Mezhepler tarihi

CA'FERIYYE Hz. Ali'nin torunlarindan Câ'fer-i Sâdik (ö. 148/765)'in etrafinda toplanan ve onun ictihadlarina göre amel eden müslümanlarin bagli olduklari siyasi ve fikhî mezhep. Imâm Câ'fer, bütün Sünnîlerce, özellikle tasavvuf ehlince ...


  1. Alt 09-14-2008, 14:39 #11
    Sarax Mesajlar: 678
    CA'FERIYYE

    Hz. Ali'nin torunlarindan Câ'fer-i Sâdik (ö. 148/765)'in etrafinda toplanan ve onun ictihadlarina göre amel eden müslümanlarin bagli olduklari siyasi ve fikhî mezhep. Imâm Câ'fer, bütün Sünnîlerce, özellikle tasavvuf ehlince büyük bir velî olarak kabul edilir. O, kendisini ilme ve tefekküre vermis, Ebû Hanîfe ve Imâm Mâlik gibi büyük müctehidler bile ondan faydalanmistir. Hadîs âlimleri kendisinden hadîs rivayet etme konusunda tereddüt etmislerse de, Imam Sâfiî ve Yahya b. Maîn gibi âlimler onu güvenilir bir muhaddis olarak kabul etmislerdir. Mezheplerinde "imâm" ve "on iki imam" konusuna agirlik verdikleri için bu mezhebe "Imamiyye" veya "Isnâ Aseriyye" adi da verilmistir.

    Câ'fer-i Sâdik Kur'an'i delîl olarak alir, ancak sünnet olarak Ehl-i Beyt tarafindan rivayet edilen hadîsleri kabul ederdi. Kitap ve Sünnet'te delîl bulamazsa, maslahat veya akla göre hüküm veriyordu. Medine'de Ebû Hanîfe ile ilk karsilastiklari zaman ona söyle dedi:"Nûman! Babam bana, dedemden söyle rivayet etti: -Din husûsunda re'yi ile kiyasa ilk basvuran Iblîs'tir. Allah ona, Âdem'e secde et dedi. O da, Ben Âdem'den hayirliyim, çünkü beni atesten, onu topraktan yarattin' dedi. Kim dinde re'yi ile kiyas yaparsa Allah onu Kiyâmet günü Iblîs'e arkadas yapar. Çünkü o, kiyas yapmak suretiyle seytana uymustur." Ebû Hanîfe su cevabi verdi: "Ne münasebet! seytân Allah'in emrine isyan için kiyas yapti. Ben ise, Allah'in emirlerine itaat yollarini bulmak için kiyas yapiyorum." (M. Ebû Zehra, Islâm'da Fikhî Mezhepler Târîhi, (çev. A. Sener) Ankara, 1968, s. 235; Ahmed Emin, Düha'l-Islâm, Kahire 1936, III, 261).

    Temelde Ehl-i Sünnet'e yakin olan Câ'fer-i Sâdik'a ölümünden sonra birtakim iftiracilar birçok seyi isnat etmisler ve bunlari halk arasinda yaymislardir. Imâm Câ'fer, daha hayatta iken mezhep içinde bazi sapik görüsler ortaya atilmis ve bunlari bizzat kendisi reddetmistir. Bu sapiklarin basinda Ebû'l Hattâb Muhammed b. Ebî Zeyneb gelir. Ebû'l Hattâb, küfre düsmüs, peygamberlik davasinda bulunmus ve Câ'fer-i Sâdik'in tanri oldugunu öne sürmüstür. Haramlari helâl saymis ve imami taniyan herkesin haramlardan muaf sayilacagini söylemistir. Üstelik bu görüsleri Câ'fer-i Sâdik adina çikarmistir. Bunu haber alan Câ'fer, Ebû'l Hattab'a lânet etmis, onunla hiçbir ilgisinin bulunmadigini, bütün talebe ve arkadaslarina bildirmis, Islâm ülkelerine mektuplar yazarak bu durumu her tarafa duyurmustur. (Ibnu'l-Esir, el-Kâmil fi't-Tarih, VIII, 9).

    Zeydiye'den sonra Ehl-i Sünnet'e en yakin bir Siî mezhebi olan Câ'ferîligin bazi görüslerini söylece özetlemek mümkündür:

    Imâmiye'ye göre imâmet (devlet baskanligi); nübüvvet gibi ilâhî bir makamdir. Peygamber gibi imâmi da Allah seçer. Insanlarin imam tayin etme yetkisi yoktur. Hz. Muhammed (s.a.s) vefat etmeden önce, kendi yerine kimin imam (halife, müslümanlarin lideri) olacagini nass'la tayin etmistir. Bu imam da kendinden sonra gelecek olani ayni sekilde belirlemistir. Imâmin zahir, meshur ve meydanda olmasi caiz oldugu gibi; gaib, mestur ve gizli olmasi da mümkündür. Son imam Muhammed Mehdî onikinci imam olup, hâlen hayattadir, fakat gaibtir. Imâmin bulunmadigi bir zaman yoktur. Simdi gaib olan Mehdî'ye naibler (âyetullahlar) vekâlet etmektedir.

    Oniki imâm sunlardir: 1) Ali el-Murtaza, 2) Hasan el-Müctebâ (ö. 50/670), 3) Hüseyin es-Sehid (ö. 61/681), 4) Ali Zeynelâbidin (ö. 94/713), 5) Muhammed Bâkir (ö. 113/731), 6) Câ'fer es-Sâdik (ö. 148/765), 7) Musa Kâzim (ö. 183/799), 8) Ali Riza (ö. 192/808), 9) Muhammed Cevad (ö. 220/835), 10) Ali Hâdi (ö. 254/868), 11) Hasan Askerî (ö. 260/874), 12) Muhammed Mehdî (gizlendigi tarih 260/874).

    Câferîlere göre imâmlik mertebesi, insan olmanin üstünde; fakat peygamberligin altinda bir makamdir. Imamlar peygamber gibi masum olup, yanilmazlar, günah islemezler. Câ'ferîler imamin masumiyetini söyle açiklarlar: "Ondan, büyük küçük, kasden veya yanlislikla unutarak, yahut ictihadinda hata ederek, yahut da Allah'in hataya sevketmesi sebebiyle olsun, hiçbir günah sadir olmaz. Bu imamin sözü dinlenir, korkusu kalpten çikmaz bir kisi olmasi için böyledir. Onlardaki ismet sifati, Allah onlarin akillarini kemâle erdirdigi andan itibaren ruhlarini kabzedene kadar onlardan ayrilmaz bir vasiftir.

    Câ'ferî'ye göre meleklere, kitaplara ve kadere iman Allah'a ve peygambere imanin içindedir. Onlara göre Hz. Muhammed (s.a.s)'den sonra halîfe olma hakki Hz. Ali'nin idi. Bu konuda ayet ve hadîsler mevcuttur. Fakat Ashab-i Kirâm'in ileri gelenleri, kendi ictihadlarina dayanarak bu nass'lari tevil ettiler ve Hz. Ebu Bekir'i halife seçtiler. Hz. Ali ve ona tabi olan bir grup, bu seçimi kabul etmedi. Ancak fitne çikmamasi için Ebû Bekir'e bey'at ettiler. Ilk üç halifede gördügü ehliyet ve liyâkat sebebiyle Hz. Ali, hilâfet hakkindan feragat etmisti. Ancak Muaviye'nin degil halife, vali olarak kalmasinin bile zararli oldugu kanaatine vardigi için Emevîlere karsi savas ilân etmistir. Câ'ferîler, ilk üç halifenin imâmligini kabul etmemekle beraber onlara karsi saygili olduklari halde, Muaviye ve oglu Yezid'e lânet okurlar. (Muhammed Hüseyin, Kâsifu'l-Gita, Aslu's-Sia ve Usulühâ, Kahire 1958. 126 vd.; Musevî, el-Muracaa, Beyrut 1393, 168).

    Câ'feriye mezhebi mensuplari, onikinci imam Muhammed'in evinde "sirdap" diye adlandirilan bir siginaga girip gizlendigine ve bir daha dönmedigine inanirlar. Ancak gizlenen onikinci imamin yasi konusunda ihtilaf edilmis ve bazilari gizlendiginde yasinin dört oldugunu söylerken, bazilari da sekiz yasinda oldugunu ileri sürmüstür. Yine, gizlenen imamin verecegi hüküm konusunda ihtilaf olmustur. Bazilari, kayboldugu yastayken, halifenin bilmesi gereken seyleri bildigini ve ona itaat etmenin vacip oldugunu öne sürerken; diger bir kismi da hüküm vermenin gizlenen imamin mezhebine bagli âlimlere ait oldugunu iddia etmislerdir.

    Isna aseriyye, diger adiyla Câ'ferîye mezhebine göre din, Ehl-i Sünnet'te oldugu gibi iki ana bölümde ele alinir. 1) Usû-i Din, 2) Furû-i Din. Usûlü Din (dinin asillari) bes esas üzerine kurulmustur: Tevhîd, Nübüvvet, Imâmet, Mead (Ahiret), Adalet.

    Tevhîd: Allah birdir (vâhid), tektir (ahad). Onun zati her türlü noksan sifatlardan münezzehtir. Esi,benzeri ve mahlûkatina benzer bir tarafi yoktur.

    Nübüvvet: Peygamberlik, Allah'in seçtigi kullarini Cebrâil vasitasiyla ve vahy yoluyla ilâhî bir vazife ile mükellef kilmasidir. Peygamberler Allah'in emirlerini halka teblig eder ve onlari dogru yola iletirler. Onlar insanlarin en üstünü ve kullarin en hayirlisidirlar. Emindirler, masumdurlar ve teblig vazifelerinde bir noksanlik ve hata bulunmaz. Peygamberler ilâhî bir lütuf ve hazinedir. Hz. Muhammed (s.a.s) bütün peygamberlerin en üstünü ve sonuncusudur. Onun en büyük mûcizesi Kur'an'dir.

    Imâmet: Imân, dinin asillarindan olan imamete inanmakla tamamlanabilir. Imamiye, nübüvvetin nasil Allah'tan bir lütûf olduguna inanirsa, her asirda peygamberlerin vazifeleriyle vazifelenmis, insanlarin hidayet ve irsadlarini üstlenmis bir imamin varligina da inanir.

    Meâd (Ahiret): Bu, ölümden sonra ahiret hayatinin hak oldugu esasidir. Kiyamete dair Kur'an ve hadîslerde geçen mîzan, soru, hesap, sirat, sefaat, Cennet, Cehennem hepsi gerçektir, bunlarin hiçbiri akilla yorumlanamaz. Keyfiyetini de bilemeyiz. Fakat hepsinin gerçek olduguna inaniriz. Mead cismanîdir ve bunlara icmalen iman yeterlidir ve yorumsuz olarak kabul etmek gerekir.

    Adalet: Isna aseriyye'ye göre dinin besinci asli ve dolayisiyla inanç esaslarindan olan adalet, Allah'in adil; kulun da iradesinde ve fiillerinde hür ve muhtar olusudur. Onun, iyiye iyiligine karsilik mükâfatta, kötüye kötülügüne karsilik mücazatta bulunmasi adaletinin zarurî bir icabidir. Kul, fiillerinde hür ve muhtardir.

    Isna aseriyye, ser'i hükümlerin kaynagi olarak dört esasi kabul eder. Bunlar, kitap, sünnet, icma ve akildir. Ayrica füru-u din ikiye ayrilir: 1) Ibâdât, 2) Muamelât.

    Ibâdât: Namaz, oruç, hacc, zekât, humus, cihat, emri bi'l ma'ruf nehyi ani'l-münker, Tevellâ ve Teberrâ'dan olusan bir bütündür.

    Muamelât: Ticaret hayati, sahis hukuku, cezalar, evlenme, miras ve benzeri hususlardir.

    Görüldügü gibi Isna aseriyye, usûl-i din dedigimiz inanç esaslari ve fer'i hükümlerde, yani fikhî konularda Ehl-i Sünnet'ten çok farkli düsüncelere sahip bulunmamaktadir. Ancak Tevhîd, Nübüvvet ve Ahiret gibi üç büyük esasta Ehl-i Sünnet ile birlesmis olmalarina ragmen; Imametin dinin esaslari arasinda zikredilmesi dolayisiyla Hz. Peygamberden sonra belIi kisilerin peygamber gibi "ismet" sifatina ve baskalarinda bulunmayan "özel bir bilgi"ye sahip bulunduklari hususlarinin kabul edilmesiyle Ehl-i Sünnet'ten ayrilmaktadir. Ayrica takiyye ve bedâ, Câ'ferîlik'te önemli iki inanç konusudur. Onlar, cebir ve zor karsisinda bir Siî'nin inancini gizlemesine "takiyye"* adini verirler. Muaviye'nin baskisi altinda inançlarini gizleyen Siî'ler Mekke döneminde sahabenin de müsriklerin baskisindan kurtulmak için bu prensibe basvurduklarini söylerler. Onlara göre, takiyye bazen farz, bazen caiz, bazen da haram olur.

    Bedâ ise, Cenâb-i Hakk'in Levh-i Mahfuz'a* yazdigi bir seyi vahiyle peygamberine bildirdikten sonra degistirmesidir. Bu durum, velî ve imamlar için de söz konusudur. Islâm serîatinin önceki serîatlari neshetmesi veya Islâm serîatinda bazi ayetlerin diger ayetleri neshetmesi de bedâ kavramina yakindir. (Muhammed Hüseyin, a.g.e., 131).

