Fatih'in Müjdelenen Şehri - Üç Devirde İstanbul - Önder Kaya - Özeti, Fatih'in Müjdelenen Şehri - Üç Devirde İstanbul Kitabı, Kitap Özeti, Ana Fikir
Yayınevi: Küre Yayınları
Basım Tarihi: Ocak 2010
Kitap Türü: Diğer / Araştırma - İnceleme
ARKA KAPAKBizanslılara göre Konstantinopolis, Hz. İsa ve Meryem’in koruması altında iken, Osmanlılar nezdinde Hz. Muhammed’in İslam’ın mutlak galebesinin bir nişanı olarak fethini müjdelediği şehirdir. 1453’te Osmanlı ordularının şehre girişi Konstantinopolis için yeni bir devrin başlangıcı olacak, İstanbul’u payitaht ilan eden Fatih, Konstantin’den sonra şehrin ikinci kurucusu sayılacaktır. Elinizdeki kitap bir İstanbul tarihi değildir. Şehre ait zenginliklerin ve güzelliklerin elverdiğince makaleler bazında derlenme çalışmasıdır. Fatih’in Müjdelenen Şehri, Osmanlı dönemi İstanbul’unu, idarecilerinden halkına, mimari yapılarından gündelik hayatına, kucak açtığı yabancı sanatçı ve bilim adamlarına kadar ince ince detaylandırıyor. 3 Devirde İstanbul üçlemesinin bu ikinci kitabı, Türkiye nüfusunun dörtte birini bünyesinde barındıran ve büyüdükçe zenginliklerini yitiren bu şehre olan duyarlılığı bir nebze olsun arttırabilirse, şehri pazarlamak yerine özümsemeye çalışan ufak da olsa bir kitlenin oluşumuna hizmet ederse amacına ulaşmış sayılır. ÖNSÖZ29 Mayıs 1453’te gelen fetih, İstanbul açısından tam anlamıyla bir dönüm noktasıdır. Şehir, bu tarihten itibaren Osmanlı İmparatorluğu’nun egemenliği altına girer. Konstantinopolis’i ele geçiren Osmanlı sultanı 2. Mehmet, bu olay sonrasında “Fatih” unvanı ile anılır olmuş ve İslam dünyasında büyük bir saygınlık kazanmıştır. Her ne kadar sahihliği ilahiyat çevrelerince tartışılsa da Hz. Muhammed’e atfedilen “Konstantiniyye mutlaka fethedilecektir. Onu fethedecek kumandan ne güzel kumandan ve onun ordusu ne güzel bir ordudur” hadisi çerçevesinde Rum kayzerliğinin ya da nam-ı diğer Roma İmparatorluğu’nun son başkenti, henüz yirmili yaşlarının başında ve çiçeği burnunda bir Türk hükümdarı tarafından alınacaktır. İstanbul’un ehil bir sultanın eline geçtiği rahatlıkla söylenebilir. Zira Fatih, yaşadığı dönemin kalıplarına sığmayan bir adamdır. Daha şehzadelik döneminde sarayında İtalyan sanatçı ve danışmanlar barındıran, onlardan Batı dilleri öğrenmeye çalışan, tutmuş olduğu bir deftere insan ve hayvan suretleri çizerek portre sanatına ilgi duyan, bununla da yetinmeyerek İtalya’daki sanatsal gelişmeleri yakından izleyen, saltanat yıllarında bazı İtalyan sanatçıları başkentine getirterek onlara siparişler vererek madalyon ve portresini yaptıran, hatta bazı Batılı kaynaklara göre yaşadığı sarayın duvarlarına dahi resimler çizdiren, dönemin patriğinden Hıristiyanlığın esaslarını anlatan ve akaidini savunan bir risale kaleme almasını isteyip sonrasında ortaya çıkan eseri beğenerek bu din adamını takdir eden, dönemin İslam şeriatı algısı çerçevesinde her ne kadar şehrin yağmalanmasının önüne geçemese de Ayasofya başta olmak üzere bir takım kamu binalarını “Kılıcımın hakkıdır” diyerek koruması altına alıp yağmadan koruyan, eski Roma imparatorlarının yaşadığı sarayların