Tasavvuf, dînin kalbî hayatı ve özüdür.
Tıpkı bir meyveyi makbul ve lezzetli kılan içindeki özsuyu gibidir.
Bilindiği gibi insanın beden ve rûh olmak üzere iki yönü vardır.
Bunların her ikisinin de fıtrata bağlı olan talepleri mevcuttur.
İslâm, yaratılıştan gelen bu temâyülleri inkâr etmez.
Onları birer vâkıa olarak kabul eder.
Ortaya koyduğu temel ölçüler çerçevesinde makbûl olan
temâyülleri inkişâf ettirmeye, merdûd olanlarını ise,
asgarî hadde indirmeye veya makbûl bir gâyenin emrine sokmaya çalışır.
İnsan, şâyet kendine bedenî îcâb ve ihtiyaçlar çerçevesinde
bir dünyâ kurarak ulvîliklere âit rûhî taleplerini bastırmaya
kalkışırsa huzûr ve sükûna kavuşması imkânsız hâle gelir.
Dîn, insana madde ile mânâ arasında bir denge programı
takdîm eder.
İnsanı bir taraftan mânevî iklîme yönlendirirken diğer
taraftan maddî âlemin îcaplarını da reddetmez.
İnsanın maddî temâyüllerine mücerred bir mânâ ve ulvî bir
gâye katar.
İnsan, sırf ten planında kalıp her şeyi materyalist bir nazarla
seyrederse,
en mücerred bir hâdiseyi bile müşahhas ve rûhsuz kalıplar
hâlinde görür.
Aslında tasavvufa îtirazların temelinde yatan başlıca
temâyüllerden biri de budur.
Hakîkaten insan idrâki,
maddî ve müşahhas varlıklar kadar, mânevî sırlar ve mücerred
hakîkatlere de meclûbdur.
Bu sebeple bütün iş,
insanın maddî yapısı gibi rûhunun da tatmin olup olmadığında
düğümlenmektedir.
Bugün maddî refâhın zirvesindeki Batı,
rûhî buhranlar ve ahlâkî çöküntüler içerisinde ateizme
sürüklenmektedir.
Hattâ Hristiyanlığın merkezi Roma’da bile pek çok ateist
mevcuddur.
Çünkü bu insanlar,
rûhî açlıklarını tatminden mahrumdurlar.
Bunun temelinde ise ilâhî menbâ ile kalbî irtibatın kopmuş
olması bulunmaktadır.
Zîrâ insan eliyle tahrîf edilip, beşerî müdâhaleyle
şekillendirilen dîn,
ilâhî berraklığını yitirdiğinden,
artık kalb huzûruna medâr olacak rûhî muhtevânın çok
uzağında kalmıştır.
Bu sebeple de dînin heyecânını duyamayan kalbler,
huzûr ve sükûna hasret kalmaktadır.
Dînin vecdinden,
yâni mânevî heyecândan mahrûm bir insan,
en muazzam bir rûhî hâdiseye bile maddeci bir gözle bakıp işi
sâdece şekil planına dökmeye çalışır.
Böylece kupkuru ve içi boşaltılmış bir dîn anlayışı ortaya koyar.
Tasavvuf ise, insanı rûha yöneltir.
Rûha, ferdî istîdâda uygun bir tatmin yolu açar.
Hakîkaten dinin,
insan rûhunu tatmîn eden mânevî cephesi ortadan
kaldırıldığında o,
sırf fayda üzerine kurulu beşerî sistemler derekesine
indirilmiş olur.
Bu takdîrde ibâdet ve kulluk hayâtının sâdece zâhirî ve
dünyevî menfaat yönüne değer verilip onun asıl gâyesi olan
kalbî istifâdesinden mahrum kalınır.
Meselâ namaz bir antrenman,
oruç perhiz,
zekât sosyal yardımlaşma gibi
menfaat planına taşınarak
bu gibi tâlî faydalarla asıl gâye bertaraf edilmiş olur.
Ya da kulluk ve ibâdetlerin edâsı için gerekli olan şartların sırf
zâhirî kısmında kalınır.
Bunun ise dînin özünden uzak ve gayr-i İslâmî bir anlayış
husûle getireceği,
insan rûhunun ihtiyâçlarına cevap veremeyeceği ve fıtrî olan
din duygusunu tatmîn edemeyeceği âşikârdır.
Dînî vazîfelere kalbî bir derinlik kazandırmanın yolu tasavvufî
terbiyedir.