    Câ'ferîlik bugünkü Iran'da çogunlugun ve Iran Islâm devletinin resmî mezhebidir. Iran'dan baska, Türkiye'de Kars ve çevresinde çok az olmak üzere Irak, Suriye, Lübnan, Afganistan ve Hindistan'da Câferîler vardir. Imâm Câ'fer'den sonra yüzyillar boyunca yapilan ictihadlarla bir hayli genisleyen Câferîye fikhi, yukarida zikredilen yerlerde ve bir kisim Ortadogu ülkelerindeki küçük cemaatler halinde bulunan Siîler arasinda tatbik edilmektedir.

    Hamdi DÖNDÜREN

  2. Alt 09-14-2008, 14:39 #12
    Sarax Mesajlar: 678
    ISMAILIYYE

    Sianin müfrit ve bâtinî bir kolu. Imamiyyenin Hz. Ali neslinden altina imami Cafer a-Sadik (148/765)'in ölümünden sonra büyük oglu Ismail'in adina ortaya çikan bir firka. Ismailliye siasi yedinci imam olarak Cafer es-Sâdik'in büyük oglu Ismail'in oldugu görüsündedirler. Imâmîyye'ye göre kesin olarak açikliga kavusturulamamis bazi sebepler nedeniyle Ismail'de bulunan görev küçük kardesi Musa'ya intikal etmistir. Bu haksizligin Ismail taraftarlarinca ve özellikle Ismail'in arkadasi Ebu'l-Hattab (138/755) tarafindan "Ismailiyye" adi altinda bir firka tesekkül ettirilmistir. Zamanla kuvvet kazanan Ismailiyye firkasi prensip ve görüsleriyle, ihtilâlci teskilat temellerini yine Ebu'l-Hattab'in olusturdugu görülür. Bu firka taraftarlari Ismail'in ölümüyle oglu Muhammed ve Ebu'l-Hattab'dan sonra Meymun el-Kaddâh ve yerine oglu Abdullah (261/784)'in geçmesiyle kisa sürede yayilma imkâni buldu. Bunlar ayni zamanda Islâm öncesi eski Ortadogu, Iran ve Hind dinleri ile yeni Eflâtuncu felsefeden derledikleri inanislari ile Bâtinî inanisi denilen bir akîdenin mimarlari olmuslardir.

    Irak'ta ortaya çikisindan sonra iki buçuk asir gibi uzun bir süre gizli olarak yürütülen firka faaliyetleri, bu zaman zarfinda dâî (tebligci) ler araciligiyla Kûfe, Basra, Iran, Yemen, Bahreyn, Kuzey Afrika gibi yerlerde kurulari teskilat merkezleri araciligiyla yayilma imkani buldu. Hatta belli bir müddet Bahreyn'de iktidari ele geçiren dâiler, Karmatiler* adiyla fazla yasamayan bir devlet kurmayi basarmislardir. Bir ara Suriye ve Mezopotamya civarlarinda çikardiklari isyanlardan istedikleri sonucu alamadilar (289-294/901-906). Dâîler tarafindan bu tür faaliyetler arasinda nüfuz kazanmak amaciyla ortaya attiklari "dünyanin kurtulusu ve sulhu için Mehdinin gelecegi" görüsü özellikle iktisaden zayif ve baski altinda bulunan, Abbâsî yönetiminden hosnut olmayanlarca benimsenmistir. Bu zaman zarfinda Ismâilîlik mevcut iktidara karsi sosyal ve dini bir güç olarak ortaya çikti. Özellikle Yemen'den Kuzey Afrika'ya gönderilen tebligciler (dâi) kendi görüs ve düsüncelerini orada öylesine basariyla anlattilar ki, "gizli imam" saklandigi yerden çikarak halkin beklentisini geciktirmedi. Kendine "Mehdi" ünvani vererek halife ilan eden "Mehdi" sayesinde Ismailîler 297/909 yilinda Kuzey Afrika'da Fatumî devletini kurdular. Mehdinin halîfeligi hilâfetinin de baslangici olmustur. Devletin Kuzey Afrika'daki kurulus döneminden sonra doguya dogru genisleme siyaseti güderek 363/973 yilinda Kahire'ye sahip olan dördüncü Fâtimî halifesi el-Muiz yeryüzünün tek halifesi oldugunu iddia etme yoluna gitmistir.

    Fâtimî hilâfeti en parlak döneminde Misir, Suriye, Hicaz, Yemen, Kuzey Afrika ve Sicilya gibi topraklari elinde tutuyordu. Ismailiyye firkasi fikrî merkez olarak meshur el-Ezher Medresesi ve Camiini kullaniyor ve burada yetisen dâîler Islâm dünyasinin dört bir yanina tebligci olarak gönderiliyordu. Söz konusu medresede ögrenim görmüs Fatimî müelliflerinden bazilari sunlardir: Kadi Numan (363/974); Hamidü'd-Din el-Kirmânî 408/1017-1018); el-Sirazî (470/1077) vs..

    Misir Fâtimîlerinin hizla yayilmasi Selâhaddin Eyyübî'nin 567/1171 tarihinde yaptigi Misir seferinde onlari yenmesiyle yavaslamistir. Özellikle Ismailiyye firkasinin el-Mustansir'in (424-487/1036-1094) uzun halîfeligi döneminden sonra Nizarî ve Musta'lî diye iki kola ayrilmasiyla daha da güç kaybettigi görülür.

    Ismaililer arasindaki bu çekismeler ordu kumandanlarini Misir Fâtimî devletinde Ismailiyye aleyhtarligina götürmüs ve kisa zamanda halîfelik askerî sinifin elinde bir oyuncak halini almistir. el-Mu'iz zamaninda ise tamamen askerî bir hüviyete bürünmüs ve dini hüviyetini kaybetmis yerel bir Misir hanedanligi biçimine dönüsmüstür. Bu tür bir degisiklik firka taraftarlari arasinda hosnutsuzluga yol açmis ve bunun sonucunda yönetime karsi isyanlar görülmeye baslamistir. Bu isyanlarin en büyügü Ömer Hayyam'in Nisabur'dan ögrencilik arkadasi olan aslen Iranli Hasan Sabbah tarafindan gerçeklestirilmistir.

    el-Mustansir'in ölümüyle Nizâr'a bey'at eden Hasan Sabbah ihtilalci fikirleriyle islâm dünyasinda Bâtiniye akîdesinin yayicisi olmustur. Diger taraftan Nizar'a bey'at etmeyenler ise Yemen'de azinlik olarak kalmislar ve Nizarîlerin aksine Müsta'liligi sessiz bir sekilde yasamaya çalismislardir. Bugün dahi Hindistan'da Bohora (Bohra) adiyla taninmaktadirlar. Musta'lilerde kendi aralarinda Dâvûdî ve Süleymânî olarak bölünmüslerdir. Davûdîlerin merkezi Hindistan, Süleymanîlerin ise Yemen'dir.

    Bohra (Musta'li) lar Bombay, Baroda ve Haydarabat'da teskilatlanmis 1931'de nüfus olarak ikiyüz onüçbin civarinda oldugu tesbit edilmistir. Hindistan'da yasayan Barodalar kendi içlerinde yasamayi tercih ederek Hindlilerle iliskileri çok sinirlidir. Bu durumda onlarin güçlerini yitirmelerini engellemekte ve daima bölünmemis bir güç olma özelligini korumalarini saglamaktadir.

    Diger yandan Yemen'de bulunan Süleymanî Musta'lilerin ise 1930 yilinda 25-30 bin civarinda bir nüfusa sahip olduklari görülmektedir.

    Hasan Sabbah Nizarî Ismâîlîlerin basina geçerek 483/1090 yilinda Selçuklu hükümdari Meliksah'a karsi ayaklanmis, Kazvin'de Alamut kalesini ele geçirerek Bâtinî Ismailiye devletini kurmustur. Kaynaklara göre Hasan Sabbah Selçuklular arasinda Siilik propagandasi yapmaya baslamis ve halki kendi etrafinda toplamaya çalismistir. Kendine bagli bulunan adamlarini uyusturucu vererek fedâiler yetistirme yoluna gitmis ve bunlara Hashasîler de denmistir. Meliksah'in ciddi bir tehlike olarak gördügü bu durum karsisinda Alamut kalesini kusatan Kizilsari! adli komutan Hasan Sabbah'i ele geçiremeden Meliksah'in ölümünden sonra geri dönmüstü. Bu durum Ismailiyye devletinin 654/1256 yilinda Mogollar tarafindan ortadan kaldirilincaya kadar bir devlet olarak varligini sürdürmesini saglamistir.

    Ismâîliyye devletini kurarak merkezî bir güce sahip olan bu firka taraftarlari XII. yüzyilda faaliyetlerini Suriye üzerinde yogunlastirarak 1070-1079 yillarinda ele geçirdikleri bu topraklar üzerinde açtiklari medreselerle Ismaililigin yayicisi olmaya devam etmislerdir. Hasan Sabbah'in etrafa saldigi korku Komutani Hülâgü'nun Alamut kalesini zaptiyla (1256) ve son Alamut hakimi Rukneddin Hürsah'in teslimiyle nispeten hafiflemis ancak firka olarak Iran, Suriye ve Orta Asya'da varliklarini koruyabilmislerdir. XIV. asirda Nizari imamlar arasinda görülen bölünme Suriye ve Iran Ismailileri ile aralarindaki iliskiyi koparmistir. 1233/1840'da l. Agahan Hasan Ali Sah'la Hindistan'da yeni bir devreye giren Nizari Ismaililigi lll. Agahan olan Sultan Muhammed Sah Ali zamaninda (1202-1374/1885-1957) büyük gelisme gösterdi.

    Bugün IV. Agahan olan Kerim Sah Ali'nin idaresinde (1374/1957 imamete gelisi) Nizarî Ismâîlîleri yalniz Hindistan'da degil, Avrupa, Asya, Afrika'da 22 ülkede 20 milyon civarindadirlar. Bunlar Suriye, Iran ve Afganistan'da çiftçilik; Hindistan, Pakistan ve Dogu Afrika'da ticaret ve sanayii ile ugrasmaktadirlar (bk. Bernard Lewis, Ismaililer, IA, Ethem Ruhi Figlali, Çagimizda Itikadî Islâm Mezhepleri, Ankara 1986, s. 130 vd.; Fazlu'r Rahman, Islâm, çev. Mehmet Dag-Mehmet Aydin, Ankara 1981, s. 220 vd.; Irfan Abdülhamid, Islâm'da itikadî Mezhepler ve Akaid Esaslari, çev. M. Saim Yeprem, Istanbul 1981, s. 46 vd.; Suphi es-Sâlih, Islâm Mezhepleri ve Müesseseleri, çev. Ibrahim Sarmis, Istanbul 1981, s. 80 vd.).

    Fikhin ibadet ve muamelelere ait hükümlerinde Isnâ aseriyye'den pek farklilik göstermeyen Ismaililer, Hacca giderken, Kerbelâyi ziyaret ederler. Ismaililer, bâtini inançlara sahiptirler. Fakat, Batiniligi Ismailiyyenin bir kolu olarak kabul etmek yanlistir. Ismaililerden Karmat yani, Hamdan b. Karmat b. Es'as'a tâbi olanlara Karâmita (Karmatîler) adi verilir. Bunlar hakikati yalniz imamin bildigini ve ancak onun bildirmesi (ta'lim) ile gerçege ulasilabilecegini söyledikleri için Ta'limiye adiyla da anilmislardir. Ayni sekilde, te'vili kabul ettikleri için Müevvile de denmistir.

    Ismailiyye mezhebinin bes esas kaidesi vardir:

    a- Imamlik: Sadece Ismail ve onun çocuklarina geçer, baska birisi bu makama sahip olamaz.

    b- Imam, yeryüzünde Allah'in halîfesidir. Bu halife Allah'in nurunu özünde toplamistir. Bu sebeble Allah'in imamda zuhûr ettigine inanmak din ve imana ait bir deger tasir.

    c- Imamlik makaminda bulunan kisinin her sözü ilâhî bir emir niteligine sahiptir.

    d- Imamlarin yaptigi her sey haktir. Onlar yanilmazlar, suç islemezler, bu bakimdan, masumdurlar.

    e- Din ve iman bu mezhebe inanmakla mümkün olur. Dine baglanmak imam'a tâbi olmayi kesinlikle gerekli kilar.

    Ismailiyye mezhebine göre imamlik gizlidir. Onun için gerçek imamin kim oldugunu bilmek kolay degildir. Gizli kalan imamlik, Hz. Muhammed'in peygamber olusundan sonra ortaya çikti. Insanlik tarihi boyunca gizli kalan, insanlara görünmeyen Hz. Muhammed'in peygamberligiyle ortaya çikan gerçek imam Hz. Ali'dir. Imamlik Hz. Ali'den sonra onun nesline geçti. Cafer-i Sadik'in büyük oglu saklandi, gözlere görünmez oldu. Imamlar ondan sonra yeniden ortaya çikti ve göründü (Ismail Hakki Izmirli, Yeni Ilmi Kelam, Istanbul 1339, I, 161).

    Ismailîlerde "yedi imam" inanci degismez bir akidedir. Bu da onlara göre yedi sayisinin mübarek olusundan kaynaklanir. Yedi gezegen, yedi kat sema, birer mübarek olus belirtisidir. Bütün sirlari yedinci imam bilir ve bu sirlara bâtini mana adi verilir.

