Murâdı Şahâdet Olan Sultan
Mehmet GÜLGÖNÜL
Bursa’nın mânâ köklerini besleyen ruhaniyetli köşelerden biri de, Çekirge semtidir. Burası, Uludağ’ın yeşil eteklerinde parıltılı bir gerdanlık gibi asılı duran Hüdavendigâr Külliyesi ile de meşhurdur. Orhan Gazi, Hisar dışında inşa ettirdiği binalarıyla şehri ova istikametine açmış; Sultan Birinci Murad da, Hisar ile Emir Hanı arasında gerilen bu yayı, bir ipi ortasından tutup çeker gibi Çekirge’ye doğru uzatmıştır. Şehrin batı yakasına kurulan külliye; cami, türbe, imaret, hamam, çeşme, şadırvan, çınar ve servileriyle her mevsim huzur imbikleyen havadar bir bahçe içindedir. Ahmet Hamdi Tanpınar, bir Bursa seyahatinin ardından bu şehirde bıraktığı bazı hislerini Hüdavendigâr Camii’nde aramaya koyulur. Hayalleri mazi, hâl ve istikbali birden gösteren sihirli bir aynaya dönüşür. Bu bahçe, hakiki mânâsını Şehit Padişah Murad Hüdavendigâr’ı ağırlıyor olmasından almaktadır. Sırpsındığı Zaferi’nin bir şükür nişanesi olarak 1364–1365 yıllarında alt katı ibadethâne, üst katı medrese olarak inşa edilen Hüdavendigâr Camii, Osmanlı mimarisinde akıl ile kalbi aynı yapıda cemetmiş güzel örneklerdendir.
Cami, hem taş ve mermerin hünerli ellerde mimarî estetiğe dönüştüğü görkemli endamıyla, hem de kapalı avlulu ve iki katlı medrese modeliyle ilk dönem Osmanlı mimarisinin en gözde tecrübelerinden biridir. Yıldırım Bayezid’in yaptırdığı türbe, insanı adım atar atmaz dokunan sessizliğiyle kucağına çeker. Parıldayan âsûde bir yıldızdır burada zaman; seferler ve cenklerle geçen hareketli yıllar, asırların içinden kopup helezonik bir vakumlamayla bu kutlu kubbenin altında toplanır. Bursa’da yatan Osmanlı padişahları için ölümü bir mükâfata dönüştüren ve onlara ‘bir evliya talihi yaşatan’ mânâ bu olsa gerek. Şehit hünkâr ile akrabalarının olanca heybetiyle yükselen, semavatla her an buluşuyormuş hissi veren merkadlerinin başucundayken düşünmeden edemeyiz; sandukaların kapakları bir an için açılıp da ecdat rüyalarında mahfuz gülbanklar, naralar, tekbirler ve tehliller bu berrak sessizliğin kristal çehresini damar damar çatlatır mı? Yahya Kemal’in mısraları bir an için hakikat olur mu ki burada?
“Âhiret öyle yakın seyredilen manzarada
O kadar komşu ki dünyaya, duvar yok arada,
Geçer insan bir adım atsa birinden birine,
Kavuşur karşıda, kaybettiği bir sevdiğine.”
1362 yılında Osmanlı’nın üçüncü padişahı olarak tahta geçen Sultan Murad, Tanpınar’ın, bir buçuk asır boyunca bütün Osmanlılar için model insan saydığı Orhan Gazi ile kuruluş ufkunda bir hayır hasenat çiçeği olarak açan Nilüfer Hatun’un oğullarıdır. İdare ve savaş derslerini lalası Şahin Paşa’dan alan şehzade; gençliğini ahîlerin, âlimlerin ve sanat erbabının dizleri dibinde geçirir. Murâd-ı Evvel ve Gazi Hünkâr isimleriyle de anılan sultan, 1382’den itibaren Hüdavendigâr (amir, hâkim, en büyük hükümdar) unvanını alır. Bu ismin daha önce sancakbeyliği yaptığı Bursa’ya da verilmesiyle ilk hatıralarının beşiği olan bu şehre isim babalığı yapar. Tarihler onu, çok sevdiği Rabb’ine kavuşmak arzusu ile yanıp tutuşan bir hünkâr olarak yâd eder, 1389’da bu murâdına erdiği için de “Kosova Şehidi Murad Hüdavendigâr” diye kaydeder.