İnsanlar,
dinde derinliğe erişebilmek için birtakım arayışlara
yönelmişler ve netîcede tasavvufî terbiyeye ulaşmışlardır.
Ayrıca varlıklar, en basitten en mükemmele doğru bir
sıralamaya tâbî tutulduğunda zirveyi, “insan” teşkîl eder.
İnsanların da -fıtrî sermâyeye dayanan- istîdâd ve iktidarları
çok muhtelif seviyeler arz eder.
Bu da dünya hayatında ictimâî âhengin sağlanabilmesi için zarûrîdir.
Cenâb-ı Hak, murâd-ı ilâhîsinin muktezâsı olarak insanları
zâhirî istîdâdları gibi,
mânevî istîdâdları itibâriyle de muhtelif seviyelerde
yaratmıştır.
Kullarından tâkat fazlasını istemediği gibi verdiği istîdâd
nisbetinde de onları mes’ûl kılmıştır.
Rahmeti gazabından çok olan Allâh Teâlâ’nın nihâyetsiz
merhameti, bütün mahlûkâta şâmildir.
Bu sebeple Cenâb-ı Hak, bütün insanlığın mükellef bulunduğu
dînî teklîfleri takdir ve tâyin ederken asgarî seviyeyi esas
almıştır.
Yâni, en âciz ferdin dahî tâkat getirebileceği bir seviye ile
tahdîd buyurmuştur.
Fakat, umûma âit mükellefiyetlerden daha fazlasını yerine
getirmeye fıtraten kudret,
iştihâ ve istîdâdı olan kimselere mânevî inkişâf kapısını
kapatmak, ilâhî adâlete aykırı düşeceğinden,
böyleleri için de rûhî ihtiyaçları istikâmetinde bir yolun
mevcûd olması tabiî ve zarûrîdir.
Yâni bu,
şer’î vazîfelere ilâveten bir de kalb âleminde yükselme
istîdadı olan müminlere zühd,
takvâ ve ihsân ile mesâfe almayı sağlayacak bir yolun açık
tutulmasından ibarettir.
Bu yol ise, bilindiği üzere tasavvuftur.
Bu gerçekler de, tasavvufun lüzûmunun aklî ve dînî mesnedlerindendir.
Kalbin itminâna ermesi, yâni huzûr,
sükûn ve saâdete kavuşması, mânen ulaştığı seviyeye
bağlıdır.
Bunun için de kulun mânevî bir terbiyeden geçmesi îcâb eder.
Zîrâ kalbin ilim ve hikmetle dolması, dînin yüksek
hakîkatlerine muttalî olması ve kulun mânen tekâmül
edebilmesi,
ancak birtakım ameliyeler netîcesinde mümkün olabilir.
Nitekim beşeriyyete nümûne olarak gönderilen peygamberler
bile,
vahye muhâtap olmadan önce bir hazırlık döneminden
geçirilmişlerdir.
Zîrâ kalbin,
latîf mânevî tecellîleri alıcı hâle gelmesi için kesâfetten
arınması, hassâsiyet kazanması ve belli bir kıvâma ulaşması
gerekmektedir.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-,
daha peygamberlikle vazîfelendirilmeden önce Hira mağarasında îtikâfa16 çekilirdi.
Mûsâ -aleyhisselâm-,
Cenâb-ı Hak’la mükâlemesinden evvel,
Tûr-i Sînâ’da kırk gün,
bir nevî riyâzata girmişti.
Yusuf -aleyhisselâm-,
Mısır’a sultân olmadan önce on iki sene zindanda kaldı.
Orada çile, riyâzât, mücâhede ve meşakkatin bütün
kademelerinden geçirildi.
Böylece mübârek kalbi,
Allâh’tan gayrı bütün istinadlardan ve alâkalardan tamâmen kesildi.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-,
Mîrâc’a çıkmadan evvel
İnşirah Sûresi’nin sırrına mazhar oldu.
Sadrı açılarak kalb-i şerîfleri yıkandı.
İlim ve hikmetin rûhâniyetiyle dolduruldu.
Çünkü O, Mîrâc’da acâib ve garâib hâdiselerle karşılaşacak,
beşerî kesâfetle görülemeyecek esrâr-ı ilâhîyi ve değişik, latîf manzaraları seyredecekti.
Hâlbuki Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- gelmiş geçmiş
bütün insanların en temiz kalblisi idi.
Bunu kâfirler bile kabul ediyorlardı.