    Ismailiyye mezhebinin sonraki dönemlerde en çok dikkat çeken temsilcisi, efsanevî bir sahsiyete sahip olan Hasan Sabbah'tir.

    Naci YENGIN

    Necip TAYLAN

  3. Alt 09-14-2008, 14:44 #13
    Sarax Mesajlar: 678
    MU'TEZILE MEZHEBI

    Islâm'da ilk zuhur eden ve akideleri aklin isiginda izah edip temellendirmeye çalisan büyük kelam ekolünün adi. Lügatta, "uzaklasmak, ayrilmak, birakip bir tarafa çekilmek" gibi anlamlara gelen "i'tizal" kelimesinin ism-i fail sigasindan meydana gelen çogul bir isimdir. Müfredi, "mu'tezilî"dir. Kelime, hemen hemen ayni anlamlarda Kur'ân-i Kerim'de de geçmektedir: "Eger bana iman etmezseniz benden ayrilin, çekilin" (ed-Duhân, 44/21); "Ben sizden ve Allah'tan baska taptiklarinizdan ayrildim" (Meryem, 19/48; ayrica bk. el-Kehf 18/16, en-Nisâ, 4/90).

    Mu'tezile'ye bu ismin hangi sebeple verildigi hususunda çesitli görüsler ileri sürülmüstür:

    Bu konuda en yaygin kanaat, devrin en büyük alimi sayilan Hasan el-Basrî (öl. 110/728) ile Mu'tezile'nin kurucusu Vâsil b. Ata (öl. 131/748) arasinda geçen su olaya dayanmaktadir. Hasan el-Basrî'nin, Basra camiinde ders verdigi bir sirada bir adam gelir ve büyük günah isleyenin bazilari tarafindan kâfir olarak vasiflandirildigini, günahin imana zarar vermeyecegini iddia eden bazilari tarafindan ise tekfir edilmeyip mü'min sayildigini söyler ve bu mesele hakkinda kendisinin hangi görüste oldugunu sorar. Hasan el-Basrî verecegi cevabi zihninde tasarlarken, ögrencilerinden Vâsil b. Ata ortaya atilir ve büyük günah isleyen kimsenin ne mü'min ne de kâfir olacagini, bilakis bu ikisi arasinda bir yerde, yani fasiklik noktasinda bulunacagini söyler. Halbuki, Hasan el-Basrî büyük günah isleyenin münafik oldugu kanaatindeydi. Iste bu hadiseden sonra Vâsil b. Ata, Hasan el-Basrî'nin ilim meclisinden ayrilir (bir rivayete göre de hocasi tarafindan dersten uzaklastirilir) ve arkadasi Amr b. Ubeyd (öl. 144/761) ile birlikte caminin baska bir kösesine çekilerek kendisi yeni bir ilim meclisi olusturup görüslerini anlatmaya baslar. Bunun üzerine Hasan el-Basrî, "Vâsil bizden ayrildi (Kadi'tezele anna Vâsil)" der. Böylece Vâsil'in önderligini yaptigi bu gruba mu'tezile adi verilir (Abdulkerim es-Sehristanî, el-Milel ve'n-Nihal, Beyrut 1975, I/48; Abdulkâhir el-Bagdadî, el-Fark Beyne'l-Firak, Çev. E. Ruhi Figlali, Istanbul 1979, s. 101, 104).

    Mu'tezile ismini bu görüs etrafinda temellendirmeye çalisanlara göre, bu isim onlara muarizlari tarafindan verilmistir. Çünkü onlar, "Ehl-i sünnetten ayrilmislar, Ehl-i sünnetin ilk büyüklerini terketmisler, dinin büyük günah isleyen kisi (mürtekib-i kebîre) hakkindaki görüsünden ayrilmislardir. Takilan bu isim onlarin bu tutumunu gösteriyordu" (Irfan Abdülhamit, Islam'da Itikadî Mezhepler ve Akaid Esaslari, Çev. M. Saim Yeprem, Istanbul 1981, s. 94).

    Mu'tezile mezhebini siyâsî ve itikadî olmak üzere ikiye ayiran ve ikincisini birincisinin devami sayan bazi ilim adamlarina göre bu isim, çok daha önceleri mevcuttu. Bunlara göre, Hz. Osman'in sehit edilmesinden sonra meydana gelen Cemel ve Siffin savaslarinda tarafsiz kalip, savaslara katilmayanlar, Mu'tezile'nin ilk mümessilleridir. Sa'd b. Ebî Vakkas, Abdullah b. Ömer, Muhammed b. Mesleme ve Usame b. Zeyd gibi bazi kimseler meydana gelen savaslarda her hangi bir tarafi desteklemeyip, olaylardan uzak durmayi (itizali) tercih etmislerdi. Bu nedenle bunlara, "ayrilanlar bir kenara çekilenler" anlaminda Mu'tezile denmistir.

    Diger bir görüse göre ise, Vasil b. Ata mürtekib-i kebîre konusunda icma-i ümmete muhalefet ettigi için, ona ve taraftarlarina bu ad verilmistir. Mu'tezile'ye bu ismin verilmesinin sebebi, onlarin bu dünyadan el etek çekip, bir tarafa çekilerek zahidane bir hayat sürmelerinde arayanlar da vardir (I. Abdülhamit, a.g.e., s. 94 vd.; Kemal Isik, Mu'tezile'nin Dogusu ve Kelâmî Görüsleri, Ankara 1967, s. 52 vd.)

    Mu'tezile mezhebi, kaynaklarda daha degisik isimlerle de anilmaktadir. Fiillerde irade ve ihtiyari insana verip, insani fiillerinin yaraticisi kabul ettikleri iç:n el-Kaderiyye; Ru'yetullah, Allah'in sifatlari ve halk-i Kur'an gibi meselelerde Cehm b. Safvan'in görüslerine katildiklari için el-Cehmiyye Allah'in bazi sifatlarini kabul etmedikleri için de Muattila olarak zikredilmislerdir. Fakat onlar bu isimleri kabul etmeyip, kendilerini Ehlul-Adl ve't-Tevhîd olarak vasiflandirmislardir (Bekir Topaloglu, Kelâm Ilmi, Istanbul 1981, s. 170; Kemal Isik, a.g.e., s. 56 vd.).

    Mezhebin Dogusunu Hazirlayan Faktörler ve Tarihî Seyir:

    Islâm'da itikadî meselelerin gündeme gelip tartisilmasina sebep olan ve neticede itikadi mezheplerin dogusunu hazirlayan çesitli faktörler vardir. Bunlar ayni zamanda, bir itikadî mezhep ve yeni bir düsünme biçimi olan Mu'tezile mezhebinin dogmasina da zemin hazirlamistir.

    Bu faktörlerin basinda, müslümanlar arasinda zuhur eden ihtilaf ve çekismeler yer almaktadir. Çok ciddi boyutlara ulasan bu ihtilaflar neticesinde bir takim yeni meseleler ortaya çikmis ve tartisilmaya baslanmisti. Bu meseleler için teklif edilen çözümler, itikadi firkalarin dogmasina neden olmustur. Müslümanlar arasinda hararetle tartisilan meselelerden birisi de mürtekib-i kebîre'nin durumu idi. Haricîler, mürtekib-i kebîre'nin kâfir oldugunu iddia ederken, Mürciîler, mü'min oldugunu iddia ediyorlardi. Vâsil b. Ata ve taraftarlari ise, meseleye "el-menzile beyne'l-menzileteyn* (iki yer arasinda bir yer)" prensibiyle yeni bir çözüm sekli teklif ediyordu. Yaygin olan rivayete göre, bu çözüm önerisi ile Mu'tezile mezhebi ortaya çikmis oldu. Bu durumda Mu'tezile, müslümanlar arasinda zuhur eden yeni meselelere yeni bir bakis açisini ifade etmektedir.

    Mu'tezile'nin dogusuna zemin hazirlayan amillerden birisi de, Islâm dininin fetih politikasiyla ilgilidir. Müslümanlar çok kisa bir zaman zarfinda Arap Yarimadasini asarak bir çok ülkeyi kendi topraklarina kattilar. Degisik kültür ve dinlere mensup olan bu ülkelerin ilhaki ile, bir takim yeni problemler ortaya çikti. Bu ülke halklarindan Islam'i kabul edenler yaninda etmeyenler de vardi. Kabul etmeyenler mensup olduklari dinlerin savunmasini yaparken, kabul edenler de, eski kültürlerinin etkisinden tamamen kurtulamiyorlardi. Köklü bir geçmise sahip olan Yahudilik, Hristiyanlik, Seneviye, Zerdüstlük gibi din ve görüsler, zaman içerisinde müesseselesmis ve belli bir savunma mekanizmasi da gelistirmislerdi. Islâm dini için henüz böyle bir mekanizma mevcut degildi. Çok geçmeden müslümanlarla tartismaya dalan yabanci unsurlarla basedebilmek için güçlü bir diyalektik (cedel) yönteme ihtiyaç vardi. Iste bunu hisseden ve bu dogrultuda yöntem gelistirmeye çalisan ilk alimler Mu'tezilîler olmustur. Mu'tezile, yabanci kültürlerden de istifade ederek Islâm düsüncesine Kelâm metodunu getirmistir. Gayri müslimlere karsi Islam'i savunma ve akideleri aklî bir platformda degerlendirme yolundaki takdire sayan Mu'tezilî gayret Islam düsüncesine yeni bir renk katmistir.

    Mu'tezilî düsüncenin temel esprisi; Islâm akaidini aklî tefekkür zeminine oturtmak ve akilla çatistigi anda nassi aklin istekleri dogrultusunda tevil etmektir. Naklî düsüncenin yaninda, zaman içerisinde aklî düsüncenin de tesekkül etmesi; akli rehber kilan bir zümrenin ortaya çikmasi tabii bir durumdur. Bu durum, dinlerin normal seyri içerisinde tabii ve zorunlu bir merhalenin ifadesidir. Islam düsüncesinin bu merhalesinde aktif rol oynayan ve dolayisiyla felsefi düsünceye ve yeni ilimlere ragbet gösteren ilk kisiler Mu'tezilîler olmustur (Irfan Abdülhamit, a.g.e., s.121 vd.; Bekir Topaloglu, a.g.e., s. 171; Kemal Isik, a.g.e., s. 28; Muhammed Ebu Zehra, Islam'da Siyasi ve Itikadi Mezhepler Tarihi, Çev. E.Ruhi Figlali, Osman Eskicioglu, Istanbul 1970, s.180 vd.).

    Iste bu ve benzeri sartlar altinda Mu'tezile cereyani Hicri birinci asrin sonlariyla ikinci asrin baslarinda Vâsil b. Ata ve Amr b. Ubeyd'in önderliginde Basra'da ortaya çikti. Genelde kabul gören görüse göre, Mu'tezile akimi Vâsil b. Ata ile Hasan el-Basrî arasinda geçen tartisma neticesinde ortaya çikmistir.

    Mu'tezilî düsüncenin Basra'da ortaya çikisindan yaklasik bir asir sonra Bisr b. el-Mu'temir (öl. 210/825) baskanliginda Bagdat Mu'tezile ekolü de tesekkül etti. Temel prensipler itibariyle ayni görüsleri paylasan bu iki ekol mensuplari arasinda teferruatla ilgili bir çok görüs farkliligi da vardir. Vâsil b. Ata, Ebu'l-Huzeyl el-Allâf (öl. 235/850), Ibrahim en-Nazzâm (öl. 231/845), Ebu Ali el-Cübbâî (öl. 303/916), el-Câhiz (öl. 225/869) gibi Mu'tezilîler Basra ekolüne; Bisr b. el-Mu'temir, Sümame b. el-Esras (öl. 213/828), el-Hayyat (öl. 298/910) gibi Mu'tezilîler de Bagdat ekolüne mensuptur.

    Terceme faaliyetleri çerçevesinde Islâm kültür dünyasina kazandirilan yeni eserlerle birlikte, siyâsî etkenlerin de tesiriyle giderek güç kazanan Itizal akimi kisa zamanda devlet ricalini de cezbeder duruma geldi ve daha Emevîler döneminde bile halifeler düzeyinde kabul gördü.

    Bu mezhep bir fikir hareketi olarak Abbâsîler döneminde gelisip yayginlik kazandi. Abbasî halifelerinin Mu'tezile'ye karsi tutumlari genelde müspet olmustur. Harun er-Resîd döneminde (170-193/786-808) saraya kadar nüfuz etmis olan Mu'tezilî düsünce, altin çagini el-Me'mun (öl. 218/833), el-Mu'tasim ve özellikle el-Vâsik'in hilafetleri esnasinda yasamistir. Bu halifeler döneminde Mu'tezilî görüs devletin resmi mezhebi durumuna gelmis, Mu'tezile âlimleri de devlet ricâli nezdinde en muteber kisiler olarak saygi ve itibar görmüslerdir. Mu'tezile âlimleri, bu dönemlerde, halifeleri kendi düsünce ve kanaatleri dogrultusunda yönlendirdikleri gibi, kendileri de devletin yüksek kademelerinde mevki sahibi olmuslardir.

