Allâh kelâmının, muhâtabı olan ins ü cinde husûle getirdiği tesirin kemâli için, kıraatinin doğru ve hatâsız olması kadar, okuyanın ses güzelliği de mühim bir rol oynar.
Esâsen beşerî sözler için bile kelimeler, telaffuz farkları ile ayrı ayrı mânâlara gelebildiği gibi bazı ahvâlde tesirleri artar; bazı ahvâlde azalır.
Bir dilencinin yalvarma üslûbu, sadece seçtiği kelimelerle değil, aynı zamanda onları telaffuz şekliyle de bârizleşir.
Ateş ve ölüm saçan bir muhârebeden önce bir kumandanın, askerlerini harbe teşvîk için sarf ettiği sözlerdeki telaffuz tarzının, yâni kelimelerin mûsikîsinin asker üzerinde apayrı bir kuvvet ve tesir husûle getirdiği inkâr olunamaz.
Nitekim târih ve kültürümüzde mühim bir yeri olan “mehter”i meydana getiren âmil de, bu tesir gücüdür.
Basit beşerî sözler için bile geçerli olan bu keyfiyetin, ilâhî bir kelâm olan Kur’ân-ı Kerîm için daha büyük bir ehemmiyet taşıdığı âşikârdır.
Kim bilir belki de, Kur’ân-ı Kerîm’i okumanın sünnet, dinlemenin farz olması da bu hikmete binâendir.
Yine bu hakîkat sebebiyledir ki, İslâmî ilimler arasında Kur’ân-ı Kerîm’in okunmasına dâir müstakil bir ilim teşekkül etmiştir.
“Kıraat İlmi” denilen bu ilmin de tıpkı mezheb imamları gibi imamları ortaya çıkmıştır.
Nitekim, kendisine kitap verilen peygamberlerden Dâvûd -aleyhisselâm- da, diğer vasıflarından ziyâde, beşer târihinde “Dâvûdî” diye bilinen güzel sesi ile yâd edilmektedir.
Kur’ân-ı Kerîm’in beyânıyla da sâbittir ki, Hazret-i Dâvûd’un, en güzel kelâm olan ilâhî kitabı okuyan hârikulâde sesi, kuşları ve tesbîh eden dağları kendisine boyun eğdirirdi.[3]
Yine
bu sesle beraber vahşî hayvanlar, hattâ cemâdât bile O’nun tesbîhine iştirâk ederdi.[4]
Ses, Allâh -celle celâlühû-’nun mahlûkâtına bahşettiği en büyük nîmetlerden biridir.
Ses olmasa, kâinatta ne kadar büyük bir boşluk olurdu.
Zîrâ ses, müsbet veya menfî tahrik gücü bulunan pek mühim bir keyfiyettir.
Ses de, diğer birçok nîmet gibi hayra olduğu kadar şerre de âlet olunmak istîdâdındadır.
Diğer taraftan bu âlem, hayır-şer, hüsün-kubuh gibi her keyfiyette iki vecheli veya iki kutuplu olduğundan, sesin de güzel ve çirkin olanı vardır.
Bülbül sesi, hassas bir rûha ne kadar ferahlık verir, gönülleri sürûr ile doldurursa, onun zıddı olan karga sesi de o derecede nâhoş bir tesir bırakır.
Ses, insanlar arasında olduğu kadar hayvanlar arasında da müsbet veya menfî tesirler meydana getirir.
Ormanda bir arslanın kükremesi, bütün zayıf mahlûkâtın yüreğini ağzına getirirken;
en soğuk hayvan olan yılan, güzel bir nağme ile Hind fakirinin sepetinden çıkıp oynamaya başlar.
Çöllerde develerin hareketini hızlandırmak için de tegannînin bir vâsıta olarak kullanıldığı da bilinmektedir ki, buna Arap mûsikîsinde “hidâ” ismi verilir.
Rivâyete nazaran avcılar da, zarif görünüşlü mâsum ceylanları, bir pınar başında “ney” sadâsının câzibesiyle avlarlar.
Ney’in tatlı sesini duyan ceylanlar, ağaçların arasından çıkıp pınar başına gelir, çömelir ve hareketsiz bir sûrette mûsikîyi dinler ve sıcak gözyaşları dökerler.
