -
sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, parmaklarından az bir
şey su akıttırmış, sonra baş parmağından pınar misâli sular
akmış; kırbalar suyla dolmuş, teberrüken ondan içilmiş ve
ordunun su ikmâli onunla yapılmıştır. Rasûlullâh -sallâllâhu
aleyhi ve sellem-’in parmağından akan bu su, şüphesiz
zemzemden de şifâlı ve efdaldir. Çünkü -sallâllâhu aleyhi ve
sellem- Efendimiz’in nûrlu ellerinden ve mübârek cism-i
şerîfinden akmıştır.
Bazı hadîs-i şerîflerin beyânı vechile, Rasûlullâh -sallâllâhu
aleyhi ve sellem- Efendimiz bir sütü içtiği zaman içtiği kaptaki
bakıyyesinden diğer sahâbîlere de ikrâm ederler, hem içene
feyz aktarması olur, hem de sütte bir bereketlenme meydana
gelir ve hiç eksilmezdi.
Sehl bin Sa’d -radıyallâhu anh- şöyle rivâyet etmektedir:
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e bir içecek
getirilmişti. Ondan bir miktar içtiler. Bu esnâda sağ tarafında
bir çocuk, sol tarafında ise ashâbın büyüklerinden yaşlı
kimseler oturuyorlardı. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-
sağındaki çocuğa kâbına erilmez bir incelik ve nezâketle:
“– Müsâade eder misin, bu içeceği evvelâ şu büyüklerine
vereyim?” buyurdular.
O akıllı çocuk da herkesi şaşırtan ve âleme ibret olmaya sezâ
şu büyük cevâbı verdi:
“– Yâ Rasûlallâh! Senden bana ikrâm olunan nasîbimi hiç
kimseye vermem!”
Bunun üzerine Sevgili Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve
sellem- mübârek ellerindeki içeceği o çocuğa verdiler.
(Buhârî, Eşribe, 19)
Esmâ binti Ebî Bekr şöyle anlatıyor:
Ben, Abdullâh bin Zübeyr’e hâmile iken Rasûlullâh -sallâllâhu
aleyhi ve sellem-’in yanına hicret etmiştim. Medine’ye vardım
ve Kubâ’da konakladım. Orada Abdullâh doğdu. Sonra
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e geldim.
Onu kucağına aldı ve bir hurma istedi. Hurmayı ağzında biraz
çiğnedikten sonra bir parçasını Abdullâh’ın ağzına koydu.
Abdullâh’ın midesine inen ilk lokma bu oldu. Ona duâ etti ve
Allâh’tan bereket taleb etti.10
Ebû Eyyûb el-Ensârî, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi
ve sellem-’i misâfir ettiği günlerde yemek pişirir ve -sallâllâhu
aleyhi ve sellem- Efendimiz’e gönderirdi. Yemeğin kalan kısmı
geri geldiğinde, Âlemlerin Efendisi’nin parmaklarının
dokunduğu yerleri sorar ve araştırırdı. (Müslim, Eşribe, 170-171)
Hazret-i Câbir -radıyallâhu anh- da, Hendek savaşı öncesinde
büyük hendeklerin kazıldığı o zor zamanlardaki bir hatırasını
şöyle nakleder:
Biz hendek kazarken çok sert bir kayaya rastladık. Ashâb,
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gelip, durumu arz
edince Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bizzat
hendeğe indi. Kazmayı eline alıp indirince o sert kaya kum
gibi dağıldı. Bu mûcizevî tecellî cereyân ederken gördük ki,
Allâh’ın Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- açlıktan karnına
taş bağlamış. Zîrâ orada kaldığımız üç gün boyunca hiçbir şey
yememiştik. Bunun üzerine:
“– Yâ Rasûlallâh! Eve kadar gitmeme müsâade buyurunuz.”
dedim. İzin verdi. Eve gittim ve zevceme:
“– Ben Rasûl-i Ekrem’in hâline dayanamıyorum. Evimizde
yiyecek bir şey yok mu?” dedim. Zevcem:
“– Biraz arpa ile bir keçi yavrusu var.” dedi.