Buna rağmen Âlemlerin Rabbi’nin saltanâtı ve esrâr-ı ilâhîsi
kendisine gösterileceği için tekrar mânevî bir ameliyeden
geçirildi. “Şakk-ı Sadır”17 hâdisesi vâkî oldu.
İşte bu da, kalbî hayatın ehemmiyetini ifâde eder.
İsmet, yâni günah işlememek sıfatıyla mücehhez olan
Peygamberler bile,
latîf oldukları hâlde ilâhî huzûra kabul için bir kalb tasfiyesinden geçirilmiştir.
Allâh’ın seçkin kulları olan Peygamberler dahî kalb
tasfiyesinden geçirilirse,
diğer insanların kalbî arınmaya ne denli muhtaç olduğu ortaya
çıkar. Zîrâ kesîf bir kalb ile,
Latîf’e yaklaşılamaz.
Burnu duyarsızlaşmış birisi gülün,
karanfilin kokusundan bir hisse alamaz.
Buğulu bir camdan net bir manzara seyredilemez.
Bu sebeple kalbin mânevî hassâsiyetinin ziyâdeleşerek ilâhî sır
ve hikmetleri alıcı hâle gelmesi için kesâfetten arınması,
letâfete bürünmesi zarûrîdir.
Cenâb-ı Hak:
“O gün ne mal fayda verir, ne de evlâd. Ancak Allâh’a kalb-i selîm (tertemiz bir kalb) ile gelenler müstesnâ…”
(eş-Şuarâ, 88-89) buyurmuştur.
Kalbin selîm hâle gelmesi ise, ancak mânevî terbiye ile sâfiyet kazanmasına bağlıdır.
Denizin kumsalla birleştiği yerde, kumlar arasında,
tornadan çıkmış gibi pürüzsüz taşlar bulunur.
Asırlarca dalgalar tarafından dövüle dövüle pürüzlerinden
arınmış, cilâlanmış, pırıl pırıl olmuş,
ayrıca granit gibi de sağlamlaşmıştır.
Ham bir pırlanta mâdeni de kesilip biçilmeden,
üzerinde birçok bıçak darbesi ve usta mahâreti işlemeden o
parlaklık ve şeffaflığı kazanamaz.
Bir gram altını elde etmek için belki bir ton toprağı elemek
îcâb eder. Yâni her varlık bir çeşit terbiye ve incelmenin
netîcesinde kıymet kazanmaktadır.
İşte kalb de âyette buyurulan “selîm” vasfına kavuşabilmesi
için mânevî terbiyeye muhtaçtır.
Zîrâ mânevî terbiye öncesinde kalb, soğuk demir gibidir.
Onun arzu edilen şekli alabilmesi için evvelâ ateşte
tavlanması, paslarından kirlerinden arınması,
katılıktan çıkıp yumuşaması ve dövülmesi gerekmektedir.
Ancak bu merhalelerden sonra arzu edilen şekli alıcı hâle
gelebilir.
Tıpkı bunun gibi bütün bu ameliyeler tatbîk edilmeden, kalbî kemâlât da gerçekleşemez.
Kalbî kemâlât gerçekleştikten sonra ise baş gözüyle görülemeyen,
akılla idrâk edilemeyen hakîkatler âlemi, bir zevk hâlinde kavranır ve kalben hissedilir.
Bunun için kalbî tâkat ve dirâyeti olgunlaştırmak gerekmektedir.
Meselâ, sıradan biri denediğinde belki kemiklerinin kırılmasına sebep olacak bir hareketi,
uzun antrenmanlar netîcesinde bir sporcu kolaylıkla yapabilmektedir.
uzun antrenmanlar netîcesinde bir sporcu kolaylıkla yapabilmektedir.
Bu, vücûdun bütün gücünü tek noktada teksîf etmenin bir netîcesidir.
Bunun gibi kalbin de Cenâb-ı Hakk’ın zikri ve
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in muhabbetinde yoğunlaşıp güçlenmesi îcâb eder.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in muhabbetinde yoğunlaşıp güçlenmesi îcâb eder.
Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîmede:
إِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ الَّذِينَ إِذَا ذُكِرَ اللّهُ وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ وَإِذَا تُلِيَتْ عَلَيْهِمْ آيَاتُهُ زَادَتْهُمْ إِيمَانًا وَعَلَى رَبِّهِمْ يَتَوَكَّلُونَ
“Gerçek müminler ancak,
Allâh anıldığı zaman yürekleri titreyen, kendilerine Allâh’ın âyetleri okunduğunda îmanları artan ve yalnız Rablerine dayanıp güvenen kimselerdir.”