    Mu'tezile'nin devlet otoritesi ve resmi mezhebi haline geldigi, yaklasik 198-232/813-846 yilllarini kapsayan bu dönem, Ehli sünnet âlimleri ve müslüman halk açisindan ve izdirabin hüküm sürdügü bir dönem olmustur. Mu'tezile doktrinini devletin resmi görüsü olarak benimseyen, devrin hükümdarlari el-Me'mun, el-Mu'tasim ve el-Vâsik, bununla yetinmeyip resmi organlar vasitasiyla halki da bu görüsleri kabullenmeye zorladilar. Özellikle, Kuran-i Kerim'in yaratildigini varsayan (Halku'l-Kur'ân'i* Mu'tezîli görüsün devlet eliyle zorla kabul ettirilmeye çalisildigi bu dönem, Islâm mezhepleri tarihinde "mihne" olarak bilinmektedir. Basta Ahmed b. Hanbel (öl. 241/855) olmak üzere, resmi düsünceye karsi çikan pek çok Islâm âlimi, bu tutumlarindan dolayi mahkûm edilip iskenceye maruz kaldilar.

    Bir tür Engizisyon anlamina gelen "mihne" el-Me'mun'dan sonra, el-Mu'tasim ve el-Vâsik dönemlerinde de siddetini artirarak devam etti (Macid Fahrî, Islâm Felsefesi Tarihi, Çev. Kasim Turhan, Istanbul I987, s. 54).

    Baslangiçta hür düsüncenin savunucusu olarak ortaya çikan Mu'tezile, bu halifeler döneminde tam aksi bir pozisyonda bulunmustur. Mu'tezile'nin parlak dönemi ve dolayisiyla "mihne" hadisesi, el-Vâsik'in ölüp yerine el-Mütevekkil (247/861)'in geçmesiyle son buldu. Mu'tezilî düsünce daha önce el-Mehdî ve el-Emîn'in halifelik dönemlerinde de hüküm giyip cezalandirilmisti. Fakat asil darbe el-Mütevekkil'den geldi. Mu'tezile Mütevekkil'in hilafetiyle devlet kademelerinden kovuldu ve giderek gerilemeye basladi. Bu mezhep, sonraki asirlarda Büveyh ogullari ve Selçuklu sultani Tugrul Bey dönemlerinde ragbet görmüsse de bir daha eski itibarina kavusamamistir (Kemal Isik, a.g.e., s. 59 vd.; Bekir Topaloglu, a.g.e., s. 183; M. Ebu Zehra, a.g.e., s. 182).

    Mezhepler tarihi kaynaklari, Mu'tezile'nin çöküsünü hazirlayan sebepler arasinda, "mihne" hadisesini, Mu'tezile'nin akla ifrat derecede önem vermesini ve bu arada el-Es'arî ile el-Matüridî'nin öncülügünde Ehl-i Sünnet ilm-i kelâminin zuhur etmesini göstermektedirler (Irfan Abdülhamid, a.g.e., s.125; B. Topaloglu, a.g.e., s. 183).

    Mu'tezile'nin Metodu ve Kelamî Görüsleri:

    Islâm'da akaid esaslarini aklin isigi altinda ele alip degerlendiren, meselelere aklin ölçüleri dogrultusunda çözüm getirmeye çalisan ilk düsünürler, Mu'tezile ve onlarin selefleri olan Kaderiyye ve Cehmiyye'dir. Mu'tezile âlimleri, akaid meselelerinin çözümünde, daha önceki Islâm âlimlerinin yaptigi gibi, sadece nakille yetinmeyip akla da önem vermis, hattâ naklin yeterince açik olmadigi ve önceki Islâm âlimlerinin susmayi tercih ettigi konularda tek otorite olarak akli kabul edip te'vil yoluna gitmistir. Selefiyye tarafindan siddetle elestirilen bu yeni yaklasim tarzinin adi Kelâmî metottur. Mu'tezilîler, benimsemis olduklar Kelam metodu ile, akideleri kendilerine has bir üslupla degerlendirip, Ehl-i sünnet ögretisinin disinda farkli kanaatlere ulastilar. Bu nedenle, Mu'tezile,ehl-i bid'at firkalari arasinda zikredilmektedir (el-Bagdâdî, a.g.e., s. 100).

    Mu'tezile doktrininin esasini teskil eden ve bütün Mu'tezile alimlerince benimsenen bes temel prensip (elusûlü'l-hamse) vardir:

    1-'Tevhid: Mu'tezile'nin en temel ilkesi olan tevhid anlayisi, bütün Islâm düsüncesinin de temelini olusturmaktadir. Sadece Mu'tezile'ye göre degil, bütün Islâm mezheplerine göre önemli bir prensip olup bu, Allah birdir, esi ve benzeri yoktur, ezeli ve ebedîdir anlamina gelir. Bu konuda Mu'tezile'yi digerlerinden ayiran husus, Allah'in sifatlarina dair tartismalarda ortaya çikmaktadir. Mu'tezile'ye göre Allah'in en önemli iki sifati "birlik" ve "kidem"dir. Mu'tezile Allah'in sifatlarini kabul eder, fakat bu sifatlara Allah'in zatinin disinda bir varlik hakki tanimaz. Onlara göre "Allah âlimdir" demek dogru; "Allah ilim sahibidir" demek ise yanlistir. Çünkü ilim, sem', basar gibi, sifat-i maânînin kabulü, kadim varliklarin çokluguna (taadüdü kudemâ) delâlet eder. Halbuki tek kadim varlik vardir. O da Allah'tir.

    Mu'tezile, sifatlar konusunda kendisini ehlu't-Tevhîd olarak isimlendirirken, Ehli sünnet âlimleri tarafinda da Muattila (Allah'in sifatlarini inkâr edenler) olarak vasiflandirilmistir.

    2- Adalet (el-Adl): Mu'tezile'ye göre, insan tamamen hür bir iradeye sahiptir ve fiillerinin yegâne sorumlusu odur. Yapmis oldugu iyilik de kötülük de kendisine aittir. Bu nedenle yapmis oldugu iyi amellere karsi mükâfaat, kötü amellere karsi da ceza görecektir. Eger kulun fiillerinde Allah'in bir müdahalesi olsaydi, o zaman kul yapmis oldugu fiillerden mesul olmazdi. Çünkü bu durumda bir zorlama (cebr) sözkonusu olurdu. Insani, zorlama altinda yapmis oldugu fiillerden sorumlu tutmak ise zulümdür. Bu, Allah'in adaleti ile bagdasmaz. Çünkü Allah en âdil varliktir.

    3- Iyi amellerde bulunanlarin mükâfatlandirilmasi, kötü amellerde bulunanlarin cezalandirilmasi (el-Va'd ve'l-Va'îd): Güzel amellerin mükâfatla kötü amellerin de ceza ile karisik görmesi kaçinilmazdir. Bu nedenle Allah, adâletinin bir geregi olarak, iyi amellerde bulunan kullarini cennetle mükafatlandiracagini (el-va'd); kötü amellerde bulunan kullarini ise Cehennemle cezalandiracagini (el-va'îd) bildirmistir. Allah'in, bunun aksini yapmasi, bu sözünden vazgeçmesi mümkün degildir. Mü'min, mutlaka Cennete; büyük günah isleyipte tevbe etmeden ölen kimse ise mutlaka Cehenneme gidecektir. Allah'in adaletinin geregi budur. Mutezile, bu görüsü ile sefaati reddetmistir.

    4- el-Menziletü beyne'l-Menzileteyn (Iki Yer Arasinda Bir Yer):

    Bu prensip, büyük günah isleyen kimsenin imanla küfür arasinda bir yerde, yani fasiklik noktasinda bulunacagini ifade eder. Bu görüs, büyük günah isleyeni kâfir sayan Hâricîlerle, mü'min sayan Mürcie mezhepleri arasinda mütevassit bir görüsü temsil etmektedir.

    5- Iyiligi emretmek kötülükten Nehyetmek (el-emru bi'l-ma'ruf ve'nnehyu ani'l-münker): Mutezile, toplumda hak ve adaletin saglanmasi ve ahlâkî yapinin saglikli olabilmesi için, her müslümanin iyiligi emredip, kötülügü yasaklamasini gerekli görmektedir (el-Bagdâdî, a.g.e., s. 100 vd.; Kemal Isik, a.g.e., s. 67 vd.; M. Ebu Zehra, a.g.e., s.174 vd.; B. Topaloglu, a.g.e., s.174 vd.; I Abdülhamid a.g.e., s. 105 vd.; es-Sehristani, a.g.e., I, 43).

    Yasar K. AYDINLI

  4. Alt 09-14-2008, 14:47 #14
    Sarax Mesajlar: 678
    YEZIDIYYE

    Seyh Adiy bin Musafir bin Ismail bin Musa bin Mervan bin el-Hasan bin Mervan'a (ö.1160 ya da 1162 Lales, Musul) dayandirilan Islâm disi inanç akimi. Akim üyeleri halk arasinda seytana tapanlar (seytanperest, abade-i iblis) ve çerag söndürenler olarak adlandirilir. Inanç sistemleri eski Iran inanislarinin etkisiyle olusmustur.

    Yezidilik'in ortaya çikisi ve adlandirilisi konusunda mezhepler tarihine iliskin eserlerde degisik görüsler öne sürülür. Bir görüs, Yezidî adlandirmasinin Haricilik'in Ibâdîlik kolundan ayrildigi söylenen Yezid bin Ebi Üneys'ten geldigini ve bu nedenle topluluga Yezîdi denildigini savunur. Diger bir görüse göre Yezidî adi, eski Iran inançlarindaki iyilik tanrisi Izd ya da Yezdan kelimesinden gelmektedir. Yezidîlik de Iran ve Asur inanç ögelerinin karismasindan ortaya çikmistir. Çagdas arastirmalar bu görüsleri dogrulamamakta, Yezidîlik'i dogrudan Seyh Adiy ile iliskilendirmektedir.

    Seyh Adiy, Umeyyeogullarina mensup, döneminde büyük ün kazanmis bir mutasavviftir. Bölge halkini irsad amaciyla Hakkari'ye gelmis, ölüm yeri olan Lales'te bir zaviye kurmustur. Düsünce ve inançlari bütünüyle sünnî Müslümanlik sinirlari içinde kalmis, kendisinin hadis ehlinden ve selef mezhebinden oldugunu söylemistir. Itikadu Ehli's-Sünne ve'l-Cemaa isimli eserinde sünnî Müslümanlarin inançlarini ve bunlarin kurtulan topluluk (firka-i naciye) oldugunu savunur. Yezidîlik'in temel kitaplari olan Kitabu'l-Cilve ile Mushaf-i Res (Kara Kitap), Seyh Adiy'e isnad ediliyorsa da, arastirmalar bunlarin çok sonralari yazildigini ortaya koymustur. Seyh Adiy'in ölümünden sonra yerine geçen Seyh Hasan döneminde, özelikle Siilerin Yezid bin Muaviye'ye saldirmalarina ve lânetlenmelerine karsilik Seyh Adiy'in izleyicileri Yezid'i savunma adina sünnîligi kötüye kullanarak hem Yezid, hem de Seyh Adiy hakkinda asiri inançlar gelistirdiler. Bu inançlar zamanla Seyh Adiy ve Yezid'in insan üstü varliklar oldugunu savunan Yezidîlik'in temel inançlarini olusturdu.

    Kitabu'l-Cilve ve Mushaf-i Res'te açiklanan Yezidîlik inançlarina göre, bütün yaratilmislardan önce Melek Tavus vardi. Abtavus (Abd Tavus) onu kendi seçilmis yolunu aydinlatmasi için yeryüzüne gönderdi. Abtavus,. öncesiz ve sonrasizdir. Yabancilar yaninda asagilanma konusu olmamasi için adi ve nitelikleri söylenmez. Bu inanç, Mushaf-i Res'te biraz daha açilir. Buna göre Allah baslangiçta beyaz bir inci yaratarak bunu Enfer adli kusun üstüne koydu. Kirk bin yil onun üzerinde oturdu. Sonra ilk olarak pazar gününü yaratti. Bu gün, sufi seyhler ile bir tutulan yedi melegin en büyügü olan Azrail'i yaratti. Azrail, Melek Tavus'tur. Pazartesi günü Melek Derdail'i yaratti. Bu da Seyh Hasan'dir. Sali günü Melek Israfil'i yaratti ki bu, Seyh Sems'tir. Çarsamba günü Melek Mikail'i yaratti. Bu, Seccadeddin'dir. Cuma günü Melek Cebrail'i Yaratti. Bu, Nasiruddin'dir. Cumartesi günü de Nurail'i yaratti ki bu da, Fahreddindir. Allah, Melek Tavus'u meleklerin reisi yapti. Sonra yedi kat gögü yeri günesi ve ayi yaratti. Daha sonra, son yaratilan Melek Fahreddin, insan ve hayvanlari yaratarak bunlari hirkasinin yakasina koydu. O zaman meleklerle birlikte inciden çikti ve öyle bir bagirdi ki, inci dört parçaya ayrildi. Inciden akan sularla deniz meydana geldi. Dünya da deliksiz desiksiz, yusyuvarlak oldu. Allah, Cebrail Seccadeddin'i bir kus sekline sokarak saliverdi. O da incinin parçalarindan günesi, ayi, yildizlari, daglari, bitkileri, meyve agaçlarini ve arsi yaratti. Allah, bir gemi yaratarak içinde otuz binyil yolculuk etti, sonunda gelip Lales'e oturdu.

