Sisteme Demagojik Kemalist Bakış Örneği: "TÜRKİYE'DE DEVLET GELENEĞİ"
Metin Heper
Doğubatı Dergisi yayınları
İngilizce yayınlandığı 1985 yılından tam 22 yıl sonra Türkçeye çevrilen bir kitap: "Türkiye'de Devlet Geleneği". Bugüne kadar neden Türkçeye çevrilmediğini bilmediğimiz bu kitabın, bunca yıl aradan sonra Doğubatı Dergisi Yayınları tarafından hangi amaca binaen yayınlandığını da anlamlandıramadık. Ancak kitabın İngilizce baskısının "yarı akademik" diye ifade edebileceğimiz niteliğiyle dönemin birçok Batılı siyaset bilimcisi ve akademisyeni arasında beğeni toplayan bir eser olduğunu biliyoruz. Yine kitabın Türkiye'de İngilizce okuyan bazı öğrencilere yardımcı bir kaynak olarak tavsiye edildiğini biliyoruz.
1- Kitap Neler İçeriyor?
Metin Heper'in 12 Eylül darbesi sonrasında kaleme aldığı kitap Giriş ile Sonuç arasında toplam beş bölümden oluşuyor. "Osmanlı Mirası", "Geçici Aşkın Devlet", "Bürokratik Aşkıncılık", "Devlet ve Toplum" ve "Yeni Aşkın Devlet" isimlerini taşıyan bu bölümlerin alt başlıkları yok. Kitap adından da anlaşılabileceği gibi Türkiye'de Devlet Geleneği ve bunun Osmanlıya uzanan köklerini inceleme ve tahlil etme iddiasında. Ancak bu iddiayla ters orantılı olarak kitabın ana tezi hiç abartısız denilebilir ki 12 Eylül cuntası ve onun gerçekleştirdiği darbenin aklanmasıdır. Bunu diğerlerinden farklı kılan yönü ise bu çerçevede Kemalist siyaset geleneğinin çeşitli kuramlarla irtibatlı olarak Osmanlı devlet geleneği üzerinden temellendirilmesi ve "demokrasi deneyimlerinin farklılığı" tezi üzerinden meşrulaştırmaya çalışmasıdır. Yine bu meyanda yazar Türkiye'deki devlet geleneğini ya da kendi ifadesiyle demokrasi deneyimini Batılı modellerle karşılaştırmakta ve yakın dönem Türkiye siyasi tarihini Kemalizm'i merkeze alarak ve onun pratikteki tezahürlerini de yer yer tartışmaya açarak değerlendirmektedir. Doğrusu kitabın diline bir savunmacılığın hâkim olduğunu ilk etapta gözlemlemek olasıdır ve bu dil ayrıca kitabın ilerleyen bölümlerinde çok abartılı tekrar ve paradokslar pahasına alabildiğine derinleştirilmiştir.
2- Kitabın Ana Tezi Nedir?
Kitabın hemen tüm bölümlerinde mündemiç olan ana tez 15 ve 48. sayfalar arasına serpiştirilen Giriş'ten hareketle rahatlıkla ortaya konabilir. Buna göre Türkiye'de bir demokrasi sorunu olduğunu teslim ediyor yazar. Ancak bu soruna Batılıların geliştirdiği yaklaşımın tutarlı olmadığı savını ileri sürüyor. Çünkü yazara göre Türkiye'nin demokrasiyi yerleştirirken karşılaştığı siyasi kriz dışarıya "çelişki" ve "paradoks" gibi görünürken aslında Batılı deneyim ile uyuşmayan sosyo-kültürel dokusundan kaynaklanmakta ve dolayısıyla Kemalist değerler ile bütünleşen homojen bir nitelik yansıtmadığından siyasi aktörler ve yerleşik toplumsal dinamikler de darbeye değin varan müdahaleleri demokrasinin yerleştirilmesi için kaçınılmaz kılmaktadır. Hatta yazara göre bu askeri müdahalelerin amacı tamamen demokrasiye işlerlik kazandırmaktır ki yazarın bu bağlamdaki tezini 12 Eylül cuntası lideri Evren paşanın darbe sonrası kamuoyuna yaptığı demagojik beyanatlarıyla temellendirmeye kalkışması çokça bahsedilen "bilimsel tarafsızlık" ilkesine halel getirmektedir! Yazar bununla da yetinmeyerek açıkça "Türkiye'nin kendisine özgü koşulları" jargonuna sığınarak muhataplarına da bunu dikkate almalarını ve coğrafik açıdan zaten Avrupalı olan, dolayısıyla siyasal ve kültürel açıdan da giderek Avrupalılaşmaya doğru giden laik Türkiye'ye daha imtiyazlı/ayrıcalıklı yaklaşmalarını; Kemalist ordunun laikliği yerleştirmede yaşadığı sıkıntıları anlamalarını ve bu çerçevede gerçekleştirdiği müdahaleleri de anlayışla karşılamalarını öğütlemektedir! Bu meyanda yazarın dikkat çeken iki alt tezi de Türkiye'nin az gelişmiş ya da gelişmekte olan bir üçüncü dünya ülkesi olmadığı savı ve derin devlet kavramı ve olgusunu da daha baştan inkârıdır. Bütün bunları da yazar R.N. Berki'nin iki tür siyasal kültür kuramı olarak ortaya koyduğu "transcendentalism" ve "instrumentalism" kavramları üzerinden temellendirmektedir. Yazarın Cumhuriyet Türkiye'si ve Osmanlı'yı da kendisinden hareketle değerlendirmeye tabi tuttuğu bu siyasal kültür ve yönetim kuramlarını kısaca tanımlamak anlamaya kolaylık sağlayacaktır.
