Şeytan taşlayan alevler!!

cin 8–10. Ayetler: Ve gerçekten biz göğe dokunduk da onu kuvvetli bekçiler ve parlak alevlerle doldurulmuş bulduk. Ve hiç şüphesiz ki biz gökten duyum almak için oturulan yerlere oturur idik. ...


  1. Alt 07-29-2008, 15:15 #1
    THEHAFIZ Mesajlar: 135
    cin 8–10. Ayetler:

    Ve gerçekten biz göğe dokunduk da onu kuvvetli bekçiler ve parlak alevlerle doldurulmuş bulduk. Ve hiç şüphesiz ki biz gökten duyum almak için oturulan yerlere oturur idik. Peki, şimdi her kim duyum almak için uğraşsa kendine, gözetleyen parlak bir alev buluyor. Biz de, yeryüzündekilere kötülük mü murat edildi, yoksa Rabbleri onlara bir doğruluk mu diledi bilmiyoruz.

    Bu ayetlerdeki ifadeden anlaşıldığına göre, Kur’an dinleyerek gerçekleri görmüş ve imana gelmiş olan yabancılar, Kur’an ile tanışmadan önceki durumlarını özeleştiri olarak dile getirmektedirler. Çünkü konuşmacı olan cinn ayette, kendilerinin daha önce müneccimlik yaptıklarını, umutlarını yıldızlardan alacakları bilgilere bağladıklarını, bu amaçla sürekli rasathanelere oturup beklediklerini, ama göklerin yıldızlarla ve meteorlarla dolu olduğunu, bunlara bakarak istedikleri bilgileri elde edemediklerini, sonuç olarak da hiç kimse için yarının ne getireceğini öğrenemediklerini sayıp dökmektedir.
    İşin aslı bu olmasına rağmen bu ayet gurubu hakkında yapılan açıklamalar, mantık dışı söylentiler sebebiyle komediye dönüşmüştür:

    Süheyli’nin naklettiğine göre, Şeytan daha önce yedi kat semaya girip çıkıyordu. İsa’nın doğumuyla ona üç tanesi yasaklandı. Muhammed’in doğumuyla da yedisinin tamamı yasaklandı. Başka rivayetlere göre de Muhammed elçi olunca büyük bir meteor yağmuru meydana geldi. Bu, Taif sakinlerini korkuttu. Ama onların kabile reislerinden biri dedi ki: Eğer bunlar, gecenin karanlığında kendilerine bakarak yolumuzu bulduğumuz yıldızlar ise, bu dünyanın sonu demektir. Aksi halde korkmamız gereken, başka bazı şeyler olmaktadır ve Allah bir şey irade etmiştir. (M. Hamidullah)

    Razi’den de naklediyoruz:

    Cinlerin Göğü Yoklamaları
    Yedinci Nev: Cenâb-ı Hakk`ın, "Biz ciddi bir surette göğe erişmek istedik, fakat onu sert bekçilerle ve şihablarla doldurulmuş olarak bulduk" (cin, 8) ayetinin beyan ettiği husustur.
    لمس(lems), mess anlamında olup, "tecessüs etti, araştırdı; yokladı" manasında, istiare yoluyla kutlanılmıştır. Çünkü dokunan kimse, arayan ve tanımak isteyen kimsedir. Nitekim Arapça`da, "Dokundu; dokundu, araştırdı..." denilir. Ki, bunun bir benzeri de (cess) köküdür. Nitekim Arapça`da "Onu gözleriyle takip ettiler; onun hakkında tecessüste bulundular. Buna göre ayetin manası, "Biz, semaya çıkıp da, oradakilerin sözlerini dinlemek istedik" şeklinde olur. Hares (الحرس), tıpkı Hadem (الخدم) kelimesinin (hizmetçiler) anlamına gelmesi gibi, manasında tekil bir isimdir. İşte bundan dolayı müfret olan شديداşediden kelimesiyle nitelenmiştir. Şayet bunun anlamı gözetilmiş olsaydı, o zaman شدادا şidaden denilirdi.

    Gökten Kovulmaları
    Sekizinci Nev: Cenâb-ı Hakk`ın, "Halbuki, hakikaten biz, dinlemek için, göğün bazı kısımlarında oturacak yerler bulup oturuyorduk. Fakat, şimdi, kim dinleyecek olursa, kendisini gözetip duran bir şihabın karşısında bulur" (cin, 9) ayetinin beyan ettiği husustur. Bu ifade, "Biz dinliyorduk, ama şu anda her ne zaman dinlemek istesek, şihablarla kovuluyor ve taşlanıyoruz.." demektir.