Ben oğlağı kestim, âilem arpayı öğütüp ekmek yaptı. Eti de
tencereye koyduk. Ekmek pişmek üzere ve tencere taşlar
üzerinde kaynamakta iken Peygamber Efendimiz -sallâllâhu
aleyhi ve sellem-’e gidip:
“– Biraz yemeğimiz var. Bir-iki kişiyle bize buyurunuz.” diye ricâ ettim.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“– Ne kadar yemeğiniz var?” diye sordu. Olanı söyledim.
“– Hem çok, hem de iyi! Âilene; biz gelinceye kadar tencereyi
ateşten indirmemesini, ekmeği de fırından çıkarmamasını
tenbih et.” buyurdu. Ashâbına da: “Kalkınız!” emrini verdi.
Muhâcirler ve ensâr hep birlikte kalktılar.
Bunun üzerine âileme gidip (yemeğin azlığı ve zâhiren kâfî
gelmeyeceği endişesiyle o an için küçük bir şaşkınlık
yaşayarak):
“– İşte Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, muhâcir,
ensâr ve bunlara katılan diğerleriyle berâber geliyorlar.”
dedim.
Âilem:
“– Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hazırlığımızın ne
kadar olduğunu sormadı mı?” dedi.
“– Evet, sordu.” dedim.
“– Öyleyse müsterih ol.” dedi.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- gelenlere:
“– Giriniz, sıkışmayınız.” buyuruyor, ekmek kesiyor, üzerine
et koyuyor, etin suyunu da bunun üstüne döküyordu.
Nihâyet bütün ashâb doydu. Yemekten bir miktar da arttı.
Âileme hitâb ederek:
“– Bunu ye ve komşularına ikrâm et. Çünkü açlık ortalığı
kapladı.” buyurdu.”
(Buhârî, Megâzi, 29; Müslim, Eşribe, 141)
Eşyâ ile Teberrük
Sevilen zâtı hatırlatan bir eşyânın, sevende o zâtı düşündürüp
duygulandırarak râbıtasını kuvvetlendirdiği bir hakîkattir.
Bu, insan tabiatinde mevcûd olan bir husûsiyetin îcâbıdır.
Fakat bu his ve tavırda aşırılığın putçuluğa kadar varabildiği de
târihî bir gerçektir.11
Diğer taraftan çok sevilen bir şahsın, kendisini hatırlatan
eşyasını da muhabbet şümûlünde bulundurmak, beşerî ve tabiî
bir temâyüldür. Mühim olan bunu aşırı derecede ileriye
götürmemektir. Gerçekten mücerred mefhûmlar, müşahhas
varlıklara hâl ve keyfiyetler olarak akseder.
Eşyâdaki hâl ve keyfiyet tecellîsinin Kur’ân-ı Kerîm’de
zikredilen en canlı misâli şudur:
Yûsuf -aleyhisselâm-’ın gömleği Yâkûb -aleyhisselâm-’a
götürülmek üzere Mısır’dan yola çıkarıldığı zaman, Kenan
ilindeki Yâkub -aleyhisselâm- onun kokusunu almış, gömleği
âmâ gözlerine sürdüğü zaman da görmeye başlamıştır.12
Eşyâ ile gerçekleşen bu tesir de, mürşid-i kâmilin sâliki belli
bir kıvamda tutmak için kullandığı vâsıtalardan biridir.
Zîrâ bu akislerle hemhâl olmak, râbıtayı kuvvetlendirir.
Bu aynı zamanda hediyeleşme sünnetinin de bir ifâdesidir.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-,
enî Sâide mahallesinde ashâbı ile birlikte bulunurlarken Sehl
bin Sa’d -radıyallâhu anh-’e:
“– Ey Sehl, bize su verir misin?” buyurdu.
Bunun üzerine o, bir bardak su ikrâm etti.
Sehl, bu bardağı ömrü boyunca saklamış olmalı ki Ebû Hâzim -
radıyallâhu anh- şöyle anlatmaktadır:
“– Sehl bu bardağı çıkarıp bize gösterdi, biz de ondan su içtik.
Daha sonra Ömer bin Abdülaziz, Sehl’den bu mübârek bardağı
kendisine bağışlamasını ricâ etti. O da hediye etti.” (Buhârî,
Eşribe, 30)
5
Sehl bin Sa’d -radıyallâhu anh- anlatıyor:
Kadının biri Peygamber Efendimiz’e bir hırka getirdi.