2.1. Transcendentalist ve instrumentalist yönetim biçimleri:
"Transcendentalism"ve "instrumentalism" kavramlarını yazar birbirinin karşıtı iki ayrı yönetim biçimi ve siyasal kültür örneği olarak ortaya koyuyor. Transcendentalizmin aşkıncı bir devlet anlayışını içerdiğini söyleyen yazar onu "devletçi yönelim" ( statist orientation) olarak ortaya koyarken bunun zıttı olan instrumentalizmi ise araçsalcı yönetim biçimi ve "toplumcu yönelim" ( societal orientation) olarak tanımlamaktadır. Buna göre transcendentalist/ aşkıncı siyaset felsefesinde insanın aslen ahlakî bir topluluğa ait olduğu inancı hâkimdir, instrumentalist/ araçsalcı siyaset felsefesinde ise insanın aslen bir çıkar topluluğuna ait olduğu inancı söz konusudur (s. 27). Birincisinde siyaset değer temelli bir özellik yansıtır ve bu siyasal kültürü paylaşan topluluklar değer veya aşkın ülküler temelinde birliktelik sağlarlar ve bu değerlerin kendisinde mündemiç olduğuna inanılan veya onu temsil eden sembolik bir kişilik etrafında bütünleşirler. Bu yaklaşımı Weberyan siyaset sosyolojisi ile okursak onun tam da karizmatik liderliğe ya da yönetim biçimine denk düştüğünü ve Weber'in Batılı rasyonel yönetim geleneğinin karşıtı olarak sunduğu doğulu patrimonyal devlet geleneğini anımsattığını söyleyebiliriz. Dolayısıyla bu yaklaşıma göre devlet bir araç değil, toplumun varlık sebebi olan, onun varlığını anlamlandıran değer ve ülkülerin sembolü olduğu için kutsaldır ve onu temsil ettiği varsayılan kişi, kurumlar veya güç odakları da koşulsuz bir itaati hak etmektedirler. Çünkü bu toplum eski Orta Asya Şaman geleneğinden ve Emeviler ile birlikte İslam dünyasında gelişen siyasal kirlenmeyi de bünyesine katarak halifeyi Allah'ın yeryüzündeki gölgesi ve kendisini de onun/halifenin kulu olarak görüyordu. Nitekim gerek din algısının kitabi bir karakter yansıtmaması ve gerekse de istibdat rejimlerinin baskı politikaları sonucunda bu çarpık tasavvur süreç içerisinde derinleşerek kanıksanmıştır. İnstrumental/aşkıncı/yarı tanrısal devlet geleneğinin modern-seküler biçiminin yansımalarını ise diğer birçok örnekle birlikte özellikle de Türkiye tipi teokratik otoriter sistemlerde yaratılan makine tipi bürokrasi ya da halk tanımıyla kapı kulu memur prototipinde daha açık seçik görebiliriz. Siyaset felsefesi bağlamındaysa bu yönetim biçimi daha ziyade Hegel ile irtibatlandırılmaktadır. Nitekim Hegel," devleti tarihsel bir zorunluluk olarak öngörmekle sınırlı kalmaz aynı zamanda onu bireylerin iç dünyasına akseden yarı tanrısal, aşkın bir duygu olarak tasavvur etmektedir. Bütün toplumların zorunlu olarak yaşadığı sivil toplumdaki farklılaşma, rekabet ve çatışmaların yatıştırılması ve sivil toplumun selameti için yarı tanrısal transcendental (aşkın) bir devlet tarihsel zorunluluğun gereği idi. Devlet bu anlamda sadece somut bir örgütlenme değil, aynı zamanda ruhen de yaşanan ve sevilen bir duygu halidir. Devlet bir kez gelişti mi insan ve toplum yaşamının tüm titreşim noktalarını kapsar, kuşatır, kısaca yaşamın tüm detaylarında yer alır. Hegel'in bu düşüncesi başta faşizm olmak üzere sonraki birçok akımın ilham kaynağını oluşturmuştur". Ademi merkeziyetçi yönetim modeli olarak transcendentalizm örneğini -özellikle de "güçlü devlet" tasavvuru bağlamında- muhafazakar eğilimde daha açık görebiliriz.
Transcendentalizmin tersine instrumentalizmde ise siyaset çıkar temelli bir özellik yansıttığından toplum da karşılıklı çıkarlar temelinde bir araya gelmekte ve devlet de toplumsal aktörlerin ve katmanların çıkarlarına hizmet ettiği oranda var olan bir araç konumundadır. Bunu da liberal yönetim biçimi olarak düşünebiliriz ki tam da neo-liberallerin talep ve söylemlerinde ifadesini bulmaktadır.
Sonuç olarak devlet merkezli siyasal yapılanmanın/ transcendentalizm Batılı siyaset geleneği bağlamında genel olarak kıta Avrupası, özellikle de Almaiya ve Fransa tecrübesinde gerçekleştiği düşünülürken toplum merkezli siyasal yapılanmanın ise/instrumentalizm Anglo-Sakson geleneğini yansıttığı kabul edilmektedir.
Aslında değer/ülkü temelli olarak idealize edilen birinci yaklaşımın yani değerler eksenli siyaset biçimi ya da iktidarın da, bunu değerler ekseninde ayakta tutup denetleyen homojen bir toplum yapısının da – Rasul ve hulafa-i raşidûn dönemini istisna tutacak olursak- ideal anlamda toplumsal katmanlarca olumlanmasının neredeyse mümkün olmadığını söyleyebiliriz. Hatta kendisini değerler ekseninde konumlandıran günümüz ulus-devlet modelinin bile "ulusal çıkar" kavramını çoğu zaman belirli bir elit zümrenin çıkarlarına indirgediğini son yüz, iki yüz yıllık süreçte müşahede etmekteyiz. Nitekim Kilise merkezli Ortaçağ Avrupa'sının da, İslam dünyasında uzun asırlar hükm ü ferma eden saltanat/istibdat rejimlerinin de bu teoriye göre transcendentalist karakterli olduğunu ancak iktidar odaklı değil de sosyolojik olarak bakıldığında toplumların bu ortak çıkarı ya da değerleri temsil ettiğini iddia eden bu rejimlerle hiçte barışık olmadığını rahatlıkla görmekteyiz. Bundan olsa gerektir ki yazar da gerek transcendentalizmin ve gerekse de instrumentalizmin radikal ve ılıman olarak iki ayrı boyutunun olduğunu söylemekte ve bürokratik aşkıncılık kavramsallaştırmasına gitmektedir. Gerçekçi olmak gerekirse aynı değerler ekseninde bütünleşip örgütlenmiş homojen bir toplum ya da ulusun söz konusu olmadığını, bu yüzden de en fazla sınırlı anlamda bürokratik aşkıncılıktan söz edilebileceğini ifade edebiliriz ki bu yönüyle bürokratik aşkıncılık tam da Kemalist Türkiye'de ifadesini bulmaktadır. Nitekim yazar da "Geçici Aşkın Devlet" ve "Yeni Bürokratik Aşkıncılık" bölümlerinde bunları işlemekte ancak yer yer eleştirmekle birlikte yukarıdan aşağıya doğru otoriter biçimde şekillenen Kemalist devlet ve toplum tasarımını yüceltmektedir.
2.2. Osmanlı/Türkiye Devlet Geleneği Bunlardan Hangisini Yansıtmaktadır?
Kitabının "Osmanlı Mirası"(s. 48-93) isimli 1. Bölümünde yazar Osmanlı devlet geleneğini ılımlı aşkıncılık ve radikal aşkıncılık olarak iki döneme ayırmaktadır. Buna göre 1299-1600'lü yıllar arası dönemlerdeki Osmanlı parlak/yükseliş dönemini yaşamakta ve bu dönem boyunca iktidar yapısı ılımlı aşkıncı bir karakter arz etmektedir. Ilımlı aşkıncılık sistemin önemli bir kriz ile karşılaşmadan kendi olağan seyrinde işlemesi hali olarak ortaya konabilir. Toplumun "halife"yi "tanrının gölgesi" olarak telakki etmesi, değerler ekseninde halife/sultan ile bütünleşmesi ve dolayısıyla genel olarak düzenle uyumlu olması da bu durumu kolaylaştırmıştır. Ayrıca klasik Osmanlı toplum yapısında Avrupa'dakine benzer sivil toplum ve toplumsal çıkar güçlerinin bulunmaması ve sistemin patrimonyal karakterli oluşu da bu uyumu pekiştirmiştir.