harap halini gördükten sonra hüzünlenerek Farsça şiirler söyleyen, gayrimüslimlerin yaşadığı Galata’ya övgüler düzen, şehri başta kendi adını taşıyan külliye olmak üzere paşalarına sipariş ettiği İslam mimarisinin seçkin örnekleri ile donatıp, farklı bölgelerden getirdiği İslam ahalisi ile iskan eden bir İslam mücahididir karşımızdaki ve hiç şüphe yok ki Osmanlı tarihinde onunla karşılaştırılabilecek bir emsal bulunmamaktadır. Kent, Fatih devrinde tarihinin en büyük imar hareketlerinden birine sahne olacaktır. Bu nedenle onu ikinci bir Konstantin olarak selamlamak yerinde olur. Büyük Konstantin, bilindiği üzere, yaptırdığı kiliseler, şehir surları, forumlar ve anıtsal abidelerle şehri Roma’nın başkenti olacak bir seviyeye yükseltmiş, çeşitli bölgelerde yaşayan pek çok insanı buraya getirtmiş ve onlara başta bedava ekmek olmak üzere bir takım ayrıcalıklar tanıdığı gibi, kent limanını imparatorluğun en önemli ekonomik merkezlerinden biri haline getirmeye çalışmıştır. Onun girişimleri halefleri tarafından da devam ettirilmiştir. Fatih’in faaliyetleri de aynı şekilde oğlu ve torunları tarafından devam ettirilmiştir. Nitekim 1509’da gerçekleşen ve İstanbul halkının “Küçük Kıyamet” olarak isimlendirdiği deprem sonrasında şehir yeni baştan imar edilmek durumunda kalmıştır. Kanuni döneminde Türk mimarlık tarihinin en önemli şahsiyeti olan Sinan’ın girişimleri sonrasında şehir, Osmanlı kimliği altında en görkemli devresini yaşar. Bu vakte kadar olan süreç içinde Müslüman halkın yoğun olarak yaşadığı iç kesimlerde pek çok külliye vücuda getirilmiştir. Öyle ki 17. yüzyıl başlarında Safiye Sultan ve onun torunu I. Ahmet, şehir içinde kendi isimlerini taşıyacak külliyeler için yer bulmakta oldukça zorlanacaklardır. Bundan dolayı Safiye Sultan Eminönü’ndeki Yahudi semtini, bugün Yeni Cami olarak bilinen külliye kompleksi için belirlemek durumunda kalacaktır. Sultan Ahmet Camii’ni inşa eden Sedefkâr Mehmet Ağa’nın en büyük başarılarından biri ise doğal olarak diğer selatin camilerine göre son derece dar bir alana, bu kadar görkemli bir külliyeyi oturtabilmesidir. Şehir hızla bir İslam kimliğine bürünürken, Osmanlı başkentine gelen seyyahlar da eski Bizans kimliğinin aynı hızla silindiğinden bahsederler. Bu durumun en temel nedeni ise işlevini yitirmiş nazarı ile bakılan Bizans yapılarına el atılmamasıdır. Eserler çoğu zaman kendi kaderlerine terk edilmiş, deprem ya da yangın sonrasında harabe haline gelen yapıların taş ve mermer parçaları ise başka mimari eserlerin inşasında kullanılmıştır. Bu durumun kayda değer tanıklarından biri de Kanuni devrinde Fransa kralı I. Fransua tarafından İstanbul’a gönderilen Petrus Gyllius’tur. Gyllius, İstanbul’a antik metinleri okuyarak gelmiş ve ardında, şehirdeki Bizans yapılarının yaşadığı çağdaki görünümünü anlatan son derece kıymetli bir eser bırakmıştır. Gyllius, şehre geldiğinde iki dikilitaş gördüğünü, bunların birinin hipodrom alanında diğerinin ise saray arazisi içinde olduğunu, ikincisinin sonradan yıkıldığına şahitlik ettiğini ve yıkılan bu sütunun da bir Venedikli tarafından satın alındığını anlatır. Yine