Kur’ân kıssaları arasında dolaşırken, çoğu kez beraberce zikredilen iki kavim çıkar karşımıza: Âd ve Semûd. Bu iki kavimden birinin zikredildiği hemen her sûrede, diğerinden de söz edilir. Bir sûrede Âd’ın sözü ediliyorsa, genellikle, ardından Semûd’un zikri gelir.
Peki, nedir bu iki kavmi neredeyse ikiz kardeş gibi böylesine yakın kılan? Nedendir bu birbiri ardınca geliş?
Bu iki soruya cevap ararken, insan, Âd ve Semûd arasında ciddi benzerlik ve yakınlıklar bulur. Bir kere, aralarında bir kronolojik sıra vardır. Önce Âd kavmi gelmiş, onların göçüp gitmesinden sonra da Semûd kavmi yeryüzünde hüküm sürmüştür. Ayrıca, iki kavim de aynı yeri vatan edinmişlerdir; her iki kavmin yaşadığı diyar, birebir aynı kesimi olmasa da, Arabistan’dır. Dahası, Semûd, hayat felsefesi itibarıyla da Âd’ın devamı gibidir. İkisi de müreffeh bir hayat sürmüş; ikisi de, zenginliği gafletin, inkârın ve isyanın gerekçesine dönüştürmüştür. Âd kavmi Hûd aleyhisselamla gelen davete hangi sebeple ve ne şekilde isyan etmişse, Semûd da Salih aleyhisselama aynı sebeple ve aynı şekilde isyan etmiştir.
İşte, aralarındaki coğrafî, ırkî, fikrî, amelî böylesi bir dizi benzerlik iledir ki, Semûd kavmi ‘İkinci Âd’ olarak geçmiştir tarihlere.
Ama öte yandan, Semûd, düpedüz ‘Âd’ diye de anılmaz. Semûd, olsa olsa, ‘İkinci Âd’dır. Âd’ı andırdığı için ‘İkinci Âd’dır Semûd; Âd’ın ta kendisi değil. Asıl Âd ise, Hûd aleyhisselam ve az sayıda muslih mü’min hariç, toptan helâk olmuş durumdadır.
Kur’ân-ı Hakîm, Hûd sûresi başta olmak üzere, Âd’ın zikri geçen sûreler, bu kavmin yaşadığı yer ve yaşama tarzı hakkında dikkate değer ipuçları verir. Yerin üzerinde akan ırmakları, bağları, bahçeleri, sürü sürü davarları, yeraltında da su depoları vardır (Şuarâ). Kendilerine, başkalarına verilmeyen boy pos, güç kuvvet de verilmiştir (A’râf, Ahkâf). Düz bir arazide yaşamaktadırlar (Ahkâf). Ancak, her yüksek dağ ve tepeye de, bir üstünlük ve yücelik simgesi olarak olsa gerek, birtakım işaretler—putlar—kondurmuşlardır (Hûd).
İşte, rahat bir beldede bolluk ve zenginlik içinde ve de kuvvetli bir kavim olarak yaşamaları, “Kuvvetçe bizden daha güçlü kim varmış?” diyerek yeryüzünde büyüklük taslamaya, azgınlık ve fesat çıkarmaya, putlara tapmaya, ahireti inkâr etmeye sevketmiştir Âd’ı. Zenginlik ve gücün verdiği kibir yüzünden nefisler bir Sultan-ı Ezel ve Ebedi tanımaya da yanaşmadığından, güçlü olanın duracağı bir sınır kalmamış; ‘güçlü’nün ‘haklı’ sayıldığı bir sosyal yapı vücuda gelmeye başlamıştır. Bu yapı içinde, Âd, her ‘cebbar anîd’in sözünü geçirdiği bir kavim olur çıkar. O zorbalar bütün bir kavmi, kendi küfranî ve zulmanî yollarına sürükler; ve hemen herkes bu yol üzere gider..
Böylesi bir durumda, Rabb-ı Rahîm, Âd için, içlerinden Hûd aleyhisselam gibi büyük bir peygamberi gönderir. Hûd aleyhisselam, ilgili bütün sûrelerde görüleceği gibi, vakur, net, açık ve berrak bir davette bulunur. Ne var ki, Âd yola gelecek değildir. Hûd aleyhisselamın davetine önce itiraz, sonra isyan edilir. Bu kez, yine yola gelmeleri için, onları müstakbel bir azap ile uyarır Rabb-ı Rahîm. Ancak, Hûd’un getirdiği bu azap ihtarına inkâr ve alayla karşılık verilir.
