Türkiye'de İlk Tarikat Zümreleşmesi
1966-69 doktora çalışmasıyla oluşan eser girişle birlikte iki bölümden oluşuyor. Sonuç kısmında ise konu kısaca özetlenmiş. Daha sonraki yıllarda konuyu genişleterek yeniden ele almak istemişse de bunu gerçekleştiremediğini anlatmaktadır.
Yazar kitabın giriş bölümünde din ve sosyoloji ilişkisini ortaya koymaktadır. Dinin bir veri, sosyolojinin ise ona yaklaşma biçimi olduğunu anlatmaktadır. Yazarın bu çalışmadan amacının dinin insan ilişkilerine yön vermesinin yanında, insan davranışlarının da dini nasıl etkilediğini araştırmaktır.
Din sosyolojisi açısından dinin bütününü araştırmak amaç değildir. Aslında din mahiyeti itibariyle din sosyolojisinin sınırlarını aşan bir konumdadır. Onun için Ayas, dini diğer kültür faaliyetleri gibi görmemek gerektiğini, "Ona toplumun bütün kültür faaliyetlerinin ana kaynağı diye bakmak yerinde olur." cümlesiyle ifade etmektedir.
Çalışmanın giriş bölümünde Batı'da yapılan din sosyolojisi araştırmalarına yer verilmiştir. Yazar dinin kişiler tarafından yalnızca bir iç yaşayış, bir görüş ve vicdanlarda yaşayan bir inanç olmadığını onun aynı zamanda toplum içersinde yaşanan bir hayat biçimi olduğunu Batı'da yapılan çalışmalarda ortaya konulduğunu belirtir. Dini duygu ve düşünceler inançtan cemiyete doğru bir çizgi takip ederler. İşte din sosyolojisi fertten cemiyete geçen, toplumsallaşan bu olay üzerinde durmaktadır.
Dini zümrelerin oluşumu konusunda yazar ilginç tespitler yapar. Mesela bir grup insanın dini kabullenmeden önce din dışı nedenlerle bir araya gelmiş olmaları (bu akrabalık veya komşuluk ilişkileri olduğu gibi İslam öncesi herhangi bir inanç da olabilir) ve daha sonra bu kişilerin hep birlikte yeni dine girmeleri gibi bir durum olduğu gibi, yazar buna tabii dini zümreler demektedir. İkinci olarak ise bireysel çabalarla dini öğrenip sonra cemaat olan topluluklara ki yazar buna da dinden doğan zümreler veya sırf dini zümreler de demektedir. Bu ikinci zümre hiçbir baskı olmadan kendi özgür iradeleriyle dini seçmişlerdir. Birincide bahsedilen zümreler ise kendi özgür iradelerinden ziyade çeşitli çevresel etkilerle dine yönelen topluluklardır.
Yazar ümmet denilen büyük dini zümrenin çeşitli sebeplerle nasıl parçalandığını tarihi bir realite olarak değerlendirir. Ümmet yapısı parçalanınca ümmet içerisinden kendine özgü dini zümrelerin ortaya çıkmasını ve kendilerini dinin merkezine oturtarak diğer grupları yok saymalarını, peygamber sonrası ilk dört halife ve diğer dönemleri örnek vererek gösterir.
Türkiye halkının İslam'la tanışmasını yazar, oldukça uzun bir gecikmeyle olduğunu belirtir. Hatta Türkler başlangıçta İslam'ı bir Arap hakimiyeti olarak görüp onlarla savaşırlar. Arapların İran'ı fethetmeleri ve Çin ordularını yenmeleri karşısında mecburen İslam dinine ilgi gösterirler. Yazarın deyişiyle "Türk aristokrat zümresine mensup bir takım beyler, İslam dinini kabul ederek Arap devleti hizmetine giriyor ve kendileriyle birlikte birtakım Türk kitlelerini de bu devletin hizmetine getiriyorlar." (s.26) Tabii ki yazarın "Türk" dediği sosyal kümeyi Türkçe konuşan kavimler olarak değerlendirmek, tarihi gerçeklik açısından daha doğru bir tutumdur.
Emevi ve Abbasi saltanat yönetiminin Hz. Ali ve çocuklarına karşı aldığı olumsuz tavırlar yeni Müslüman olan Türk toplulukları arasında hoşnutsuzluk meydana getirmiş ve Ehli Beyt sevgisinin yerleşmesini sağlamıştır.
Yeni Müslüman olan gayri Müslim Türklerin eskiden beri adetleri olan kavim içerisinde ulu kişilere ait soya bağlılık ve yüceltme geleneği süreç içerisinde Hazreti Muhammet ve Ehli Beyt sevgisine dönüşmüştür.
