Cumhuriyetin ilk yıllarında devletin resmi ideolojisinde İslamiyet’in yeri yoktur. Çünkü “İslam birtakım zevâta göre eskimiştir!”, “Hz. Muhammed (s.a.s.) nihayet bir çöl bedevîsidir.”, “İslamiyet’in yerine bir din koymak lazımdır ki; Kemalizmdir!“
Nitekim Edirne milletvekili Şeref Aykut’a göre Kemalizm dinininaltı esası, altı oktan ibaretti. Bunlar; Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, İnkılâpçılık, Devletçilik, Lâiklik ve Halkçılık.”
Kemalizmin, yeni bir din olarak yayılmasında Şeref Aykut yalnız değildi. İyi ama bu dinin peygamberi kim olmalıydı? Bu sorunun cevabını Behçet Kemal Çaplar verdi, “Kemal Atatürk!” Behçet Kemal, Süleyman Çelebi’nin meşhur Mevlid’ini Atatürk’e uydurmakta ve çıktığı Anadolu il ve ilçelerinde başına topladığı kalabalıklara “Atatürk Mevlid’i”ni okumakta hiçbir sakınca görmedi.
Atatürk Mevlid’i
Ger dilersiz bulasız oddan necât
Mustafâ-yı bâ Kemâl’e essalât.
Ol Zübeyde, Mustafâ’nın annesi,
Ol sedeften doğdu ol dürdânesi!
Gün gelip oldu Rızâ’dan hamile,
Vakt erişti hafta ve eyyâm ile.
Geçti böyle, nice ayi nice sene…
Vakt erişti bin sekiz yüz seksene.
Merhaba ey baş halâskâr merhaba
Merhaba ey ulu serdâr merhaba!
Edip Ayel Atatürk’e, “Sen bizim yeni peygamberimizsin!” diye seslenmekte geciktiği için dövünmeye başladı. Behçet Kemal’i geride bırakacak bir atılım içinde olması gerekirdi. Bunu gerçekleştirebilmek için Atatürk’e yeni dini sıfatlarla secde etmesi lâzımdı.
Edip Ayel, aruzun tumturaklı kalıplarıyla Türk edebiyatının en muhteşem dalkavukluk örneğini ortaya koydu:
Cennetse bu yurt, sen onu buldundu herâbe
Bir gün olacaktır anıtın Türklüğe Kâbe.
Zindan kesilen ruhlara bir nur gibi doldun
Türk ırkının, en son, ulu peygamberi oldun.
Tutsak seni lâyık, yüce Tanrı’yla müsâvi
Toprak olamaz kalp doğabilmişse semâvî
Ölmez bize cennetlerin ufkundan inen ses
İnsanlar ölür, Türklüğe Allah olan ölmez!
Edip Ayel’in bu kükremesinden sonra bir tereddüt belirdi:
Atatürk, yeni Kemalizm dininin İlâh’ı mı olmalıydı; peygamberi mi?
Cumhuriyet devri şairlerinin bir büyük bölümü, Atatürk’e kıyamadılar ve onun üstünde de, altında da hiçbir gücün, hiçbir varlığın bulunmasına tahammül edemediler. Bu bakımdan Atatürk onlar için hem İlâh, hem de peygamber oldu ve kendilerinden geçtiler.
Behçet Kemal, Edip Ayel’den geri kalmak istemedi ve yazdı:
Kaç yıldır Türkçe’ydi Tanrı’nın dili,
İnsana ne ilâh, ne de sevgili.
Ne de ana-baba aratıyordu,
Her an yaratıyor, yaratıyordu.
Artık işaret verilmiş yarış başlamıştı. İpi herkesten önce göğüslemeye çalışan atletler gibi, o devrib edipleri de “İlâh“, “Tanrı“, “Kâbe“, “Put” gibi kelimelerle Atatürk’e daha önce ulaşabilmenin cezbesine kapılmışlardı.
Yüzlerce örnekten işte birkaçı:
Halil Bedil Yönetken:
Tanrı gibi görünüyor her yerde,
Topraklarda, denizlerde, göklerde,
Gönül tapar, kendisinden geçer de,
Hangi yana göz bakarsa: Atatürk.
