Okumalısın! Çünkü, bilebildiğin kadar İNSAN olur, İNSAN olduğunca yaşamayı öğrenir, yaşamayı öğrendiğin sürece de ne denli kıt, eksik olduğunu anlarsın. Yaşamayı anlamak öyle küçümsenecek bir şey değil. Zira değerini bilemeden yaşadığın, yaşarken önemsemediğin bir an karşına öyle bir zamanda çıkar ki, cahilliğin, utancın olur.
Ama cahillik, koltuğuna gireceğin son dostun bile değildir. Şuncacık yaşamımızda bize vakit kaybettiren onca gereçle yaşamı geçiştirmeyi, günü kurtarmayı amaçlayan insan, hiçbir zaman İNSAN olamaz. Elindekinin kıymetini bilerek şu aciz aklını yola koyabilene ne mutlu...
29 harften oluşan şu uçsuz bucaksız evrende dolaşmayı bilmeyen, bunun yerine koyacak bir şeyler arayan, bulunduğu yerle övünenlerden olmayınız. Sizi artıranın yalnızca bildiklerinizden kaynaklandığını, bildiklerinizi geliştirmek ve pekiştirmek için de kullanılabilecek tek yolun okumak, okumak ve daha çok okumak olduğunu görünüz.
Bencilliğimizi bir yana bırakarak etrafımıza bakacak olursak muazzam bir döngü içinde yeşeren hayatta ne denli basit heveslerimiz ve gayelerimiz olduğunu gördüğümüz zaman, yaptıklarımızdan el etek çekerek kendimizi ilime adamak yerine, korkumuzu daha da gürbüzleştirerek cahilliğin karanlığında yürümeye devam etmenin ne anlamı var ki? Evet, elbette, korkarım ki, korkağız; ancak bu korkaklık bilgisizliğimizin cahilliğinden değil, bilginin kattığı cahillikten geldiği zaman çatık kaşlarımız düzelecek, gözlerimiz yerleri değil göğü aramaya başlayacak, an zamana sığmayacak ve yarın, bugünden öte olmayacak. Çünkü zaman ancak bilene ifadesiz kalır. Bilmeyen ise zamana söz geçirmek için uğraşır durur.
Öleceksin ey İNSAN!
Yarın ne de olsa gelecek. Ama ölüme gözlerimizi yummadan önce gözümüzün önünden geçenlerin içinde yaptıklarımızı değil, yapamadıklarımızı bileceğiz. Yapamadıklarımızın sebebi, bilememiş olmamızdan öte olmayacak. “Keşke daha çok sevseydim!”, “Keşke yapmasaydım?”, “Keşke daha çok gezseydim!”, “Keşke daha az uyusaydım!”, “Keşke daha çok görseydim!”, diyeceksiniz, sırası olmayan ünlemlerle... Ancak içine düştüğümüz cahillik bize o anda bile “Bilseydim severdim; ama bilmedim, bilmek istemedim”, “Bilseydim yapardım; ama yapmadım, yapmayı istemedim”, “Bilseydim görürdüm; ama görmedim, görmek istemedim” cümlelerini kurdurmayacak. Sırası gelmeden konuşayım, “Ben istedim, ama...” diyen ahmaklardansanız, bırakın... Sizin burada da işiniz yok.
Utanıp okumaya devam ediyorsanız, bir cümle daha hakkınız var. Bıraktıklarınıza bir şey daha katın ve artık istemeyi de bırakın. “Keşke” demek istemiyorsanız istemeyin, yapın. Çünkü bu dünyaya hepimiz aynı akılsızlıkla, aynı fikirsizlikle ve aynı görgüsüzlükle geldik. Akılsızlığımız, fikirsizliğimiz ve görgüsüzlüğümüzle belki yerildik, acısıyla kavrulduk; ama bilen ya da bildiğini iddia eden de aynı yollardan geçmedi mi?
Einstein'a cep telefonu verseniz komik bir duruma düşmeyeceğini mi zannediyorsunuz? Cahilliğinden kızaran yüzünde utancını gizlemek istemeyeceğini mi düşünüyorsunuz?
Sen ne kadar İNSAN’san, o da sen kadar İNSAN, öyle değil mi? Ancak Einstein’la aramızdaki fark şu: Biz, daha önce görmediğimiz bir şeyle karşılaştığımız zaman içinde bulunduğumuz durumu kurtulması gereken bir durum olarak görür ve halimizi alayla, dalgayla geçiştirmeye çalışarak ya kendimize ya da karşımızdakine çatar, akılsızlığımızı gizleyerek halimizi geçiştirmeye çalışırız. Ancak Einstein böyle mi yapar? O şaşırır. Hayretli bakışlarına dalan bizler de en az onun kadar şaşar ve heyecanına öyle bir iştirak ederiz ki onun söze dökmediği cümlelerine ortak olur, sohbetinde can buluruz. Kıssası, Einstein görgüsüzlüğünün huzurunu bilgisizce yaşarken, biz gördüklerimizin içinde cahilliğimizi yaşamaya devam ederiz.
Böyle mi İNSAN olunur?
Bize şaşmayı öğreten, bizi iğrenç yaşamlarımızın içinden çekip çıkaracak olan tek şey okumaktır. Çünkü ancak o zaman ölümü, öldüreni, ölümsüzlüğü anlayabiliriz. İşte ancak o zaman, zamanı geçiştirmeyi değil, lezzetiyle yaşamayı öğreniriz.