Allâh anıldığı zaman yürekleri titreyen, kendilerine Allâh’ın âyetleri okunduğunda îmanları artan ve yalnız Rablerine dayanıp güvenen kimselerdir.”
(el-Enfâl, 2) buyurur.
Kalblerin bu hâle gelmesi için mâsiyetten arınması,
mânen olgunlaşması zarûrîdir.
Zîrâ kesâfet dolu ham bir kalbin Allâh ile lâyıkıyla irtibâtı mümkün değildir.
Bir ilkokul çocuğu,
hukuk talebesine okutulan kitaplardan bir şey anlayamaz.
Çünkü zihin henüz o kıvâma ve olgunluğa ermemiştir.
Daha yıllar sürecek bir tahsîle muhtaçtır.
Bunun gibi kalbin de bir tâlim ve terbiyesi vardır.
Kesâfetle dolu, arınmamış bir kalbin Allâh’a vuslat yolunun inceliklerini idrâk etmesi çok zordur.
Kulun Allâh katındaki makbûliyyeti daha ziyâde kalbî inkişâfa
bağlı olduğundan,
kalbin kemâle ermesi için başlı başına bir mânevî eğitime
ihtiyaç vardır.
Bu eğitimin adıysa, tasavvuftur.
Hakîkaten bütün iş kalbde düğümleniyor ve Cenâb-ı Hak,
ibâdet ve davranışlarda daha ziyâde kalbin hangi vasıfta
olduğuna ehemmiyet veriyor.
Nitekim Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Allâh Teâlâ, sizin bedenlerinize ve görünüşlerinize değil, ancak kalblerinize bakar.”
(Müslim, Birr, 33)
buyurmuştur.
buyurmuştur.
Meselâ Allâh için ibâdet ve hizmetlerde kuvvet olması kasdı
ile yemek yenirse,
o dahî ibâdet hükmüne girer.
Çoluk-çocuğunun rızkını helâlinden
kazanmak için çalışan bir kişi,
attığı her adımda sevap kazanır.
Çünkü kalbin ameli olan niyet hayırlıdır.
Giyim-kuşam da bunun gibidir.
Meselâ, sarık sarmak sünnet-i seniyyedendir.
Fakat sarık saran kimse,
kalbî hayatını inkişâf ettirmeli,
şefkat, merhamet gibi ahlâkî vasıflarla bu şeklî sünneti temsil
liyâkatine kavuşmalıdır.
Aksi hâlde sâdece şekil yeterli olmadığı gibi kişiyi ucba da sevkedebilir.
Yûnus Emre Hazretleri ne güzel söyler:
Dervişlik olaydı tâc ile hırka
Biz dahi alırdık otuza kırka
Biz dahi alırdık otuza kırka
Yine bunun gibi, İslâm’da tesettür,
yâni kadının örtünmesi şarttır.
Fakat onun şeklen mestûre olduğu gibi rûhen de mestûre
olması lâzımdır.
Eğer dış kalıp tesettürlü,
fakat rûh çıplak,
yâni gâfil ve hoyrat ise şartların zorladığı veya nefsin fırsat
bulduğu anda o tesettür biter.
Ayrıca kadının,
örtüsünün altında kadınlık misyonunu kaybetmemesi lâzımdır.
Çünkü kadına evin tanzîmi ve zürriyet emânet edilmiştir.
Onun için her hususta kalbî hayat çok önemlidir.
Tabiî ki şeklin de kalbî hayatla beraber olması gerekir.
Bir insan Allâh’ın koyduğu tesettür hudutlarının dışına
çıkamaz.
Fakat sırf tesettür de her şey değildir;
ilâhî emirlerin yalnız bir bölümüdür.
Meselâ, câmi yaptırmak da çok büyük bir hasenâttır.
Fakat câmi yaptıran kimsede kalbî olgunluk yoksa,
gurur ve kibir içinde,
“ben yapıyorum,
ben ediyorum”
diye övünme ve kendini beğenme hâlleri
beliriyorsa,
-Allâh korusun- onun bu büyük hayrı küçülüverir.
Zîrâ “ben” diyeni
Hak Teâlâ küçültür,
zelîl eder.
“Bu Senin lutfundur, yâ Rabbî!”
diyeni ise yüceltir.
Onun için insanın davranışlarını makbûl kılan,
kalbî hassâsiyetleridir.
Bu yüzden,
her davranışın bir ibâdet vecdiyle,
her ibâdetin de kalbî bir rikkat ile îfâ edilebilmesi yolunda,
kalbi terbiye etmek demek olan tasavvufun insan hayatındaki
önemi hiçbir zaman inkâr edilemez.