Yazar 1600'lü yıllar sonrası Osmanlısının ise fundamental aşkıncılık modelini yansıttığını ve bu durumun da oturmayan yönetim boşluğu, sosyal grupların oluşturduğu iç huzursuzluk, kendileriyle aynı güçte olan, dolayısıyla yayılmacı/sömürgeci eğilimler taşıyan komşu devletlerin oluşturduğu dış tehdit vb. dahili ve harici etkenlere bağlıyor. Bu dönemden itibaren düzenin giderek radikal aşkıncılığa veya otoriter/baskıcı bir yapıya büründüğünü belirten yazar halife'nin elinde bulunan örf-i sultani veya özel yetkinin ise bu durumun üstesinden gelmek için bir imkân oluşturduğunu söylüyor. Zaten örf-i sultani yetkisiyle halife gerektiğinde din/şeriat//hukuku bile devre dışı bırakma hak ve salahiyetine sahip idi. Ancak yazar örf-i sultani'nin keyfi despotizmi içermediğini belirtmekte ve bundan kaynaklanan uygulamaları da "rasyonel yönetim" olarak tavsif etmektedir. Sonuç olarak ise yazar gerek Osmanlı ve gerekse de Osmanlı'dan Cumhuriyete akseden aşkıncılığın ılımlı ve radikal uçlarının iç içe geçmişliğini "gereklilik", "ussallık" ve "rasyonellik" gibi bir dizi pragmatik gerekçeyle meşrulaştırmaktadır. Türkiye'deki demokrasi ve hukuk devleti iddialarına rağmen ortaya konan ve kimi Batılı akademisyenlerce "döngüsel demokrasi" olarak tanımlanan tüm çarpıklıkları da yazar yine bu pragmatik gerekçelerle geçiştirmektedir.
Birinci meşrutiyete değin sistemin radikal aşkıncı karakterinin giderek yükseldiğini itiraf eden yazar Tanzimat sürecinden itibaren yeni bir bürokrasi tipinin oluşmaya başladığını ve bunların ikinci meşrutiyetle birlikte yıkılmakta olan "ılımlı aşkıncı devlet"i yeniden inşa etmek üzere örgütlendiğini söylemektedir. Söz konusu kadroları 'yeni bürokratik seçkinler' olarak tanımlayan yazar bu zihniyetin halkın esenliğinden önce devleti kurtarma önceliğine sahip olduklarını söylemekte ve Osmanlı aydınlanmasını da gerçekleştiren yeni bürokratik entelijansiyanın yeniden ılımlı aşkın devleti farklı bir kulvarda inşa etmek istediklerini belirtmektedir. Böylece ikinci meşrutiyeti de gerçekleştiren bu yeni bürokratik seçkinlerin veya ittihatçıların 1908 ve 1918'li yıllar arasında geçici bir aşkın devlet kurduklarını belirten yazar kitabının "Geçici Aşkın Devlet" isimli 3. Bölümünde Jön-Türkleri değerlendirmektedir. Bu meyanda Kemalist bürokrasinin de devamı olduğu bu zihniyeti betimlerken yazarın 1939'a kadar sürdüğünü kaydettiği 'geçici aşkın devleti inşa' eğiliminin ütopik bir zihniyet yapısına sahip bulunduğu ve dolayısıyla hipotetik gelecekler tasvir edip ilgili geleceği kolayca yaratabilecekleri yaklaşımını taşıdıklarını söylemesi dikkat çekicidir.
Aslında örtük bir itiraf niteliğini de taşıyan bu tanımlamalar ilgili zihniyet Kemalizm olarak yeni bir form kazandığından olsa gerek, yazar, bu ulus kurgusunun jakoben, empozeci-dayatmacı yapısını eleştirmemekte, tersine bu Kemalist inşa sürecinin tıkanışı ve çarpıklığını Enverist çizgi bağlamında yererken Kemalist çizgi üzerinden ise meşrulaştırma çabasına gitmektedir! Zira kitabının 'Bürokratik aşkıncılık' isimli 4. bölümünde de toplum ile Kemalist rejim arasında 'değer temelli bir bütünleşme'nin gerçekleşemediği ve dolayısıyla kültürel bölünmenin bütün krizlerin temeli olduğu yönünde itiraflarına rağmen, yazar, Kemalizm'i demokrasinin vazgeçilmezi ve Türkiye halkları için hayati olarak nitelendirebilmektedir. Kitabın finali niteliğindeki bu bölümde dikkat çeken bir diğer olgu da şudur ki yazar dönemin şekillenişi sırasındaki önemli siyasi kamplaşmaları, yeni Cumhuriyetin nasıl kurulacağı, din ve Kürt sorunu ağırlıklı talep, faaliyet vb. gibi bir dizi önemli hususa dair de neredeyse tek bir cümle ile de olsa söz etmiyor! Keza, M. Kemal'in belirleyiciliğinde gelişen ve peşi sıra Kemalizm olarak şekillenen bu süreçte ortaya çıkan çarpıklıklardan yazar ustalıkla Atatürk'ü beri kılıp 'yeni bürokratik seçkinler' den ayrıştırma çabasında ve dolayısıyla bu bölüm tamamen Kemalizm'in ve sahibinin 'anlaşılmadığı' tezinden hareketle Kemalizm'in aklanması ve yüceltilmesine hasredilmiş bulunmaktadır!
3- Kemalist Toplum Projesi Neden Başarısız Oldu?
Kitapta dikkat çeken bir diğer konu da Kemalist toplum tasarımının neden başarılı olamadığı tartışmasıdır. Gerçi hemen tüm bölümlerde yazar bölüm başlıklarıyla alakalı ya da alakasız olarak bu mevzuya değinilerde bulunmuş; "Bürokratik Aşkıncılık" adını çeken 4. Bölüm ise tamamen bu konuya ayrılmış. Bu bölümde yazar yakın Türkiye siyasi tarihini Kemalizm'in başarı ya da başarısızlığı bağlamında değerlendirmektedir. Gerek bu bölümde ve gerekse de kitap boyunca yazar duruşunu Kemalizm'den yana belirlediğini ibraz ediyor. M. Kemal ve onun toplum tasarımı yazara göre Türkiye halkının mutluluğu, refahı için olmazsa olmaz mesabesinde. O, (M. Kemal) ılımlı araçsalcı bir yönetim öngörüyordu. Ancak bunun için öncelikle heterojen halkın homojen bir ulusa dönüştürülmesi gerekmekteydi. Dolayısıyla toplum bu seviyeye gelinceye değin aşkıncı bir yönetim kaçınılmazdı. Sonuç olarak da devlet M. Kemal önderliğinde Cumhurbaşkanlığı kurumuyla özdeşleşti.
Yazara göre Türkiye'deki en büyük sorun Atatürkçülüğün bir "dünya görüşü" değil, bir "ideoloji" olarak algılanması ve dolayısıyla Atatürk ilke ve inkılaplarının sağlamayı hedeflediği özün göz ardı edilip bir ideolojiye dönüştürülmesidir. Atatürkçülük "ne yapmak gerek" sorusunun yanıtı değil, tersine "nasıl yapmalı" sorusunun yanıtıydı. M. Kemal ilke ve inkılaplarla düzeni oturtmuş ve bundan sonrası için akması gereken yönü/rotasını bürokrasiye göstererek dil ve tarih ile ilgilenmeye başlamıştır (s, 130). Böylece yazar Kemalizm'in kendisini ve onun Türkiye halklarına dayatılan kurgusal tasarımlarını sorunun kaynağı olarak görmediğini belirtirken, Kemalist bürokrasiyi şekilcilikle suçlamakta ancak bununla birlikte Kemalizm'i felsefik bir öz ile taltif ederek onu özü itibariyle evrenselleştirmektedir.