Kemalettin Kamu, kendisine milletvekilliği getiren şiirini kalabalıklara okumaya başladı:
Çankaya; burada erdi Mûsâ
Burada uçtu İsa
Bülbül burada varsa
Hürriyet için öter.
Ne örümcek, ne yosun,
Ne mûcize, ne füsun…
Kâbe Arab’ın olsun.
Çankaya bize yeter.
Sonra Faruk Nafiz Çamlıbel, sazını eline aldı:
On milyon bel, iki kat olmuşken eğilmeden,
O’nda on beş milyonun boyu birden uzaldı.
Tanrı, peygamber diye nedir, kimdir bilmeden,
Taptığımız ne varsa, hepsi ondan şekil aldı.
1938 yılında, Faruk Nafiz, tanrısız kalmamak için Atatürk’ü yüreğine put gibi oturttu.
Yürüyor, kalbimizin durduğu bir yolda değil
Kanlı bir göz yaşı nehrinde muazzam tabutun
Ey İlâhın yüce davetlisi, göklerden eğil
Göreceksin duruyor kalbimizin üstünde putun!
Türk edebiyatında, tarihin hiçbir devresinde görülmeyen dalkavukluk ve putperestlik örnekleri, patlayan bir lağımın dehşet saçan kokusu gibi etrafa yayılmaya başladı.
Akbaba’cı Yusuf Ziya Ortaç da sesini yükseltti:
Topladı avucunda yıldırımı, şimşeği,
Yoktan var ediyordu tanrı gibi her şeyi.
Nurettin Artam, dinin bütün nurlarından koparak kula kul oldu:
Koca bir güneşin akşam olmadan,
Dağların ardında sönüşü gibi..
Millete can veren, vatan yaratan,
Tanrı’nın göklere dönüşü gibi..
Her zaman ırkıma Büyük Baş Atam!
Tanrılaş gönlümde, tanrılaş Atam!
Ömer Bedrettin Uşaklı’da Atatürk tapıcılığından kurtulamadı:
Bir güneş gibi yalnız
Sensin ülkü tanrımız
Ey Türklüğün bütünü..
Vasfi Mahir Kocatürk’de kocaman yakıştırmalarla Kemalizm dininin müridleri arasında zikre başladı:
Peygamber, tanrısına duymadı bu hasreti,
Vermedi bu kudreti tanrı, peygamberine.
İlhami Bekir, alnımızın akına, katran karası elleriyle küfrün yobazlığını bulaştırmaya çalıştı:
İlk adam, mavi gözlerle baktı toprağa,
Toprağın haritasını çizdi bayrağa,
Allah değil, o yazdı alın yazımızı…
Bu ruhsuz, bu köksüz, bu iğrenç örnekleri uzatmak istemiyorum. Yalnız, Cumhuriyet’in o kuruluş yıllarında, zilli düdüklü dalkavuklar zümresinden, üç önemli ismin ayrıldığını belirtmek istiyorum:
Yahya Kemal, Necip Fazıl ve Nazım Hikmet!
Nazım Hikmet, daha önce Marks’a ve Lenin’e kul köle olduğu için Atatürk’e tapmadı. Hatta ona “Burjuva Mustafa Kemal” diye homurdanan şiirler yazdı.
Yahya Kemal ile Necip Fazıl İslam’ın amentüsüne bağlı kaldılar.
Kemalizm dininin yeni öncüleri ise, İslam’ın şartı Kelime-i Şehadet karşısına, Kemalizm’in yeni şehadetini çıkardılar.
Bazı devlet kuruluşlarında bastırıp dağıttıkları bu devrimci(!) şehadeti şöyle yazarak ilân ettiler:
Kahramanlık örneği olan ve vatanın istikbâlini yoktan var eden Mustafa Kemal’e, onun cengâver ordusuna, yüce kanunlarına, mücâhit analarına ve Türkiye için âhiret günü olmayacağına iman ederim.
Halk, “Halkçı” Kemalistlerin bu dehşetli dalkavuklarından nefret ediyordu. Din ve dünya işlerini birbirinden ayırmaya çalışan Atatürk ise, kendisine takılan bu dinî sıfatlar karşısında şaşırıp kalıyordu.