Murad Hüdavendigâr, evvelâ bir ‘asker’dir. Şehzadeliği sırasında babası Orhan Gazi’nin Rumeli gazalarına saldığı hünkâr, ömrü boyunca 37 muharebeye iştirak etmiş, nihayet gazi unvanını şehit nişanıyla da taçlandırmıştır. Trakya’ya ilk Osmanlı pençelerini atan ağabeyi Süleyman Paşa’nın izinden gider ve Osmanlı fidanının dal budak salıp asırların göğsüne yaslayacağı asıl dinamizmi Rumeli coğrafyasında arar. Hüdavendigâr’ın tahta geçişi sırasında hususen Balkanlar, siyasî çekişmelerin kör kuyularında boğulmakta, merhametten nasipsiz derebeylerinin bitmek bilmeyen zulmü altında inlemekte, nice zamandır kudretli ve şefkatli bir elin gelip başlarını okşamasını beklemektedir.
Anadolu’daki birçok Türk beyliği de hassaten sulh yolunu tercih eden hamiyetli sultanın yamaçlarında toplanmaya namzettir. Umumî manzara Marmara’nın her iki yanında siyasî ve askerî hâkimiyet kurmayı, hemen akabinde de bu yerlerde içtimaî ve medenî bir nizam tesis etmeyi zarurî kılmaktadır.
Rumeli Beylerbeyi Lala Şahin Paşa ve Kazasker Çandarlı Kara Halil’in idarî ve askerî kabiliyetleri; Gazi Evrenos, Hacı İlbey ve Kara Timurtaş Paşa gibi gaza erlerinin samimi gayretleriyle Osman Gazi’nin muazzez vasiyetini yerine getirip i’lâyı kelimetullah semalarında uçmak için ‘Balkanların başkenti’ Edirne fethedilir. Askerî harekât merkezi yapılan bu şehirden ateşîn bir ruhla sıçrayan Osmanlı kartalı, dev adımlarıyla Rumeli burçlarına basa basa ilerler ve Makedonya zirvelerine konuverir. Rumeli bahçelerinden Gümülcineler, Vardarlar, Kavalalar, Samakovlar, Ohriler, hepsi birden yeni bir vatanın müjdecisi olurlar. Akıncılar kâh Bosna-Hersek dağlarında kâh Arnavutluk eteklerinde görünürler. Mamafih Osmanlı orduları, şairin diliyle ‘ardında çil çil kubbeler serperek’ ve bastığı yerleri ihya ederek ilerler. Horasan ellerinde mayalanıp Anadolu’nun bağrında her biri birer ‘Yunus’ olup tüten dervişler, alperenler ve gaziler bu defa fetihlerden çok önce Rumeli’nin en sarp geçitlerinde, en ücra köşelerinde otağlarını kurup, feyizli ruhlarıyla nefes alıp verdikleri her yeri Osmanlı fütuhatına hazır hâle getirirler. Gidilen ülkelere, cami, medrese, darüşşifa, imaret, han, bedesten, çarşı gibi müesseseler inşa edilir. Mânevî simyagerlerin bir dizi hummalı faaliyetiyle Rumeli kısa zamanda, Sultan Murad’ın ellerinde baştan sona sulh soluklayan bir Osmanlı ili oluverir.
Murad Hüdavendigâr, güçlü bir ‘devlet adamı’dır. Bu dönemde ‘Rumeli Beylerbeyliği’ ve ‘kazaskerlik’ makamları oluşturulur; Rumeli’de zeamet ve tımarlı sipahi teşkilâtının yanı sıra, savaş atlarının bakım işlerini yürütmek maksadıyla bir ‘voynuk’ birliği kurulur. Ayrıca ‘Pencik Sistemi’ ve ‘devşirme’ usulleri tatbik edilerek Yeniçeri Ocağı’nın temelleri atılır, savaş gücünü artırmak için ‘Topçu Ocağı’ kurulur. Devletin ilk mâlî düzenlemeleri de bu devirde yapılır.