Ayasofya önünde bulunan ve bir sütun üzerinde yükselen Justinyanus heykeli de benzer bir kader yaşadı. Önce heykel sütunun üzerinden indirilmiş, sonrasında da sütun stilobat denilen kaidesine kadar yıkılmıştır. Abidenin stilobatı bir su kanalının yapımında, heykel de eritilerek savaş makinelerinin yapımında kullanılmıştır. Bununla birlikte Bizans mirasının korunduğu alanlar da var tabii ki. Üç Devirde İstanbul serisinin ilk kitabı Konstantin’in Kutsanmış Şehri adlı çalışmamda da yer aldığı üzere Bizans devrine ait pek çok kilise ve manastır, camiye çevrilmek suretiyle günümüze kadar gelebilmiştir. Yine halkın alışverişini yapması ve ilanların duyurulması amacı ile inşa olunan forumlar da büyük ölçüde asli unsurlarına uygun olarak kullanılmışlardır. Sözgelimi Çemberlitaş çevresine kurulan Konstantin forumu, Osmanlılar devrinde tavuk pazarı olarak kullanılmış, şehre gelen elçiler de manzarası buraya bakan bir handa ağırlanmışlardır. Yine Avrat Pazarı denilen mekan da bugünkü Cerrahpaşa semti çevresindeki Arkadius Sütunu etrafında gelişmişti. Aslına bakılırsa devrin mimari miras anlayışı içerisinde yaşanan kayıplar, bir ölçüde anlaşılabilir. Ancak 21. yüzyılın başında halen 5 yıldızlı bir otelin, Bizans’ın Büyük Saray’ı üzerinde yükselebilmesini ya da Osmanlı’dan kalma en eski askeri hamam olan Acemoğlu Hamamı’nın bugün asli unsurları bozularak bir turistik otel tarafından parsellenmesini anlamak imkansız. Unutulmaması gereken öncelikli şey şu: İstanbul’u biricik hale getiren, sahip olduğu lüks oteller zinciri değildir. Bu oteller zincirlerine peşkeş çekilen tarihi eserler ve doğal manzarasıdır. Menderes zamanında yapımına izin verilen Hilton ve sonraki yıllarda Dolmabahçe’nin önüne dikilen Swissotel, bunun ne yazık ki en kötü örnekleridir. Şehri pazarlama anlayışı ile atılan bu adımların tekerrür etmemesi en büyük dileğimizdir. Son zamanlarda gündeme gelen, tarihi liselerin oteller zincirlerine devri konusunun da bu çerçevede yeniden gözden geçirilmesi zaruridir. Esasen böylesi bir teklifin gündeme gelmesi bile oldukça düşündürücüdür. Bu nedenle her geçen gün azalan tarihi mirasın korunması meselesi, kanımca İstanbul şehirciliğinin birinci meselesi olmalıdır.Burada devreye kentlilik bilinci girmekte. Maziye olan saygı, hamasi ve işimize gelen metin okumaları üzerinden değil, ancak bilimsel verilerden yola çıkarak semtimizi, çevremizi, şehrimizi, yurdumuzu tanımak suretiyle elde edilebilir. Bugün şehir dokusu içinde pek çok tarihi eser gözden kaçmakta. Yetişen nesiller şehri tanımıyor, yaşantıları belli semtlerle sınırlı kalıyor. Bu semtler daha çok evlerinin, okullarının bulunduğu yerlerle, Beşiktaş, Taksim, Bakırköy, Kadıköy gibi takıldıkları(!) semtlerden ibarettir. Benim gibi orta yaştakiler de şehirde yürümeyi unutmuş vaziyetteler. İstanbul’un haddinden fazla araçla dolması, hem havanın kirlenmesine hem de trafiğin kitlenmesine yol açmaktadır. İnsanların yürümeyi unutması da komik durumlara yol açıyor. Akşam saat 6 civarında Eminönü iskelesine indiğimde, eğer bir otobüse binecek olursam Fatih durağına ulaşmam bir saati