O esnâda saklanmış olan avcılar da, bu cevvâl hayvanların böyle hareketsiz hâle gelmesinden istifâde ile onları kolayca avlarlar.
Hayvanlarda bile böyle tesirler husûle getiren ses, onlardan çok daha mütekâmil olduğunda şüphe bulunmayan insanın hissiyâtında neler yapmaz!
Nitekim para sesi, materyalistlerin; su ve bülbül sesi, romantik ve şâir ruhlu kimselerin;
Kur’ân ile ezânın ulvî sadâsı da, rûhunu arındırmış Hak yolcularının huzur kaynağıdır.
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de, dünyâ meselelerinin, rûhuna
verdiği sıkleti gidermek ve gönlünü huzur ve sükûna kavuşturmak için bâzen:
“–Yâ Bilâl! Bir ezan oku da ferahlayalım!..”
(Ebû Dâvud, Edeb, 78)
buyururlardı.
Bülbül tegannî ederken karşı dağlardan; ezan sadâsı da semânın boşluğunu örerken
gökyüzünden, başka bir ses gelmez. Hassâsiyetimiz ne kadarsa, bu güzel seslerin tesir
ve yakıcılığı da o kadar fazla olur.
Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh- da, “ney”i konuşturur. Ney derdini döker.
Kendisini anlamayanlar için:
“Ney’in sadâsı ateş oldu. Onu boş bir nağme sanma! Kimde bu ateş yoksa,
yazıklar olsun ona!..” diye feryâd ü figân eyler.
Bir neyzen:
“Seher vakitlerinde ney’imin sadâsı ve figânı daha ayrı oluyor!..” diyerek,
“ney sadâsı”ndaki ince ve hassas nükteyi ifâde etmeye çalışmıştır.
Muhyiddîn-i Arabî -kuddise sirruh- buyurur:
“Bütün varlıklar kendine has bir sûrette Allâh’ı zikrederler.
Yalnız onların bu hâlleri birbirinden farklıdır.
Birinci derecede cemâdat gelir.
Yâni taş, toprak, su, madenler gibi cansızlar âlemi, (Allâh’ı en çok zikreden varlıklardır.
Çünkü onlar) nefsâniyetten ve yemek, içmek, hava teneffüs
etmek gibi ihtiyaçlardan müstağnî oldukları için gafletten daha
uzaktırlar.”
Cenâb-ı Hak, cemâdâtın bu uyanıklığını âyet-i kerîmede şu şekilde bildirmektedir:
لَوْ أَنزَلْنَا هَذَا الْقُرْآنَ عَلَى جَبَلٍ لَّرَأَيْتَهُ خَاشِعًا مُّتَصَدِّعًا مِّنْ خَشْيَةِ اللَّهِ وَتِلْكَ الْأَمْثَالُ نَضْرِبُهَا لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ
“Eğer Biz, bu Kur’ân’ı bir dağa indirseydik, muhakkak ki onu, Allâh korkusundan, büyük bir haşyetle paramparça olmuş görürdün. İşte Biz, insanlara düşünüp tefekkür etmeleri için böyle misâller veriyoruz.” (el-Haşr, 21)
Allâh Teâlâ, Enbiyâ Sûresi’nin 79. âyetinde de:
وَسَخَّرْنَا مَعَ دَاوُودَ الْجِبَالَ يُسَبِّحْنَ وَالطَّيْرَ وَكُنَّا فَاعِلِينَ
“…Kuşları ve tesbîh eden dağları da Dâvûd’a boyun eğdirdik. (Bunları) yapan da Biz’iz!” buyurmaktadır.
Yine Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri’nin beyanlarına göre, Allâh’ı zikretme husûsunda cemâdâttan sonra nebâtât gelir.
Bunların su, hava ve güneş gibi birtakım ihtiyaçları vardır.
Cemâdâttan daha mütekâmildirler.
Toprağı emip aldıkları birtakım kimyevî maddeleri, ilâhî tâyinle terkîb edip rengârenk çiçekler, yapraklar ve meyveler vücûda getirirler.
Bu sebeple nebâtât, cemâdâta nazaran biraz daha az zikrederler.
Sonra hayvânât gelir.
Bunların hayâtî fonksiyonları nebâtâttan daha mütekâmildir.