Sonuç, kendilerinden önce Nuh kavminin tecrübe ettiği sonuçtur: geleceği hiç umulmayan azabın gerçekten gelmesi. Kadîr-i Zülcelâl, bir ova üzerine yerleşmiş bulunan Âd’a bir rüzgâr gönderir. Onlar, uzaktan gelenin bir yağmur bulutu olduğunu umarken, müthiş bir kum fırtınası hepsini çepeçevre kuşatır. Son azap uyarısını takiben, emr-i ilâhî mucibince oradan ayrılan Hûd (a.s.) ve ashabı hariç, Âd’dan geride kalan her kim varsa, kökünden koparılmış hurma kütükleri gibi oraya buraya savrulur. Sonra, üstlerine kumlar çöker ve hepsi öylece görünmez olur.
Âd’ın işte böylece helâk oluşundan sonra yükselen bir kavimdir Semûd. Onlar, Âd’ın başına geleni bilirler. Âd’ın başına geleni bildiklerinden, başka bir hayat kurarlar kendilerine.
Hayır; Âd’a gelen azabın bir benzerinden korunmak için, Âd’ın inkâr ettiği hakikatlere uygun bir hayat da değildir bu. Tercihleri, Âd’a gelen azabın bir benzerine uğramamak için, Âd gibi yaşamamak değildir. Bilakis, Âd kum fırtınalarına maruz bir ovada yaşadığı ve sonunda da bir kum fırtınasına tutulduğu için, kum fırtınasının zarar veremeyeceği dağlarda kayaları oyup, kasırgayla veya hortumla sökülüp gitmeyecek evler yapmak şeklindedir. İhtimal ki, gelen azabı, Âd’a bir ‘ilâhî azap,’ diğer kavimlere ise bir ‘ilâhî uyarı’ gibi görmek yerine, bir ‘doğa olayı’ gibi görmüşlerdir. İhtimal ki, ‘Böyle doğa olaylarından etkilenmemek için, sağlam yerlerde sağlam evler yapmak gerekir’ diye düşünmüşlerdir.
Her hâlükârda, yaşanan azaba karşı manevî bir korunma yolunun izini sürecek yerde, ‘maddî’ tedbirlere kilitlenmiştir Semûd. Böylece, Âd’ın hatırası göz önündeyken, bu hâtıra ile gelecek manevî ihtarlardan yakalarını kurtarmayı bilmişlerdir.
Âd’ın yaşadığı akıbeti yaşamak istemez Semûd; ama Âd’ın yaşadığı gibi yaşamak ister. Âd gibi yaşadığı halde Âd’ın yaşamadığı sağlam evlerde yaşadığı için de, Âd’ın akıbeti kendilerini pek ilgilendirmez.
Özellikle Şuarâ sûresinde ima edildiği üzere, şımarık bir vaziyette, keyifle ve ustalıkla kayalardan evler yontmakla meşguldür Semûd. Ovada bağlar ve bostanlar, ekinler ve hurmalıklar, köşkler ve kayadan evler içinde Âd’ın yaşadığı gibi yaşarken, kendilerine gönderilen Salih aleyhisselamı dinleyecek halleri yoktur. Salih (a.s.) “Siz burada, bağlar ve bostanlar, ekinler, meyveleri ermiş hurmalıklar arasında güven içinde bırakılacağınızı mı sanıyorsunuz?” diye sorar. Evet, öyle sanmaktadırlar! Gerçi Âd da gelen peygamberi yalanlayıp helâk olmuştur ama, Semûd’un elinde Âd’da olmayan bir teknoloji vardır. Bu teknikle ve bu imkânlarla yaptıkları, ‘kaya gibi sağlam’ evleri vardır. Gerçekten kaya gibi sağlam evler; zira, kayaları oyarak yapmışlardır.
Bu minvalde Salih aleyhisselamın rivayetlerde yirmi yıl sürdüğü belirtilen davetine kulak tıkayan Semûd, bir keresinde, Hz. Salih’ten davasını isbat edecek bir mucize ister. Ve Rabb-ı Rahîm, peygamberini ve peygamberi ile gönderdiği davetini, bir ‘dişi deve’ (nâka-i Salih) mucizesiyle destekler.