bulabiliyor, halbuki Unkapanı üzerinden Zeyrek yokuşu yoluyla Fatih Camii’ne ve oradan da Malta çarşısına varmam ancak yarım saate mal oluyor. Bu güzergah üzerinde keyfe keder yolumu uzatıp farklı sokaklara saptığımda ise her defasında farklı bir türbe, çeşme, hamam, kilise ya da cami ile karşılaşıyor, karşıma çıkıveren manzaralar karşısında fotoğraf makinemin yanımda olmadığına hayıflanıyorum. Bu gözlemlerim beni araştırmaya ve öğrendiklerimi paylaşmaya sevkediyor. İşte bu kitap da böylesi bir keyfin mahsulüdür. Konu İstanbul olunca sözün uzamaması elde değil. İfade-i meramımı burada kesiyor ve sözü elinizde tuttuğunuz çalışmaya bırakıyorum. Hiç şüphe yok ki bu çalışma, çevredeki güzel ve özel insanlar olmadan ortaya çıkamazdı. Öncelikle bana verdiği büyük desteğin yanısıra, huzurlu bir çalışma ortamı sağlayan sevgili eşim Nejla ve kitabın doğum aşaması sırasında dünyaya gelerek hayatımızı daha da anlamlandıran oğlumuz Erdem’e adanmıştır bu çalışma. Sonrasında Küre Yayınları yayın yönetmeni Yücel Bulut’a, kitabın görsel tasarımını üstlenen Salih Pulcu’ya ve metni redakte eden Bilge Özel’e en içten şükranlarımı sunarım. Kaynaklara ulaşmam konusunda son derece olumlu koşulları temin eden ve işlerini özveri ile yapan İSAM, İstanbul Araştırmaları Enstitüsü, Robert Koleji, İBB Atatürk Kitaplığı ve Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsü kütüphanelerinin çalışanlarına da minnettarım. Halit Ömer Camcı, objektifinden yansıyan güzellikleri bu çalışmada da benimle paylaştı. Levent Safran, Turgay Erol, Serdar Akdoğan, Halil Onur kişisel koleksiyonlarındaki görsel arşivlerini bana sunma konusunda son derece cömert davrandılar. Sevgili öğrencilerime de doymak bilmez merakları ve bilgiye susamışlıkları için teşekkür ediyorum. Kitaptaki pek çok mevzu, sınıf içinde yaptığımız tartışmalarda şekillendi. Onların enerjisi, benim de enerjimi her daim canlı tutuyor. Hasılı kelam bu eserin ham hali her ne kadar yazarın kaleminden çıkmış olsa da, onu lezzetli kılan bu saydığım ve sayamadığım insanların katkılarıdır. Varolsunlar…Önder Kaya1974’te İstanbul’da doğdu. 1997 yılında Marmara Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’nden mezun olan Kaya, aynı yıl Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Ortaçağ Tarihi anabilim dalında başladığı yüksek lisans programını “Eyyubi Devleti Hükümdarlarından el-Melikü’l-Eşref Muzaffereddin Musa ve Siyasi Tarihi” başlıklı tez çalışmasıyla tamamladı (2000). 1999 yılında özel eğitim kurumlarında öğretmen olarak tarih dersleri vermeye başladı. Halen İstanbul’da Özel Amerikan Robert Lisesi’nde tarih öğretmenliği yapmaktadır. İstanbul tarihi, mezar kültürü, spor tarihi, azınlıklar gibi konular üzerinde yoğunlaşan Kaya, bu konularla ilgili Toplumsal Tarih, Popüler Tarih, Hürriyet Tarih gibi dergilerin yanısıra Radikal, Şalom gibi gazetelerde yayınlanan pek çok makale kaleme almıştır. Kitaplarından bazıları şunlardır: Konstantin’in Kutsanmış Şehri (2008), Selahaddin Sonrası Dönemde Anadolu’da Eyyubiler (2007), Yarim İstanbul (2006), Tarihin Gör Dediği (2006) ve Tanzimat’tan Lozan’a Azınlıklar (2004).