“– Yâ Rasûlallâh! Bunu size hediye etmek istiyorum.” dedi.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de onun
hediyesini kabul etti ve üzerine giydi.
Ashâbdan biri:
“– Yâ Rasûlallâh, bu ne güzel bir elbise, bana hediye eder
misiniz?” dedi.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, “olur” deyip hırkayı
hemen ona verdiler. Hazret-i Peygamber oradan ayrıldıktan
sonra, ashâb-ı kirâm o adamı ayıplayarak şöyle dediler:
“– Hiç de iyi bir şey yapmadın. Allâh Rasûlü onu ihtiyacı
olduğu için almıştı. Sen de onu istedin. Biliyorsun ki âlemlere
rahmet olan Efendimiz’den bir şey istenildiğinde, asla geri
çevirmez.”
Bunun üzerine adam:
“– Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz onu
giydiği için onunla teberrük etmek istedim. Umuyorum ki
onunla kefenlenirim.” dedi. (Buhârî, Edeb, 39)
5
Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- der ki:
“Mekke’de Kureyşlilere, serîr üzerinde uyumaktan daha hoş bir şey yoktu.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Medîne’ye geldiği ve
Ebû Eyyûb’un evine indiği zaman, ona:
“– Ey Ebû Eyyûb! Sizin bir serîriniz yok mu?” diye sordu.
Ebû Eyyûb -radıyallâhu anh- da:
“– Yok vallâhi.” dedi.
Ensârdan Sa’d bin Zürâre, bunu haber alınca, Rasûlullâh -
sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e direkleri saç ağacından yapılmış,
üzeri keten lifle dokunmuş ve hasır ile kaplanmış bir serîr
gönderdi.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, evine taşınıncaya
kadar onun üzerinde istirahat etmiş, kendi evine taşındığında
da vefâtlarına kadar o serîri kullanmıştı.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, vefât ettiğinde bu
serîrin üzerine konularak yıkanıp kefenlenmiş ve bu serîr
üzerinde iken cenâze namazı kılınmıştı.
Halk, ölülerini taşımak üzere onu, bizden isterler ve onunla teberrük ederlerdi.
Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Ömer’in cenâzesi de onun
üzerinde taşınmıştı.” (Belâzürî, Ensâbu’l-Eşrâf, I, 525)
5
Buna benzer diğer bir hâdise de şöyledir:
Sahâbenin en çok hadîs rivâyet edeni olan Ebû Hureyre -
radıyallâhu anh-, dâimâ Peygamber Efendimiz -sallâllâhu
aleyhi ve sellem-’in yanında bulunur, O’nun her hâl ve
hareketini tâkib ederdi. Ebû Hureyre -radıyallâhu anh-,
birgün Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e:
“– Yâ Rasûlallâh! Sizden pek çok hadîs işitiyorum fakat onların
birçoğunu hâfızamda tutamıyorum.” diye dert yandı.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve
sellem- Ebû Hureyre’ye:
“– Örtünü yere ser!” buyurdu. O da serdi.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ona duâ etti ve
mübârek elleriyle bir şey avuçlayıp ridânın içine atıyor gibi
yaptı. Ardından:
“– Ridânı topla.” buyurdu.
Ebû Hureyre -radıyallâhu anh-, bu emri yerine getirince Allâh
Teâlâ ona öyle kuvvetli bir hâfıza ihsân etti ki işittiği hiçbir
şeyi unutmaz oldu. (Tirmizî, Menâkıb, 46)
5
Firâs adlı bir sahâbî vardı. O da Peygamber Efendimiz’e âit bir
eşyâya sâhip olmak istiyordu. Birgün Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu
aleyhi ve sellem-’in yanına geldiğinde, önündeki bir tabaktan
yemek yediğini gördü ve tabağı kendisine hediye etmesini ricâ
etti. Kimsenin isteğini geri çevirmeyen Rasûlullâh -sallâllâhu
aleyhi ve sellem- de tabağı ona hediye etti.
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, zaman zaman Firâs’ın evine gider:
“– Hele şu mübârek tabağı bir getir.” derdi. Habîbullâh
Efendimiz’in mübârek ellerinin değdiği bu tabağı zemzemle
doldurup kana kana içer; artan suları yüzüne gözüne serperdi.