Oku! Okumanın, İNSANlığın şartı olduğunu bilerek oku... Bilemedin mi? O zaman, sen oku da nasıl okursan oku...
Bünyamin ERGÜN
Ama cahillik, koltuğuna gireceğin son dostun bile değildir. Şuncacık yaşamımızda bize vakit kaybettiren onca gereçle yaşamı geçiştirmeyi, günü kurtarmayı amaçlayan insan, hiçbir zaman İNSAN olamaz. Elindekinin kıymetini bilerek şu aciz aklını yola koyabilene ne mutlu...
29 harften oluşan şu uçsuz bucaksız evrende dolaşmayı bilmeyen, bunun yerine koyacak bir şeyler arayan, bulunduğu yerle övünenlerden olmayınız. Sizi artıranın yalnızca bildiklerinizden kaynaklandığını, bildiklerinizi geliştirmek ve pekiştirmek için de kullanılabilecek tek yolun okumak, okumak ve daha çok okumak olduğunu görünüz.
Bencilliğimizi bir yana bırakarak etrafımıza bakacak olursak muazzam bir döngü içinde yeşeren hayatta ne denli basit heveslerimiz ve gayelerimiz olduğunu gördüğümüz zaman, yaptıklarımızdan el etek çekerek kendimizi ilime adamak yerine, korkumuzu daha da gürbüzleştirerek cahilliğin karanlığında yürümeye devam etmenin ne anlamı var ki? Evet, elbette, korkarım ki, korkağız; ancak bu korkaklık bilgisizliğimizin cahilliğinden değil, bilginin kattığı cahillikten geldiği zaman çatık kaşlarımız düzelecek, gözlerimiz yerleri değil göğü aramaya başlayacak, an zamana sığmayacak ve yarın, bugünden öte olmayacak. Çünkü zaman ancak bilene ifadesiz kalır. Bilmeyen ise zamana söz geçirmek için uğraşır durur.
Öleceksin ey İNSAN!
Yarın ne de olsa gelecek. Ama ölüme gözlerimizi yummadan önce gözümüzün önünden geçenlerin içinde yaptıklarımızı değil, yapamadıklarımızı bileceğiz. Yapamadıklarımızın sebebi, bilememiş olmamızdan öte olmayacak. “Keşke daha çok sevseydim!”, “Keşke yapmasaydım?”, “Keşke daha çok gezseydim!”, “Keşke daha az uyusaydım!”, “Keşke daha çok görseydim!”, diyeceksiniz, sırası olmayan ünlemlerle... Ancak içine düştüğümüz cahillik bize o anda bile “Bilseydim severdim; ama bilmedim, bilmek istemedim”, “Bilseydim yapardım; ama yapmadım, yapmayı istemedim”, “Bilseydim görürdüm; ama görmedim, görmek istemedim” cümlelerini kurdurmayacak. Sırası gelmeden konuşayım, “Ben istedim, ama...” diyen ahmaklardansanız, bırakın... Sizin burada da işiniz yok.
Utanıp okumaya devam ediyorsanız, bir cümle daha hakkınız var. Bıraktıklarınıza bir şey daha katın ve artık istemeyi de bırakın. “Keşke” demek istemiyorsanız istemeyin, yapın. Çünkü bu dünyaya hepimiz aynı akılsızlıkla, aynı fikirsizlikle ve aynı görgüsüzlükle geldik. Akılsızlığımız, fikirsizliğimiz ve görgüsüzlüğümüzle belki yerildik, acısıyla kavrulduk; ama bilen ya da bildiğini iddia eden de aynı yollardan geçmedi mi?
Einstein'a cep telefonu verseniz komik bir duruma düşmeyeceğini mi zannediyorsunuz? Cahilliğinden kızaran yüzünde utancını gizlemek istemeyeceğini mi düşünüyorsunuz?
Sen ne kadar İNSAN’san, o da sen kadar İNSAN, öyle değil mi? Ancak Einstein’la aramızdaki fark şu: Biz, daha önce görmediğimiz bir şeyle karşılaştığımız zaman içinde bulunduğumuz durumu kurtulması gereken bir durum olarak görür ve halimizi alayla, dalgayla geçiştirmeye çalışarak ya kendimize ya da karşımızdakine çatar, akılsızlığımızı gizleyerek halimizi geçiştirmeye çalışırız. Ancak Einstein böyle mi yapar? O şaşırır. Hayretli bakışlarına dalan bizler de en az onun kadar şaşar ve heyecanına öyle bir iştirak ederiz ki onun söze dökmediği cümlelerine ortak olur, sohbetinde can buluruz. Kıssası, Einstein görgüsüzlüğünün huzurunu bilgisizce yaşarken, biz gördüklerimizin içinde cahilliğimizi yaşamaya devam ederiz.
Böyle mi İNSAN olunur?
Bize şaşmayı öğreten, bizi iğrenç yaşamlarımızın içinden çekip çıkaracak olan tek şey okumaktır. Çünkü ancak o zaman ölümü, öldüreni, ölümsüzlüğü anlayabiliriz. İşte ancak o zaman, zamanı geçiştirmeyi değil, lezzetiyle yaşamayı öğreniriz.
Oku! Okumanın, İNSANlığın şartı olduğunu bilerek oku... Bilemedin mi? O zaman, sen oku da nasıl okursan oku...
Bünyamin ERGÜN