Bundan dolayı ihtiyaçları çoğalmıştır.
Nefsâniyet artmıştır.
En son mertebedeki insanın ise, hem müsbet hem de menfî istikâmette ufku daha geniştir.
Bu, onun îman teklîfine muhâtap olmasının tabiî bir netîcesidir.
Fakat insanı benlik, hayâlât, havâtır ve dünyevî ihtiraslar, devamlı gaflete sevk eder.
Nitekim Hac Sûresi’nin 18. âyet-i kerîmesinde şöyle buyrulur:
أَلَمْ تَرَ أَنَّ اللَّهَ يَسْجُدُ لَهُ مَن فِي السَّمَاوَاتِ وَمَن فِي الْأَرْضِ وَالشَّمْسُ وَالْقَمَرُ وَالنُّجُومُ وَالْجِبَالُ وَالشَّجَرُ وَالدَّوَابُّ وَكَثِيرٌ مِّنَ النَّاسِ وَكَثِيرٌ حَقَّ عَلَيْهِ الْعَذَابُ
“Görmez misin ki, göklerde ve yerde olanlar; güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanların birçoğu Allâh’a secde ediyor; birçoğunun da üzerine azap hak olmuştur…”
Bu âyet-i kerîme, yukarıda geçen dört sınıfın hâlini, durumlarına göre ne güzel tasvîr eylemektedir.
Bu da gösteriyor ki, kâinatta tesbîh etmeyen hiçbir varlık yoktur.
[5] Varlıklar içinde en gâfil, zikri en az ve Hak’tan en uzak olan varlıklar ise, ancak insanların bir kısmıdır.
Bir başka âyet-i kerîmede mahlûkâtın devamlı olarak Cenâb-ı Hakk’ı zikrettikleri şöyle beyân edilir:
تُسَبِّحُ لَهُ السَّمَاوَاتُ السَّبْعُ وَالأَرْضُ وَمَن فِيهِنَّ وَإِن مِّن شَيْءٍ إِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدَهِ وَلَـكِن لاَّ تَفْقَهُونَ تَسْبِيحَهُمْ إِنَّهُ كَانَ حَلِيمًا غَفُورًا
“Yedi kat gök, yer ve bunlarda bulunan herkes O’nu tesbîh eder. O’nu hamd ile tesbîh etmeyen hiçbir varlık yoktur. Ne var ki, siz onların tesbîhini anlayamazsınız! Şüphesiz ki O, Halîm (azapta hiç acele etmeyen)’dir, Gafûr (çok bağışlayandır)’dır.” (el-İsrâ, 44)
Ancak gönül hassâsiyeti inkişâf etmiş olan insanlar, her seste bu tesbîh sesini hissederler.
Onlar, tıpkı Hazret-i Mevlânâ’nın, bir kuyumcu dükkanı
önünden geçerken işittiği çekiç sesinin nağmelerindeki zikirden
vecde gelip huşû içinde semâ ederek Allâh’ı zikre dalması gibi,
kâinattaki umûmî zikrin âhengine bürünerek yaşarlar.
Zikrullâh’ın esrâr âleminde yaşayan gönül erlerinin hâlini, Şâir
Necip Fâzıl, mısrâlarında ne güzel ifâde eder:
O erler ki, gönül fezâsındalar,
Toprakta sürünme ezâsındalar!
Yıldızları tesbîh tesbîh çeker de,
Namazda arka saf hizâsındalar!
İçine nefs sızan ibâdetlerin,
Birbiri ardınca kazâsındalar.
Günü her dem dolup her dem başlayan,
Ezel senedinin imzâsındalar…
Kâinattaki bu umûmî zikir keyfiyeti; harf, hareke ve ses gibi
kayıtlardan âzâde ve her kulağın işitemeyeceği bir zikirdir.
kayıtlardan âzâde ve her kulağın işitemeyeceği bir zikirdir.
Bu sırrî zikri duymak, ancak erbâbına mahsus bir keyfiyettir.
Yûnus Emre’nin, sarı çiçekle büyük bir vecd içinde sohbet etmesi, bu kabildendir.
Gönlü her dem zikir ile meşgul bulunan ve zikirle hem-hâl
olmayı tabiat-i asliye hâline getirebilen kimseler, bu merhaleden
sonra işittikleri her sesteki zikir cihetini idrâk ederler.