Atatürkçülüğün rayına oturmamasında yazar birinci taşı bürokrasiye atmaktadır. Ona göre 1920-1940 arasında oldukça güçlenen bürokrasi Atatürkçü değerleri yeterince sindirememişti. İkinci olarak ise bunun faturasını yazar Milli Şef / İsmet İnönü'ye kesmektedir. Bu bağlamda Milli Şef ve Kemalist bürokrasi tarafından "…gerçeği bulma tekniği (dünya görüşü) olarak tanımlanan Atatürkçü düşünceye özsel anlamlar yüklenmeye başlandı; Atatürkçülük, nasıl karar verilmesini belirten bir dünya görüşünden ne yapılması gerektiğini anlatan bir ideolojiye çevrildi. Reformculuk (inkılapçılık), Türkiye'nin toplumsal ve siyasal yapısında gerçekleştirilmiş olan kurumsal dönüşümlerin korunması ve güvenceye alınması anlamına gelmeye başlandı. Dönüşümler, araçlar olması gerekirken, amaç olmuşlardı" (s, 130-131). Ancak buna karşın yazar kimi saf/idealist Kemalistler gibi Milli Şef'i tamamen de dışlamamakta, nihai düzlemde onu takdir etmektedir. Zira yazara göre İ. İnönü de çoğu bakımdan M. Kemal (ebedi şef!) gibi yalnızdı. Ancak şu farkla ki o (İnönü) bir politika adamıydı. Nitekim bütün sıkıntılara rağmen Türkiye'nin çok partili sisteme/demokrasiye geçmesini sağlamıştır(!).
Son olarak ise yazar rejimin oturmamasının/istikrarsızlığın faturasını siyasi bürokrasiye çekmektedir. Zira Cumhuriyet sonrasında gelişen ve giderek de örgütlenen çevre ya da toplumsal çıkar güçleri, düzene yeterince uyum sağlayamamışlar ve dolayısıyla partilere egemen siyasi bürokrasi icraatlarıyla çok partili sistemle geçilen instrumental modeli radikalleştirmiştir. Bu durum ise yeniden ılımlı araçsalcı modelin oluşturulması ya da demokrasinin ikame edilmesi hedefiyle askerin müdahalelerini "gerektirmiş"tir.
Özetle 12 Eylül "müdahale"sini yapan zihniyet Atatürkçülüğün özünü kavrayan ve Kemalist tasarımı usulünce oturtacak olan yani Türkiye'nin kırılgan demokrasi krizini çözecek olan kadrodur! Dolayısıyla çevre ve onun temsili güçleri de bu kadro ile Atatürkçü değerler etrafında bütünleşmelidir. Demokrasinin ikamesi, tarihi krizin çözülmesi ve dolayısıyla sistemin tıkır tıkır işlemesi için bu uyum ve bütünleşme kaçınılmazdır! "Uygar dünya" ve Batılı akademisyenler de ordunun müdahalelerini (dili darbe demeye varmıyor yazarın!) "Türkiye'nin kendisine özgü tarihsel, sosyal, siyasal ve kültürel şartları"nı göz önünde bulundurarak veya "demokrasi deneyimlerinin farklılığı" kuramınca anlayışla karşılamalıdırlar!
Bu özet sav kitabın hemen tüm bölümlerinde bazen satır aralarında ve bazen de doğrudan ifadelerle sırıtırken "Devlet ve Toplum" isimli bölümde ise açıkça beyan edilmektedir.
Sonuç Yerine:
"TÜRKİYE'DE DEVLET GELENEĞİ" ya da "Askeri Vesayet Rejimini Kuramsal Demagojilerle Aklamanın Dayanılmaz Hafifliği!"
Yazarın temel tezi, Atatürkçülüğün bir ideoloji değil, tersine din anlamında bir dünya görüşü olduğudur. Bu bağlamdaki din-ideoloji ayrımının tutarlılığı bir yana, bu ön şartlanmışlık eşliğinde yazar, Batı'da şaşkınlık yaratan 'tuhaf' Türk demokrasisinin sorunlarını kendince analiz ediyor. Kitabı boyunca yazar sık sık Batılı gözlemcilerin 'Türkiye Devlet Geleneği'ni (yazarın tezi bağlamında 'Türkiye gerçekleri'ni ve dolayısıyla bu gerçekliğin zorunlu kıldığı 'darbeciliğ'i) anlamadıklarını ve aslında 'göreceli' olan 'demokrasi'nin Batı'ya ait deneyimi ve kuramlarını önceleyerek demokrasi namına Kemalist Cumhuriyet düzenini paradoks ve çelişki modeli addettiklerinden yakınmaktadır. Bu yaklaşımları iyice ayyuka çıkaran başat bir faktör olarak 12 Eylül darbesinin yol açtığı 'kafa karışıklığı'nı vurgulamaktadır yazar. 12 Eylül'ün aslında 'orijinal' ya da 'öz' Kemalizm'e bir dönüş olduğunu ve dolayısıyla Türkiye'de darbeci geleneğin amacının seküler-laik temelde demokrasiyi ikame etmek olduğunu belirten yazarın eserinin bir bütün olarak Türk demokrasisinin çelişik ve paradoksal olduğu iddialarına bir reddiye mesabesinde olduğu rahatlıkla söylenebilir. Bu durum kitabın hem üslup ve hem de içeriğine damgasını vuran açık ve satır arası tezlerin yanı sıra kitabın yayım tarihçesi bağlamında da gözlemlenebilir. Kitabın baskısı İngiltere; dili İngilizce ve baskı tarihi 12 Eylül darbesinin hemen sonrası/1985! Muhatap kitle itibariyle yazar seçici bir dil kullanmış ve öyle anlaşılmaktadır ki, kitabın bu görece akademik/kuramsal dili onu cazibeli kılmıştır. Halbuki –arka kapakta kitaba dair kimi Batılı yazarların dizdiği övgü cümlelerinde de görüleceği gibi- kitabın görece kuramsal/akademik yapısını öne çıkarıp yüceltenler onun asıl içeriğini ya görememiş ya da görmezlikten gelmişlerdir! Zira son dönem Türk sinemasının popüler yapıtlarından olan Deli Yürek, Kurtlar Vadisi, Sağır Oda vd. filmlerinde de alışık olunduğu üzere, Devlet namına işlenmiş 'tuhaf' uygulamaların bazıları bir tür itiraf biçiminde ifşa edilerek teşhir edilirken, bu yolla perde arkası veya satır aralarından bütün pisliğin kaynağı olan rejimin aklanması yoluna gidilmektedir!
Özce söylemek gerekirse kitapta yapılan da bundan farksız… Görece nesnel, bilimsel, kuramsal yamalarla kitap oldukça süslenmiş ve Türkiye'de yerleşik devlet geleneği/veya düzen gerçeğinin işleyiş biçimindeki tuhaflık ve çarpıklıkları üzerine yer yer cesur ve etraflı ifşaatlar yapılmış; ama kimi zaman gerçekliği açıkça ters yüz etme, kimileyin çelişki ve paradoksa düşme pahasına ve bazen de up uzun ve sıkıcı demagojik dolaylamalar yapılarak sistemi biçimlendiren Kemalist paradigma ve sadık bekçisi cunta aklanmaya gidilmiştir! Muhtevanın kitabın iddialı adıyla alakası ise neredeyse yok mesabesindedir!