Hakîkaten ibâdetlerin birbirini tamamlayan şekil ve rûh olmak
üzere iki yönü vardır.
Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de ibâdetlerin zâhirî şartlarını,
rekatlarını vs. bildirmez.
Onların hangi rûhî keyfiyet ve kalbî hassâsiyetle edâ
edileceğini bildirir.
İbâdetlerin sûretiyle ilgili tarafını ise sünnet-i seniyye ile öğrenebiliriz.
İbâdetlerin zâhirî kısmını,
münâfıkbaşı Abdullâh bin Übey bin Selûl de yapardı.
Mescid-i Nebevî’ye gelir ve Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve
sellem-’in arkasında şeklen namaz kılardı.
Yâni ibâdetlerin sûret kısmını bir münâfık bile yapabilir.
Bu da gösteriyor ki; sırf şeklen yapılan ibâdetlerin Allâh
katında hiçbir değeri yoktur.
İbâdetin makbûl olması, şekil ile rûhun müşterekliğine bağlıdır.
Nitekim İslâm’ın şartlarından namaz,
oruç, zekât ve hac ile ilgili âyet ve hadîsler umûmî olarak
incelendiğinde bu gerçeği görmek hiç de zor değildir.
Bunlardan namaz ibâdetiyle ilgili olarak bir âyet-i kerîmede:
“…
Muhakkak ki namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar…”
Muhakkak ki namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar…”
(el-Ankebut, 45) buyurulmuştur.
Fakat bir kimse namaz kıldığı hâlde kötülüklerden
sakınamıyorsa,
o namaz, “huşû” ile kılınamamış demektir.
Kalbleri huşûdan mahrûm olarak sırf sûret muhtevâsında
namaz kılanlar hakkında Cenâb-ı Hak:
“Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki, onlar namazı gâfilâne kılarlar.”
(el-Mâûn, 4-5) buyurmuştur.
Yine diğer bir âyet-i kerîmede:
“(Ancak) namazlarında huşû sâhibi olan müminler gerçekten kurtuluşa ermiştir…”
(el-Mü’minûn, 1-2) buyurulur.
Âyet-i kerîmeler muktezâsınca,
kurtuluşa eren müminlerin vasıflarından biri de namazı hûşû
ile kılmalarıdır.
Namazın kâmil mânâda edâ edilebilmesi için
zâhirî ve bâtınî bütün şartlarının yerine getirilmesi lâzımdır.
İki kişi aynı zaman ve mekânda aynı namazı kılarlar,
fakat bu iki namazın arasında yer ile gök arasındaki kadar fark vardır.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in:
“Bir kimse namaz kılar; fakat namazının yarısı, üçte biri, dörtte biri,
beşte biri, altıda biri,
yedide biri, sekizde biri,
dokuzda biri hattâ ancak onda biri kendisi için yazılır.”
beşte biri, altıda biri,
yedide biri, sekizde biri,
dokuzda biri hattâ ancak onda biri kendisi için yazılır.”
(Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 321)
buyurması da namazda riâyet edilmesi gereken kalbî keyfiyete işâret etmektedir.
Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de müminlerin vasıflarını sayarken:
“Ve onlar ki, namazlarına devam ederler.”
(el-Mü’minûn, 9)
buyurur.
buyurur.
Hazret-i Mevlânâ bu âyet-i kerîme hakkında zâhirî mânâya ilâveten bir de işârî olarak;
“Namazdan sonra da namazdaki hâllerine devâm ederler.” buyurur ve şöyle der:
“Bize doğru yolu gösteren,
bizi kötülükten alıkoyan namaz, günde beş vakit kılınır. Hâlbuki âşıklar dâimâ namazdadırlar.
Zîrâ âşıkların gönüllerindeki aşk ve ciğerlerini kavuran o ilâhî muhabbet,
ne beş vakitle yatışır,
ne de beş yüz bin vakitle geçip gider.”
ne beş vakitle yatışır,
ne de beş yüz bin vakitle geçip gider.”
Gönlü gafletten uyanmış
Hak âşıklarının namazını
Yûnus Emre Hazretleri ise şöyle tasvîr eder:
Hak âşıklarının namazını
Yûnus Emre Hazretleri ise şöyle tasvîr eder:
Aşk imâmdır bize; gönül cemâat
Dost yüzü kıbledir; dâimdir salât
Dost yüzü kıbledir; dâimdir salât
Gerçekten bir namazın kılınma süresi takrîben on-onbeş
dakikadır.
dakikadır.