    Şihap

    Ayetteki, شهابا رصدا şihaben rasaden` tabiri hususunda şu İzahlar yapılabilir: a) Mukâtil, "Şihablann taşlaması, meleklerin de gözetmesi ile karşılaşırız..." manasını vermiştir.

    b) Mananın böyle olması halinde kelamın takdirinin, شهابا رصدا şihaben rasaden şeklinde olması gerekir. Çünkü (gözetleyiciler) رصد, شهاباşihaben`den başka birşey olup, راصد rasıd (gözetleyen) kelimesinin çoğuludur.

    c) Ferrâ da, "Kendisini taşlamak için, gözetleyen bir şihab..." anlamını vermiştir ki, buna göre رصدا rasıd kelimesi شهابا şihaben kelimesinin sıfatı olup, mef`ûl anlamında bir masdardır.

    d) رصدا rasaden kelimesinin ism-i fail anlamında راصدا rasıd olması da mümkündür. Çünkü o cinler için hazırlanmış olunca, adeta sanki, onları gözetleyen ve bekleyen gibi olmuş olur. Bil ki biz, bu meseleyi, (Mülk, 5) ayetinin tefsirinde tafsilatlı bir biçimde ele almıştık.


    Şihablar Bi`setten Önce Yok Muydu?
    Buna göre şayet, "Şuhûblar, Hz. Peygamber (s.a.s)`in peygamber olarak gönderilmesinden önce de vardı. Delili ise şunlardır:
    1) Eski felsefecilerin tamamı, şuhublann akmasının sebepleri hususunda pekçok şey söylemişlerdir. Ki, bu, bunların Hz. Peygamber (s.a.s)`in nübüvvetinden önce de mevcut olduğunu gösterir.
    2) (Mülk, 5) ayeti. Çünkü Cenâb-ı Hak bu sûrede, yıldızların
    yaratılması hususunda iki gayeden, yani tezyîn ve şeytanların taşlanmasından bahsetmiştir.
    3) Bu akma, batma işi, cahlliyye şiirinde de yer almıştır. Nitekim Evs ibn Hicr, "Derken, peşinden, yağmuru sicim sicim eleyen bir birikintisi gelen bir inci gibi kayıverdi, akıverdi" derken, ?Avf İbn el-Hır o da,? "Kervan bize, sevgilisiz geliyor. Ya da, kendisini kanın izlediği bir inci gibi burcun (batımı)" beytinde yine şihabdan bahsetmiştir.
    Zührî de, Ali İbn Hüseyin`in İbn Abbas`tan şunu rivayet ettiğini söylemektedir: "Bir gün Allah`ın Resulü, Ensâr`dan olan bir topluluk içinde oturuyordu. Derken, bir yıldız aktı da, etrafı aydınlattı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s), "Sizler bu gibi şeyler hakkında cahiliyye döneminde ne derdiniz?" diye sorunca, onlar da, "Bizler, (herhalde şu anda), "Büyük bir zat doğdu veya öldü..." derdik" dediler. Biz bu hadisi, Cenâb-ı Hakk`ın, Mülk 5. ayetinin tefsirinde sonuna kadar yazıp ele almıştık.
    Bunlar sözlerine devamla şöyle demektedirler: "Bütün bu sebeplerle, "şuhub"un, Hz. Peygamber (s.a.s), peygamber olarak gönderilmeden Önce de mevcut oldukları sabit olmuştur. Binâenaleyh, bu hadisenin, Hz. Muhammed (s.a.s)`in peygamber olarak gönderilmesine tahsis edilmenin manası ve hikmeti nedir?" denilirse, buna şu iki mukaddime ile cevap verebiliriz:
    Birinci Mukaddime: Bu şihablar, Hz. Peygamber (s.a.s)`in, peygamber olarak gönderilmesinden önce mevcut değildi. Bu, İbn Abbas (r.a) ile Ubeyy İbn Ka`b`ın görüşüdür. Ibn Abbas`ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "cinler göğe çıkıyor ve vahyi dinliyorlardı. Fakat onlar (gökten) bir kelime duyduklarında, ona dokuz tane de ilavede bulunuyorlardı. O tek kelime doğru ve haktı. Ama ilaveler, bâtıl (yalan) idi. Hz. Peygamber (s.a.s), peygamber olarak gönderilince, o şeytanlar (cinler), gökte oturup vahiy dinledikleri o yerlerden koğuldular. Bundan önce ise, o yıldız (kaymaları) görülmüyordu. Bunun üzerine İblis, onlara, "Bu ancak yeryüzünde meydana gelen (önemli) bir hadiseden dolayı olmuştur" dedi ve askerlerini, araştırmak için dört bir tarafa gönderdi. Derken onlar, Resûlüllah (s.a.s), ayakta namaz kılıyorken buldular gördüler..."
    Ubeyy b. Ka`b (r.a) da şöyle demiştir: "Hz. İsa (a.s) göğe kaldırıldığından beri, hiç yıldızla taşlama olmadı. Hz. Muhammed (s.a.s), peygamber olarak gönderilince, yıldızlarla taşlama başladı. Böylece Kureyş, daha evvel görmediği bir hadiseyi görmeye başladı. Dolayısıyla da, "Artık dünyanın sonudur" zannıyla, hayvanlarını salıvermeye, kölelerini azad etmeye başladı. Bu durum, onların büyüklerinden birine ulaştı ve o, "Bunu niçin yaptınız?" deyince, onlar da, "Yıldızlar atıldı (kaydı) ve onları gökte birbiriyle çarpışıyor olarak gördük" dediler. Bunun üzerine o, "Sabredin. Eğer bu bilinen bir yıldız ise, zaman insanların yok edileceği zamandır. Yok eğer bilinmeyen bir yıldız ise, ortada yeni meydana gelen bir hadise vardır" dedi. Onlar da araştırmaya başladılar ve (koyan-çarpan) o yıldızın, tanınmayan bir yıldız olduğunu anladılar. Durumu o adama haber verdiler. Bunun üzerine o, "Hüküm vermekte acele etmeyin. Böyle bir şey, yeni bir peygamber geldiğinde olabilecek bir şeydir" dedi. Aradan çok geçmeden Ebû Süfyan, mallarının başında olarak geldi ve o topluluğa, Muhammed b. Abdullah (a.s)`ın ortaya çıkıp, kendisinin peygamber olarak gönderildiğini (vazifelendirildiğini) iddia ettiğini haber verdi."
    Belki de bu kimseler, evvelki semavî kitapların tahrif edildiğini söylemişler; şeytanları yıldızlarla taşlama mucizesini, sonrakilerin bu kitaplara kattıklarını mı iddia etmişlerdir. Keza cahiliyye devrine ait nakledilen şiirlerin ise uydurma olduklarını ileri sürmüşlerdir.