(İbn-i Hacer, el-İsâbe, III, 202)
5
Ebû Cuhayfe -radıyallâhu anh- anlatıyor:
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- öğle sıcağında Bathâ’ya
çıktı. Abdest aldı, öğle ve ikindi namazını ikişer rek’at olarak
kıldı. Önünde kısa bir mızrak vardı… O arada baktım insanlar
kalkmışlar, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mübârek
ellerini tutuyorlar ve yüzlerine sürüyorlardı. Ben de bir elini
tuttum ve o mübârek elini yüzüme sürdüm. Bir de ne göreyim,
mübârek eli kardan daha soğuk ve miskten daha güzel kokulu
idi. (Buhârî, Menâkıb, 23)
5
Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh-, Fahr-i Kâinât -sallâllâhu
aleyhi ve sellem-’in haccını anlatırken ashâb-ı kirâmın
Rasûlullâh Efendimiz’in saçları ile teberrük için nasıl
birbirleriyle yarıştıklarını şöyle bildiriyor:
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şeytan taşlamayı
tamamladıktan sonra kurbanını kesti ve tıraş oldu. Berber sağ
taraftaki saçları tuttu ve tıraş etti. Efendimiz -sallâllâhu
aleyhi ve sellem-, Ebû Talhâ’yı çağırdı ve bu saçları ona verdi.
Sonra berber sol taraftaki saçları tuttu. Efendimiz -sallâllâhu
aleyhi ve sellem-, “kes” dedi, o da kesti. Bunları da Ebû
Talhâ’ya verdi ve:
“– Bunları insanlar arasında taksim et.” buyurdular. (Müslim, Hacc, 326)
Enes -radıyallâhu anh- anlatıyor: Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi
ve sellem- Efendimiz’i gördüm, berberi onu tıraş ediyordu.
Ashâbı da âdetâ onun etrafında pervâne olmuşlardı. Bir tek
saç telinin dahî yere düşmemesini, muhakkak birisinin eline düşmesini istiyorlardı. (Müslim, Fezâil, 75)
Nitekim sahâbe-i kirâm, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi
ve sellem-’in hem eşyâları hem de saç ve sakalının mübârek
telleriyle teberrük hâli yaşarlardı. Savaşlarda bile bu teberrük
heyecânını taşımışlardır. Bunun güzel misâllerinden biri de
Hâlid bin Velid -radıyallâhu anh-’ın, Hazret-i Peygamber’in
saçlarından birkaç mübârek teli sarığında saklamasıdır. Rivâyet
olduğuna göre Hâlid -radıyallâhu anh-, Yermük savaşında bu
sarığı kaybetmişti. Askerlerine sarığın bulunmasını emretti.
Fakat aramalarına rağmen bulamadılar. Hazret-i Hâlid, tekrar
aramalarını emretti. Sonunda sarığı buldular. Baktılar ki gâyet
eski bir sarık imiş. Sahâbî, bu eski sarık için Halid -radıyallâhu
anh-’ın bu kadar ısrarına hayret etti. Bunun üzerine Hâlid -
radıyallâhu anh-, şunları söyledi:
“– Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, saçlarını
kestirmişti. Ashâb, o saçları kapıştılar. Ben de saçından birkaç
tel aldım ve bu sarığın içine koydum. Bu benim için öyle bir
bereket oldu ki, onunla girdiğim bütün savaşlar, zaferle
netîcelendi. Zaferlerimin sırrı, benim Rasûlullâh -sallâllâhu
aleyhi ve sellem-’e muhabbetimdir.” (Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, IX, 349)
5
Ashâbın gözleri önünde cereyân eden bu hâdiseler, maddeye
dahî duyguların sirâyet edebildiğinin diğer bir delilidir. Mühim
olan -lâyık olduğu haddi aşmamak kaydıyla- o in’ikâstan feyz
alabilecek bir gönül uyanıklığına sâhib olmaktır.