Diğer "Önder Kaya" Kitapları:
1. Cumhuriyetin Vitrin Şehri
2. Cihan Payitahtı İstanbul
3. Fatih in Müjdelenen Şehri - 3 Devirde İstanbul
4. Konstantin in Kutsanmış Şehri
5. Tarihin Gör Dediği
6. Selahaddin Sonrası Dönemde Anadolu da Eyyubiler
7. Yarim İstanbul
8. Tüm Derslerle Sınıf Başarısı 8
Yayınevi: Küre Yayınları
Basım Tarihi: Ocak 2010
Kitap Türü: Diğer / Araştırma - İnceleme
ARKA KAPAKBizanslılara göre Konstantinopolis, Hz. İsa ve Meryem’in koruması altında iken, Osmanlılar nezdinde Hz. Muhammed’in İslam’ın mutlak galebesinin bir nişanı olarak fethini müjdelediği şehirdir. 1453’te Osmanlı ordularının şehre girişi Konstantinopolis için yeni bir devrin başlangıcı olacak, İstanbul’u payitaht ilan eden Fatih, Konstantin’den sonra şehrin ikinci kurucusu sayılacaktır. Elinizdeki kitap bir İstanbul tarihi değildir. Şehre ait zenginliklerin ve güzelliklerin elverdiğince makaleler bazında derlenme çalışmasıdır. Fatih’in Müjdelenen Şehri, Osmanlı dönemi İstanbul’unu, idarecilerinden halkına, mimari yapılarından gündelik hayatına, kucak açtığı yabancı sanatçı ve bilim adamlarına kadar ince ince detaylandırıyor. 3 Devirde İstanbul üçlemesinin bu ikinci kitabı, Türkiye nüfusunun dörtte birini bünyesinde barındıran ve büyüdükçe zenginliklerini yitiren bu şehre olan duyarlılığı bir nebze olsun arttırabilirse, şehri pazarlamak yerine özümsemeye çalışan ufak da olsa bir kitlenin oluşumuna hizmet ederse amacına ulaşmış sayılır. ÖNSÖZ29 Mayıs 1453’te gelen fetih, İstanbul açısından tam anlamıyla bir dönüm noktasıdır. Şehir, bu tarihten itibaren Osmanlı İmparatorluğu’nun egemenliği altına girer. Konstantinopolis’i ele geçiren Osmanlı sultanı 2. Mehmet, bu olay sonrasında “Fatih” unvanı ile anılır olmuş ve İslam dünyasında büyük bir saygınlık kazanmıştır. Her ne kadar sahihliği ilahiyat çevrelerince tartışılsa da Hz. Muhammed’e atfedilen “Konstantiniyye mutlaka fethedilecektir. Onu fethedecek kumandan ne güzel kumandan ve onun ordusu ne güzel bir ordudur” hadisi çerçevesinde Rum kayzerliğinin ya da nam-ı diğer Roma İmparatorluğu’nun son başkenti, henüz yirmili yaşlarının başında ve çiçeği burnunda bir Türk hükümdarı tarafından alınacaktır. İstanbul’un ehil bir sultanın eline geçtiği rahatlıkla söylenebilir. Zira Fatih, yaşadığı dönemin kalıplarına sığmayan bir adamdır. Daha şehzadelik döneminde sarayında İtalyan sanatçı ve danışmanlar barındıran, onlardan Batı dilleri öğrenmeye çalışan, tutmuş olduğu bir deftere insan ve hayvan suretleri çizerek portre sanatına ilgi duyan, bununla da yetinmeyerek İtalya’daki sanatsal gelişmeleri yakından izleyen, saltanat yıllarında bazı İtalyan sanatçıları başkentine getirterek onlara siparişler vererek madalyon ve portresini yaptıran, hatta bazı Batılı kaynaklara göre yaşadığı sarayın duvarlarına dahi resimler çizdiren, dönemin patriğinden Hıristiyanlığın esaslarını anlatan ve akaidini savunan bir risale kaleme almasını isteyip sonrasında ortaya çıkan eseri beğenerek bu din adamını takdir eden, dönemin İslam şeriatı algısı çerçevesinde her ne kadar şehrin yağmalanmasının önüne geçemese de Ayasofya başta olmak üzere bir takım kamu binalarını “Kılıcımın hakkıdır” diyerek koruması altına alıp yağmadan koruyan, eski Roma