Kosova’da Asr-ı Saadet rayihaları
Osmanlı akıncılarının kâh Tuna’nın mavi sularında kâh Makedonya’nın rüzgârlı ovalarında gaza türküleri söylemeye başlamasından artık iyice tedirgin olan Haçlılar, Osmanlılar aleyhine yeni bir ittifak kurarlar. Murad Han’ın emrinde toplanan Osmanlı kuvvetleri, 1389 senesinin sıcak bir yaz gününde Üsküp ile Priştine arasındaki Kosova’da düşman ordusuyla karşılaşır. Ne var ki, Kosova’yı kaplayan şiddetli rüzgâr, tozu dumana öyle bir katar ki, göz gözü görmez olur. Murad Han’ın hâlet-i ruhiyesi o gün bir başkadır. Kalbi heyecandan pır pır atar; hep bir adım önünden giden gâye-i hayalini bu defa elinden kaçırmak niyetinde değildir. Tarihler, Hünkârın o geceyi namaz ve Kur’ân’la ihya ettiğinden bahseder. O gün savaş meydanı sanki bir Asr-ı Saadet yiğidini ağırlar; sultanın yüreğinde kopan fırtınalar, gecenin sonunda melekleri bile imrendirecek bir yakarışa dönüşür: “İlâhî, Seyyîdî, Mevlâyî!, Bunca kerre hazretinde duamı kabul edip beni mahrum etmedin. Yine benim duamı kabul eyle. Bir yağmur verip bu zulümâtı ve gubârı (tozu) def’edip, âlemi nuranî kıl… Yâ Rab beni bu Müslümanlara kurbân eyle, tek bu mü’minleri küffâr elinde mağlup edip helâk eyleme. Bunları mansur ve muzaffer eyle! Bunlarınçün ben canımı kurban ederim. Tek Sen kabul eyle. Asâkir-i İslâm içün teslim-i ruha razıyım. Tek bu mü’minlerin ölümün bana gösterme. İlâhî, beni civarında mihmân edip mü’minler ruhuna benim ruhumu feda kıl. Evvel beni Gazi kıldın, ahir şahadet ruzi (nasip) kıl.” Gözyaşları içinde semaya karışan bu samimi niyaz, Arş-ı Âlâ’yı ihtizaza getirmiş olmalı. Yatağanını yastık, sarığını kefen yapan Osmanlı yiğitleri, harp zamanı gelip çattığında tozdan ve dumandan artık eser kalmayan Kosova Meydanı’nda büyük bir zafer kazanır. Lâkin sultan, muharebe meydanını gezerken Müslüman olmak istediğini söyleyen bir Sırp tarafından hançerlenir. Savaşın sıcaklığı, sinsi bir elin tuttuğu çeliğin soğuk teniyle o anda buz kesilir. Bu hain hamle, bir telâş, bir ah u vah, bir feryad-ı figâna gark eder ovayı. Ağzını irice açmış bir karadelik, az önce göklerde yankılanan ürkütücü muharebe seslerini sanki bir anda yutuverir. Omuzlar çaresizlik içinde çöker, gözler buğulanır, kimi diller tekbire sarılır, kimisi lâl kesilir… İç organları daha sonra ‘Meşhed-i Hüdavendigâr’ ismini alacak olan türbesine, tahnit edilen (mumyalanan) cenazesi ise Bursa’ya getirilerek Çekirge’deki türbesine defnedilir.