    Şihabların Artırılması
    İkinci Mukaddime: Doğruya en yakın görüşe göre, bu şihablar, Hz. Peygamber (s.a.s)`den önce de mevcuttu. Fakat o, peygamber olarak gönderildikten sonra iyice artırılmış ve en mükemmel, en güçlü hale gelmiştir. İşte bu, ayetin lafzının kendisine delalet ettiği görüştür. Çünkü ayette, "Fakat onu, sert bekçilerle ve şihablarla doldurulmuş olarak buldular" buyurulmuştur ki bu, sonradan meydana gelen hususun, doldurma ve çoğaltma olduğunu gösterir. Ayetteki, "Halbuki hakikaten biz, dinlemek için onun bazı kısımlarında, oturacak yerler bulup oturuyorduk" cümlesi de aynı manayı ifade etmekte olup, "Biz orada, bazı oturma yerlerini, bekçilerden ve şihablardan boş olarak buluyorduk. Ama şu anda bütün oturma yerleri doldu" demektir. Buna göre, cinleri belde belde dolaşıp, bu hadisenin sebebini araştırmaya sevkeden şey, şihablarla püskürtmenin iyice artması ve kendilerinin kulak hırsızlığından tamamen menedilişleridir.
    Dokuzuncu Nev (çeşit): Hak Teâlâ`nın şu ayetinin beyan ettiği şeydir:
    "Doğrusu biz, yerdekiler için bir şer mi murad ediliyor, yoksa Rableri onlar için bir hayır mı murad ediyor, bilmiyoruz" (Cin, 10).
    Bu ayetle ilgili olarak şöyle iki görüş var:
    1) Ayet, "Biz, bu hırsızlıktan menedilişin gayesinin, yerdekiler için şer olarak mı, yoksa hayır ve güzel olarak mı düşünüldüğünü (uygulandığını) kestiremedik" manasındadır.
    2) Bu, "Biz, bu sebeple hırsızlık yapmaktan menedildiğimiz peygamber olarak gönderilişinin maksadının, onlar onu yalanlasınlar da böylece, önceki yalanlayıcı ümmetlerin helak oluşu gibi helak olsunlar diye mi, yoksa iman etsinler de böylece hidayete ersinler için mi olduğunu kestiremedik" demektir. (RAZİ: Mefatih ül Gayb)

    Lems

    “Lems” sözcüğü; “dokunmak, elle yoklamak” demektir. Dokunmak eylemi genellikle bilgi almak, bir nesnenin sertlik, yumuşaklık, sıcaklık, soğukluk yönünden niteliğini öğrenmek amacıyla yapıldığı için, sözcük burada mecazen; “bilgi almak maksadıyla gökteki yıldızlarla kurulan temas”ı, yani yıldızların incelemeye alınmasını ifade etmektedir.

    El’an (şimdi)