imparatorlarının yaşadığı sarayların harap halini gördükten sonra hüzünlenerek Farsça şiirler söyleyen, gayrimüslimlerin yaşadığı Galata’ya övgüler düzen, şehri başta kendi adını taşıyan külliye olmak üzere paşalarına sipariş ettiği İslam mimarisinin seçkin örnekleri ile donatıp, farklı bölgelerden getirdiği İslam ahalisi ile iskan eden bir İslam mücahididir karşımızdaki ve hiç şüphe yok ki Osmanlı tarihinde onunla karşılaştırılabilecek bir emsal bulunmamaktadır. Kent, Fatih devrinde tarihinin en büyük imar hareketlerinden birine sahne olacaktır. Bu nedenle onu ikinci bir Konstantin olarak selamlamak yerinde olur. Büyük Konstantin, bilindiği üzere, yaptırdığı kiliseler, şehir surları, forumlar ve anıtsal abidelerle şehri Roma’nın başkenti olacak bir seviyeye yükseltmiş, çeşitli bölgelerde yaşayan pek çok insanı buraya getirtmiş ve onlara başta bedava ekmek olmak üzere bir takım ayrıcalıklar tanıdığı gibi, kent limanını imparatorluğun en önemli ekonomik merkezlerinden biri haline getirmeye çalışmıştır. Onun girişimleri halefleri tarafından da devam ettirilmiştir. Fatih’in faaliyetleri de aynı şekilde oğlu ve torunları tarafından devam ettirilmiştir. Nitekim 1509’da gerçekleşen ve İstanbul halkının “Küçük Kıyamet” olarak isimlendirdiği deprem sonrasında şehir yeni baştan imar edilmek durumunda kalmıştır. Kanuni döneminde Türk mimarlık tarihinin en önemli şahsiyeti olan Sinan’ın girişimleri sonrasında şehir, Osmanlı kimliği altında en görkemli devresini yaşar. Bu vakte kadar olan süreç içinde Müslüman halkın yoğun olarak yaşadığı iç kesimlerde pek çok külliye vücuda getirilmiştir. Öyle ki 17. yüzyıl başlarında Safiye Sultan ve onun torunu I. Ahmet, şehir içinde kendi isimlerini taşıyacak külliyeler için yer bulmakta oldukça zorlanacaklardır. Bundan dolayı Safiye Sultan Eminönü’ndeki Yahudi semtini, bugün Yeni Cami olarak bilinen külliye kompleksi için belirlemek durumunda kalacaktır. Sultan Ahmet Camii’ni inşa eden Sedefkâr Mehmet Ağa’nın en büyük başarılarından biri ise doğal olarak diğer selatin camilerine göre son derece dar bir alana, bu kadar görkemli bir külliyeyi oturtabilmesidir. Şehir hızla bir İslam kimliğine bürünürken, Osmanlı başkentine gelen seyyahlar da eski Bizans kimliğinin aynı hızla silindiğinden bahsederler. Bu durumun en temel nedeni ise işlevini yitirmiş nazarı ile bakılan Bizans yapılarına el atılmamasıdır. Eserler çoğu zaman kendi kaderlerine terk edilmiş, deprem ya da yangın sonrasında harabe haline gelen yapıların taş ve mermer parçaları ise başka mimari eserlerin inşasında kullanılmıştır. Bu durumun kayda değer tanıklarından biri de Kanuni devrinde Fransa kralı I. Fransua tarafından İstanbul’a gönderilen Petrus Gyllius’tur. Gyllius, İstanbul’a antik metinleri okuyarak gelmiş ve ardında, şehirdeki Bizans yapılarının yaşadığı çağdaki görünümünü anlatan son derece kıymetli bir eser bırakmıştır. Gyllius, şehre geldiğinde iki dikilitaş gördüğünü, bunların birinin hipodrom alanında diğerinin ise saray arazisi içinde olduğunu, ikincisinin sonradan yıkıldığına şahitlik ettiğini ve yıkılan bu sütunun da bir Venedikli tarafından satın alındığını anlatır. Yine Ayasofya önünde bulunan ve bir sütun üzerinde yükselen Justinyanus heykeli