Böyle bir iddia ne dinen, ne de aklen geçerlidir. Hz. Ali Efendimiz (ra.) en çok Hasan ve Hüseyin Efendilerimizi (ra.) sevdiği halde, onlar ve onlardan sonra gelen evlâtları, “Bizim namazımız kılınmıştır.” diye bir iddiada bulunmamışlar, aksine sadece farzlarını edâ etmekle kalmamış, sünnet ve nafilelere de tam anlamıyla uymuşlardır.
Hz. Ali’nin (ra.) namaz kılmasıyla, Onu seven bütün müminlerden namazın kalkacağını iddia etmek, aynen, bir adamın yemek yemesiyle bütün evlâtlarının ve torunlarının da karınlarının doyacağını veya onun ilim sahibi olmasıyla bütün neslinin de âlim olacaklarını iddia etmeye benzer. Hz. Ali Efendimiz (ra.) kendisini seven bütün Müslümanların namazlarını kıldığı zannı, bir an için doğru farz edilse, ortaya şöyle bir durum çıkar:
Hariciler dışında her mümin, Hz. Ali Efendimizi candan sevdiğine göre, o zaman namaz hakkında nazil olan bütün ayet-i kerimeler ve Resulüllah Efendimizin (asm.) buyurdukları bütün hadis-i şerifler, sadece Hz. Ali’ye ve Hariciler’e hitap etmiş olur. Hâlbuki, bu gibi ayet ve hadislere muhatap olanlar, kıyamete kadar gelecek bütün müminlerdir. Diğer taraftan, böyle bir anlayışa göre, Hz. Ali Efendimizin (ra.) vefatından sonra namaz hakkında yazılan bütün eserler ve namaz için inşâ edilen bütün cami ve mescitler, hep manasız ve gereksiz olmuş olur. Hem Hz. Ali Efendimizin, kıyamete kadar gelecek milyarlarca Müslüman’ın namazlarını kılmaya ömrünün yeterli olmayacağı açıktır.
Söz konusu iddianın aklen mümkün olmadığı hakkında bu kısa açıklamadan sonra, şunu ifade edelim ki: “Cenâbı Hak, namazı, peygamberler dahil, her müminin kendi şahsına farz kılmıştır. Hiç kimse bir başkasının yerine namaz kılamaz. Zaruret halinde de bu böyledir. Bir kimse namaz kılamayacak kadar hasta da olsa, onun namazını bir başkası kılamaz.”
Cenâbı Hak, Bakara Sûresinde: “Herkesin kazandığı hayrın sevabı kendine ve yaptığı fenâlığın zararı da yine onadır.” (Bakara Sûresi, 286) buyurarak mükâfat ve cezada her Müslüman’ın bizzat kendisini sorumlu tutmuştur.
Kur’ân-ı Kerim’de namaz hakkında yüzden fazla ayet-i kerime mevcuttur. Bunlardan Nisâ sûresinde:
“Ey müminler, namazı kılın, muhakkak namaz müminler üzerine vakitleri belirlenmiş olarak farz kılındı.” (Nisâ Sûresi, 1-3) buyurulmaktadır.
Peygamber Efendimiz (asm.) de: Namaz dinin direğidir.” buyurmuş ve birçok hadis-i şerifleriyle namazın önemini ümmetine ders vermiştir. Kendisi (asm.) harplerin en şiddetli anlarında bile, vakit namazını kazaya bırakmadığı gibi, cemaat sevabını dahi feda etmeyerek, sahabelerine iki grup halinde namaz kıldırmıştır. Resulüllah (asm.) Efendimiz nafile namazlara da son derece önem vermiş, bazen sabahlara kadar namaz kılmıştır.
Bir defasında sahabe-i kirâma:
“Bana söyleyin bakalım, sizin birinizin evinin önünde bir nehir bulunsa, o nehirde her gün beş defa yıkansa, onda kir diye bir şey kalır mı?” diye sormuş ve sahabelerin, “Hayır, ya Resulüllah, kalmaz.” demeleri üzerine, Peygamberimiz (asm.) devamla şöyle buyurmuşlardır: “İşte beş vakit namaz da böyledir. Cenâbı Hak o namazlarla müminlerin hatalarını yıkar.”
Peygamber Efendimiz, Fatıma validemize, “Yâ Fâtıma, ben Muhammed Mustafa’nın kızıyım diyerek, sakın namazını terk etme. Zira beni hak peygamber olarak gönderen Cenâbı Allah’a yemin ederim ki, beş vakit namazını vaktinde kılmadıkça, aslâ Cennet’e giremezsin” buyurmuşlardı. (Abdüllâtif, Meclisü’l-Envâri’l-Muhammediye, s. 26).
Hakikat böyle iken, bazılarının âl-i beyt’e olan muhabbetlerine güvenerek ibadeti terk etmelerinin ne kadar yanlış olduğu düşünülsün.
Mehmet Kırkıncı