    Bu sözcük gökyüzü için değil, “cinn”ler (yabancılar) için kullanılmış olup, onların iman etmiş hâllerini ifade etmektedir. Yani, eskiden, gerçek imana ermeden, Allah’ı tanımadan, tevhidi öğrenmeden önce, yıldızlara bakarak bir takım hesaplarla gaybe ait bilgileri öğrendiklerini iddia eden kâhinler tarafından kandırılan bu grup, ŞİMDİ, dinledikleri Kur’an sayesinde hem Allah’ı tanımışlar hem de kâhinlerin yıldızlardan bir şey öğrenemediklerini ve onların sadece yalan söylediklerini anlamışlardır. Çünkü kâhinlerin (şimdiye kadar) herkesi, Allah’ın gökte melekleri ile sohbet ettiği, yarının (geleceğin) kimin için iyi kimin için kötü olacağını konuştuğu, onlarla beraber plân program yaptığı masallarıyla uyuttukları ve gökte yapılan bu plânların emirleri altındaki cinnler tarafından kulak hırsızlığı yapılarak, yani kimseye çaktırmadan dinlenerek kendilerine aktarıldığı (bu aktarım faks cihazı ile mi oluyordu acaba?) palavrasıyla sömürdükleri, Kur’an sayesinde ortaya çıkmıştır. Şimdi artık Kur’an dinleyenler bilmektedirler ki, gayb bilgisi sadece Allah’a mahsustur ve bu bilginin Allah’ın izni dışında öğrenilmesi asla mümkün değildir.
    Gizlice dinlemek suretiyle gaybden haber alındığı yalanıyla yapılan sahtekârlık Hicr suresinin 16–18. ve Saffat suresinin 6–10. ayetleri için de söz konusu edilmiştir. Gerçi Hicr ve Saffat surelerindeki kulak hırsızları Kur’an’da “Şeytan-ı Racim (İblis) ve “şeytan-ı marid” olarak nitelenmiştir ama, konuyu suistimal edenler bunları da, duyum almak için oturulan yerlere oturan cinnlerle aynı telâkki etmişlerdir. Bu sebeple, aslında Hicr suresinin 16–18. ayetleri hakkındaki açıklamalarımızı içeren yazımızı burada dikkatlerinize sunuyoruz:

  2. Alt 07-29-2008, 15:17 #2
    THEHAFIZ Mesajlar: 135
    KULAK HIRSIZLIĞI YAPAN ŞEYTANLAR (!)

    Bu konu Kur’an’da, Hicr suresinin 16–18. ayetleri ile Saffat suresinin 6–10. ayetlerinde yer almaktadır. Piyasadaki meal ve tefsir kitaplarının hepsi bu konuyu aşağı yukarı aynı anlamda açıklamışlardır. Ancak günümüz teknolojisi, bu ayetlerdeki bazı ifadeleri müteşabih sayılmaktan çıkarmış ve bugüne kadar bu müteşabih ifadeleri açıklamak için uydurulmuş hikâyelere ters düşmesin diye bazı dil bilgisi kurallarını ihmal etmeye (veya bilerek yanlış kullanmaya) artık gerek kalmamıştır.
    Yukarıda sözünü ettiğimiz ayetler, eski tefsircilere göre müteşabih sayıldığı için iyi anlaşılamamış ve bu konuda mantıksız, akıl dışı, hatta din dışı açıklamalar ve inançlar ortaya çıkmıştır. Yanlışların görülmesi bakımından bu inançların ne olduğunun özetlenmesinde yarar vardır:
    Bu inançlara göre güya Kur’an inmeye başlamadan önce şeytanlar diledikleri gibi göklerde dolaşırlar, meleklerin arasına sızarak meleklerin Allah’tan öğrendikleri geleceğe ait; gaybe ait bilgileri kaparlar, bu bilgilerin içine biraz da yalan katarak kâhinlere anlatırlar, kâhinler de bu bilgileri halka anlatırlarmış. Böylece peygamberler ile şeytanlar arasında bir sürtüşmedir devam eder gidermiş. O zamanlarda, bazılarına göre gökyüzünde yıldız yokmuş, bazılarına göre ise yıldızlar varmış ama kovalamaca işi yokmuş. Sonradan yıldızlar yaratılmış ve şeytanlar gökyüzüne sokulamaz olmuş. Fakat yine de içlerinden bazıları, meleklerden bir şeyler öğrenmek için onların aralarına sızmaya çalışırmış. İşte meleklerin arasına sızmaya çalışan bu şeytanlara yıldız fırlatılırmış ve alev topu halinde üzerilerine gelen yıldızı gören şeytanlar gerisingeri dünyaya kaçarlar, elleri boş kalırmış. Yalnız bu inançta net olmayan bir nokta varmış. O da; acaba yıldızlar yeni mi yaratılmış yoksa eskiden beri varmış da şeytanlara karşı silâh olarak kullanılmaya sonradan mı başlanmış? (!)
    İbn-i Abbas’a göre, şeytanlar önceleri göğe çıkmaktan menedilmemişti. Bundan dolayı göklerde dolaşıyor, meleklerden gaybın haberlerini duyuyor ve haberleri kâhinlere ulaştırıyorlardı. Kâhinler de bu aldıkları kelimelere dokuz daha katarak bunları yeryüzündekilere anlatıyorlardı. Bu kelimelerin dokuzu batıl birisi hak idi. İsa peygamber doğunca, onlar üç kat gökten menedildiler. Peygamberimiz doğunca da, bütün göklerden menedildiler. Dolayısıyla bu şeytanlar, kulak hırsızlığı yapmak istediklerinde, ateş parçaları ile taşlanmakta, uzaklaştırılmaktadırlar. (Hicr suresi tefsiri, Mefatih ul Gayb, İmam Razi ?ve Kurtubi?, Cilt 10 s. 20,21) (!)
    Bu konu en uzun teferruatlı anlatımıyla Kurtubi’de yer almıştır.
    Yukarıda özetlediğimiz inançlar ve özellikle İbn-i Abbas patentli açıklamalar doğrultusunda konuyla ilgili ayetlerin Türkçeye nasıl çevrildiğinin tipik örneği de malûm, meşhur, muteber sayılan Elmalılı’nın mealidir:

    Hicr; 16–18: Andolsun biz, gökte birtakım burçlar yarattık ve bakanlar için onu süsledik.
    Ve göğü taşlanan bütün şeytanlardan koruduk.
    Ancak kulak hırsızlığı eden şeytan hariç, onu apaçık bir alev sütunu takip eder.

    Saffat; 6–10: Gerçekten biz dünya göğünü (o yakın göğü) bir zinetle, yıldızlarla süsledik.
    Onu her inatçı şeytandan koruduk.
    Onlar yüksek (melekler) topluluğunu dinleyemezler. Her taraftan kovulup atılırlar.
    Uzaklaştırılırlar. Onlara ardı arkası kesilmez bir azab vardır.
    Ancak kulak hırsızlığı yapanlar olur. Onu da yakıcı bir alev takip eder.

    Bu ayetler hakkında bizim görüşlerimiz ve çevirimiz ise aşağıdadır:

    Hicr; 16–18: Hiç kuşkusuz, gökte burçlar oluşturduk ve seyredenler için onu süsledik.
    Ve onu Şeytan-ı Racim’in hepsinden koruduk;
    az da olsa vahye kulak veren ve kendisini açık bir alev takip edenler hariç.

    18. ayetin, 17. ayetin devamı olması münasebetiyle iki ayeti tek bir cümle hâlinde ifade dersek cümle şöyle şekillenir:
    “Ve onu, az da olsa vahye kulak veren ve kendisini açık bir alevin takip ettiklerinin haricindeki tüm Şeytan-ı Racim’lerden koruduk.”
    Yani sema “azıcık da olsa vahye kulak veren ve kendini açık alev takip edenlerin dışındaki tüm Şeytan-ı Racim’lere” kapalıdır. Az da olsa vahye kulak kabartanlara açıktır, onlara serbesttir, onlardan korunmamıştır.

    Saffat; 6–10: Gerçekten biz en alt semayı ziynetlerle; yıldızlarla süsledik.
    Asi inatçı şeytanın tümünden koruduk;
    onlar mele-i a’lâya hiç kulak vermezler ve her taraftan taşlanırlar,
    kovulmak için… Ve onlara sürekli azap vardır,
    ancak bir kırıntı kapan ve kendisini şihab-ı sakıp takip eden hariç.

    Burada da 7–10. ayetler tek bir cümle olduğu için bunları da tek cümle hâlinde ifade edelim:
    “Biz semayı, mele-i a’lâdan bir kırıntı kapan ve kendisini şihab-ı sakıp takip edenler hariç, sürekli azap içinde olan, kovulmak için her taraftan taşlanan ve mele-i a’lâya hiç kulak vermeyen ‘şeytan-ı marid’in tümünden koruduk.”
    Ayetin özetini alırsak; gökyüzü ‘şeytanı marid’e kapalı olup mele-i a’lâdan azıcık bilgi kırıntısı sağlayan ve kendini delici alevin takip ettiklerine açıktır.
    Ayetlerin daha iyi anlaşılabilmesi için, ayetlerde yer alan bazı sözcüklerin açılımları gerekmektedir:

    Büruc:

    Ayette geçen “بروج büruc” sözcüğü, “برج burç” sözcüğünün çoğuludur. “Burç”; yüksek köşk demektir. Gökte toplanan yıldız kümelerine de “burç” adı verilmiştir. Ayette çoğul olarak kullanılmış olduğundan gökyüzünde birçok burcun olduğu anlaşılır. Bazı tefsirciler on iki burcun varlığını ileri sürmüş ve bunları koç, balık, kova… burçları olarak adlandırmışlardır. Henüz kozmoloji (evrenbilim) ve astronomi (gökbilim) tam kemale ermediğinden biz, burçların sayısını kesin ifade etmenin doğru olmayacağı kanaatindeyiz.