Hey koca sultan! Tarihler seni nasıl yazsın? Sen torunlarına nasıl bir miras bıraktın bilir misin? Allah’ın ne sevgili kuluymuşsun ki, Arş-ı Âlâ yakarışından titrerken duanın makbul olduğu beratı geldi. Gülümseyerek gittiğin ölüm, pîrin Hz. Hamza’ya yaptığı gibi senin yollarına da çiçekler serdi. Neydi derdin hey koca Hünkâr! Ülkeler açan bir padişahın, bir hareketiyle dünyaları titreten bir cihangirin en büyük arzusu bu mudur? Yırtıver asırların tozlu ve kalın perdesini, bir kerecik olsun mütebessim çehreni göster, anlatıver şu işin sırrını… Niçin dünya sultanlığına değil de şehitlik sultanlığına meftun oldun? Melâlini anlamayan bir nesle kutlu seferinin maksadını, divanesi olduğun o “aşk-ı ilâhî”nin esrarını anlat! Hafız-ı Şirazî:
“Gönlü aşkla diri olanlar, asla ölmez,
Âlemin günlüğüne adımız kazılmıştır bizim” “
derken Murad ismini mi demlemekteydi gönül kâsesinde? Kim bilir ne lezzet aldın bu son seferinden, kim bilir yüreğin nasıl kabardı, melekler nasıl hayranlıkla mihmândâr oldular sana, kim bilir? Ey Hz. Hamza yoldaşı, ey Hz. Mus’ab sırdaşı, ey sultanlar şehidi; sen, gözü kara serdengeçtilerin, uçurum yürekli akıncıların numune-i imtisali, medâr-ı iftiharısın. Senden sonra analar evlâtlarına: “Sen Hüdavendigar’ın şahadetinde doğdun, vefasız Kosova’nın Murad’ın kanını içtiği senede dünyaya geldin.” dediler. Bursa Kaleiçi’ndeki camin, “Şehadet” ismiyle hatırana sahip çıktı. Niğbolu’da Yıldırımlar, Çaldıran’da Yavuzlar, Plevne’de Gazi Osmanlar, Çanakkale’de Seyitler, Yahyalar, Mehmetler, kınalı kuzular; ah Bedr’in arslanlarına imrenen o babayiğitler… Sanma ki sana gıpta etmediler? Sanma ki ardından, peygamberin aguşuna yaslanmak için şahadet kapılarını dövmediler. Acaba seni hakkıyla anlayabildik mi? Aziz hatırana sahip çıkabildik mi? Anlat Allah aşkına, vatan şairindeki şu hicranın sırrını anlat:
“ “Nerede olsam karşıma çıkıyor bir kanlı ova
Sen misin yoksa hayalin mi vefasız Kosova…
…Söyle Meşhed, öpeyim secde edip toprağını
Yok mudur Murad’ın sende iki üç damla kanı” “
Artık anlıyoruz ki sen; “Bâki kalan bu kubbede bir hoş sada”sın. Toprağını mübarek kanınla suladığın; gönlünü, yüreğini, hayallerini yadigâr bıraktığın Kosova, ebediyete kadar senin hatıranla yaşayacak, “İşte bakın Hüdavendigâr burada yatıyor, onun bir vatanı da burasıdır.” diyecek. Belki de şair: “Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır!” derken senden almıştı ilhamını. Sen bu toprağı vatan yapmakla sadece mekânı değil, zamanı da fethetmişsin meğer! Arkaya bakmadan hicret etmeyi, gidilen yerden geri dönmemeyi ve bir toprağı, gerekirse canı da cananı da feda edebilecek kadar sevmeyi, adına fedakârlık denen tılsımlı bir balköpüğünün içinde asırlarca saklamışsın… Bursa’daki türbenin hakiki yankısı, hâlâ Kosova’da nöbet bekleyen ikiz kardeşinden, Meşhed-i Hüdavendigâr’dan gelmekteymiş, anladık! Hislerimizi ifade edemediğimiz bu anda, kulaklarımızda, kederi kaderi olan münadinin fasılasız gözyaşlarıyla bestelediği hüzün destanı çınlıyor: “Ben o cepkenli yiğidimin Murad Hüdavendigâr gibi gidip de bir yerde, bağrından yediği hançerle, oraya gömülüp geriye dönmemesinin ıstırabını, doğduğumdan bu yana yaşıyorum...”