Sonrasında ise kalbin namazdaki gibi muhâfaza edilmesi
lâzımdır.
Zîrâ muhâfaza edilemeyen kalb gaflete dalar;
bir zaman sonra fıska ve hattâ
-Allâh korusun- küfre bile kayabilir.
Bu sebeple kişi, namaz dışında dahî kalbini Cenâb-ı Hak’la
meşgûl etmeli, O’ndan gâfil olmamalıdır.
Ehl-i gaflet ise, namazın dışındaki vakitler bir yana,
namazda bile kalbini toparlamaktan,
huzûr-i ilâhîde haşyetle boyun bükebilmekten mahrumdur.
Nitekim bu hususu ifâde bâbında şu kıssa pek ibretlidir:
Kemâlât yolunda ilerleyen bir derviş, gece vakti mescitte
namaz kılıyordu. Yağmur yağmaya başladı.
Dervişin gönlü namazda bir an için evine yöneldi.
O anda içinden bir ses onu şöyle uyardı:
“– Ey derviş! Kıldığın bu namazla bizim için bir şey yapmış
olmuyorsun! Zîrâ sendeki güzel olanı (gönlünü) evine
gönderdin, buradaysa bedenini bıraktın!..”
Bir hadîs-i şerîfte şöyle buyurulur:
“Nice gece namazı kılanlar vardır ki, onların kıldıkları namazdan nasipleri uykusuz kalmaktan ibârettir.”
(Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 373)
Netîcede bütün iş, dönüp dolaşıp kalbî olgunluk ihtiyâcına dayanmaktadır.
Oruç ibâdetinde de durum,
namazdan farklı değildir.
Yâni orucun, hem zâhirî, hem de bâtınî esaslarına riâyetle tutulması gerekmektedir.
Oruç, günahları silip süpüren bir ibâdettir. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Kim fazîletine inanarak ve karşılığını Allâh’tan bekleyerek Ramazan orucunu tutarsa, geçmiş günahları
bağışlanır.”
bağışlanır.”
(Buhârî, Savm, 6) buyurur.
Orucun gâyesi, açlık çektirmek değildir.
Cenâb-ı Hak:
Cenâb-ı Hak:
“Ey îmân edenler! Oruç sizden önce gelip geçen ümmetlere farz kılındığı gibi size de farz kılınmıştır.
Umulur ki takvâ sahibi olursunuz.”
(el-Bakara, 183)
Umulur ki takvâ sahibi olursunuz.”
(el-Bakara, 183)
âyet-i kerîmesiyle, oruçtan gâyenin takvâya ermek olduğunu ifâde buyurmuştur.
Bu bakımdan oruç, sadece mîdenin değil,
bütün uzuvlarla birlikte kalbin de orucudur.
Kalb, Allâh’ın verdiği nimetlerin kadrini tefekkür ederek, orucun rûhânî derinliğine nüfûz etmelidir.
Oruç, insanda merhamet, şefkat gibi hisleri inkişâf ettiren mânevî bir eğitimdir.
Oruç tutan insanda bu his ve düşünceler galeyâna gelmiyorsa, oruç sûretâ tutuluyor demektir.
Hele bu ibâdet esnâsında dedikodu ve gıybet yapmak, onun feyiz ve sevâbını imhâ etmektir.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Nice oruç tutanlar vardır ki, tuttukları oruçtan onlara kalan sadece açlık ve susuzluktur.”
(Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 373) buyurmuştur.
Bu da gösteriyor ki oruçta da kalbî ve rûhî hayata ihtiyaç vardır.
Müminin diğergamlık tezâhürü olan zekât ibâdetinde de kalbî hassâsiyet büyük önem arz etmektedir.
Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de müminlerin vasıflarını sayarken:
“Onların mallarında, (ihtiyâcını arz edebilen) sâile ve (hâlini arz edemeyen) mahruma bir hak vardır.”
(ez-Zâriyât, 19) buyurmuştur.
Eğer bir müminin rûhî yapısı güçlü ise,
malının zekâtını verirken, sanki kendi malını değil de
muhtâcın ve mahrûmun kendi malında var olan hissesini iâde
ediyormuşçasına tabiî, memnûn ve hattâ müteşekkir bir
şekilde vererek zekâtın hakîkî fazîletine vâsıl olur.
Çünkü alan şahıs, veren şahsın farz bir ibâdetini yerine
getirmesine yardım etmektedir.