Kur’ân-ı Hakîm, bu mucizenin ne şekilde vuku bulduğunu zikretmeden, sadece Salih aleyhisselamın “İşte bu, dişi bir devedir!” deyişini zikreder. Tefsirlerde ise, bazı rivayetlere dayanarak, mucizenin bir kayanın içinden dişi bir devenin çıkması suretinde tecelli ettiği; zaten, kavminin de Salih’ten böyle bir mucize talep ettiği belirtilir. Bu rivayetleri asıl kabul ederek sözkonusu mucizeyi anlamaya çalışırsak: (1) Semûd kavminin kayadan bir mucize çıkması talebi, kayayı oyarak ev yapan bir kavim olarak, bu teknik ve teknolojilerine duydukları aşırı güveni ve bu teknoloji ile gelen kibirlerini işaret etmektedir. (2) Kayanın içinden bir dişi deve çıkmasında, Kadîr-i Zülcelâl’in son derece rahîmâne bir mesajı vardır. Âd’ın yaşadığı gibi yaşayan, ama Âd’ın yaşadığı azabın bir benzerinin kendi başına gelmeyeceğinden emin olan, zira yaptıkları kayadan evlere güvenen Semûd’ı uyandırabilecek en son çaredir bu! Zira, güvenip dayandıkları kayaların Kadîr-i Zülcelâl’in emrine tâbi olduğunu, kayaya değil O’na dayanmaları gerektiğini, kayaya güvenerek değil O’nun emrine uyarak yaşamaları icab ettiğini ders vermektedir. (3) Bu mucize, Semûd kavminin kaya üzerinden kendisi hakkında geliştirdiği kibir ve gururu da bertaraf etmektedir. Kayaları yontup ev yapıyor olmanın keyfini ve şımarıklığını süren Semûd, bir ilâhî meydan okuma ile karşı karşıyadır: Haydi, gerçekten güçlü iseniz, cansız kayadan bir canlı çıkarın bakalım! Kayaları oyup ev yapmak bir işse, sert ve cansız kayadan deve gibi zarif bir canlı çıkarmak çok daha büyük bir iştir, tam bir mucizedir. Yani, belki bu teknik ve teknoloji ile başka kavimlerden daha ileri ve üstün durumda olabilirler; ama arzda kalan ve arzlılara bakan bir üstünlüktür onlarınki. Kudret-i ilâhî ve emr-i rabbânî karşısında ise, hiçbir üstünlükleri ve hatta eşitlikleri yoktur. O halde, hadlerini bilmeleri, hadlerini bilerek Rablerinin emrini kabul ve teslim etmeleri gerekmektedir.
Gelin görün ki, Semûd kavmi bu büyük mucize ile gelen şefkat, hikmet ve azamet yüklü bu ilâhî dersi de anlamaz. Onun yerine, kendi hayat felsefelerini zir ü zeber eden bir mucize olarak gözlerinin önünde duran ve her gördüklerinde kendilerine emir ve kudret-i ilâhîyi hatırlatan deveden kurtulmanın yolunu ararlar. Salih aleyhisselam, onlara, son ve kesin delil olarak kendilerine gelen mucize deveyi öldürecek olurlarsa üzerlerine azabın kesinkes geleceğini bildirmiştir gerçi. Onların düşüncesi ise, deveyi öldürüp gözlerinin önünden savarlarsa, eski keyiflerini gene rahatça sürebilecekleri; zira böyle taciz edici bir uyarıdan kurtulmuş olacakları şeklindedir. Belki de, aralarında, deveyi öldürmenin, mucizenin mucizeliğini sâkıt edeceğini düşünenler vardır.
Sonunda deve öldürülür, bu katlin üzerinden azap alâmetlerinin belirdiği üç gün yaşanır, ve dördüncü gün gökten müthiş bir uğultu, yerden ise büyük bir zelzele ile Semûd da hayat sahnesinden silinir. Bu azap Semûd kavmini alıp götürürken, evlerinin çoğunu sonraki kavimler için bir ibret nişanesi olarak bırakır Zât-ı Zülcelâl.
Ve şimdi, Âd’ın yaşadığına benzer bir durumda ‘güçlü’nün ‘haklı’yı ezmesine seyirci kalarak beraberce yaşadığımız bir büyük musibetin ardından gelişen psikolojik ve fiilî cevaplara bakınca, Semûd’un izdüşümünü görür gibi oluyorum çoğu ruhlarda ve enfüsî fotoğraflarda. Düz yerlerde, ovalarda yaşanan bir büyük yıkıma mukabil, dağlara yöneliyor herkes. Artık evler ‘kaya gibi sağlam’ diyerek satılıyor. Kulaklarımız, “Altı kaya; üstü kaya gibi sağlam” türünden reklam spotlarına aşina oldu artık.
Dün Âd gibi davrandık kısacası; ve şimdi, Semûd misali bir tepki geliştirmedeyiz.
Oysa Semûd, Âd’ın yaşadığı tecrübeyi hiç de doğru okumadı. Olayı maddî düzlemde gördü. Ovaya değil, dağa; kerpiçten değil, kayaya oyulmuş evler ile meseleyi çözeceğini düşündü.
Oysa mesele evlerde değil, bizlerdedir. Musibet evlerden dolayı değil, bizlerden dolayı geldiği gibi; çözüm de evlerin değil, bizlerin değişmesinden geçmektedir.
Metin KARABAŞOĞLU
www.karakalem.net