Himmeti, milleti olup da tek başına bir millet olan nice hizmet erinin ardından yakılan bu ağıt, yine münadinin yaralı yüreğinden damlayan ifadelerle, dilimizde bir dua oluyor:
“ “Yiğidim, rüyalarda olduğu gibi diril gel…
Oturmuş, gözlerimi kapamış hayalini süzerken,
Beyaz atının üzerinde bir sabah erken,
Tıpkı rüyalarda olduğu gibi diril gel…
Hamza aşkına diril gel…
Allah aşkına diril gel…
Kerbela şehitleri aşkına diril gel…
Hüdavendigâr aşkına diril gel…
Tıpkı rüyalarda olduğu gibi diril gel...” “
[SES]http://www.sizinti.com.tr/dosyalar/sesler/64kbps/348/3988.mp3[/SES]
Mehmet GÜLGÖNÜL
Bursa’nın mânâ köklerini besleyen ruhaniyetli köşelerden biri de, Çekirge semtidir. Burası, Uludağ’ın yeşil eteklerinde parıltılı bir gerdanlık gibi asılı duran Hüdavendigâr Külliyesi ile de meşhurdur. Orhan Gazi, Hisar dışında inşa ettirdiği binalarıyla şehri ova istikametine açmış; Sultan Birinci Murad da, Hisar ile Emir Hanı arasında gerilen bu yayı, bir ipi ortasından tutup çeker gibi Çekirge’ye doğru uzatmıştır. Şehrin batı yakasına kurulan külliye; cami, türbe, imaret, hamam, çeşme, şadırvan, çınar ve servileriyle her mevsim huzur imbikleyen havadar bir bahçe içindedir. Ahmet Hamdi Tanpınar, bir Bursa seyahatinin ardından bu şehirde bıraktığı bazı hislerini Hüdavendigâr Camii’nde aramaya koyulur. Hayalleri mazi, hâl ve istikbali birden gösteren sihirli bir aynaya dönüşür. Bu bahçe, hakiki mânâsını Şehit Padişah Murad Hüdavendigâr’ı ağırlıyor olmasından almaktadır. Sırpsındığı Zaferi’nin bir şükür nişanesi olarak 1364–1365 yıllarında alt katı ibadethâne, üst katı medrese olarak inşa edilen Hüdavendigâr Camii, Osmanlı mimarisinde akıl ile kalbi aynı yapıda cemetmiş güzel örneklerdendir.
Cami, hem taş ve mermerin hünerli ellerde mimarî estetiğe dönüştüğü görkemli endamıyla, hem de kapalı avlulu ve iki katlı medrese modeliyle ilk dönem Osmanlı mimarisinin en gözde tecrübelerinden biridir. Yıldırım Bayezid’in yaptırdığı türbe, insanı adım atar atmaz dokunan sessizliğiyle kucağına çeker. Parıldayan âsûde bir yıldızdır burada zaman; seferler ve cenklerle geçen hareketli yıllar, asırların içinden kopup helezonik bir vakumlamayla bu kutlu kubbenin altında toplanır. Bursa’da yatan Osmanlı padişahları için ölümü bir mükâfata dönüştüren ve onlara ‘bir evliya talihi yaşatan’ mânâ bu olsa gerek. Şehit hünkâr ile akrabalarının olanca heybetiyle yükselen, semavatla her an buluşuyormuş hissi veren merkadlerinin başucundayken düşünmeden edemeyiz; sandukaların kapakları bir an için açılıp da ecdat rüyalarında mahfuz gülbanklar, naralar, tekbirler ve tehliller bu berrak sessizliğin kristal çehresini damar damar çatlatır mı? Yahya Kemal’in mısraları bir an için hakikat olur mu ki burada?
“Âhiret öyle yakın seyredilen manzarada
O kadar komşu ki dünyaya, duvar yok arada,
Geçer insan bir adım atsa birinden birine,
Kavuşur karşıda, kaybettiği bir sevdiğine.”
1362 yılında Osmanlı’nın üçüncü padişahı olarak tahta geçen Sultan Murad, Tanpınar’ın, bir buçuk asır boyunca bütün Osmanlılar için model insan saydığı Orhan Gazi ile kuruluş ufkunda bir hayır hasenat çiçeği olarak açan Nilüfer Hatun’un oğullarıdır. İdare ve savaş derslerini lalası Şahin Paşa’dan alan şehzade; gençliğini ahîlerin, âlimlerin ve sanat erbabının dizleri dibinde geçirir. Murâd-ı Evvel ve Gazi Hünkâr isimleriyle de anılan sultan, 1382’den itibaren Hüdavendigâr (amir, hâkim, en büyük hükümdar) unvanını alır. Bu ismin daha önce sancakbeyliği yaptığı Bursa’ya da verilmesiyle ilk hatıralarının beşiği olan bu şehre isim babalığı yapar. Tarihler onu, çok sevdiği Rabb’ine kavuşmak arzusu ile yanıp tutuşan bir hünkâr olarak yâd eder, 1389’da bu murâdına erdiği için de “Kosova Şehidi Murad Hüdavendigâr” diye kaydeder.