"İslamı yaşayışın etkisi Buda, Mani, Hıristiyan ve Şaman dinlerinin yaygın olduğu Uygurlar'da bile kendini belli etmektedir. Söz gelişi Uygurlar'da artık Müslümanlar gibi cuma günlerini bayram yapmakta ve ibadetlerden önce abdest almaktadırlar." (s.27)
İslam'ı kabullenme Türk boyları arasında egemenlik çatışmasını da beraberinde getirmiştir. Bu çatışma zamanla dini bir renge bürünerek varlığını devam ettirmiştir. Burada tasavvufun etkisini de görebilmekteyiz. Büyük bir kaanın mevki ve makamını bırakarak dervişliğe razı olma hikayesi dilden dile dolaşır. İbrahim Ethem'in Buda'dan etkilenmesi örneğinde olduğu gibi.
Burada ilk zamanlarda Müslüman olan Türklerle gayri Müslim Türklerin beraberce bir arada yaşamalarının devam etmesine yazar dikkatimizi çekmektedir. Böylece hem İslam hem de İslam öncesi kültürler birbirine karışarak yaşamıştır. Dede Korkut Hikayeleri aslında buna tam bir örnektir.
Dikkatleri çeken bir başka olay da Arap, İran ve Türklerin kendi hakimiyetlerini kabul ettirmek için İslam'ı bir araç olarak kullanmalarıdır.
Öncelikle Hoca Ahmet Yesevi'nin karizmatik kişiliğinin Türkmen toplulukları arasında tasavvufi bir İslam anlayışının yerleşmesinde etkili olduğunu görmekteyiz. İslam öncesi birtakım inançlar, İslam'ın rengine bürünerek topluluklar arasında varlığını devam ettirmektedir.
Yazar kitabının ikinci bölümünde Anadolu'da oluşan ilk tasavvufi zümrelere değinerek kısmen konuyu özetlemeye çalışır.
Türklerin İslam dinine girmeleri yazara göre tasavvuf yoluyla olmuştur. Burada yukarıda değinildiği gibi Ahmet Yesevi'nin karizmatik kişiliğinin önemi büyüktür.
ANADOLU'DAKİ İLK TARİKATLAR
Yazar, Türkmenlerin İslam anlayışını Alevilik olarak belirtir. Bu Alevilik olgusu günümüzde de güncelliğini koruyarak tartışılmaya devam edilmektedir.
Türkmenler tasavvuf kanalıyla İslamlaşırken bu arada kendilerinden önce İslam'a giren Arap ve Fars kültür çevreleriyle de yer yer çatışmaktadırlar. Bu çatışmanın çeşitli sebepleri vardır. Çünkü Türkmenler göçebe topluluklardır, henüz şehirleşememişlerdir. Kendilerinden önce İslamlaşan Araplar ve Farslar kitabi anlamda İslamı temsil etmekte ve şehirleşmişlerdir. Hoca Ahmet Yesevi ve halifeleri ise İslam öncesinden bir takım inançları yeni öğrendikleri dinle sentezleyerek eklektik bir yapı oluşturmuşlardır. Bu anlayış dönemin fukahası (fıkıhçıları) tarafından tepkiyle karşılanmıştır.
Örnek olarak Ahmet Yesevi'nin zikir meclislerinde kadın ve erkeklerin bir arada zikir yapmaları zamanın uleması tarafından gayri ahlaki ilan edilmişlerdir.(s.36)
Yazarın Türkmenlerin İslam anlayışlarının saf olmadığını, sufiliğin İslam öncesi Kamlık, Budizm, Mani ve atalar kültünden etkilendiğini belge ve bol dip notlara dayanarak anlattığını okumaktayız.
Yesevilik'ten sonra Anadolu'da ikinci tarikat zümresi olarak Vefaiyye tarikatından Baba İlyas Horasani'ye bağlı olan Babailer vardır. Babailer Anadolu Selçuklu devletine isyan etmiş Ahi Türkmenlerin bağlı olduğu bir tarikattir.
Anadolu Selçuklu devletinin Fars kültürüne önem vermesi ve giderek devletin yönetiminin ve Mevlana'nın Moğollarla işbirliğine girmeleri, Ahi Türkmenlerle Mevlevileri karşı karşıya getirmiştir. Bu isyanda Mevlana'nın ortanca oğlu Alaeddin Çelebi babasına karşı çıkarak Ahi Türkmenlerin yanında yer almış ve Kırşehire kaçmış orada öldürülmüştür.