    Şeytanı-ı Racim ve Şeytan-ı Marid

    Racim
    “رجيم Racim” sözcüğünün mastarı “رجم recm” olup, bu sözcüğün ilk anlamı; “قتل öldürmek” demektir. Öldürmeye “recm” denmesinin sebebi, Arapların öldürecekleri kimseyi taşlamak suretiyle öldürmeleri, öldürecekleri kimseye ölene kadar taş atmalarıdır. Sonradan her öldürme işine “recm” denilir olmuştur. Kur’an’da yeri olmamasına rağmen zina suçlularına verilen cezanın adı da buradan gelir. “Recm” ve türevleri Kur’an’da 14 kez yer almasına rağmen hiçbir yerde bu anlamda kullanılmamıştır.
    “Öldürmek” anlamı dışında “recm” sözcüğü şu anlamlarda da kullanılır olmuştur: “taş atmak”, “lânet etmek”, “sövmek, yermek”, “hicran”, “tart etmek, kovmak”, “zann ve zanna dayalı söz söylemek” (Lisan ül Arab Cilt 4 S.90).
    Nitekim şeytan için bu anlamların hepsi uygun görülmüş, şeytana ism-i mef’ul anlamıyla “taşlanmış şeytan”, “lânetlenmiş şeytan”, “kovulmuş şeytan”, “sövülmüş şeytan” …” denilmiştir.

    Marid
    “مارد Marid” sözcüğü; “azgın, inat ve isyanda benzerlerinden çok ileri giden, karşı çıkan” demektir. Bu sözcüğün mübalâğa kalıbı olan “مريد merid” sözcüğü, “şeytan-ı merid” olarak Hacc suresinin 3. ve Nisa suresinin 117. ayetlerinde, geçmiş zaman kipiyle de “مردوا على النّفاق mered-u alennifakı/ münafıklık üzerine inatlarını sürdürdüler” şeklinde Tövbe suresinin 101. ayetinde yer alır. “Marid” sözcüğünün mastarı olan “مرد merd” sözcüğünün türevleri, sözcüğün öz anlamı ekseninde farklı kalıplarda birçok değişik anlam kazanmıştır. Bunlardan en önemlisi ise, “معرّى soymak –soyunmuşluk” anlamıdır. Araplar, yapraktan soyunmuş (yaprağı olmayan) ağaca “شجر امرد şecerün emred”, bitki bitmeyen kumluklara “رملة مرداء remletin merdai”, köseye (sakalı bitmeyen kimseye) de “امرد emred” derler. (Lisan ül Arab cilt 8, S. 247–250)
    “تمرّد Temerrüt (uzun bir süre inat etme)” sözcüğü de aynı kökten türemedir.
    “Marid” sözcüğü, “soymak, soyunmuşluk, çıplaklık” anlamıyla değerlendirildiğinde “şeytan-ı marid”; ism-i mef’ul anlamıyla “hayırlardan, güzelliklerden soyunmuş şeytan”; ism-i fail anlamıyla “hayırlardan, güzelliklerden soyan şeytan” demek olur. Bu anlam, A’râf suresinin 27. ayetinde farklı bir üslûp ile kullanılmıştır.
    “Marid” sözcüğü ile İblis’e (düşünce yetisi) yakıştırılan “inat ve isyanda çok ileri gitme” sıfatı, Kur’an’da anlatılan olaylardaki İblis’in (Şeytan-ı Racim’in) davranışları ile birebir örtüşmektedir. İblis’e (düşünce yetisi), Âdem’e secde et (Âdem’e boyun eğ) denildiğinde, Allah’ın onu yarattığı özelliğe uygun olarak secde etmemiş, kendisine yapma denileni yapmış, yap denileni yapmamış, Âdem’i yaklaşılması yasaklanan ağaca yaklaştırmıştır.
    Şihab-ı Mübin ve Şihab-ı Sakıp:
    “شهاب Şihap” sözcüğü, bildiğimiz odun ve ot alevidir. Sözcük Hıcr suresinde “شهلب مبين şihab-ı mübin (açık, parlak alev)” şeklinde, Saffat suresinde ise “شهلب ثاقب şihab-ı sakıp (delici alev)” şeklinde kullanılmıştır. Her iki kullanış şekli birlikte değerlendirildiğinde, ayetlerde sözü edilen alevin “delici ve parlak” olduğu anlaşılmaktadır.
    Bize göre bu delici, parlak alev; bu ifadelerin geçtiği ayetlerdeki “فأتبعه feetbeahü (kendisini izler, kendisinin arkasından gelir)” fiilinin de ipucu olmasıyla UZAY ROKETİ’nin arkasındaki alevdir.
    Geçmiş zaman tefsircileri ayetlerdeki bu ifadeleri “yıldız kayması”, “meteor düşmesi” olarak açıklamışlar ve yıldızlar ile meteorların, ne olduğunu anlayamadıkları şeytanların arkasından bir top mermisi gibi fırlatıldığına inanmışlardır. Ama bu bombardımanın sonucu hakkında, şeytanların parlak, delici alevlerden kurtulup kurtulamadıklarına, ölüp ölmediklerine dair bir uydurma yapamamışlardır.
    Az da olsa Vahye kulak verme (Kulak hırsızlığı):
    Hıcr suresinin 18. ayetindeki “استرق isteraka” fiili, genellikle “kulak hırsızlığı yapan” diye çevrilmiş olup, Kur’an’da sadece bu ayette geçer. Fiilin üç harfli hali olan “سرق seraka”nın anlamı; “çaldı, hırsızlık etti” demektir. Konumuz olan beş harfli kalıptan anlamı ise; “kulak kabarttı, kulak misafiri oldu, kaş altından baktı, çaktırmadan gözüyle izledi” demektir (Lisanül Arab cilt 4. S. 565). Yani “إستراق istirak”, hem kulak hem de gözle sinsice bir şeyler öğrenmek demektir.
    Bu fiil konumuz olan ayette “من استرق السّمع Men isteraka s sem’a (Sem’a kulak kabartan” cümlesi içinde yer almıştır. Burada “سمع sem’” sözcüğü tümleç yapılmış olduğundan, “استرق isteraka” fiili, (kulak kabartılarak ne kadar öğrenilebilirse) “dinleme yoluyla az bir bilgi edinen, az bir şey öğrenen” demektir.
    Diğer taraftan cümlede geçen “sem’a”; vahyi yani Kur’an’ı işaret etmektedir. Bu yargıya ise aşağıdaki ayetler delâlet etmektedir:

    Mülk; 10: Ve yine derler ki: “Eğer kulak vermiş olsaydık veya akletmiş olsaydık, sair / cehennem halkı arasında olmazdık.”

    Furkan; 44: Yoksa onların çoğunu vahye kulak verir veya akleder mi sanıyorsun? Onlar sırf hayvan gibidirler, hatta gidişatça daha sapıktırlar.

    Bu konu ile ilgili olarak ayrıca, şu ayetler de tetkik edilebilir: A’râf; 100, Yunus; 67, Nahl; 65–69, Rum; 21–24, Secde; 26, Enfal; 21, 22, Kehf; 101, Kaf; 37.
    Hıcr suresinin 18. ayetindeki “استرق isteraka” fiili, konumuz olan diğer sure Saffat’ın 10. ayetinde “من خطف الخطفة men hatıfel hatfete (bir kırıntı kapan)” diye açıklamıştır.

  3. Alt 07-29-2008, 15:18 #3
    THEHAFIZ Mesajlar: 135
    Mele-i a’lâ:

    “Dolmak” anlamına gelen “ملؤ mil” sözcüğünden türemiş olan “ملأ mele” sözcüğünün ilk anlamı “dolu olan (depo)” demektir. Sonraları reisler, başkanlar, bir toplumun ileri gelenleri, toplumun erdemlileri için de “mele” denilir olmuştur. Bunlara “ملأ mele” denilmesinin sebebi, kendilerinin ihtiyaç duyulan bilgi, deneyim ve anlayışla dolu olmalarıdır. Yani “boş adam” olmamalarıdır. Sözcük bu anlamıyla Kur’an’da 28 kez geçmektedir.
    Araplar ayrıca “ahlâk”a da “mele” demektedirler (Lisanül Arab c. 8 S. 344-346).
    Eski tefsirciler “mele” sözcüğünün “reisler, ileri gelenler (konsey), erdemliler” demek olan mecaz anlamını esas almışlar ve sözcüğün “أعلى a’lâ (yüce)” sıfatıyla birlikte kullanıldığı “الملأ الأعلى el mele-il a’lâ” deyimine “yüce konsey” demişlerdir. Ancak bu “yüce konsey”in ne olduğu ve kimlerden oluştuğu konusunda sağlam bir kanıt olmadığı için, bunun, “göklerdeki melekler”, “Kerrubiyun/ mukarrebun (Allah’a en yakın olan melekler)” olduğunu söylemişlerdir. Böyle olunca da, kulak hırsızlığı yapmaya çalışan şeytanları, Allah’ın başucundaki meleklerin muhabbetlerini dinlemek için göklere çıkarmışlar ve onları oradan ancak yıldızlarla bombardımana tutmak suretiyle kovabilmişlerdir(!).
    Bize göre ise sözlük anlamı “yüce dolular (yüce depo)” olan “melei a’lâ” sözcüğü; vahydir, Kur’an ayetleridir. Çünkü Kur’an, insanlığın ihtiyaç duyduğu her şeyi içermektedir ve herkesin ihtiyaç duyacağı bilgiler ile dopdoludur. Kur’an’ın içindekiler önemsiz şeyler olmayıp, en değerli yüce şeylerdir. (Bu husus ile ilgili birçok ayet vardır.)
    “Mele-ı a’lâ” ifadesi Kur’an’da bu ayetten başka bir de Sad suresinin 69. ayetinde geçmektedir. Bu ayetin iyi anlaşılabilmesi için önünü ve arkasını birlikte ele almak gerekir:

    Sad; 65–70: De ki: “Ben sadece bir uyarcıyım. O Vahid ve Kahhar Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur.
    Göklerin, yerin ve bunlar arasındakilerin Rabbidir O. Aziz ve Gaffardır…”
    De ki: “Büyük bir haberdir o (Kur’an).
    Yüz çevirip duruyorsunuz ondan.
    Tartışıp durdukları mele-i a’lâya dair benim hiçbir bilgim yoktu.
    Bana sadece açık bir uyarıcı olduğum vahyediliyor.”