Murad Hüdavendigâr, evvelâ bir ‘asker’dir. Şehzadeliği sırasında babası Orhan Gazi’nin Rumeli gazalarına saldığı hünkâr, ömrü boyunca 37 muharebeye iştirak etmiş, nihayet gazi unvanını şehit nişanıyla da taçlandırmıştır. Trakya’ya ilk Osmanlı pençelerini atan ağabeyi Süleyman Paşa’nın izinden gider ve Osmanlı fidanının dal budak salıp asırların göğsüne yaslayacağı asıl dinamizmi Rumeli coğrafyasında arar. Hüdavendigâr’ın tahta geçişi sırasında hususen Balkanlar, siyasî çekişmelerin kör kuyularında boğulmakta, merhametten nasipsiz derebeylerinin bitmek bilmeyen zulmü altında inlemekte, nice zamandır kudretli ve şefkatli bir elin gelip başlarını okşamasını beklemektedir.
Anadolu’daki birçok Türk beyliği de hassaten sulh yolunu tercih eden hamiyetli sultanın yamaçlarında toplanmaya namzettir. Umumî manzara Marmara’nın her iki yanında siyasî ve askerî hâkimiyet kurmayı, hemen akabinde de bu yerlerde içtimaî ve medenî bir nizam tesis etmeyi zarurî kılmaktadır.
Rumeli Beylerbeyi Lala Şahin Paşa ve Kazasker Çandarlı Kara Halil’in idarî ve askerî kabiliyetleri; Gazi Evrenos, Hacı İlbey ve Kara Timurtaş Paşa gibi gaza erlerinin samimi gayretleriyle Osman Gazi’nin muazzez vasiyetini yerine getirip i’lâyı kelimetullah semalarında uçmak için ‘Balkanların başkenti’ Edirne fethedilir. Askerî harekât merkezi yapılan bu şehirden ateşîn bir ruhla sıçrayan Osmanlı kartalı, dev adımlarıyla Rumeli burçlarına basa basa ilerler ve Makedonya zirvelerine konuverir. Rumeli bahçelerinden Gümülcineler, Vardarlar, Kavalalar, Samakovlar, Ohriler, hepsi birden yeni bir vatanın müjdecisi olurlar. Akıncılar kâh Bosna-Hersek dağlarında kâh Arnavutluk eteklerinde görünürler. Mamafih Osmanlı orduları, şairin diliyle ‘ardında çil çil kubbeler serperek’ ve bastığı yerleri ihya ederek ilerler. Horasan ellerinde mayalanıp Anadolu’nun bağrında her biri birer ‘Yunus’ olup tüten dervişler, alperenler ve gaziler bu defa fetihlerden çok önce Rumeli’nin en sarp geçitlerinde, en ücra köşelerinde otağlarını kurup, feyizli ruhlarıyla nefes alıp verdikleri her yeri Osmanlı fütuhatına hazır hâle getirirler. Gidilen ülkelere, cami, medrese, darüşşifa, imaret, han, bedesten, çarşı gibi müesseseler inşa edilir. Mânevî simyagerlerin bir dizi hummalı faaliyetiyle Rumeli kısa zamanda, Sultan Murad’ın ellerinde baştan sona sulh soluklayan bir Osmanlı ili oluverir.
Murad Hüdavendigâr, güçlü bir ‘devlet adamı’dır. Bu dönemde ‘Rumeli Beylerbeyliği’ ve ‘kazaskerlik’ makamları oluşturulur; Rumeli’de zeamet ve tımarlı sipahi teşkilâtının yanı sıra, savaş atlarının bakım işlerini yürütmek maksadıyla bir ‘voynuk’ birliği kurulur. Ayrıca ‘Pencik Sistemi’ ve ‘devşirme’ usulleri tatbik edilerek Yeniçeri Ocağı’nın temelleri atılır, savaş gücünü artırmak için ‘Topçu Ocağı’ kurulur. Devletin ilk mâlî düzenlemeleri de bu devirde yapılır.