Babailer isyanına katılanlar, Anadolu Selçuklu resmi tarihçilerine göre taraflı bir şekilde ele alınarak asi ilan edilmiştir. Halbuki bu isyancılar (Ahi Türkmenler) Selçuklu devletini etkisi altına alan Moğol baskısına ve onunla işbirliği yapan Mevlana ve çevresine karşıdır. Yazar bu gerçeğin çoğu tarihçi tarafından göz ardı edildiğini söylemektedir. Selçuklu resmi tarih kaynaklarının asi ilan ettiği Babailer batıya doğru giderek önce Osmanlı Beyliğini arkasından da Osmanlı devletini kuracaklardır.
Diğer bir tarikat zümresi de önce Irak'ta oluşumunu tamamlamış, Moğolların baskısıyla Anadolu'ya gelen Rifailer ve Kadirilerdir. Zaman içerisinde Türkmenler Rifaiyye tarikatine intisap etmişlerdir. Bu tarikatların çoşkun zikir ve semaları, ateşe girme, vahşi hayvanlara binme, yılanlarla oynama gibi İslam öncesi adetlerinin keramet adı altında İslami kisveye bürünmesi ve yaşamaya devam etmesi saray uleması olan ve entellektüel bir yapıyı içeren Mevlana ve çevresi tarafından kınanmıştır. Ahi Türkmenler'in yaptığı hareketler "şeytanca fiiller" olarak görülür.(s.46) Halbuki Türkmenlerin eklektik dini anlayışı isyan etmeden önce de vardır. Buradan şu sonucu da çıkarabiliriz: İsyan etmediğin zaman din anlayışın ne olursa olsun iyisindir, fakat isyan etiğin zaman ise kötüsündür.
Yazar, Büyük Selçuklu sahasında oluşan Melametilik, Kalenderilik, Camilik, Hayderilik Kübrevilik gibi tarikatların daha sonra Moğolların baskısıyla Anadolu'ya geldiklerini ve oralarda örgütlendiğini belirtmiştir. Bu örgütlenmelerin ortak özelliği tarikat kurucularının (mürşitlerin) karizmatik şahsiyetlerin sufiyane tecrübelerinden edindikleri bilgilerin kesintisiz dini doğrular olarak kabul edilmesidir.
Oğuz Türkmen topluluklarının şeyhlerinden aldıkları terbiyeyi hiçbir eleştiriye tabi tutmadan dinin aslıymış gibi kabul ederek hayatlarına rehber edinmeleri ve gittikleri yerlere de bu yaşam tarzını götürmeleri pek de öyle göründüğü gibi kolay olmamış tarih içerisinde ve günümüzde birçok eleştirilere karşı çıkışlara neden olmuştur.
Kitabın yazarına göre bahsedilen tarikatların dini algılaması İslam öncesi bir takım inançların etkisiyle eklektik bir yapıda olduğu şeklinde olumsuzluk olarak tespiti yapılırken, diğer bir taraftan da aynı zümrelerin her yere İslam'ı yayarak "Türklerin milli dini"ni oluşturdukları şeklinde örneklendirilerek olumlaması bir çelişkiyi de bünyesinde barındırmaktadır.
Ancak kitabın ilerleyen sayfalarında Mevlana ve onun etkilendiği kişileri anlatırken yazarın kaynaklara dayanarak objektif bilgiler vermesi ilmi bir çalışma adına önemli sayılır. Bu etkilerin başında Mevlana'nın Fars kültürü ve onun temsilcisi Tebrizli Şems'i sayabiliriz. Ayrıca Moğollarla işbirliği yapması da siyasi anlamda onların etkisinde kaldığını gösterir. Mevlana'nın Şems'in etkisiyle medreseden ayrılarak tasavvufa yönelmesini Konya halkı iyi karşılamamış bunun neticesinde Şems'e düşman kesilerek onu kuyuya atarak öldürmüştür.
Kitap, Mevlana ve Mevleviliğin tarihi hakkındaki bilgileri tarafsız bir biçimde vermektedir; ama onların değerlendirilmesinde yazar aynı objektifliği gösterememekte ve hamasi davranmaktadır. Yazarın Mevlana'nın şeyhi Şemsi Tebrizi'nin Makalat'ından yaptığı alıntılar gerçekten hayret vericidir. Çünkü yapılan bu alıntılar onu övmek adına yapılmıştır. Onun ne kadar dindar bir kişi olduğunu göstermek adına yapılmıştır. Bunlardan burada bir-iki örnek verebiliriz:
"Ne haddi vardı Fahri Razi'nin ki 'Muhammed Tazi (Arap Muhammed) böyle' der, 'Muhammed Razi de böyle der' dedi. Bize rüyada bizzat Resul Aleyhisselam hırka giydirdi. Tanrı rahmet etsin. Bayezit hacca gidiyordu. Bir şehre vardı. Oradaki büyük bir şeyhi ziyarete gitti. Şeyh, Bayazit'in hacca gittiğini öğrenince 'zahmet etme' dedi. Etrafımda yedi kere dön, kemerindeki paraları da bana ver, yürü git memleketine. Ey Bayazit Kabe tanrı evidir, amma o ev kurulalı tanrı içine hiç ama hiç girmedi. Halbuki bu ev yapıldığı günden beri tanrı bu evden hiç çıkmadı." (Buradan hac ibadetini küçümsediğini alaya aldığını görüyoruz.)