Kısaca Hak indinde, -harfli veya harfsiz- seslerin en güzeli,
zikirdir. Zikir, kendi husûsî mânâsının yanında ilâhî kitaplara da
isim olmuş zengin muhtevâlı bir kelimedir. Nitekim âyet-i
kerîmelerde Tevrât-ı Şerîf ve Kur’ân-ı Kerîm’den “Zikir” olarak da
bahsedilmektedir.
Bu itibarla sesler ve nefesler, Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân-ı
Kerîm’deki ilk fermânı olan:
«Yaratan Rabbinin adıyla oku!»
emri mûcibince Kur’ân sadâsı ile de husûsî bir zikir izzet ve
şerefi kazanmıştır.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurur:
“Kur’ân’ı seslerinizle süsleyiniz (onu güzel seslerle doğru ve güzel
bir şekilde okuyunuz)!” (İbn-i Mâce, İkâmet, 176)
“Kur’ân’ı seslerinizle güzelleştiriniz. Çünkü güzel ses, Kur’ân’ın
güzelliğini daha da artırır.” (Dârimî, Fedâilü’l-Kur’ân, 34)
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir başka
rivâyette de:
“Kur’ân’ı tegannî ile okumayan kimse bizden değildir.” (Buhârî, Tevhîd, 44; Ebû Dâvud, Vitr, 20) buyurmuşlardır.
“Kur’ân’ı tegannî ile okumayan kimse bizden değildir.” (Buhârî, Tevhîd, 44; Ebû Dâvud, Vitr, 20) buyurmuşlardır.
Bu hadîs-i şerîfteki “tegannî”den maksadın “ses güzelliği”
olduğunu söyleyen âlimler, sesi güzel olmayan kişilerin ise,
mümkün olduğu kadar güzel okumaya gayret göstermeleri
gerektiğini ifâde etmişlerdir.
Çünkü kelâmların en güzeli Kur’ân-ı Kerîm olduğu için, beşere
âit sesin nihâî ihtişam ve güzelliği de Kur’ân sadâsıyla ortaya
çıkar.
Her güzel sese bir müddet sonra doyulur, fakat Kur’ân sadâsına
Her güzel sese bir müddet sonra doyulur, fakat Kur’ân sadâsına
asla!.. Zîrâ onun ulvî nağmeleri, nasîbi olan gönüllere âdeta
cennet râyihaları bahşeder.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
“Allâh Teâlâ, güzel sesli bir peygamberin, Kur’ân’ı tegannî ile
yüksek sesle okumasından hoşnut olduğu kadar hiçbir şeyden
hoşnut olmamıştır.” (Buhârî, Fedâilü’l-Kur’ân 19; Tevhîd 32;
Müslim, Müsâfirîn 232-234)
Hadîs-i şerîfler, bizlere Kur’ân kıraatinde tertîl ve tecvîdin ne
kadar mühim olduğunu göstermektedir.
Tevbekârların ve çilekeşlerin gönül huzuru da, Kur’ân
nağmelerinin ruhları mesteden devâsında gizlidir.
Ebedî kurtuluş yolunu arayanlar, onun ruhlara hayat bahşeden
cennet lisânının irşâdına muhtaçtırlar.
Ancak Kur’ân’ın ses ve sadâsına gönül vermeyen gâfiller, hayâtın
dışını bilir de, derûnî âlemin hikmet ve hakîkatlerinden mahrum
kalırlar. Onlar, ömür boyu dünyâ lezzetleri ve şehvetlerinin
peşinde koşar dururlar; lâkin cihânın var oluş hikmetinden
gâfildirler.
Onlar, bu dünyâ sofrasından oburca istifâde ederler.
Onlar, bu dünyâ sofrasından oburca istifâde ederler.
Lâkin sofranın gerçek sâhibi olan “Rezzâk”ı tanımazlar.
Mezarlara yakınlarını gömerler de, toprağın altındaki büyük
mâcerâdan habersiz yaşarlar.
Onlar, selvilerin harfsiz-sözsüz lisânından anlamazlar.
Zelzele, fırtına ve türlü musîbetlerle tokat yediklerinde bile
hakîkatlere sırt döner, “tabiî âfetler” yaygarası ile sahte tesellîlere
sığınır, kaçacak delik ararlar.