Sonuç olarak şunu belirtmek gerekmekte ki bu eser "nesnel bir tarih kitabı" değil, olsa olsa yakın Türkiye siyasi tarihine ve bunu biçimlendiren egemen Kemalist düzene dönük "demagojik Kemalist yaklaşım" örneğidir. Bu sebeple benzeri eserlere "nesnel vakıa bilgisini" edinme perspektifiyle değil, belli olay ve olgulara "ötekiler"in bakış açıları veya nasıl yaklaştıklarını çözümleme niyetiyle yaklaşılmalıdır. Ama bu arada Doğubatı Dergisi Yayınları tarafından bu kitabın 22 yıl aradan sonra hangi amaca binaen çevrilip yayınlandığını da anlayamadığımızı belirtmek isteriz. Bu arada nesnel vakıa bilgisi bağlamında Erik Jan Zürcher'in İletişim Yayınlarından çıkan Modernleşen Türkiye'nin Tarihi ve Ahmet Cemil Ertunç'un Pınar Yayınları arasından çıkan Cumhuriyet Tarihi isimli eserlerin önemini zikretmek gerekirken ikincisi/perspektif bağlamında da mezkûr eserin özellikle de Fikret Başkaya'nın Özgür Üniversite Kitaplığından çıkan Reel Atatürkçülük ve Rıdvan Kaya'nın Ekin Yayınları arasında çıkan Kesintisiz Darbe Düzeni kitaplarıyla birlikte okunmasında fayda var.
Metin Heper
Doğubatı Dergisi yayınları
İngilizce yayınlandığı 1985 yılından tam 22 yıl sonra Türkçeye çevrilen bir kitap: "Türkiye'de Devlet Geleneği". Bugüne kadar neden Türkçeye çevrilmediğini bilmediğimiz bu kitabın, bunca yıl aradan sonra Doğubatı Dergisi Yayınları tarafından hangi amaca binaen yayınlandığını da anlamlandıramadık. Ancak kitabın İngilizce baskısının "yarı akademik" diye ifade edebileceğimiz niteliğiyle dönemin birçok Batılı siyaset bilimcisi ve akademisyeni arasında beğeni toplayan bir eser olduğunu biliyoruz. Yine kitabın Türkiye'de İngilizce okuyan bazı öğrencilere yardımcı bir kaynak olarak tavsiye edildiğini biliyoruz.
1- Kitap Neler İçeriyor?
Metin Heper'in 12 Eylül darbesi sonrasında kaleme aldığı kitap Giriş ile Sonuç arasında toplam beş bölümden oluşuyor. "Osmanlı Mirası", "Geçici Aşkın Devlet", "Bürokratik Aşkıncılık", "Devlet ve Toplum" ve "Yeni Aşkın Devlet" isimlerini taşıyan bu bölümlerin alt başlıkları yok. Kitap adından da anlaşılabileceği gibi Türkiye'de Devlet Geleneği ve bunun Osmanlıya uzanan köklerini inceleme ve tahlil etme iddiasında. Ancak bu iddiayla ters orantılı olarak kitabın ana tezi hiç abartısız denilebilir ki 12 Eylül cuntası ve onun gerçekleştirdiği darbenin aklanmasıdır. Bunu diğerlerinden farklı kılan yönü ise bu çerçevede Kemalist siyaset geleneğinin çeşitli kuramlarla irtibatlı olarak Osmanlı devlet geleneği üzerinden temellendirilmesi ve "demokrasi deneyimlerinin farklılığı" tezi üzerinden meşrulaştırmaya çalışmasıdır. Yine bu meyanda yazar Türkiye'deki devlet geleneğini ya da kendi ifadesiyle demokrasi deneyimini Batılı modellerle karşılaştırmakta ve yakın dönem Türkiye siyasi tarihini Kemalizm'i merkeze alarak ve onun pratikteki tezahürlerini de yer yer tartışmaya açarak değerlendirmektedir. Doğrusu kitabın diline bir savunmacılığın hâkim olduğunu ilk etapta gözlemlemek olasıdır ve bu dil ayrıca kitabın ilerleyen bölümlerinde çok abartılı tekrar ve paradokslar pahasına alabildiğine derinleştirilmiştir.
2- Kitabın Ana Tezi Nedir?
Kitabın hemen tüm bölümlerinde mündemiç olan ana tez 15 ve 48. sayfalar arasına serpiştirilen Giriş'ten hareketle rahatlıkla ortaya konabilir. Buna göre Türkiye'de bir demokrasi sorunu olduğunu teslim ediyor yazar. Ancak bu soruna Batılıların geliştirdiği yaklaşımın tutarlı olmadığı savını ileri sürüyor. Çünkü yazara göre Türkiye'nin demokrasiyi yerleştirirken karşılaştığı siyasi kriz dışarıya "çelişki" ve "paradoks" gibi görünürken aslında Batılı deneyim ile uyuşmayan sosyo-kültürel dokusundan kaynaklanmakta ve dolayısıyla Kemalist değerler ile bütünleşen homojen bir nitelik yansıtmadığından siyasi aktörler ve yerleşik toplumsal dinamikler de darbeye değin varan müdahaleleri demokrasinin yerleştirilmesi için kaçınılmaz kılmaktadır. Hatta yazara göre bu askeri müdahalelerin amacı tamamen demokrasiye işlerlik kazandırmaktır ki yazarın bu bağlamdaki tezini 12 Eylül cuntası lideri Evren paşanın darbe sonrası kamuoyuna yaptığı demagojik beyanatlarıyla temellendirmeye kalkışması çokça bahsedilen "bilimsel tarafsızlık" ilkesine halel getirmektedir! Yazar bununla da yetinmeyerek açıkça "Türkiye'nin kendisine özgü koşulları" jargonuna sığınarak muhataplarına da bunu dikkate almalarını ve coğrafik açıdan zaten Avrupalı olan, dolayısıyla siyasal ve kültürel açıdan da giderek Avrupalılaşmaya doğru giden laik Türkiye'ye daha imtiyazlı/ayrıcalıklı yaklaşmalarını; Kemalist ordunun laikliği yerleştirmede yaşadığı sıkıntıları anlamalarını ve bu çerçevede gerçekleştirdiği müdahaleleri de anlayışla karşılamalarını öğütlemektedir! Bu meyanda yazarın dikkat çeken iki alt tezi de Türkiye'nin az gelişmiş ya da gelişmekte olan bir üçüncü dünya ülkesi olmadığı savı ve derin devlet kavramı ve olgusunu da daha baştan inkârıdır. Bütün bunları da yazar R.N. Berki'nin iki tür siyasal kültür kuramı olarak ortaya koyduğu "transcendentalism" ve "instrumentalism" kavramları üzerinden temellendirmektedir. Yazarın Cumhuriyet Türkiye'si ve Osmanlı'yı da kendisinden hareketle değerlendirmeye tabi tuttuğu bu siyasal kültür ve yönetim kuramlarını kısaca tanımlamak anlamaya kolaylık sağlayacaktır.