Yine Makalat'ın bir başka yerinde:
"Tanrıya beni 'dostlarımla buluştur, onlarla görüştür' diye yalvardım. Bir gece rüyamda gördüm. 'Seni erenlerden biriyle sohbet arkadaşı yapacağım' dedi." (Burada da Allah'ı rüyada görüyor, konuşuyor)
Yazar Mevlana ile Şems'in karşılaşmasını 'birbirine secde ederek' şeklinde anlatıyor. Bu arada Şems'in öldürülmesini Mevlana müritleriyle protesto eder. Beyitler ve gazeller yazar. Sema eder. Yaptıkları bu işlerin şeriata uymadığını söyleyenlere karşı Mevlana kendisini savunma gereğini duyar.
Bazı çevreler tarafından Mevleviliğin bir tarikat olmadığı ve İslam dışı ilan edildiği fikrine yazar üzülerek karşı çıkar. Aslında bu karşı çıkışlar sebepsiz değildir. Yine bir örnekle konuyu bağlarsak: Mevlana'nın sohbet arkadaşlarından birisinin (Selahaddinin) vasiyetini yerine getirme töreni halk tarafından tepkiyle karşılanır. Tören şöyledir: Cenazede davullar, kudümler, defler çalınarak neşeli sevinçli bir halde ellerini çırpıp oynaya oynaya kaldırılması, Mevlana'nın başı açık sema ederek naralar atması şeklinde yaptığı ritüeller o zamana kadar böyle bir cenaze merasimi görülmediği için halkın tepkisini çekmiştir.
Kitabın sonuç bölümünde yazar Türkiye Selçuklu sahasında iki tarikat olduğunu belirtir. Bunlardan birincisi Babailiktir. Babailiğin kalabalık Türkmen topluluklarını etkilediğini, kavmi bir özellik taşıdığı, kitabi değil şifahi olduğunu söyler. Bu tarikata mensup Türkmenler Selçuklu Devleti'ne isyan etmişlerdir. Daha sonra bu tarikat Osmanlı Devleti'nin çekirdeğini oluşturmuştur. Bektaşiliğin bu tarikatın devamı olduğu da bilinmektedir.
İkincisi Mevlana'ya atfedilen edilen Mevlevi tarikatıdır. Yazar bu oluşumu entellektüel bir tarikat olarak değerlendirir. Bilhassa Fars kültürünün ve dilinin uzantısı gibi görüldüğü için Türkmen toplulukları tarafından önceleri yadırgansa da daha sonraları kabul görmüştür. Yazar bu iki tarikat zümresinden birincisinin milli dini, ikincisinin ise evrensel dini temsil ettiğini belirterek eseri sonlandırır.
Yazar kitabın ikinci baskısına 'Mevleviliğin Teşekkül Süreci Üzerine Bir Sunum'u eklemiştir. Burada Mevleviliğin nasıl teşekkül ettiğini anlatılır. Bu anlatımda Mevlana'nın şeyhi Şems için: 'Hakk'ın kendini Fars diliyle ifadesi' ayrıca Mesnevi için 'kutsal tecrübe metinleri' şeklindeki değerlendirmeleri dikkatimizi çekmektedir. Aynı anlayışı Türkmenler üzerinde etkisini bildiğimiz şu beytinde de rastlamaktayız. 'Ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm' ifadeleri vahdeti vücut sapkınlığının bir tezahürüdür.
Bu çalışma Fuat Köprülü'nün eserlerindeki "Türkler"in Müslümanlık anlayışının tarihi üzerine fazla bir şey eklememiştir. Eserin birinci baskısından sonra Ahmet Yaşar Ocak ve Mikail Bayram konu üzerinde daha genişletici çalışmalar yapmışlardır. Ayas ikinci baskıda bu konudaki çalışmaları görmezden gelerek 1991'deki kitabını 2008'de hiç değiştirmeden aynen basmıştır.
ARİF ÇİFÇİ
Haksöz-Haber