Ne gariptir ki, ilâhî mülkte yaşarlar, fakat mülkün gerçek
sâhibine düşman kesilirler.
Kalbi, Kur’ân nûru ile aydınlanan mü’minler ise,
yüce hakîkatleri tefekkür hâlindedirler.
Okudukları ilâhî kelâm, onların gönüllerine hâl lisânı ile:
“Sen, Allâh’ın kulusun; O’nun mülkünde yaşıyorsun!
O’nun verdiği rızıklarla rızıklanıyorsun. Kur’ân’ın
hikmet ve esrârına dal da, Rabbine kalb-i selîm ile
yolculuk et!..” telkîninde bulunur.
Kur’ân’ın ilâhî telkînine gönül verenler, dâimâ Cenâb-ı Hakk’a
kulluk şuuru içinde bulunurlar.
Kendilerine verilen nîmetlere şükreder ve fânî hayatlarını ebedî
hayâtın sermâyesi yapmanın gayreti içinde yaşarlar.
Bu itibarla Kur’ân, rûhâniyet-i Muhammedî’den bir hisse
alabilenler için yerin göğün lisânı, bereket ve füyûzât hazînesidir.
Hazret-i Peygamber ve Kur’ân-ı Kerîm, Allâh Teâlâ’nın kullarına
ihsan buyurduğu iki büyük nûr kaynağıdır.
Allâh’ın sıfatlarının bütünüyle tecellî ettiği üç varlık mevcuttur;
“Kâinat, Kur’ân ve İnsan”.
Kâinat, ilâhî sıfatların fiilî tecellîsi; Kur’ân da kelâmî
tecellîsidir. İnsan ise zübde (öz) sûretinde bütün tecellîlerin
mecmuasıdır. İnsansız bir dünyâ ne kadar sönük olursa,
Kur’ân’sız bir insan da tıpkı öyledir.
Nitekim Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Kalbinde Kur’ân’dan bir miktar bulunmayan kimse, harap bir
ev gibidir.”
(Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’ân, 18; Dârimî, Fedâilü’l-
Kur’ân, 1)
Kur’ân, 1)
Kâinat, sessiz bir Kur’ân, Kur’ân da sesli bir kâinattır.
İnsan ise, ilâhî esrârın bir tecellî âbidesi olarak, bunların özü ve
zübdesi gibidir. Kur’ân, bir beyân mûcizesi ve Hak nutkudur.
Kur’ânî hakîkatlerden uzak bir gönül ise, içine katran
yağmışçasına karanlık, nursuz ve iki cihan bedbahtıdır.
Kur’ân-ı Kerîm’in sayısız hikmet ve bereketlerinden birkaçını
zikredelim:
Kur’ân, insana, dış âlemdeki zarâfet ve kudret akışlarını
seyrettirerek onun iç dünyâsını uyandırır. Kulu, bu güzel kâinat
karşısında, hisli bir yürekle ürpertir.
Allâh ve Rasûlü’nün
muhabbet iklîmine götürür.
İki cihan saâdetinin rehberi olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisine ilticâ
edenin hayâtını ulvî ölçülerle tanzim edip onu, muvâzeneli ve
huzurlu bir hayâtın saâdet bahçesinde gezdirir.
Kâinat ve onun içindeki her zerre,
muazzam bir denge kânununa tabî iken,
Kur’ân’a sarılmayıp aslî haysiyet ve muvâzenesini kaybeden
insan, kendisini cüceleştirmiş ve hüsran çukurlarına yuvarlamış
olur. Çünkü insanın rûh ve bedenindeki ölçü ve denge,
Kur’ân-ı Kerîm füyûzâtının bir eseridir.
Kur’ân-ı Kerîm, gönül insanı için derin bir tefekkür deryâsıdır.
Her idrâk sâhibi için zaman ve mekân içindeki ilâhî saltanatı
tefekkür etmek ve hikmet dolu kıssalardan hisseler alarak
kemâle erebilmek şarttır ki,
bu da ancak Kur’ân-ı Kerîm’in bir rahmet tecellîsidir.
Görünmez ve bilinmez binbir âlemin esrâr haritasını gözler
önüne sererek gayb âleminin ufuklarından hakîkat pırıltıları
sunması da, yine Kur’ân’a mahsus bir sır tecellîsidir.