2.1. Transcendentalist ve instrumentalist yönetim biçimleri:
"Transcendentalism"ve "instrumentalism" kavramlarını yazar birbirinin karşıtı iki ayrı yönetim biçimi ve siyasal kültür örneği olarak ortaya koyuyor. Transcendentalizmin aşkıncı bir devlet anlayışını içerdiğini söyleyen yazar onu "devletçi yönelim" ( statist orientation) olarak ortaya koyarken bunun zıttı olan instrumentalizmi ise araçsalcı yönetim biçimi ve "toplumcu yönelim" ( societal orientation) olarak tanımlamaktadır. Buna göre transcendentalist/ aşkıncı siyaset felsefesinde insanın aslen ahlakî bir topluluğa ait olduğu inancı hâkimdir, instrumentalist/ araçsalcı siyaset felsefesinde ise insanın aslen bir çıkar topluluğuna ait olduğu inancı söz konusudur (s. 27). Birincisinde siyaset değer temelli bir özellik yansıtır ve bu siyasal kültürü paylaşan topluluklar değer veya aşkın ülküler temelinde birliktelik sağlarlar ve bu değerlerin kendisinde mündemiç olduğuna inanılan veya onu temsil eden sembolik bir kişilik etrafında bütünleşirler. Bu yaklaşımı Weberyan siyaset sosyolojisi ile okursak onun tam da karizmatik liderliğe ya da yönetim biçimine denk düştüğünü ve Weber'in Batılı rasyonel yönetim geleneğinin karşıtı olarak sunduğu doğulu patrimonyal devlet geleneğini anımsattığını söyleyebiliriz. Dolayısıyla bu yaklaşıma göre devlet bir araç değil, toplumun varlık sebebi olan, onun varlığını anlamlandıran değer ve ülkülerin sembolü olduğu için kutsaldır ve onu temsil ettiği varsayılan kişi, kurumlar veya güç odakları da koşulsuz bir itaati hak etmektedirler. Çünkü bu toplum eski Orta Asya Şaman geleneğinden ve Emeviler ile birlikte İslam dünyasında gelişen siyasal kirlenmeyi de bünyesine katarak halifeyi Allah'ın yeryüzündeki gölgesi ve kendisini de onun/halifenin kulu olarak görüyordu. Nitekim gerek din algısının kitabi bir karakter yansıtmaması ve gerekse de istibdat rejimlerinin baskı politikaları sonucunda bu çarpık tasavvur süreç içerisinde derinleşerek kanıksanmıştır. İnstrumental/aşkıncı/yarı tanrısal devlet geleneğinin modern-seküler biçiminin yansımalarını ise diğer birçok örnekle birlikte özellikle de Türkiye tipi teokratik otoriter sistemlerde yaratılan makine tipi bürokrasi ya da halk tanımıyla kapı kulu memur prototipinde daha açık seçik görebiliriz. Siyaset felsefesi bağlamındaysa bu yönetim biçimi daha ziyade Hegel ile irtibatlandırılmaktadır. Nitekim Hegel," devleti tarihsel bir zorunluluk olarak öngörmekle sınırlı kalmaz aynı zamanda onu bireylerin iç dünyasına akseden yarı tanrısal, aşkın bir duygu olarak tasavvur etmektedir. Bütün toplumların zorunlu olarak yaşadığı sivil toplumdaki farklılaşma, rekabet ve çatışmaların yatıştırılması ve sivil toplumun selameti için yarı tanrısal transcendental (aşkın) bir devlet tarihsel zorunluluğun gereği idi. Devlet bu anlamda sadece somut bir örgütlenme değil, aynı zamanda ruhen de yaşanan ve sevilen bir duygu halidir. Devlet bir kez gelişti mi insan ve toplum yaşamının tüm titreşim noktalarını kapsar, kuşatır, kısaca yaşamın tüm detaylarında yer alır. Hegel'in bu düşüncesi başta faşizm olmak üzere sonraki birçok akımın ilham kaynağını oluşturmuştur". Ademi merkeziyetçi yönetim modeli olarak transcendentalizm örneğini -özellikle de "güçlü devlet" tasavvuru bağlamında- muhafazakar eğilimde daha açık görebiliriz.
Transcendentalizmin tersine instrumentalizmde ise siyaset çıkar temelli bir özellik yansıttığından toplum da karşılıklı çıkarlar temelinde bir araya gelmekte ve devlet de toplumsal aktörlerin ve katmanların çıkarlarına hizmet ettiği oranda var olan bir araç konumundadır. Bunu da liberal yönetim biçimi olarak düşünebiliriz ki tam da neo-liberallerin talep ve söylemlerinde ifadesini bulmaktadır.
Sonuç olarak devlet merkezli siyasal yapılanmanın/ transcendentalizm Batılı siyaset geleneği bağlamında genel olarak kıta Avrupası, özellikle de Almaiya ve Fransa tecrübesinde gerçekleştiği düşünülürken toplum merkezli siyasal yapılanmanın ise/instrumentalizm Anglo-Sakson geleneğini yansıttığı kabul edilmektedir.
Aslında değer/ülkü temelli olarak idealize edilen birinci yaklaşımın yani değerler eksenli siyaset biçimi ya da iktidarın da, bunu değerler ekseninde ayakta tutup denetleyen homojen bir toplum yapısının da – Rasul ve hulafa-i raşidûn dönemini istisna tutacak olursak- ideal anlamda toplumsal katmanlarca olumlanmasının neredeyse mümkün olmadığını söyleyebiliriz. Hatta kendisini değerler ekseninde konumlandıran günümüz ulus-devlet modelinin bile "ulusal çıkar" kavramını çoğu zaman belirli bir elit zümrenin çıkarlarına indirgediğini son yüz, iki yüz yıllık süreçte müşahede etmekteyiz. Nitekim Kilise merkezli Ortaçağ Avrupa'sının da, İslam dünyasında uzun asırlar hükm ü ferma eden saltanat/istibdat rejimlerinin de bu teoriye göre transcendentalist karakterli olduğunu ancak iktidar odaklı değil de sosyolojik olarak bakıldığında toplumların bu ortak çıkarı ya da değerleri temsil ettiğini iddia eden bu rejimlerle hiçte barışık olmadığını rahatlıkla görmekteyiz. Bundan olsa gerektir ki yazar da gerek transcendentalizmin ve gerekse de instrumentalizmin radikal ve ılıman olarak iki ayrı boyutunun olduğunu söylemekte ve bürokratik aşkıncılık kavramsallaştırmasına gitmektedir. Gerçekçi olmak gerekirse aynı değerler ekseninde bütünleşip örgütlenmiş homojen bir toplum ya da ulusun söz konusu olmadığını, bu yüzden de en fazla sınırlı anlamda bürokratik aşkıncılıktan söz edilebileceğini ifade edebiliriz ki bu yönüyle bürokratik aşkıncılık tam da Kemalist Türkiye'de ifadesini bulmaktadır. Nitekim yazar da "Geçici Aşkın Devlet" ve "Yeni Bürokratik Aşkıncılık" bölümlerinde bunları işlemekte ancak yer yer eleştirmekle birlikte yukarıdan aşağıya doğru otoriter biçimde şekillenen Kemalist devlet ve toplum tasarımını yüceltmektedir.