de benzer bir kader yaşadı. Önce heykel sütunun üzerinden indirilmiş, sonrasında da sütun stilobat denilen kaidesine kadar yıkılmıştır. Abidenin stilobatı bir su kanalının yapımında, heykel de eritilerek savaş makinelerinin yapımında kullanılmıştır. Bununla birlikte Bizans mirasının korunduğu alanlar da var tabii ki. Üç Devirde İstanbul serisinin ilk kitabı Konstantin’in Kutsanmış Şehri adlı çalışmamda da yer aldığı üzere Bizans devrine ait pek çok kilise ve manastır, camiye çevrilmek suretiyle günümüze kadar gelebilmiştir. Yine halkın alışverişini yapması ve ilanların duyurulması amacı ile inşa olunan forumlar da büyük ölçüde asli unsurlarına uygun olarak kullanılmışlardır. Sözgelimi Çemberlitaş çevresine kurulan Konstantin forumu, Osmanlılar devrinde tavuk pazarı olarak kullanılmış, şehre gelen elçiler de manzarası buraya bakan bir handa ağırlanmışlardır. Yine Avrat Pazarı denilen mekan da bugünkü Cerrahpaşa semti çevresindeki Arkadius Sütunu etrafında gelişmişti. Aslına bakılırsa devrin mimari miras anlayışı içerisinde yaşanan kayıplar, bir ölçüde anlaşılabilir. Ancak 21. yüzyılın başında halen 5 yıldızlı bir otelin, Bizans’ın Büyük Saray’ı üzerinde yükselebilmesini ya da Osmanlı’dan kalma en eski askeri hamam olan Acemoğlu Hamamı’nın bugün asli unsurları bozularak bir turistik otel tarafından parsellenmesini anlamak imkansız. Unutulmaması gereken öncelikli şey şu: İstanbul’u biricik hale getiren, sahip olduğu lüks oteller zinciri değildir. Bu oteller zincirlerine peşkeş çekilen tarihi eserler ve doğal manzarasıdır. Menderes zamanında yapımına izin verilen Hilton ve sonraki yıllarda Dolmabahçe’nin önüne dikilen Swissotel, bunun ne yazık ki en kötü örnekleridir. Şehri pazarlama anlayışı ile atılan bu adımların tekerrür etmemesi en büyük dileğimizdir. Son zamanlarda gündeme gelen, tarihi liselerin oteller zincirlerine devri konusunun da bu çerçevede yeniden gözden geçirilmesi zaruridir. Esasen böylesi bir teklifin gündeme gelmesi bile oldukça düşündürücüdür. Bu nedenle her geçen gün azalan tarihi mirasın korunması meselesi, kanımca İstanbul şehirciliğinin birinci meselesi olmalıdır.Burada devreye kentlilik bilinci girmekte. Maziye olan saygı, hamasi ve işimize gelen metin okumaları üzerinden değil, ancak bilimsel verilerden yola çıkarak semtimizi, çevremizi, şehrimizi, yurdumuzu tanımak suretiyle elde edilebilir. Bugün şehir dokusu içinde pek çok tarihi eser gözden kaçmakta. Yetişen nesiller şehri tanımıyor, yaşantıları belli semtlerle sınırlı kalıyor. Bu semtler daha çok evlerinin, okullarının bulunduğu yerlerle, Beşiktaş, Taksim, Bakırköy, Kadıköy gibi takıldıkları(!) semtlerden ibarettir. Benim gibi orta yaştakiler de şehirde yürümeyi unutmuş vaziyetteler. İstanbul’un haddinden fazla araçla dolması, hem havanın kirlenmesine hem de trafiğin kitlenmesine yol açmaktadır. İnsanların yürümeyi unutması da komik durumlara yol açıyor. Akşam saat 6 civarında Eminönü iskelesine indiğimde, eğer bir otobüse binecek olursam Fatih durağına ulaşmam bir saati bulabiliyor, halbuki Unkapanı üzerinden Zeyrek yokuşu yoluyla Fatih Camii’ne ve oradan da Malta çarşısına varmam ancak yarım saate mal oluyor. Bu güzergah üzerinde keyfe keder yolumu uzatıp farklı