    Görüldüğü gibi “mele-i a’lâ” ifadesi, bu ayette de Kur’an anlamında kullanılmıştır. Zira tartışılan Kur’an’dır ve kendisine vahy gelene kadar peygamberimizin Kur’an hakkında hiçbir bilgisi yoktur.
    Yukarıdaki bilgiler ışığı altında, her iki surenin ayetleri birlikte değerlendirilirse diyebiliriz ki, Sem’a kulak kabartmak, Mele-i a’lâdan bir kırıntı kapmak; Kur’an’dan azıcık da olsa istifade edebilmektir.
    Mele-i a’lâdan bir parça koparmakla, yani vahye kulak kabartmakla elde edilenin ne olduğuna gelince: Kur’an’da kozmolojiye ve astronomiye ait birçok ayet vardır. Çağımızda bunlar eski çağlara göre binlerce kat daha iyi anlaşılmakta ve bu ayetlerin her biri günümüzde taze birer mucize olmaktadır. İşte bu ayetlerden bir tanesi de şudur:

    Rahman; 33: Ey ins ve cinn topluluğu! Göklerin ve yeryüzünün çaplarından aşıp geçmeye gücünüz yetiyorsa hemen aşın geçin. Ancak üstün bir güçle (sultan ile) geçebilirsiniz.

    Ayette konu edilen “sultan (üstün güç)” bilim ve teknolojidir. Şihab-ı sakıp, mübin / delici parlak alev (roket alevi) de sultanın (üstün bir gücün) göstergesi, işaretidir. Bu ayet, istisnalı bir cümledir ve devamı olan ayette “Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlıyorsunuz?” diye sorulmak suretiyle insanlara “Gidin görün bakalım o gördükleriniz karşısında Rabbinizin hangi nimetini yalanlayabileceksiniz” denilmektedir. Yani, ayetin bu ifadesi insanlara acziyetlerini hatırlatan bir meydan okuma olmayıp, “Bu üstün güce sahip olursanız semavat ve arzın çaplarından çıkabilirsiniz, ama bu üstün güce sahip olmazsanız bunu başaramazsınız.” diyen bir yol göstermedir.

    “illa” istisna edatı

    Konumuz olan pasajlardaki ayetler (Hıcr; 18 ve Saffat; 10. ayetler), “illa” istisna edatıyla başlamaktadır. Böyle olunca istisna edatından sonraki bölüm, daha evvelki yargıdan dışlanmış olmaktadır. Ayetleri birlikte değerlendirirsek ayetlerin anlamı; “semayı… şeytandan koruduk ama, vahye kulak veren (mele-i a’lâdan bir parça alan) ve kendisini şihabın takip ettiği kişilerden korumadık.” demek olur.
    Dikkat ederseniz piyasadaki meal ve tefsirlerde olması lâzım gelen bu meal maalesef yoktur. Ayetlerdeki “illâ” edatı yokmuş gibi davranılmış ve “من men” ism-i mevsulü, şart edatı gibi değerlendirilmek suretiyle, cümle, şart cümlesi anlamıyla “kim kulak hırsızlığı yaparsa alev topu onu yakalayıverir” diye çevrilmiştir. Kısacası istisna cümlesinin anlamını eski tefsirciler hafsalalarına sığdıramamışlardır. Aslında o dönemlerde bir insanın Kur’an’dan duyacağı bir ayetten, gökyüzüne çıkabileceğini ama bunu başarmak için arkasında parlak ve delici alevi olan bir makineye ihtiyaç olduğunu öğrenmesi de mümkün değildir. Çünkü o günkü bilgi ve teknoloji buna imkân vermemektedir.
    Sonuç olarak bizim düşüncemiz şudur: Ham fikir, uzay ile ilgili bir şey üretemez. Ama insan, Kur’an’dan bir şeyler kaparak ham fikri tefekkür boyutuna ulaştırırsa, kendisini uzaya götürecek bir alev topu yani ROKET yapabilir ve onunla semaya gidebilir. Ona artık gökyüzü açıktır.

  4. Alt 07-29-2008, 16:39 #4
    mhmt Mesajlar: 904
    Blog Başlıkları: 3
    buraya mı açtınız konuyu..
    Yaw devam etsin oteki konuya. Onu okuduktan sonra burası çıktı

    beklesin burası..ama bu kopyala yapıştırlara son vermek lazım. ne bu..

  5. Alt 07-29-2008, 16:49 #5
    THEHAFIZ Mesajlar: 135
    Şu meşhur alev toplarıyla püskürtülen şeytanlar, cinler vardı ya,
    Gerçekte neymiş, tek başlıkta görelim istedim.
    Meselelere Kur'anca bakıyorsak kavrayabiliriz, aksine, rivayetlere kurban veririz ki,
    Bin yıldır yapılanbu zaten

Kullanıcı isminiz: Giriş yapmak için Buraya tıklayın

Bu soru sistemi, zararlı botlara karşı güvenlik için uygulamaya sunulmuştur. Bundan dolayı bu kısımı doldurmak zorunludur.