    Mushaf-i Res'te anlatilan bir baska yaratilis inancina göre, yer ve gök yaratilmadan önce Allah, karanlik bir uzay durumundaki buharlar üzerinde dolasiyordu. Sonra bir papagan yaratti ve kirk yil ona hükmetti. Sonunda kizdi ve onu öldürdü. Tüylerinden daglar ve kayalar, nefesinden hava, dumanindan gök meydana geldi. Gökyüzünü direksiz diktikten sonra ve kendisi de oraya çiktiktan sonra, kendi nur ve cevherinden günes, ay, fecr, safak, sabah yildizi ve diger yildizlari yaratti. Arkasindan ilki seytan olmak üzere yedi melegi yaratti. Seytan kibre düsünce, cehenneme atildi ve orada yedi bin yil kaldi. Yaptigina pismanlik duyarak öyle agladi ki, göz yaslarindan yedi büyük küp doldu. Allah onu bagisladi, diger meleklere üstün kildi. Ona Melek Tavus adini vererek onunla birlesti. Gözyaslari ile dolu yedi küp, Seyh Adiy'in yeryüzünden dönüsüne kadar cehennem atesini söndürmek üzere orada sakli bulunmaktadir.

    Muhsaf-i Res'te bazi yasaklar da yer almaktadir. Yiyeceklerden marul, bakla, lahana, balik, geyik, horoz eti yemek haramdir. Özellikle horoz kutsaldir. Melek Tavus'un Adiy bin Musafir tarafindan tunçtan yapilan dört heykeli horoz seklindedir. Koyu mavi elbise giymek, helaya girmek, hamamda yikanmak haramdir. Hamam ve helalar seytanlarin oturduklari yerlerdir. Seytan, kaytan (ip), satt (sel), ser (kötülük), mel'un (lanetli), lanet ve nal kelimelerinin kullanilmasi da yasaklar arasindadir.

    Günümüz Yezidilik'inde önemli degisiklikler görülmektedir. Bugün Allah'in varligina, O'nun yedi kat gögü ve yeri yarattigina, her seye kadir olduguna, evrendeki isleri yarattigi melekler araciligi ile yönettigine inanilmakta, bununla birlikte O'nun en büyük üç melegin Melek Tavus, Seyh Adiy (Adiy bin Musafir) ve Sultan Yezid (Yezid bin Muaviye) oldugu söylenmektedir. Allah, insanlar sapikliga düstükçe, meleklerden birini insan kiliginda onlara dogru yolu göstermek üzere yeryüzüne gönderir. Allah'in binbir adi vardir ve bunlarin en güzeli Hüda adidir. Yezidîlik'te kelime-i sehadet, Seyh Hadi'nin (Adiy bin Musafir) Hüda'nin melegi ve Yezidilerin müsridi, Sultan Yezid'in Hüda'nin melegi, yerin nuru ve insanligin sevinci; Melek Tavus'un (seytan) Hüda'nin melegi ve elçisi oldugunu söylemekten olusur. Bu inanç, aksam yatarken, sabah kalkarken tekrar edilir.

    Yezidilik'te baslica dinî görevler namaz, oruç, hac ve zekattan olusur. Namaz, dogus ve batisi arasinda günese dogru yönelerek dua etmektir. Namazdan önce yalniz eller ve yüz yikanarak abdest alinir. Namaz büyük bir gizlilik içinde yerine getirilir. Baskalarinin yaninda ibadet etmek zorunda kalinirsa, eller günese karsi çevrilerek yüze sürmekle yetinilir. Özel ve genel olmak üzere iki tür oruç vardir. Özel oruç, yalniz din adamlari tarafindan tutulur. Bu oruç; Aralik ve Temmuz aylarinda yirmiser ve arkasindan Seyh Adiy'in türbesine yapilan ziyaret sirasinda da kirk gün olmak üzere toplam seksen gündür. Genel oruç, her yezidînin aralik ayi basinda tuttugu üç günlük oruçtan ibarettir. Oruç, sabahleyin günes dogustan hemen önce baslar, günes battiktan sonra sona erer. Gün boyu yemek içmek yasaktir; ancak bir ikram edilmesi durumunda geri çevrilmez, yenilir ya da içilir. Ayrica Hizir-Ilyas için üç gün oruç tutmak da bir gelenektir. Hac, 23-30 eylül arasinda Adiy bin Musafir'in Lales'teki türbesine yapilan ziyarettir. Yezidîlerin en alt tabakasini olusturan müridlere özgü bir görev olan zekât, gelirinin yüzde onunu seyhlere, yüzde besini pir'e ve yüzde iki buçugunu fakire vermektir.

    Yezidîler kendi içlerinde sekiz sinifa ayrilirlar. Bu siniflar, yukaridan asagiya dogru, Mir, Baba Seyh, Fakir, Kavval, Seyhler, Pir, Kuçek ve Mürid adlarini tasir. Yezidî inanisina göre Seyh Hadi, dünyadaki görevini tamamladiktan sonra yerine Hala Mira kabilesinden Berekat'i birakmistir. O günden bu güne, bu kabileden birisi Mir seçilir. Mir, din isleriyle ugrasir. Bu kabile üyeleri baska kabile ve siniflardan kiz alip vermezler. Mir, her tür dünya isinde de tek söz sahibidir.

    Baba Seyhlik yezidilerin en yüksek fetva makamidir. Mir bulunmadigi zaman ona Baba Seyh vekâlet eder. Baba Seyh saç ve sakalini hiç kesmez, bastan ayaga beyaz elbise giyer. Baba Seyhler yalniz Seyh Fahreddin'in soyundan gelenler arasindan seçilir. Vaaz, telkin, nasihat ve aileler arasi uyusmazliklari çözmekle görevlidir. Sürekli olarak yezidîler arasinda dolasir, sirtlarina giydikleri hirkalari ölünceye kadar çikarmazlar. Boyunlarina meftul denen bir tasma takarlar. Fakir olabilmek için, zaruri haller disinda tek kil bile kesmemis olmak sarttir. Kavuallar, Adiy bin Musafir'in türbesi çevresinde oturan görevlilerdir. Bunlar yilda bir kez Yezidî köylerini dolasir, yanlarinda tasidiklari Melek Tavus heykellerini öptürerek ve çevresinde tavaf ettirerek hac görevini yapamayanlara bu görevi eda etmelerini saglarlar. Bu hizmetlerinin bedeli, yanlarinda bulundurduklari kutsal testilere (serbik) sadaka konularak ödenir. Adani, Semsani ve Katani kabilelerinin üyeleri Seyhler sinifini olusturur. Bunlar okuma-yazma isleriyle ugrasir, irsad eder, cenaze törenlerini yönetirler. Beyaz cübbelerinin üstüne siyah bir külah ve kirmizi bir kusak takarlar. Zekât toplama ve dagitma isini yönetmek seyhlerin görevidir. Pirler, Yezidîlere yol gösteren yaslilardir. Hacca gelenlerin yiyecek, içecek ve diger ihtiyaçlarinin karsilanmasi pirlerin görevidir. Adiy'in türbesine bekçilik edenlerin baskanlarina Kuçek denir. Bunlar da Kavallar gibi Melek Tavus heykelleriyle köyleri dolasirlar. Yezidîlerin en alt sinifini olusturan Müridler, çiftçilikle ugrasan köylülerdir. Ancak kendi siniflarindan kimselerle evlenebilirler. Baslica görevleri, "efendilerimiz" dedikleri üst siniflara hizmet etmek ve vergi vermektir. Yezidîlerde son derece kati olan bu siniflar arasinda geçis imkânsizdir.

    Yezidîler, yeni dogan çocuklarini hemen sünnet ettirirler. Mümkün olabilirse ilk hafta içinde, olmazsa iki yasina kadar Adiy bin Musafir'in Lales'teki türbesi çevresindeki zemzem dedikleri suya üç kere daldirarak vaftiz ederler.

    Yeryüzündeki toplam sayilarinin üçyüz bin dolayinda oldugu tahmin edilen yezidîler Türkiye'de Mardin'in Midyat, Urfa'nin Viransehir, Siirt'in Kurtalan ve Besiri ile Batman'in köylerinde, Hakkari çevresinde; Gürcistan'da Tiflis, Batum; Azerbaycan'da Bakü ve Erivan'in köylerinde; Irak'ta Singal (Sinçar) daglarinda ve Iran'in muhtelif yerlerinde yasamaktadirlar. Türkiye'deki sayilarinin on bin dolayinda oldugu sanilmaktadir.

    Ahmet ÖZALP

  5. Alt 09-14-2008, 14:51 #15
    Sarax Mesajlar: 678
    BEKTASiLiK

    Haci Bektas Velî tarafindan kuruldugu kabul edilen tarikatin adi. Bu tarikatin kurulusu her ne kadar Haci Bektas Velî'ye nisbet ediliyorsa da esas tesekkülü daha sonraki dönemlere rastlar. Bektasî tarikatinin silsilesini Bektasîler su sekilde naklederler: "Hz. Ali, Hasan-i Basri, Habib el-Acemi, Davud et-Tai, Ma'ruf el-Kerhi, Seyh Sirri es-Sakatî, Cüneyd-i Bagdâdî, Ebû Ali Merâgî, Seyh Ebû Ali Hasan, Seyh Ebu Osman Magribî, Seyh Ebu Kasim Gürganî, Seyh Ebû Hasan Harkânî, Seyh Ebû Farmidî, Fazl Ibn-i Muhammed et-Tusi Hoca Ahmed Yesevî, Hoca Yusuf Hemedâni, Seyh Lokmanü'l-Horasanî, Pir-i Tarikat Es-Seyyid Muhammed Bektas-i Velî Ibn-i Ibrahimü's-Sânî."

    Haci Bektas-i Velî'nin neseplerini de söyle gösterirler: Imam Ali, Imam Hüseyin, Imam Zeynelâbidin, Imam Muhammed Bakir, Imam Musa el-Kâzim, Imam Ali Riza, Imam Muhammed Nakî, Imam Hasan el-Askerî, Imam Muhammed Mehdî, Seyyid Ibrahimü'l-Mükrimü'l-Hicap, Seyyid Hasan, Ibni Seyyid Ibrahim, Seyyid Muhammedü's-Sânî, Seyyid Mehdi, Ibni Seyyid Muhammedü's-Sani, Seyyid Ibrahim, Ibn Seyyid Hasan, Seyyid Muhammed, Ibn Ibrahim, Ibn Seyyid, Elhak Ibn Seyyid Muhammed, Seyyid Musa Ibn Seyid Ishak, Seyyid Ibrahimü's Sani, Ibn Seyyid Musa, Seyyid Muhammed es-Sehir Haci Bektasî Velî, Ibn Seyyid Ibrahimü's-Sânî.

    Haci Bektasî Velî'nin annesi Seyh Ahmed Nisâbûri'nin kizi Hâtem Hatun'dur. Bektas-i Velî hicrî 645 yilinda Nisâbur'da dogdu. 680'de Ahmed Yesevî'nin tavsiyesiyle Anadolu'ya geçti. Kirsehir yakininda "Karabük"e yerlesti, 738 de vefat etti.

    Bektasîlik, Anadolu'nun ortasinda issiz bir köyde dogmustur. Âlimlerden uzak kaldigi gibi sehirlilerden çok köylüler ve yörükler arasinda yayildi. Hatta çogu kez göze bile çarpmadi. Ancak tamamiyla kurulduktan ve dal budak saldiktan sonra anlasildi. Bektasilik her tarikat gibi batinîdir. Bâtina ait birtakim tasavvufî esrar ile içli dislidir. Fakat bâtinilik meselelerinde öbür tarikatlardan ayrilir. Mâlum olan "Bâtinî"lere yaklasir. Bektâsîler her seylerini gizli tutarlar. Her türlü teskilatlari saklidir. Birtakim isaretler ve remizler kullanirlar. Buna binâen tarihte meshur olan "Bâtinî"lerle alâkalari vardir. Tarikatlarin birçoklarinda bulunan "seyr-i sülûk" Bektasilik'te yoktur. Muayyen "evrad ve ezkâr" bile mevcut degildir. Ancak "inâbe" ve "ikrar" ile "âyin-i Cem" vardir.

    Bektasîlik'te Ehl-i Beyt'e fazla sevgi gösterilir. Bu muhabbet ifrata kadar varir. Hatta Bektasiligi mezhep itibariyla "Ca'feri"; irfan ve felsefe itibariyla "Hurûfi" diye tanimlayanlar vardir. Gerçekten Anadolu Bektasîleri (Alevîler) Ca'feri mezhebinde olduklarini açiktan açiga söylerler. Mezhepte Ca'feri, tarikatte Bektasî ve Alevî bulunduklarini itiraf ederler.

    Bektasîler, Ca'ferî fikhini kabul ettikleri gibi Imamiyye mezhebini de kabul etmislerdir. Oniki imami takdis ederler. Hz. Ebû Bekr, Osman, Ömer ile Hz. Âise'yi pek sevmezler. Bektâsîlik'te az çok tasavvuf, büyük miktarda Hurûfilik, Ahilik, Bâbailik,* Bâtinilik, Hulûl* ve Tenâsuh*, Ca'ferilik, Siî'lik, Imami'lik, Sâmani'lik, Lama'lik hatta teslis gibi eski ve yeni bir çok unsurlar vardir. Onun için içinden çikilmaz bir sekil almistir.

