“Resulüm, sizden peygamberlik vazifesine mukabil ücret istemez. Yalnız Âl-i Beyt’ine meveddet (sevgi ve saygı) istiyor.” (Şûra Sûresi, 23)
Peygamber Efendimiz (asm.) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurdular:
“Size verdiği nimetlerinden dolayı Allah’ı sevin. Beni de Allah için sevin. Âl-i Beyt’imi de benim için sevin.”
Diğer bir hadîslerinde ise: “Bir kimse, sahabelerimi, zevcelerimi ve Ehl-i Beyt’imi sever de onların herhangi birine ayıplamada bulunmazsa, onların sevgisiyle bu dünyadan göçerse kıyamet günü benimle beraber olur.” buyurmuşlardır.
Bu hadis-i şerif, Âl-i Beyt muhabbetinin dinimizdeki önemini en veciz ve en açık bir şekilde ifade etmektedir.
Yine bir hadis-i şeriflerinde Peygamberimiz (asm.): “Sizlere iki şey bırakıyorum. Onlara yapışsanız kurtulursunuz. Birisi Kur’an-ı Kerim, biri Âl-i Beyt’imdir.” buyurmaktadır.
Bu hadis-i şerifte Allah’ın Kitabı’na ve Âl-i Beyt’e yapışmanın birlikte zikredilmesiyle, bizlere şu hakikat ders verilmiştir:
Allah’ın Kitabı’na uyan her Müslüman, Âl-i Beyt’i sevecek, Âl-i Beyt’i seven her Müslüman da Allah’ın Kitabı’yla amel edecektir.
Her şeyde olduğu gibi Âl-i Beyt’i sevmenin de bir ölçüsünün olması lâzımdır. Bu ölçü ise, Resulüllah Efendimizin (asm) Sünnet-i Seniyye’sini, bütünüyle yaşamaktır. Bu hususu Bediüzzaman Hazretleri şöyle ifade etmektedir:
“Âl-i Beyt’ten vazife-i Risaletçe muradı Sünnet-i Seniyye’sidir. Sünnet-i Seniyye’yi terk eden hakikî Âli Beyt’ten olmadığı gibi Âl-i Beyt’e hakikî dost da olamaz.”
Bu hakikate binâen, ancak Sünnet-i Seniyye’ye tâbi olan bir Müslüman, Âl-i Beyt’i gerçek anlamda sevmiş olacaktır.
Zira, böyle bir Müslüman’ın yapmış olduğu bütün ibadetlerden ortaya çıkan hayır ve hasenâtın bir misli “Sebep olan işleyen gibidir.” kuralı gereği, Peygamber Efendimizi, Âl-i Beyt’e ve bütün sahabelere de yazılmaktadır. Böylece, o mümin ile Âl-i Beyt’in ruhları arasında bir ilişki ortaya çıkmakta, bu onlara sevaplar hediye ettiği gibi, onlar da bundan memnun ve mesrur olmaktadırlar.
Şunu da ifade edelim ki, Âl-i Beyt’e sadece soyut bir sevgi beslemekle yetinilirse o takdirde Resulullah Efendimiz (asm.) insanlara sadece Âl-i Beyt’i sevdirmek için gönderilmiş olur. Hâlbuki, Peygamberimiz (asm.) insanlara Allah’ı tanıttırmak, sevdirmek ve onları ibadet vesilesiyle Allah’ın dergâhına sevk etmek için gönderilmiştir.
Bu tarz bir anlayış, insanın yaratılış gayesini sadece bir sevgiye bağlamak olur. Hâlbuki, Âl-i Beyt de dahil, bütün insanlar, Aziz ve Celil olan Allah’ı tanımak ve O’na ibadet için yaratılmışlardır.
Meşârik’teki bir hadîs-i şerîfte Peygamber Efendimiz, Hz. Fâtıma’ya hitâben: “Ey benim kızım Fâtıma-i Zehrâ, canını Cehennem ateşinden kurtarmaya çalış. Zira ben ahirette-farz ve vacipleri terk ve yasak olan şeyleri işlemeniz sebebiyle azâba sürüklenmenizi Allah dilerse-üzerinize gelecek azap ve cezayı def edip uzaklaştırmaya muktedir değilim.” buyurmuşlardır.
Bizim Ehl-i Beyt’i sevmemiz onların sadece mücerret şahsiyetleri için değil, Kur’an’a yaptıkları hizmetleri, İslâm Dini’nin neşrinde gösterdikleri büyük fedakârlıkları, ilim ve irfan sahasında yaptıkları hizmetleri içindir.
Ehl-i Beyt’i seven her mümin, ibadet görevini yerine getirmekle, onları örnek almalı, onlara benzemeli ve onlar gibi olmaya gayret etmelidir. Ehl-i Beyt’i gerçek anlamda sevmek de ancak bu yolla gerçekleşebilir
Mehmet Kırkıncı