2.2. Osmanlı/Türkiye Devlet Geleneği Bunlardan Hangisini Yansıtmaktadır?
Kitabının "Osmanlı Mirası"(s. 48-93) isimli 1. Bölümünde yazar Osmanlı devlet geleneğini ılımlı aşkıncılık ve radikal aşkıncılık olarak iki döneme ayırmaktadır. Buna göre 1299-1600'lü yıllar arası dönemlerdeki Osmanlı parlak/yükseliş dönemini yaşamakta ve bu dönem boyunca iktidar yapısı ılımlı aşkıncı bir karakter arz etmektedir. Ilımlı aşkıncılık sistemin önemli bir kriz ile karşılaşmadan kendi olağan seyrinde işlemesi hali olarak ortaya konabilir. Toplumun "halife"yi "tanrının gölgesi" olarak telakki etmesi, değerler ekseninde halife/sultan ile bütünleşmesi ve dolayısıyla genel olarak düzenle uyumlu olması da bu durumu kolaylaştırmıştır. Ayrıca klasik Osmanlı toplum yapısında Avrupa'dakine benzer sivil toplum ve toplumsal çıkar güçlerinin bulunmaması ve sistemin patrimonyal karakterli oluşu da bu uyumu pekiştirmiştir.
Yazar 1600'lü yıllar sonrası Osmanlısının ise fundamental aşkıncılık modelini yansıttığını ve bu durumun da oturmayan yönetim boşluğu, sosyal grupların oluşturduğu iç huzursuzluk, kendileriyle aynı güçte olan, dolayısıyla yayılmacı/sömürgeci eğilimler taşıyan komşu devletlerin oluşturduğu dış tehdit vb. dahili ve harici etkenlere bağlıyor. Bu dönemden itibaren düzenin giderek radikal aşkıncılığa veya otoriter/baskıcı bir yapıya büründüğünü belirten yazar halife'nin elinde bulunan örf-i sultani veya özel yetkinin ise bu durumun üstesinden gelmek için bir imkân oluşturduğunu söylüyor. Zaten örf-i sultani yetkisiyle halife gerektiğinde din/şeriat//hukuku bile devre dışı bırakma hak ve salahiyetine sahip idi. Ancak yazar örf-i sultani'nin keyfi despotizmi içermediğini belirtmekte ve bundan kaynaklanan uygulamaları da "rasyonel yönetim" olarak tavsif etmektedir. Sonuç olarak ise yazar gerek Osmanlı ve gerekse de Osmanlı'dan Cumhuriyete akseden aşkıncılığın ılımlı ve radikal uçlarının iç içe geçmişliğini "gereklilik", "ussallık" ve "rasyonellik" gibi bir dizi pragmatik gerekçeyle meşrulaştırmaktadır. Türkiye'deki demokrasi ve hukuk devleti iddialarına rağmen ortaya konan ve kimi Batılı akademisyenlerce "döngüsel demokrasi" olarak tanımlanan tüm çarpıklıkları da yazar yine bu pragmatik gerekçelerle geçiştirmektedir.
Birinci meşrutiyete değin sistemin radikal aşkıncı karakterinin giderek yükseldiğini itiraf eden yazar Tanzimat sürecinden itibaren yeni bir bürokrasi tipinin oluşmaya başladığını ve bunların ikinci meşrutiyetle birlikte yıkılmakta olan "ılımlı aşkıncı devlet"i yeniden inşa etmek üzere örgütlendiğini söylemektedir. Söz konusu kadroları 'yeni bürokratik seçkinler' olarak tanımlayan yazar bu zihniyetin halkın esenliğinden önce devleti kurtarma önceliğine sahip olduklarını söylemekte ve Osmanlı aydınlanmasını da gerçekleştiren yeni bürokratik entelijansiyanın yeniden ılımlı aşkın devleti farklı bir kulvarda inşa etmek istediklerini belirtmektedir. Böylece ikinci meşrutiyeti de gerçekleştiren bu yeni bürokratik seçkinlerin veya ittihatçıların 1908 ve 1918'li yıllar arasında geçici bir aşkın devlet kurduklarını belirten yazar kitabının "Geçici Aşkın Devlet" isimli 3. Bölümünde Jön-Türkleri değerlendirmektedir. Bu meyanda Kemalist bürokrasinin de devamı olduğu bu zihniyeti betimlerken yazarın 1939'a kadar sürdüğünü kaydettiği 'geçici aşkın devleti inşa' eğiliminin ütopik bir zihniyet yapısına sahip bulunduğu ve dolayısıyla hipotetik gelecekler tasvir edip ilgili geleceği kolayca yaratabilecekleri yaklaşımını taşıdıklarını söylemesi dikkat çekicidir.
Aslında örtük bir itiraf niteliğini de taşıyan bu tanımlamalar ilgili zihniyet Kemalizm olarak yeni bir form kazandığından olsa gerek, yazar, bu ulus kurgusunun jakoben, empozeci-dayatmacı yapısını eleştirmemekte, tersine bu Kemalist inşa sürecinin tıkanışı ve çarpıklığını Enverist çizgi bağlamında yererken Kemalist çizgi üzerinden ise meşrulaştırma çabasına gitmektedir! Zira kitabının 'Bürokratik aşkıncılık' isimli 4. bölümünde de toplum ile Kemalist rejim arasında 'değer temelli bir bütünleşme'nin gerçekleşemediği ve dolayısıyla kültürel bölünmenin bütün krizlerin temeli olduğu yönünde itiraflarına rağmen, yazar, Kemalizm'i demokrasinin vazgeçilmezi ve Türkiye halkları için hayati olarak nitelendirebilmektedir. Kitabın finali niteliğindeki bu bölümde dikkat çeken bir diğer olgu da şudur ki yazar dönemin şekillenişi sırasındaki önemli siyasi kamplaşmaları, yeni Cumhuriyetin nasıl kurulacağı, din ve Kürt sorunu ağırlıklı talep, faaliyet vb. gibi bir dizi önemli hususa dair de neredeyse tek bir cümle ile de olsa söz etmiyor! Keza, M. Kemal'in belirleyiciliğinde gelişen ve peşi sıra Kemalizm olarak şekillenen bu süreçte ortaya çıkan çarpıklıklardan yazar ustalıkla Atatürk'ü beri kılıp 'yeni bürokratik seçkinler' den ayrıştırma çabasında ve dolayısıyla bu bölüm tamamen Kemalizm'in ve sahibinin 'anlaşılmadığı' tezinden hareketle Kemalizm'in aklanması ve yüceltilmesine hasredilmiş bulunmaktadır!
3- Kemalist Toplum Projesi Neden Başarısız Oldu?
Kitapta dikkat çeken bir diğer konu da Kemalist toplum tasarımının neden başarılı olamadığı tartışmasıdır. Gerçi hemen tüm bölümlerde yazar bölüm başlıklarıyla alakalı ya da alakasız olarak bu mevzuya değinilerde bulunmuş; "Bürokratik Aşkıncılık" adını çeken 4. Bölüm ise tamamen bu konuya ayrılmış. Bu bölümde yazar yakın Türkiye siyasi tarihini Kemalizm'in başarı ya da başarısızlığı bağlamında değerlendirmektedir. Gerek bu bölümde ve gerekse de kitap boyunca yazar duruşunu Kemalizm'den yana belirlediğini ibraz ediyor. M. Kemal ve onun toplum tasarımı yazara göre Türkiye halkının mutluluğu, refahı için olmazsa olmaz mesabesinde. O, (M. Kemal) ılımlı araçsalcı bir yönetim öngörüyordu. Ancak bunun için öncelikle heterojen halkın homojen bir ulusa dönüştürülmesi gerekmekteydi. Dolayısıyla toplum bu seviyeye gelinceye değin aşkıncı bir yönetim kaçınılmazdı. Sonuç olarak da devlet M. Kemal önderliğinde Cumhurbaşkanlığı kurumuyla özdeşleşti.