Kosova’da Asr-ı Saadet rayihaları
Osmanlı akıncılarının kâh Tuna’nın mavi sularında kâh Makedonya’nın rüzgârlı ovalarında gaza türküleri söylemeye başlamasından artık iyice tedirgin olan Haçlılar, Osmanlılar aleyhine yeni bir ittifak kurarlar. Murad Han’ın emrinde toplanan Osmanlı kuvvetleri, 1389 senesinin sıcak bir yaz gününde Üsküp ile Priştine arasındaki Kosova’da düşman ordusuyla karşılaşır. Ne var ki, Kosova’yı kaplayan şiddetli rüzgâr, tozu dumana öyle bir katar ki, göz gözü görmez olur. Murad Han’ın hâlet-i ruhiyesi o gün bir başkadır. Kalbi heyecandan pır pır atar; hep bir adım önünden giden gâye-i hayalini bu defa elinden kaçırmak niyetinde değildir. Tarihler, Hünkârın o geceyi namaz ve Kur’ân’la ihya ettiğinden bahseder. O gün savaş meydanı sanki bir Asr-ı Saadet yiğidini ağırlar; sultanın yüreğinde kopan fırtınalar, gecenin sonunda melekleri bile imrendirecek bir yakarışa dönüşür: “İlâhî, Seyyîdî, Mevlâyî!, Bunca kerre hazretinde duamı kabul edip beni mahrum etmedin. Yine benim duamı kabul eyle. Bir yağmur verip bu zulümâtı ve gubârı (tozu) def’edip, âlemi nuranî kıl… Yâ Rab beni bu Müslümanlara kurbân eyle, tek bu mü’minleri küffâr elinde mağlup edip helâk eyleme. Bunları mansur ve muzaffer eyle! Bunlarınçün ben canımı kurban ederim. Tek Sen kabul eyle. Asâkir-i İslâm içün teslim-i ruha razıyım. Tek bu mü’minlerin ölümün bana gösterme. İlâhî, beni civarında mihmân edip mü’minler ruhuna benim ruhumu feda kıl. Evvel beni Gazi kıldın, ahir şahadet ruzi (nasip) kıl.” Gözyaşları içinde semaya karışan bu samimi niyaz, Arş-ı Âlâ’yı ihtizaza getirmiş olmalı. Yatağanını yastık, sarığını kefen yapan Osmanlı yiğitleri, harp zamanı gelip çattığında tozdan ve dumandan artık eser kalmayan Kosova Meydanı’nda büyük bir zafer kazanır. Lâkin sultan, muharebe meydanını gezerken Müslüman olmak istediğini söyleyen bir Sırp tarafından hançerlenir. Savaşın sıcaklığı, sinsi bir elin tuttuğu çeliğin soğuk teniyle o anda buz kesilir. Bu hain hamle, bir telâş, bir ah u vah, bir feryad-ı figâna gark eder ovayı. Ağzını irice açmış bir karadelik, az önce göklerde yankılanan ürkütücü muharebe seslerini sanki bir anda yutuverir. Omuzlar çaresizlik içinde çöker, gözler buğulanır, kimi diller tekbire sarılır, kimisi lâl kesilir… İç organları daha sonra ‘Meşhed-i Hüdavendigâr’ ismini alacak olan türbesine, tahnit edilen (mumyalanan) cenazesi ise Bursa’ya getirilerek Çekirge’deki türbesine defnedilir.