    Yeniçeri Ocagi'nin kurulusunda Haci Bektas Velî dua etmis, bu nedenle Yeniçeriler onu pir olarak tanimislardir. Yeniçeri Ocagi'na "Haci Bektas Ocagi" denmesi bundan dolayidir. Bu tarikatin Türkler arasinda tutunmasinin, yayginlik kazanmasinin sebeplerinden birisi Yeniçerilerle ilgisinin bulunmasidir. Çesitli gruplari ve cereyanlari bünyesinde barindirmasi, toleransi, tarikat mensuplarinin halkla içli disli olmasi; özellikle Bektasî edebiyatini olusturan eserlerin Türkçe ile ve halkin rahatlikla anlayacagi bir üslupla yazilmasi, Bektasîligin yayginlik kazanmasini saglayan baslica hususlardir.

    Bektasîlik Anadolu sinirlari içinde kalmamis; Bulgaristan, Romanya, Sirbistan, Misir, Arnavutluk ve Macaristan'a kadar yayilmistir.

    Sünnî bir yapiya oturan Osmanli devletinde, Siî-Bâtinî unsurlarin karistigi Bektasîlik, ayni tempo ile yürüyemedi. Yeniçeri Ocagi'nin etkisi azalinca, hatta Sultan II. Mahmud'un Yeniçeri Ocagi'ni ilgasiyla Bektasîlik de ilga edildi. Ancak Sultan Abdülaziz zamaninda yeniden canlandi, gelisimini sürdürmeye basladi. 30 Kasim 1925'te tekkelerin kapatilmasiyla Bektasîlik resmen son buldu.

    Bektasîlik baslica iki kola ayrilmaktadir. Bunlardan birincisi Haci Bektas Veli'nin evli oldugunu kabul eden Çelebiler koludur. Bunlar, kendilerini Haci Bektas Veli'nin neslinden sayarlar. Bu nedenle bunlara "bel oglu" adi verilir. Bu kol Anadolu'da yayginlik kazanmistir. Ikinci kol mensuplarina Babagân kolu denilir. Bunlar tarikat yoluyla Haci Bektas Veli'ye bagli olduklari için "yol oglu" adiyla anilirlar. Bu kola mensup olanlar Haci Bektas Velî'nin bekâr oldugunu kabul ederler. Bu anlayis Istanbul, Rumeli ve Avrupa'nin çesitli ülkelerinde yayginlik kazanmistir. Zaman zaman bu iki grup birbirlerine karsi düsmanca tavir takinmislardir.

    Bektasîlige girecek olan kisi belirli bir müddet denenir. Sonra "ikrar âyini" denilen bir törenle tarikata girer.

    Bektasîlik'te müridler bes dereceye ayrilir: 1-Muhiblik, 2-Dervislik, 3-Babalik, 4-Mücerredlik, 5-Halifelik.

    Muhib'in iki Bektasî'nin kefâletiyle tarîkata intisabi kabul edilir. Buna "el almak" veya "nasib almak" da denilir. Dervisligi isteyen erkek muhib tekkeye alinir. Hizmetleriyle bunu isbata çatisirsa dervislige kabul edilir ve dervislik taci giydirilir. Üçüncü derece babaliktir. Babalik dervise halife tarafindan verilen bir mertebedir. Yetenegini ispat eden dervise bizzat halife tarafindan bu pâye verilir. Halîfenin icâzetiyle bundan sonra muhib ve dervis yetistirebilir. Babalarin Hz. Peygamber soyundan geldiklerini kabul edenler yesil sarik sararlar.

    Dördüncü derece mücerredliktir. Bu dereceye yükselmek için evlenmemis olmak gerekmektedir. Mücerredlige seçilen aday dervislerden ve babalar arasindan seçilir. Bu derece halifeye en yakin olanidir. Belirli bir merâsim yapilir. Adayin sag kulagi delinir; Mengûs adi verilen bir küpe takilir. Bunlar kendilerini tarikata adadiklari için evlenemezler, çocuk sahibi olamazlar.

    Bektasî babasi halifelik makamlarindan birine müracaat eder. Eger halifelige gerek varsa ve müracaati da kabul edilirse ona halifelik icazeti verilir. Bunun disinda bir baba, üç mücerredin imzasiyla da halifelik makamini elde edebilir. Bektasîlik dört temel üzerine oturur. Bu dört temele dört kapi denir. Serîat kapisinin mensuplari Serîata ve Ehl-i Beyt'in yoluna uymak zorundadir. Tarikata giren "yol oglanlari" da bu yolun gereklerine uymaga mecburdur. Hakikat kapisinin mensubu, evrenin sirrini ögrenecek, marifet kapisinin mensubu da nefsini mâsivâdan temizleyecektir.

    Bektasîlikte ana ilke Hz. Muhammed (s.a.s.)'in soyunu ve oniki imami sevmek ve Ehl-i Beyt düsmanlarindan uzak olmaktir.

    Bektasî tarikatinin kendine özgü gelenekleri vardir: Biyiklarini ve sakallarini uzatirlar. Karsilastiklari zaman sag ellerini kalplerinin üstüne koyarlar. Birbirinin ellerini öperler. Baslarina oniki dilimli taç giyerler. Gögüslerine "teslim tasi" adini verdikleri oniki dilimli bir taç takarlar. Hirka giyerler, kemer kusanirlar.. Birbirlerine ömür boyu yardimci olmak amaciyla :"yol kardesi" adini verdikleri bir arkadas edinirler. Evfi Bektasîler bosanmazlar. Nasib kapanmasin diye kasigi sofra üzerine yüzüstü birakmazlar. Kapinin esigine basmazlar. Hulûl, tenâsuh ve hattâ teslis anlayisi, inanç olarak Bektasîlige hakim olmustur.

    Bektasîlik alevîlikle iç içe girmis bu nedenle özellikleri bozulmustur. Bazi âdetler degisiklige ugramistir- Çelebiler ile Babagân arasindaki mücadeleden sonra evlenmemek âdet haline getirilmeye çalisilmistir. Daha önceleri serbet içilirken, sonralari bunun yerini sarap ve içki içme âdeti almistir. Allah'in yasakladigi bazi haramlar mübah sayilmaya baslanmistir. Namaz kaldirilmis, yerine niyaz ikame edilmistir.

    Bektasî tekkeleri genellikle dag eteklerinde, issiz, sakin yerlerde kurulmustur.

    Bektasî edebiyati halk siirinden yararlanmis, genellikte halk siirindeki vezin, kafiye vb. özelliklere sadik kalinmistir.

    Bektasî tekkelerinde ve dergahlarinda icra edilen musîki genelde halk musîkisine çok yakindir. Bektasîlik zengin bir tekke musîkisine sahiptir

    Kaynak: Samil Islam ansiklopedisi

  6. Alt 09-14-2008, 14:52 #16
    Sarax Mesajlar: 678
    KADERIYYE


    --------------------------------------------------------------------------------

    Kader inancini reddeden düsünce ve inanç akimi. Ilk bakista mantik disi görünen bu adlandirma, akim üyelerinin Allah'in belirledigi kader yerine insanin belirledigi bir kadere inanmalari ve fiilleri Allah'a degil insana isnad etmelerinden dolayi yapilmistir. Tam bir düsünce ve inanç okulu durumuna gelmesini saglayacak bir sistematige sahip olmayan Kaderiyye akiminin görüsleri çesitli kisilerce temsil edildi ve giderek Mutezile okulunun temel tezleri arasina girerek varligini sürdürdü.

    Islâm mezhepler tarihçilerine göre Kaderiyye akimina Emevi halîfelerinden Abdülmelik Ibn Mervan döneminde Haccâc tarafindan öldürülen Ma'bed ibn Halid el-Cüheni (ö.80/699) öncülük etti. Tabiûn bilginlerinden olan ve Hasan Basrî'nin derslerini izleyen el-Cüheni'nin Kader konusundaki düsüncelerinin yayginlik kazanmasinda ünlü Mutezile bilginlerinden Amr b. Ubeyd'in önemli etkisi oldu. Kaderî düsüncelere yön veren etken, ilmî olmaktan çok siyasî niteliklidir. Emevîlerin yönetimlerini mesrulastirmak amaciyla Cebr düsüncesinden yararlanmaya, çalismalarina karsilik, bu yönetime muhalif kisiler onlarin anladiklari anlamda bir kadere, dolayisiyla onlarin yönetimine karsi çikiyorlardi. Nitekim el-Cüheni'nin öldürülmesine kader konusundaki düsünceleri degil, Abdurrahman b. Es'as'in Emevîlere karsi baslattigi isyana katilmasi neden olmustu. Mevcut yönetime karsi muhalefet, eylemlerini Allah'in takdiri ile açiklayan Emevilerin uygulamalarindan dolayi sorumlu olduklarim savunan tüm ilk kaderilerin ortak özelligidir.

    Kaderiyye inançlari el-Cühenî'den sonra, Hisam b. Abdülmelik (H.105-123) tarafindan önce dili, sonra bas kestirilerek öldürülen Gaylan b. Müslim el-Kiptî ed-Dimaskî tarafindan daha sistemli bir biçimde savunuldu. Bu nedenle Gaylan, Kaderiyye'nin gerçek kurucusu sayilir. Gaylan'in öldürülmesinden sonra Kaderiyye bagimsiz bir akim olarak varligini sürdüremedi, ancak kadere iliskin düsünceleri kismen degistirilerek Mutezile tarafindan savunuldu. Bu nedenle Kaderiyye kimi zaman Mutezile içinde bir kol gibi görülmüs; kimi zaman da Mutezile, Kaderiyye olarak adlandirilmistir.

    Kaderiyye bagimsiz bir okul durumuna gelemedigi için bir düsünce sisteminden söz edilemez. Ancak bu akim içinde yer alan kisilerin kader ve buna bagli olarak insanin özgürlük ve iradesi, Allah'in iradesinin insanin fiilleri üzerindeki etkisi gibi konularda birlestikleri söylenebilir. Buna göre insan özgür ve irade sahibi bir varliktir. Bu nedenle eylemlerinden sorumludur. Ne Allah'in irade etmesi ve yaratmasi anlaminda, ne de bilmesi ve takdir etmesi anlaminda bir kader vardir. Insan eylemini bilgisiyle kendisi seçer, sonra iradesi ile seçtigi eyleme yönelir ve yapabilme gücüyle yaratir. Allah bu eylemi önceden belirlemez., iradesinin bu eylemle bir ilgisi, gücünün de ortaya çikisinda bir etkisi yoktur. Allah insanin eylemlerini ancak ortaya çiktiktan sonra bilebilir.

    Kader konusu çevresindeki bu ortak inançlarin disinda Kaderiyyeye baglanan kimi farkli gorüsler de bulunmaktadir. Ne ki bunlar bir akim olarak Kaderiyyeye degil, kaderi inançlari benimseyen farkli kisilere ait görüsler durumundadir. Mezhepler tarihine iliskin eserlerde Kaderiyye'den ayrilan kollara ait görüsler gibi sunulan bu düsünceler de söyle özetlenebilir: Kaderiyye'den bazilarina göre iyi isler (hasenât) ve iyilik (hayr) Allah'tandir, ancak kötü isler (seyyiât) ve günahlar (masiyet) Allah'a isnad edilemez. Mufavvida adiyla anilan bazi kaderilere göre, insan Allah'in hiçbir yardimi ve yönlendirmesi (hidâyet) olmaksizin iyi olan herseyi yapabilme gücüne sahiptir. Allah insana yapabilme gücünü (istitaat) tam ve mükemmel olarak vermistir. Bu güçle insan inanmak-inkâr etmek, yemek-içmek, oturmak-kalkmak, uyumak-uyanmak gibi istedigi her isi yapabilir. Bazi kaderiler Allah'in zina çocugunu yaratmasini veya onu takdir etmesini veya dilemesini veya onu önceden bilmesini inkâr ederler. Bunlar bütün hayatini hirsizlik eden ve haram kilinmis seyleri yiyen bir insanin bunu Allah'in rizki olarak elde ettigini kabul etmez ve Allah'in helâl olanin disinda rizik vermeyecegini savunurlar. Kimi kaderîler de Allah'in insanlarin ecellerini ve rizklarini belirledigini kabul ederler. Bunlara göre, bir insani öldüren kisi, o insani ecelinin gelmedigi bir vakitte öldürmekle, eceline kavusmasina engel olmustur. Bu durumda ölen insanin rizki, elde edilmemis bir durumda kalmistir.

    Basta bazi tabiûn bilgini olmak üzere çesitli Islâm ilimlerinde isim yapmis birçok ünlü bilgin Kaderiyye akimi içinde sayilmistir. Bir bölümünün sonradan kaderî düsüncelerden vazgeçtigi söylenilen bu ünlü isimlerden bazilari söyle siralanabilir: Benzeyen harfleri birbirinden ayirmak üzere tek ve çift nokta usulünü bulan dil bilgini Nasr b. Asim, Kur'an üzerindeki çalismalari ile taninan Medineli bilgin Ata b. Yesâr, Kur'an'in hiziblere bölünmesi üzerinde çalismis Halid b. Midan, basta tarih olmak üzere birçok alanda eserler yazan Vehb b. Münebbih, ilimde Hasan Basri ile karsilastirilan Mekhûl, tefsir alaninda otorite sayilari Katâde, tefsirde Mücâhid'in ravisi olan Ibn Ebi Necih, ünlü tarihçi ibn ishâk, Amr bin Fa'id, Fazl er-Rakasi, Abbad bin Mansur.