Kendisinin kazâ ve belâlardan korunmasına, âhiret nîmetlerine nâil olmasına vesîle olmaktadır.
Kâmil bir mümin;
“Muhakkak ki sadaka, muhtacın eline geçmeden evvel Allâh’ın (kudret) eline geçer.”
(Taberânî, Mûcemu’l-Kebîr,
IX, 109)18
IX, 109)18
hadîs-i şerîfinin sırrına mazhar olabilmek için,
verdiği malı hakîkatte Allâh Teâlâ’nın kudret eline
bıraktığının firâsetiyle hareket eder. Bu da, zekât ibâdetinin
kemâlini sağlayan derûnî bir zemindir.
Tabiî ki bu nezâket de kalbî olgunlukla mümkündür.
Hattâ büyüklerimiz; infâk ederken,
infâk ettikleri şeyi güzelce süsleyip paket yaparak îtinâ ile
vermişlerdir. Çünkü infâk, önce Allâh’a ulaşacak,
daha sonra muhtaç kula intikâl edecektir.
Bunlar, İslâm’ı kalbî rikkat ve nezâketle yaşamanın zarîf tezâhürleridir.
Cenâb-ı Hak, “… Sadakaları Allâh alır…” (et-Tevbe, 104)
buyurmak sûretiyle infakta gösterilmesi gereken bu edeb ve nezâkete işâret etmektedir.
Diğer taraftan bu kalbî hassâsiyetlerden mahrûm bir şekilde,
kaşıkla verip sapıyla gözünü çıkarırcasına insanı rencide edici
bir üslûb ile vermek,
yapılan infâkın ecrini kendi eliyle imhâ etmektir.
Çünkü İslâm, nâdân, hodgâm ve kaba bir insan tipini
reddeder. Müslüman hassas, nâzik, rakîk bir insandır.
Bunlar ise hep kalbî seviyeye bağlıdır.
Bu kalbî incelikler hac ibâdetinde daha da öne çıkar.
Hac zâhiren şeklî ve bedenî tarafı ağır basan bir ibâdet
görünümündedir.
İhrâm, tavaf, Arafat’ta vakfe, kurban kesmek,
Müzdelife’ye gitmek gibi.
Bunlar ise, haccın sâdece sûret tarafıdır.
Haccın mânevî yapısına bakıldığında ise,
kıyâmetin ve mahşer gününün hatırlanması,
ilâhî hesabın tefekkürü,
geçen ömrün muhasebesi görülür.
Müminler câmide, makâm-mevkî,
zengin-fakir ayrımı gözetmeksizin aynı safta,
omuz omuza namaz kılarlar.
Bununla birlikte giyim ve kuşamlarına bakarak
onların ictimâî hayattaki mevkîlerini ve refah seviyelerini
az çok anlamak mümkündür.
onların ictimâî hayattaki mevkîlerini ve refah seviyelerini
az çok anlamak mümkündür.
Fakat hacda bu bile yoktur.
Milyonlarca insan âdetâ beyaz bir kefene bürünmüş,
dünyevî rütbe ve apolet farklılığı tamamen ortadan kalkmıştır.
Hacılar kalbî bir inceliğe, zerâfete ve duygu zenginliğine yönlendirilmiştir.
Öyle ki ihramlıyken bâzı meşrû şeyler bile yasak hâle gelmiştir. Meselâ, ot koparmak,
hayvan öldürmek,
av avlamak,
hattâ avcıya avı göstermek bile yasaklanmıştır.
av avlamak,
hattâ avcıya avı göstermek bile yasaklanmıştır.
Boş konuşmalar ve gereksiz meşgûliyetler men edilmiş,
böylece kalb hassâsiyetinin yüksek bir seviye kazanması hedeflenmiştir.
Kurban ibâdeti de zâhiren müşahhas bir faâliyeti gerektirir.
Fakat diğer ibâdetlerde olduğu gibi kurbanı da makbûl kılan,
kalbin ameli olan niyettir. Bu husustaki fermân-ı ilâhî çok
nettir. Âyet-i kerîmede buyurulur:
لَن يَنَالَ اللَّهَ لُحُومُهَا وَلَا دِمَاؤُهَا وَلَكِن يَنَالُهُ التَّقْوَى مِنكُمْ
“Onların ne etleri ne de kanları Allâh’a ulaşır; fakat O’na sadece takvânız ulaşır.” (el-Hacc, 37)
Âyet-i kerîmeden de anlaşılacağı üzere kurban kesmediği
takdirde etrafın ayıplamasından korkarak veya buna benzer
düşüncelerle kurban kesenlerin,
bununla Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını tahsîl etmeleri mümkün değildir.