Ashâb-ı kirâmdan sonra selef-i sâlihîn de -Allâh kendilerinden
râzı olsun- teberrükle ilgili bu nevî tatbikatları, kendi
dönemlerinde devam ettirmişlerdir. İmâm Ahmed bin Hanbel
ile İmâm Şâfiî Hazretleri arasında geçen şu hâdise buna ne
güzel bir misâldir:
İmâm Şâfiî’nin talebelerinden olan Rabî bin Süleyman anlatır:
Birgün İmâm Şâfiî bana:
“– Rabî, bu mektubu al, Ahmed bin Hanbel’e götür ve sonra da cevabını getir.” dedi.
Ben de mektubu aldım ve Bağdat’a gittim. Sabah namazında
Ahmed bin Hanbel ile buluştum. Onunla birlikte sabah
namazını edâ ettim. İmâm Ahmed bin Hanbel mihraptan
ayrılınca mektubu kendisine takdîm ederek:
“– Bu, Mısır’dan kardeşin İmâm Şâfiî’nin sana göndermiş
olduğu mektuptur.” dedim. Bana:
“– Mektup neden bahsediyor, biliyor musun?” diye sordu. Ben de:
“– Hayır.” diye karşılık verdim. Bunun üzerine Ahmed bin
Hanbel mektubun üzerindeki mührü çözdü ve okumaya
başladı. Birden gözleri yaşlarla doldu. Ben kendisine:
“– Ey İmâm! Hayrola! Mektupta ne yazıyor?” dedim. O da bana:
“– İmâm Şâfiî rüyasında Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi
ve sellem-’i görmüş. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ona:
«– Ahmed bin Hanbel’e bir mektup yaz ve benden de selâm
söyle. Elbette o büyük bir fitneye mâruz kalacak ve ondan,
“Kur’ân mahluktur(!)” demesi istenecek. Sakın bu isteğe
boyun eğmesin! Allâh, onun adını kıyâmete kadar yaşatıp
yükseltecektir.» buyurmuş.”
Ben:
“– Yâ İmâm! Bu, senin hakkında ne büyük bir müjdedir.” dedim.
Bunun üzerine İmâm Ahmed bin Hanbel, sevincinden
üzerindeki gömleğini çıkarıp bana verdi. Ben de mektubun
cevabını aldıktan sonra Mısır’a döndüm. Mektubu İmâm
Şâfiî’ye takdîm ettim. Bunun üzerine İmâm Şâfiî bana:
“– Onun hediye etmiş olduğu bu gömleği alıp seni üzmek
istemeyiz. Ancak, hiç olmazsa onu bir suya batır ve o suyu
bize ver ki, biz de o gömleğin bereketine böylece ortak
olalım.” dedi.13
5
Câmi minberlerinde binbir îtinâ ile muhâfaza edilen Rasûlullâh
-sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in sakal-ı şerîfleri de
asr-ı saâdetten günümüze kadar gelen feyizli bir meltem gibi
ümmete bir rahmet olmaktadır. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi
ve sellem-’e olan aşk ve muhabbet sebebiyle O’nun azîz
hâtıralarına gösterilen hürmet de Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi
ve sellem-’e duyulan gönül râbıtasını kuvvetlendirmektedir.
Nice peygamber âşığı müminler, bu azîz hâtıraların
bereketinden istifâde etmişlerdir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun, hiçbir İslâm devletine nasîb
olmayan altı yüz küsûr senelik ihtişâmı, asıl mâneviyâta
verdiği ehemmiyetten kaynaklanmıştır. Osman Gâzî’nin
meşhûr bir rivâyete göre, misâfir kaldığı bir evde, odada
Kur’ân-ı Kerîm bulunması sebebiyle geceleyin ayağını uzatıp
yatmaması; Yavuz Sultan Selîm Han’ın mukaddes emânetleri
büyük bir tâzim ile İstanbul’a getirip, kırk hâfız tâyin ederek
onların başında asırlarca sürecek bir sûrette inkıtâsız
(kesintisiz) olarak Kur’ân-ı Kerîm okutması, Osmanlı
Devleti’nin dillere destan büyüklüğünün temel mânevî
sâiklerindendir.
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hırkasının
ve Topkapı Sarayı’ndaki mukaddes emânetlerin bugün
İstanbul’da müminlerin ziyâretine açık tutulması da,
milletimiz ve İslâm dünyâsı için bir şeref ve teberrük
vesîlesidir.
Osman Nuri Topbaş