    Ahmed ÖZALP

  7. Alt 09-14-2008, 14:54 #17
    Sarax Mesajlar: 678
    CEBRIYYE

    Hicrî birinci asirda ortaya çikmis sapik bir firka.

    Kader ve irade konusunda Kaderiyye firkasinin tam aksine görüsler ileri sürmüstür. Islâm âleminde kader konusunu tartisma gündemine getiren ilk sahsin Ma'bed b. Hâlid el-Cühenî (öl. 85/704) oldugu nakledilir. Onu Geylân ed-Dimaskî takip etmis ve kaderle ilgili görüslerini daha da gelistirmistir. Ma'bed, Allah tarafindan önceden tayin edilmis bir kaderin bulunmadigini, insanin fiil ve tavirlarinda tamamen serbest oldugunu savunmustur.

    Muhtemelen o, Emevîlerin zulüm ve haksizliklarina karsi kaderci bir tevekküle saplanmis kimselere bakarak, Emevî zulmünün bir kader olmadigini söylemekle ise baslamis ve nihayet kaderi inkâr etmeye kadar varmistir. Nitekim Emevî iktidarina muhalefeti sebebiyle Haccac tarafindan öldürülmüstür. Ne var ki ifrat tefriti dognrur. Onun kaderi nefyetmesine karsi, bir reaksiyon olarak Cehm b. Safvan (öl. 128/745) da cebr akidesini, yani insanin yaptigi islerde bir ihtiyarinin olmadigi; yaptigi isleri zorunlu olarak yaptigi görüsünü ileri sürmüstür. Cehm'in ileri sürdügü bu akîdeye göre insan mecburdur; ihtiyari ve kudreti yoktur. Yaptigindan baskasini yapmaya asla gücü olmaz. Kul, rüzgârin önünde sürüklenen yaprak gibidir. Yapragin yönünü kendisi degil, rüzgâr belirler. Onun için insanin yaptigi isleri Allah takdir etmistir. Allah gelecegi bildiginden, meydana gelecek olaylari da tamamen ve önceden kendi iradesine göre tespit etmistir. Allah, cansiz bitkinin hareketlerini yarattigi gibi, insanin fiillerini de yaratir. Yukariya firlatilan bir tas nasil düsmege mahkûmsa, insan da yaptigini yapmaga mahkûmdur. Kul ibadeti de günahi da, elinde olmaksizin isler. Bu görüste olan Cebriyye'ye cebriye-i hâlisa denir ve zümrenin mümessili Cehm b. Safvân oldugundan Cehmiyye' diye de isimlendirilir. Cebriye-i mutavassita diye adlandirilan ikinci zümreye gelince, bunlar, kulda bir kudretin oldugunu kabul etmekle birlikte, bu kudretin insanin fiilleri üzerinde bir etkisinin bulunmadigini kabul ederler. (Sehristânî, el-Milel ve'n-Nihal, Beyrut 1975, I, 85).

    Cebriyye'nin görüsleri söyle özetlenebilir: 1) Insan bir sey yapmaya kadir degildir; Allah tarafindan yazilmis ve yaratilmis fiilleri yapmaya mecburdur. Insanin iradesi de hürriyeti de yoktur. 2) Allah, yaratiklarin vasiflandigi sifatlarla vasiflanmaz. (Bu sebeple Allah'in sifatlarini reddederler.) 3) Allah'in ilmi ve kelâmi hâdistir. 4) Sevap ve cezanin vukûu zorunludur. 5) Cennet ve Cehennemin'in sonu vardir. 6) Iman, Allah'i bilmektir. 7) Allah görülmez.

    Ehl-i Sünnet ise, kullarin ihtiyarî ve gayr-i ihtiyârî bütün fiillerinin, Allali tarafindan yaratildigini kabul etmekle birlikte; Allah'in insana verdigi irade-i cüz'iyyeyi herhangi bir yöne yönlendirebilecegini söyleyerek Kaderiyye ile Cebriyye arasinda orta bir yol izlemistir. Eger gerçekten insan, yaptigi seylerde bir irade ve kudrete sahip bulunmasaydi, yaptigi seylerden dolayi Allah'in kendisini cezalandirmasi bir zulüm olurdu.

    Kur'an'in müteaddid yerlerinde "Yaptiginiza karsilik olarak.. " buyurulmakta fiil insana nisbet edilmektedir. Insanin ne yapacaginin önceden Allali tarafindan bilinmesi ve onu kaderine yazmasi, insanin mecbur oldugu anlamina gelmez. Aksine, insan kendi ihtiyari ite o isi yapmaktadir. Fakat Allah, onun ihtiyar ve iradesini hangi tarafa yönlendirecegini ve ne yapacagini önceden bildigi için, o isi yapacagini kaderine yazmistir.

    Dikkatimizi çeken bir husus, kaderi nefyeden Ma'bed gibi, cebri ileri süren Cehm'in de Emevî muhalifi bir siyaset izledigidir. Hatta kendisi de Ma'bed gibi Emevîler tarafindan öldürülmüstür. Emevîler'in, idarelerini zulüm ve baskiya dayadiklari bilinen bir gerçektir. Toplumun bir çok kesimi Emevîler'den memnun degildi.

    Baskici idareler, kaderi reddetmeye de, kadere teslim olmaya da zemin hazirlarlar. Onlara karsi olanlar, toplumun içinde bulundugu durumun Allah'in bir takdiri olmadigini; bundan kurtulmanin, toplumun elinde oldugunu söyleyerek toplumu idarecilere karsi kiskirtmaga çalisirlar. Bazen bu düsünceyi o kadar ileri götürürler ki, kural tanimaz bir tavir içerisine girerler. Bu mücadelede yorgun düsen ya da karsi gelme cesaretini kendilerin de bulamayanlar ise, bunun önceden tayin edilmis bir kader oldugunu söyleyerek kaderci bir teslimiyet zihniyetine kapilirlar. Bu psikolojik durum, zamanla onlari her hususta Cebriyeci bir görüse sürükler.

    Cebriyeci düsünce, insanin sorumlulugunun dayanagi; yaptiklari karsisinda mükâfat ya da ceza görmesinin nedeni konusuna cevap vermekte güçlük çeker. Bu nedenle bir firka olarak uzun müddet devam etmeyip tarihe karismistir. En azindan bilgin ve düsünürler arasinda yok olup gitmistir.

    M. Sait SIMSEK

  8. Alt 09-14-2008, 14:54 #18
    Sarax Mesajlar: 678
    MÜRCIE

    Bu firka, büyük günah isleyenin mü’min sayilip sayilamayacagi hususunda tartismalarin çogaldigi bir dönemde ortaya çikmistir. Bunlara göre kafirlikle birlikte yapilan itaatin hiç bir faydasi olmadigi gibi günah islemenin de imana her hangi bir zarari olmayacagini ileri sürerler. Büyük günah isleyen kisinin durumunun kiyamet gününde Allah’a birakildigini beyan etmisler ehli sünnet vel cemaat alimlerinin bir çogu ile pek çok noktada birlesmislerdir. Hatta görüslerinin aynen ehli sünnetin görüsleri oldugu ortaya çikar.

    Bunlar Hz. Osman zamaninda ortaya çikmis fitneden uzak durmuslardir. Hz. Ali ile Hz. Muaviye arasindaki meydana gelen savaslar hakkinda hiç bir görüs ileri sürmemislerdir. Sa’d bin ebi vakkas Abdullah b. Ömer, Imran b. Husayn bu cemaattendirler. Çarpisanlarin durumunu Allah’a havale etmislerdir.

    Bir kisim alimler Mürcie mezhebini iki kisima ayirmistir.

    a) Sünnete tabi olanlar

    b) Bidatlara uyanlar: Ki bunlar mürcie ismi bunlara mahsustur.

  9. Alt 09-14-2008, 14:55 #19
    Sarax Mesajlar: 678
    KADIYANILIK

    Mirza Gulam Ahmet Kadiyânî (d. 1835 ya da 1839- ö. 1908) tarafindan Hindistan Pencap-Kadiyan'da XIX. yüzyilin sonlarina dogru kurulan dini hareket. Kiyamet'e dair haberler üzerine kurulan Kadiyânilik, Mirzaiye ve Kadiyaniye adlariyla da anilmakla birlikte hem kurucu ve baglilari, hem de resmi belgeleri esas alan arastirmacilarca Ahmediye adiyla anilir. Kendilerinin ayri bir din ya da mezhep üyesi gibi görülmesini istemeyen Kadiyânîler, hareketlerini ahmediye Hareketi olarak adlandirirlar. Bununla birlikte hareket Islam dünyasinda daha çok Kadiyanilik olarak taninmistir.

    Gulam Ahmet, ögrenimini Kadiyan'da tamamladiktan sonra bir süre Sialkot'ta, bölge mahkemesinde memur olarak çalisti (1864-1968). Hristiyan papazlar, Hindular ve Müslümanlarla siki bir iliski içinde geçen dört yillik memuriyet hayati, Gulam Ahmet'in düsüncelerinin olusumu açisindan büyük önem tasir. Mirza Gulam Ahmet, adini ilk kez Hindu ve Hristiyanlarin Müslümanlara saldirilarini yogunlastirdigi bir dönemde Kadiyan'da, yerel gazetelerde Islam'i savunan yazilariyla duyurdu (1877-1878). Basarisiz bir ayaklanma (Sipahi Ayaklanmasi, 1857) nedeniyle Ingilizler tarafindan feci sekilde ezilen ve Ingilizlerden Müslümanlarin öcünü alacak bir "Vadolunmus Mesih" (el-Mesihu'l-Mev'ud) ve "Beklenen Mehdi" (el-Mehdiyu'l-Muntazar) düsüncesine kaptiran müslüman kitle, Mirza Gulam'a büyük ilgi gösterdi. Bu ilgiyi iyi degerlendiren Mirza Gulam, ilk cildini 1880 yilinda yayinladigi Berâhin-i Ahmediye adli eserinin ilk iki cildinde bir yandan Islam'i savunurken, bir yandan da kendisinin ilham, kerâmet ve kehanetlerinden söz ediyor ve bir "müceddid" oldugunu ima ediyordu. Eserinin üçüncü ve dördüncü ciltlerinde ise vahyin kesilmedigini, Hz. Peygamber'e tam olarak uyan birisinin onun dis ve iç (zahir ve batin) bütün bilgileriyle donanacagini öne sürüyor, sezgiye dayanan bilgilerinin Hz. Peygamber'in bilgisini andirdigini söylüyor, bu yolla pek çok vahiy aldigini iddia ediyordu. Bu iddialarinin ve düsüncelerinin tepki çekmemesinden cesaret alarak kendisinin H. XIV. yüzyilin müceddidi olarak Islâm'i yenilemek üzere gönderildigini ilan etti (1885). Mirza Gulam Ahmet, kendisini müceddid ilan ettikten bir süre sonra taraftarlarindan bey'at alarak müslümanlardan ayri bir cemaat olusturdu (1888). On madde halinde açiklanan bey'at sartlarina göre Mirza Gulam'a bey'at eden kimse sirkten ve her türlü büyük günahtan sakinacak, namazlarini, hatta gece namazini (teheccüd) aksatmadan kilacak, bütün insanlara iyi davranacak, her durumda Allah'a bagli kalarak kendini O'na adayacak, Kur'ân'in gösterdigi yolda yürüyecek, Islâm'a bagliliga her seyden çok deger verecek, dinini dünyanin üstünde tutacak ve kendisini her konuda Mirza Gulam'a baglayarak ölünceye kadar ona itaat edecekti. Bir süre sonra Mirza Gulam Ahmet, Kadiyânîlik'in temel düsüncelerinden birisini olusturacak olan kendisine iliskin iddialarini genisletti ve buna bagli düsüncelerini gelistirdi (1891). Buna göre Hz. Isa çarmiha gerilince ölmemis, öldügü sanilarak birakildigi magara biçimindeki mezarinda kendisine gelerek yaralarini "merhem-i Isa" denilen bir ilaçla iyilestirmis ve Incil'i ögretmek için Kesmir'e gelmistir. Burada yüzyirmi yasinda vefat eden Hz. Isa, Srinagar'da gömülmüstür. Bu nedenle, Kiyamet öncesinde gelmesi beklenen Mesih, Hz. Isa degil, Hz. Muhammed'in ümmetinden yaratilis bakimindan ona çok benzeyen birisi olacaktir. Müslümanlarin bekledigi Mehdî de ayri bir kisi olmayacak, Mesih'le ayni kisi olacaktir. Bu kisi de Mirza Gulam Ahmet'ten baskasi degildir. Mesih ve Mehdi olan Mirza Gulam, hem Hz. Isa'nin, hem de Hz. Muhammed'in ruhsal gücünü tasimaktadir. Bu nedenle barisçidir, cihadini kiliçla degil propaganda ile yapacak ve böylece Islâm'i yayacaktir. Bu asamadan sonra Mirza Gulam, iddiasina yeni bir boyut daha katarak kendisinin nebî ve resûl oldugunu iddia etti (1902). Ne var ki bu nebîlik ve resûllük mecâzî anlamda anlasilmalidir. Çünkü kendisi yeni bir din ve seriat getirmemektedir. Bir kaç yil sonra da Mirza Gulam mesihlik, mehdilik, nebîlik ve resûllük niteliklerine Krisnalik niteligini de ekleyerek kendisinin ayni zamanda Hindularin bekledigi Krisna oldugunu açikladi (1904). Bu tutumu ile Hindistan'da bulunan tüm dinleri birlestirme düsüncesine sahip oldugu söylenebilirse de bunda basarisiz oldugu görülecektir. Halkin egilim ve beklentilerini iyi degerlendirerek düsüncelerini bu dogrultuda gelistiren ve bu nedenle birtakim insanlarin kendisine baglanmasini saglayan Mirza Gulam Ahmet'in ani ölümünden sonra hareketin basina Hakim Nureddin getirildi. Bu sirada hareket içinde görüs ayriliklari belirmekle birlikte Hakim, bir parçalanmaya imkân tanimadi. Ortaya çikan iki görüsten birine göre, Mirza Gulam'in nebîligini tanimayan müslümanlar kâfir sayilmalidir; diger görüs ise müslümanlarin tekfirine siddetle karsi çikiyordu. Görüs ayriliklarinin giderek derinlesmesi ve Hakim Nureddin'in de ölümü üzerine Kadiyânîler Lahor ve Kadiyân kolu halinde ikiye ayrildilar. Kadiyân kolu kendisine "Mesih'in Ikinci Halîfesi" ünvaniyla Mirza Gulam Ahmet'in oglu Mirza Besirüddin Mahmud Ahmet'i (d. 1889-ö. 1965) baskan seçti. Mahmud Ahmet, babasinin kâmil bir nebî oldugunu, ancak onun nebîliginin Hz. Peygamber'in Hatemü'l-enbiya olusunu zedelemeyecegini öne sürdü. Merkezi 1947 yilinda Kadiyân'dan Rabva'ya tasinan bu kolun basinda simdi Mirza Nasir Ahmet (d. 1909) bulunmaktadir. Kadiyânîlik'in Lahor kolu ise Hakim Nureddin'in ölümünden kisa bir süre sonra Lahor'a yerleserek Mevlana Muhammed Ali'nin önderliginde Ahmediye Encümen-i Isa'at-i Islâm adli bir örgüt kurarak çalismalarini sürdürdü. Lahor kolu Mirza Gulam Ahmet'in nebîlik iddialarini reddetti; mesihlik ve mehdilik iddiasi üzerinde de hemen hiç durmadi. Bu kol, özellikle kültürel çalismalariyla Afrika ve Avrupa'da Islâm'in yayilmasina önemli katkilari oldu. Lahor kolunun basinda halen Mevlana Sadreddin bulunmaktadir (d. 1881).