Hey koca sultan! Tarihler seni nasıl yazsın? Sen torunlarına nasıl bir miras bıraktın bilir misin? Allah’ın ne sevgili kuluymuşsun ki, Arş-ı Âlâ yakarışından titrerken duanın makbul olduğu beratı geldi. Gülümseyerek gittiğin ölüm, pîrin Hz. Hamza’ya yaptığı gibi senin yollarına da çiçekler serdi. Neydi derdin hey koca Hünkâr! Ülkeler açan bir padişahın, bir hareketiyle dünyaları titreten bir cihangirin en büyük arzusu bu mudur? Yırtıver asırların tozlu ve kalın perdesini, bir kerecik olsun mütebessim çehreni göster, anlatıver şu işin sırrını… Niçin dünya sultanlığına değil de şehitlik sultanlığına meftun oldun? Melâlini anlamayan bir nesle kutlu seferinin maksadını, divanesi olduğun o “aşk-ı ilâhî”nin esrarını anlat! Hafız-ı Şirazî:
“Gönlü aşkla diri olanlar, asla ölmez,
Âlemin günlüğüne adımız kazılmıştır bizim” “
derken Murad ismini mi demlemekteydi gönül kâsesinde? Kim bilir ne lezzet aldın bu son seferinden, kim bilir yüreğin nasıl kabardı, melekler nasıl hayranlıkla mihmândâr oldular sana, kim bilir? Ey Hz. Hamza yoldaşı, ey Hz. Mus’ab sırdaşı, ey sultanlar şehidi; sen, gözü kara serdengeçtilerin, uçurum yürekli akıncıların numune-i imtisali, medâr-ı iftiharısın. Senden sonra analar evlâtlarına: “Sen Hüdavendigar’ın şahadetinde doğdun, vefasız Kosova’nın Murad’ın kanını içtiği senede dünyaya geldin.” dediler. Bursa Kaleiçi’ndeki camin, “Şehadet” ismiyle hatırana sahip çıktı. Niğbolu’da Yıldırımlar, Çaldıran’da Yavuzlar, Plevne’de Gazi Osmanlar, Çanakkale’de Seyitler, Yahyalar, Mehmetler, kınalı kuzular; ah Bedr’in arslanlarına imrenen o babayiğitler… Sanma ki sana gıpta etmediler? Sanma ki ardından, peygamberin aguşuna yaslanmak için şahadet kapılarını dövmediler. Acaba seni hakkıyla anlayabildik mi? Aziz hatırana sahip çıkabildik mi? Anlat Allah aşkına, vatan şairindeki şu hicranın sırrını anlat:
“ “Nerede olsam karşıma çıkıyor bir kanlı ova
Sen misin yoksa hayalin mi vefasız Kosova…
…Söyle Meşhed, öpeyim secde edip toprağını
Yok mudur Murad’ın sende iki üç damla kanı” “
Artık anlıyoruz ki sen; “Bâki kalan bu kubbede bir hoş sada”sın. Toprağını mübarek kanınla suladığın; gönlünü, yüreğini, hayallerini yadigâr bıraktığın Kosova, ebediyete kadar senin hatıranla yaşayacak, “İşte bakın Hüdavendigâr burada yatıyor, onun bir vatanı da burasıdır.” diyecek. Belki de şair: “Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır!” derken senden almıştı ilhamını. Sen bu toprağı vatan yapmakla sadece mekânı değil, zamanı da fethetmişsin meğer! Arkaya bakmadan hicret etmeyi, gidilen yerden geri dönmemeyi ve bir toprağı, gerekirse canı da cananı da feda edebilecek kadar sevmeyi, adına fedakârlık denen tılsımlı bir balköpüğünün içinde asırlarca saklamışsın… Bursa’daki türbenin hakiki yankısı, hâlâ Kosova’da nöbet bekleyen ikiz kardeşinden, Meşhed-i Hüdavendigâr’dan gelmekteymiş, anladık! Hislerimizi ifade edemediğimiz bu anda, kulaklarımızda, kederi kaderi olan münadinin fasılasız gözyaşlarıyla bestelediği hüzün destanı çınlıyor: “Ben o cepkenli yiğidimin Murad Hüdavendigâr gibi gidip de bir yerde, bağrından yediği hançerle, oraya gömülüp geriye dönmemesinin ıstırabını, doğduğumdan bu yana yaşıyorum...”
Himmeti, milleti olup da tek başına bir millet olan nice hizmet erinin ardından yakılan bu ağıt, yine münadinin yaralı yüreğinden damlayan ifadelerle, dilimizde bir dua oluyor:
“ “Yiğidim, rüyalarda olduğu gibi diril gel…
Oturmuş, gözlerimi kapamış hayalini süzerken,
Beyaz atının üzerinde bir sabah erken,
Tıpkı rüyalarda olduğu gibi diril gel…
Hamza aşkına diril gel…
Allah aşkına diril gel…
Kerbela şehitleri aşkına diril gel…
Hüdavendigâr aşkına diril gel…
Tıpkı rüyalarda olduğu gibi diril gel...” “
[SES]http://www.sizinti.com.tr/dosyalar/sesler/64kbps/348/3988.mp3[/SES]