Nitekim Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-’ın oğullarından
Kâbil’in, yasak savma kabîlinden sunduğu kurbanının kabul
edilmemesi, buna karşılık, Hâbil’in samîmiyetle Allâh’a
sunduğu kurbanın makbul olması, bu gerçeğin diğer bir
şâhididir.
Bu hâdise Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle anlatılır:
“Onlara,
Âdem’in iki oğlunun haberini gerçek olarak anlat: Hani birer kurban takdim etmişlerdi de birisinden kabul edilmiş, diğerinden ise kabul edilmemişti.
Âdem’in iki oğlunun haberini gerçek olarak anlat: Hani birer kurban takdim etmişlerdi de birisinden kabul edilmiş, diğerinden ise kabul edilmemişti.
(Kurbanı kabul edilmeyen kardeş, kıskançlık yüzünden),
«– Andolsun seni öldüreceğim» dedi. Diğeri de «Allâh ancak takvâ sahiplerinden kabul eder.» dedi.” (el-Mâide, 27)
Bütün bunlardan da anlaşılacağı üzere ibâdetlerin
“makbûl”, amellerin “sâlih” vasfa kavuşabilmesi,
ancak kalbî olgunluk ve dirâyetle mümkün olabilmektedir.
O takdirde her şeyden önce mânevî terbiye ile kalbin tasfiye
edilmesinin elzem olduğu gerçeği hâsıl olmaktadır.
Ancak bunun mânâsını iyi anlamak îcâb eder.
Çünkü huşû ve takvâ ile ibâdet yapamama endişesi ve riyâ
tehlikesi sebebiyle, -kusurlu da olsa- yapılmakta olan amelleri
terk etmek, aslâ doğru olmaz.
Yapılan amelleri terk etmek değil,
onları mümkün olduğunca ihlâs, huşû ve takvâ gibi kalbî
hassâsiyetlerle kemâle erdirmeye gayret etmek lâzımdır.
Çünkü mâneviyat yolu çetinliklerle doludur.
Nefsânî temâyüllerle mücâdeleyi gerektirir.
Netîceye birdenbire ve basit bir şekilde ulaşılamaz.
Huşû, mânevî yükselişte bir zirvedir.
Zirveye tırmanmak ise, adım adımdır.
Bu yolda hem beşerî irâdeyi kullanmak ve hem de Cenâb-ı
Hakk’ın lutuf ve keremini niyâz etmek lâzımdır.
Amellerin keyfiyetini kalbin istikâmeti tâyin ettiğinden;
kalbe kâmil bir istikâmet kazandırmayı hedefleyen tasavvufun
lüzûmu apaçık ortadadır.
Bu bakımdan, yüce dînimizi kuru bir kâideler manzûmesi
olarak görmek ve bu şekilde takdîm etmek arzusunda olan
kimi çevrelerin tasavvufu red yönündeki çırpınışları hayli
mânidardır.
Hatâ, yanlışlık ve istismarlar, her sahada olduğu gibi dînî ilimlerde de vâkî olabilir.
Bunlar, ehli tarafından gâyet kolay bir sûrette temyîz edilebilir.
Fakat bu hatâ ve istismarları, -kasıtlı olarak- sırf dînin kalbî hayatı demek olan tasavvuf ilmine münhasırmış gibi göstererek onu red ve inkâr etmek,
beşerî olan zaaf ve kusurları dîn veya tasavvufun aslına mâletmek gibi bir mantıksızlığın eseridir.
beşerî olan zaaf ve kusurları dîn veya tasavvufun aslına mâletmek gibi bir mantıksızlığın eseridir.
Yâni, süflî arzuları için tasavvufu istismâr edenlerin
mevcûdiyeti sebebiyle diğer tarafta istikâmet üzere devâm
eden tasavvuf anlayışını da reddetmenin hiçbir mantıkî îzâhı
olamaz.
Bu durum, tıpkı tıp ilmini yanlış gâyeler için kullanan kimseler var diye, o ilmi tümden redde kalkışmaya benzer.
Böyle bir anlayış ise, ya çok gâfilce ya da ard niyetli bir düşüncenin mahsûlüdür.
Tasavvufu yaşadığını zanneden birtakım liyâkatsiz veya kötü niyetli insanların tatbikâtına bakarak onu anlamak
imkânsızdır.