    Kadiyânîlik'in temel görüsleri, Mirza Gulam Ahmet'in mesihlik, mehdilik, nebilik gibi iddialari çevresinde toplanir. Bu iddialar, kendi baglilarinin bile ancak bir bölümünce kabul görebilmistir. Iman esaslarina iliskin görüsleri Es'ari ve Maturidi kelâmcilarinin görüslerinden bir ayrilik tasimaz. Onlara göre iman, Kur'ân'da kullanildigi gibi Allah'in birligini dil ile ikrar ya da kalb ile tasdik etmek, Hz. Muhammed'in getirdigi hakikatlere saglam bir sekilde inanmak veya hayirli amellerde bulunmak, kabul edilen esaslari hayata tatbik etmek yahut bu üçünün birligine isaret eden inançtir. Amentüde ifade edilen iman esaslari aynen kabul edilir. Islâm'in sartlari konusunda da tamamen Hanefi mezhebine uyarlar. Lahor kolu, fikih alaninda farkli olarak ictihad kapisinin sürekli açik oldugu görüsünü benimsemistir. Sünnî mezheplerle en önemli ayrilik konularindan birisini cihad konusundaki düsünceleri olusturur. Buna göre kiliçla cihad devri geçmistir. Islâm'in yayilmasi için cihad kalem ve dua ile yapilmalidir. Bu konudaki tutumlari Ingilizlerin önemli ölçüde islerine yaramis, bagimsizlik mücadelesi veren müslümanlarin ise zararina olmustur.

    Kadiyânîlik'in Lahor kolu, Mirza Gulam Ahmet'in nebîlik iddialarini siddetle elestirmesi ve Islâm disi görüslere iltifat etmemesi nedeniyle Islâm sinirlari içinde kalan bir hareket olarak degerlendirilmelidir. Bu kolun düsünceleri için, ilk liderlerinden Mevlana Muhammed Ali'nin, Naciye Hamdi Akseki tarafindan Türkçe'ye çevrilen ve Ahmet Hamdi Akseki'nin notlariyla zenginlestirilerek Islam Dini adiyla iki cilt halinde basilan (Istanbul 1942-1946) eserine bakilabilir). Buna karsilik Kadiyân kolu, ibadet konusundaki titizliklerine ragmen nübüvvet konusundaki inançlari nedeniyle Islâm disi bir çizgiye düsmüstür. Nitekim bu nedenle Kadiyânîlik Pakistan'da parlamentonun aldigi bir kararla (7 Eylül 1974) "Islâm disi azinlik" ilan edilmistir.

    Kadiyânîler 1913 yilindan baslayarak Avrupa'da çesitli misyonlar kurdular. Ingiltere, Hollanda, Bati Almanya, Danimarka, ispanya ve Isviçre'de, daha sonra Güney Amerika ve Birlesik Devletler'de, Asya ve Pasifik adalarinda ve özellikle Afrika'nin hemen her bölgesinde çalismalarini sürdüren oldukça etkili misyonlari vardir. Bugün dünyada iki-on milyon arasinda Kadiyâni oldugu sanilmaktadir.

    Ahmet ÖZALP

  10. Alt 09-14-2008, 14:55 #20
    Sarax Mesajlar: 678
    DÜRZÎ, DÜRZÎLİK

    Fatımî halifelerinden el-Hâkim biemrillah el-Mansur b. el-Aziz billah (385-411/996-1021)'ın veziri Hamza b. Ali'nin kurduğu İslâm dışı bâtıl bir mezhep. Dürzî, bu mezhebin görüşlerini benimseyen kişi. Propagandacı (dâî)* lerinden birisi olan Nuştekîn ed-Dürzî (ö. 410/1019)'nin ismine izafetle anılan Dürzîlik, siyasi-itikadî bir mezheptir. Şiîliğin İsmailiye* kolundan doğmuştur.

    Altıncı Fâtımî halîfesi el-Hâkim, ulûhiyet (tanrılık) dâvâsında bulunarak mektuplara "bismil-Hâkim er-Rahmanir-Rahim" yazdırıyor, hutbede kendi ismi okunduğunda halkı ayağa kaldırıyordu. (Mahmud Es'ad, Tarih-i İslâm, 158) Hâkim, etrafa dâîler göndererek kendi sapık görüşlerinin propagandasını yaptırır ve: "hiç kimsenin kendilerine zarar veremeyeceğini, mezhebe bağlı olanların artık dalâlete düşürülmeyeceklerini" söyler. Veziri Hamza b. Ali de bu mezhebin imamı olur. Bu arada el-Hâkim'in daha önceki dâîlerinden Nuştekin ed-Dürzî (Ânuştekin ed-Derezî) kendisinin imam tayin edilmesi için faaliyet gösterir. Fakat aşırı fikirleri halkı isyana sevkeder ve 410 yılında öldürülür. Halkın reaksiyonu üzerine bir süre ara verilen propaganda faaliyetine Hamza b. Ali yeniden başlar ve etrafa dâîler göndererek birçok taraftar toplar. el-Hâkim'in 411/1021 yılında el-Mukattam dağında kaybolması Hamza b. Ali'nin de inzivaya çekilmesi üzerine Hamza'nın dördüncü vasisi Ali b. Ahmed mezhebin başına geçer. Fakat el-Hâkim'in yerine halîfe olan Ali b. el-Hâkim, Dürzîleri takiple cezalandırır. Bunun üzerine faaliyetlerini gizli olarak sürdürürler. Daha sonra tekrar açıktan çalışmaya başlayarak Teym vadisi, Sayda, Beyrut ve Şam'da yayılırlar.

    Dürzîler Haçlı saferlerinde hristiyanlarla işbirliği yaparak müslümanlara karşı savaşmışlardır. Günümüzde Lübnan'ın dağlık bölgelerinde, Suriye, Filistin ve Ürdün'de yaşamaktadırlar. Lübnan anayasasına göre özel hakları olan Dürzîlerin Ortadoğu'da siyâsî güçleri olup bugünkü Suriye yönetiminde büyük etkinlikleri vardır. (E. Ruhi Fığlalı, İtikâdî İslâm Mezhepleri, 169 vd.)

    Dürzîlik, Kur'ân'da "sırat-ı müstakim"* diye adlandırılan "doğru yol"un dışındaki bâtıl yotlardan birisidir. Bu bakımdan "İslâm mezhepleri" içinde sayılmaması gerekir. Kur'ân-ı Kerim sırat-ı müstakim'in dışına çıkılmaması gerektiğine dair gayet açık olarak birçok âyette hüküm bildirmiştir: "Îşte benim doğru yolu, m bu, ona uyun, (başka) yollara uymayın ki, sizi O'nun yolundan ayırmasın!" (el-En âm, 6/153)

    Kendilerini gerçek tevhid inancına sahip (Muvahhidun) olarak gören Dürzîlerin Allah hakkında tecessüm (Allah'ı cisim olarak tasvir etme), hulûl (ruhun bir canlıdan başka bir canlıya geçmesi) gibi inançları ve bunların çok karışık yorumları vardır. Onlara göre Allah'ın bir gerçek ulûhiyeti (lahut) bir de beşerî tezahürü (nâsut) vardır. Allah kendisini beşer idrakine ancak bir insan şeklinde yani el-Hâkim şeklinde göstermiştir. Aksi halde insan Allah'ı gerçek ulûhiyetiyle tanımaya güç yetiremezdi. el-Hâkim'in Allah'ın beşerî tezâhürü olarak imamet mevkiine oturması ve onun tebliğini üstlenmesi Allah'ın gerçek tevhididir. Dürzî inancına göre bu gerçek tevhide ulaşan kişinin ibadet mükellefiyeti ve buna ihtiyacı da yoktur. (Fığlalı, a.g.e., 174-175)

    Görüldüğü gibi bu mezhep mensupları İslâm'ın saf ve temiz tevhid akîdesini, nefs ve hevâlarına tâbi olan akıllarıyla bulandırmışlar, lâyık olmayan sıfatları Allah'a izafe etmişlerdir. Halbuki gerçek tevhid* inancına göre: Allah birdir, Sameddir (herşey varlığını ve bekasını O'na borçludur. Herşey O'na muhtaçtır. O, hiçbir şeye muhtaç değildir. Herşeyin başvuracağı, yardım dileyeceği tek varlık O'dur). Kendisi doğurmamıştır ve (başkası tarafından) doğurulmamıştır. Hiçbir şey O'nun dengi olmamıştır." (el İhlâs, 112/1-4)

    Dürzîliğin, Hamza b. Ali tarafından ortaya atılan inanç esasları özetle şöyledir: 1- el-Hâkim bi Emrillah'ı Allah bilmek. Onlara göre Hâkim, Hz. Muhammed'in şerîatını neshetmiştir. 2-Emri tanımak: Bu, yaratıkların en şereflisi olarak kabul edilen Hamza b. Ali'dir. 3-Hududu tanımak: Bunlar Hamza ile birlikte beş vezirdir. 4-Yedi esası bilmek: Bunlar iptal edilen yedi akîde (Kelime-i Şehâdet, namaz, oruç, hac, zekât, cihat ve velâyet) yerine konan yedi vasiyet (vesâya veya hisâl) dir. Bu yedi vasiyet: 1-Sözde doğruluk, 2-İman kardeşlerini koruma ve karşılıklı yardım, 3-Önceki ibadetler ve bâtıl inançların tamamını terk, 4-İblîs'i ve bütün şer güçleri tanımama, 5- Allah olarak Hâkim'in birliğine iman, 6-Ne olursa olsun fiillerine sahip olma, 7-Açık veya gizli onun (Hâkim) ilâhî iradesine teslimiyet ve kabut.

    Dürzîlere göre âhiret ve âhiretle ilgili Cennet, Cehennem, Arş, Kürsî, hesap, ceza, mükâfat gibi şeyler hep bu dünyadadır.

    Dînî bakımdan Dürzîler, Akıllılar ve Cahiller olarak ikiye ayrılır. Özel kıyafetleri olan akıllıların mezhep esaslarına bağlı olmaları, şehvetlerden kaçınmaları, sigara ve içki içmemeleri, hırsızlık, zina vb. kötülükleri yapmamaları gerekir. Bunların önderlerine Şeyhu'l-Akl denir. Cahillerin dünyevî lezzetleri tatmalarında, refah içinde yaşamalarında bir sakınca yoktur.

    Misafirperverlik, israftan sakınmak, ahlâkî değerlere önem vermek gibi özellikleri bulunan Dürzîler, "İslâm esaslarını hiçe saydıkları ve iman esaslarını da keyfi olarak tahrif ve tağyir ettikleri için" müslüman sayılmazlar.

    Halit ÜNAL

Kullanıcı isminiz: Giriş yapmak için Buraya tıklayın

Bu soru sistemi, zararlı botlara karşı güvenlik için uygulamaya sunulmuştur. Bundan dolayı bu kısımı doldurmak zorunludur.