sokaklara saptığımda ise her defasında farklı bir türbe, çeşme, hamam, kilise ya da cami ile karşılaşıyor, karşıma çıkıveren manzaralar karşısında fotoğraf makinemin yanımda olmadığına hayıflanıyorum. Bu gözlemlerim beni araştırmaya ve öğrendiklerimi paylaşmaya sevkediyor. İşte bu kitap da böylesi bir keyfin mahsulüdür. Konu İstanbul olunca sözün uzamaması elde değil. İfade-i meramımı burada kesiyor ve sözü elinizde tuttuğunuz çalışmaya bırakıyorum. Hiç şüphe yok ki bu çalışma, çevredeki güzel ve özel insanlar olmadan ortaya çıkamazdı. Öncelikle bana verdiği büyük desteğin yanısıra, huzurlu bir çalışma ortamı sağlayan sevgili eşim Nejla ve kitabın doğum aşaması sırasında dünyaya gelerek hayatımızı daha da anlamlandıran oğlumuz Erdem’e adanmıştır bu çalışma. Sonrasında Küre Yayınları yayın yönetmeni Yücel Bulut’a, kitabın görsel tasarımını üstlenen Salih Pulcu’ya ve metni redakte eden Bilge Özel’e en içten şükranlarımı sunarım. Kaynaklara ulaşmam konusunda son derece olumlu koşulları temin eden ve işlerini özveri ile yapan İSAM, İstanbul Araştırmaları Enstitüsü, Robert Koleji, İBB Atatürk Kitaplığı ve Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsü kütüphanelerinin çalışanlarına da minnettarım. Halit Ömer Camcı, objektifinden yansıyan güzellikleri bu çalışmada da benimle paylaştı. Levent Safran, Turgay Erol, Serdar Akdoğan, Halil Onur kişisel koleksiyonlarındaki görsel arşivlerini bana sunma konusunda son derece cömert davrandılar. Sevgili öğrencilerime de doymak bilmez merakları ve bilgiye susamışlıkları için teşekkür ediyorum. Kitaptaki pek çok mevzu, sınıf içinde yaptığımız tartışmalarda şekillendi. Onların enerjisi, benim de enerjimi her daim canlı tutuyor. Hasılı kelam bu eserin ham hali her ne kadar yazarın kaleminden çıkmış olsa da, onu lezzetli kılan bu saydığım ve sayamadığım insanların katkılarıdır. Varolsunlar…Önder Kaya1974’te İstanbul’da doğdu. 1997 yılında Marmara Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’nden mezun olan Kaya, aynı yıl Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Ortaçağ Tarihi anabilim dalında başladığı yüksek lisans programını “Eyyubi Devleti Hükümdarlarından el-Melikü’l-Eşref Muzaffereddin Musa ve Siyasi Tarihi” başlıklı tez çalışmasıyla tamamladı (2000). 1999 yılında özel eğitim kurumlarında öğretmen olarak tarih dersleri vermeye başladı. Halen İstanbul’da Özel Amerikan Robert Lisesi’nde tarih öğretmenliği yapmaktadır. İstanbul tarihi, mezar kültürü, spor tarihi, azınlıklar gibi konular üzerinde yoğunlaşan Kaya, bu konularla ilgili Toplumsal Tarih, Popüler Tarih, Hürriyet Tarih gibi dergilerin yanısıra Radikal, Şalom gibi gazetelerde yayınlanan pek çok makale kaleme almıştır. Kitaplarından bazıları şunlardır: Konstantin’in Kutsanmış Şehri (2008), Selahaddin Sonrası Dönemde Anadolu’da Eyyubiler (2007), Yarim İstanbul (2006), Tarihin Gör Dediği (2006) ve Tanzimat’tan Lozan’a Azınlıklar (2004).
Diğer "Önder Kaya" Kitapları:
1. Cumhuriyetin Vitrin Şehri
2. Cihan Payitahtı İstanbul
3. Fatih in Müjdelenen Şehri - 3 Devirde İstanbul
4. Konstantin in Kutsanmış Şehri
5. Tarihin Gör Dediği
6. Selahaddin Sonrası Dönemde Anadolu da Eyyubiler
7. Yarim İstanbul
8. Tüm Derslerle Sınıf Başarısı 8