Kur’ân-ı Kerîm, insanı doğruya, güzel ahlâka, ibâdete, ilme,
âhiret saâdetine davet eden bir öğütler mecmuasıdır.
Öyle ki, bunları lâyıkıyla idrâk etmek de,
Rabbin lutfettiği firâset sâyesinde mümkündür.
Kur’ân, bütün insanlığı hidâyete dâvet eder.
Canlı bir Kur’ân tefsîri mâhiyetindeki yaşayışıyla Hazret-i
Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de hidâyet
rehberidir. Yâni Kur’ân-ı Kerîm ve Hazret-i Peygamber -
sallâllâhu aleyhi ve sellem-,
bir bakıma beşeriyetin inkâr ve gaflet marazlarının yegâne
şifâsını barındıran ulvî birer eczâne hükmündedirler.
Bundan dolayı kıyamet kopmadan önce gelecek son ferdine
kadar bütün beşeriyet, ümmet-i Muhammed’dir. Bunların bir
kısmı O’nun yüce dâvetine icâbet ettiğinden “ümmet-i icâbe” diye
isimlendirilir ki, asıl ümmet-i Muhammed’i teşkîl edenler
bunlardır. Diğerleri ise, “ümmet-i gayr-i icâbe”dirler.
Bütün insanlığın saâdet ve huzurunun kaynağı, ancak Kur’ân ile
duygulanma, onun feyizli iklîmine girebilme, onun ahkâmı ile
amel etme ve onun ahlâkı ile ahlâklanmaya bağlıdır.
Dolayısıyla Kur’ân’dan uzak her hayat,
bir ebediyet intihârı demektir.
Rûh, hayat, ölüm, diriliş, âhiret ve ebediyet gibi beşer idrâkini
âciz bırakan en çetrefil muammâlar, en müessir ve tatminkâr bir
şekilde ancak Kur’ân-ı Kerîm ile vuzûha kavuşur.
Allâh’ın sonsuz ilim ve kelâmının bir tecellîsi olan Kur’ân’da,
târifi mümkün olmayan eşsiz bir itmi’nân, vicdan huzuru ve
insicam vardır.
Yine târih şâhittir ki, ilâhî dâvetin kandilleri
mevkiinde olan peygamberlerden her biri, kendisinden
evvelkileri te’yîd ve tasdîk ettiği hâlde, filozoflar, aklın çıkmaz
sokaklarında ve sapık felsefelerin girdaplarında
bulunduklarından, dâimâ seleflerini tekzîb edegelmiştir.
Hayat ve kâinâtın sonsuz mânâsını kavrama adına târih boyunca
aklın sınırlı imkânlarıyla ortaya konulmuş olan beşerî ilimler de,
yığın yığın ihtilâflar içinde yüzmektedir.
Bu sebepledir ki, Kur’ân-ı Kerîm ile yoğrulan mü’minlerin
gönülleri, ilâhî hakîkatlerin birer hazîneleri olurken,
filozofların âciz idrâkleriyle ortaya koydukları beşerî görüşlerin
tâbîleri de, karanlıkta el yordamıyla yolunu bulmaya çalışan
ebediyet yoksulları hâline gelmişlerdir.
O hâlde gerçek hayat, Kur’ân hakîkatlerinin cennetinde
yaşamaktan ibârettir.
Nitekim birgün Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-
Efendimiz:
“–Kalbler, demirin paslandığı gibi paslanır.” buyurdu.
Bunun üzerine:
“–Onun cilâsı nedir ey Allâh’ın Rasûlü?”
diye sorulunca,
O’da:
“Allâh’ın kitâbını çokça tilâvet etmek ve Allâh’ı çok çok zikretmektir.” cevâbını verdi.
(Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, II, 241)
Yine Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in:
“_Gözlerinize ibâdetten nasîbini veriniz!”
ifâdesi üzerine ashâb-ı kirâm:
“_Gözlerimizin nasîbi nedir ey Allâh’ın Rasûlü?” dediler.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de:
“_Mushafa bakmak, onun içindekileri düşünmek ve
inceliklerinden ibret almaktır.” buyurdular.
inceliklerinden ibret almaktır.” buyurdular.
(Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, I, 39)