Yazara göre Türkiye'deki en büyük sorun Atatürkçülüğün bir "dünya görüşü" değil, bir "ideoloji" olarak algılanması ve dolayısıyla Atatürk ilke ve inkılaplarının sağlamayı hedeflediği özün göz ardı edilip bir ideolojiye dönüştürülmesidir. Atatürkçülük "ne yapmak gerek" sorusunun yanıtı değil, tersine "nasıl yapmalı" sorusunun yanıtıydı. M. Kemal ilke ve inkılaplarla düzeni oturtmuş ve bundan sonrası için akması gereken yönü/rotasını bürokrasiye göstererek dil ve tarih ile ilgilenmeye başlamıştır (s, 130). Böylece yazar Kemalizm'in kendisini ve onun Türkiye halklarına dayatılan kurgusal tasarımlarını sorunun kaynağı olarak görmediğini belirtirken, Kemalist bürokrasiyi şekilcilikle suçlamakta ancak bununla birlikte Kemalizm'i felsefik bir öz ile taltif ederek onu özü itibariyle evrenselleştirmektedir.
Atatürkçülüğün rayına oturmamasında yazar birinci taşı bürokrasiye atmaktadır. Ona göre 1920-1940 arasında oldukça güçlenen bürokrasi Atatürkçü değerleri yeterince sindirememişti. İkinci olarak ise bunun faturasını yazar Milli Şef / İsmet İnönü'ye kesmektedir. Bu bağlamda Milli Şef ve Kemalist bürokrasi tarafından "…gerçeği bulma tekniği (dünya görüşü) olarak tanımlanan Atatürkçü düşünceye özsel anlamlar yüklenmeye başlandı; Atatürkçülük, nasıl karar verilmesini belirten bir dünya görüşünden ne yapılması gerektiğini anlatan bir ideolojiye çevrildi. Reformculuk (inkılapçılık), Türkiye'nin toplumsal ve siyasal yapısında gerçekleştirilmiş olan kurumsal dönüşümlerin korunması ve güvenceye alınması anlamına gelmeye başlandı. Dönüşümler, araçlar olması gerekirken, amaç olmuşlardı" (s, 130-131). Ancak buna karşın yazar kimi saf/idealist Kemalistler gibi Milli Şef'i tamamen de dışlamamakta, nihai düzlemde onu takdir etmektedir. Zira yazara göre İ. İnönü de çoğu bakımdan M. Kemal (ebedi şef!) gibi yalnızdı. Ancak şu farkla ki o (İnönü) bir politika adamıydı. Nitekim bütün sıkıntılara rağmen Türkiye'nin çok partili sisteme/demokrasiye geçmesini sağlamıştır(!).
Son olarak ise yazar rejimin oturmamasının/istikrarsızlığın faturasını siyasi bürokrasiye çekmektedir. Zira Cumhuriyet sonrasında gelişen ve giderek de örgütlenen çevre ya da toplumsal çıkar güçleri, düzene yeterince uyum sağlayamamışlar ve dolayısıyla partilere egemen siyasi bürokrasi icraatlarıyla çok partili sistemle geçilen instrumental modeli radikalleştirmiştir. Bu durum ise yeniden ılımlı araçsalcı modelin oluşturulması ya da demokrasinin ikame edilmesi hedefiyle askerin müdahalelerini "gerektirmiş"tir.
Özetle 12 Eylül "müdahale"sini yapan zihniyet Atatürkçülüğün özünü kavrayan ve Kemalist tasarımı usulünce oturtacak olan yani Türkiye'nin kırılgan demokrasi krizini çözecek olan kadrodur! Dolayısıyla çevre ve onun temsili güçleri de bu kadro ile Atatürkçü değerler etrafında bütünleşmelidir. Demokrasinin ikamesi, tarihi krizin çözülmesi ve dolayısıyla sistemin tıkır tıkır işlemesi için bu uyum ve bütünleşme kaçınılmazdır! "Uygar dünya" ve Batılı akademisyenler de ordunun müdahalelerini (dili darbe demeye varmıyor yazarın!) "Türkiye'nin kendisine özgü tarihsel, sosyal, siyasal ve kültürel şartları"nı göz önünde bulundurarak veya "demokrasi deneyimlerinin farklılığı" kuramınca anlayışla karşılamalıdırlar!
Bu özet sav kitabın hemen tüm bölümlerinde bazen satır aralarında ve bazen de doğrudan ifadelerle sırıtırken "Devlet ve Toplum" isimli bölümde ise açıkça beyan edilmektedir.
Sonuç Yerine:
"TÜRKİYE'DE DEVLET GELENEĞİ" ya da "Askeri Vesayet Rejimini Kuramsal Demagojilerle Aklamanın Dayanılmaz Hafifliği!"
Yazarın temel tezi, Atatürkçülüğün bir ideoloji değil, tersine din anlamında bir dünya görüşü olduğudur. Bu bağlamdaki din-ideoloji ayrımının tutarlılığı bir yana, bu ön şartlanmışlık eşliğinde yazar, Batı'da şaşkınlık yaratan 'tuhaf' Türk demokrasisinin sorunlarını kendince analiz ediyor. Kitabı boyunca yazar sık sık Batılı gözlemcilerin 'Türkiye Devlet Geleneği'ni (yazarın tezi bağlamında 'Türkiye gerçekleri'ni ve dolayısıyla bu gerçekliğin zorunlu kıldığı 'darbeciliğ'i) anlamadıklarını ve aslında 'göreceli' olan 'demokrasi'nin Batı'ya ait deneyimi ve kuramlarını önceleyerek demokrasi namına Kemalist Cumhuriyet düzenini paradoks ve çelişki modeli addettiklerinden yakınmaktadır. Bu yaklaşımları iyice ayyuka çıkaran başat bir faktör olarak 12 Eylül darbesinin yol açtığı 'kafa karışıklığı'nı vurgulamaktadır yazar. 12 Eylül'ün aslında 'orijinal' ya da 'öz' Kemalizm'e bir dönüş olduğunu ve dolayısıyla Türkiye'de darbeci geleneğin amacının seküler-laik temelde demokrasiyi ikame etmek olduğunu belirten yazarın eserinin bir bütün olarak Türk demokrasisinin çelişik ve paradoksal olduğu iddialarına bir reddiye mesabesinde olduğu rahatlıkla söylenebilir. Bu durum kitabın hem üslup ve hem de içeriğine damgasını vuran açık ve satır arası tezlerin yanı sıra kitabın yayım tarihçesi bağlamında da gözlemlenebilir. Kitabın baskısı İngiltere; dili İngilizce ve baskı tarihi 12 Eylül darbesinin hemen sonrası/1985! Muhatap kitle itibariyle yazar seçici bir dil kullanmış ve öyle anlaşılmaktadır ki, kitabın bu görece akademik/kuramsal dili onu cazibeli kılmıştır. Halbuki –arka kapakta kitaba dair kimi Batılı yazarların dizdiği övgü cümlelerinde de görüleceği gibi- kitabın görece kuramsal/akademik yapısını öne çıkarıp yüceltenler onun asıl içeriğini ya görememiş ya da görmezlikten gelmişlerdir! Zira son dönem Türk sinemasının popüler yapıtlarından olan Deli Yürek, Kurtlar Vadisi, Sağır Oda vd. filmlerinde de alışık olunduğu üzere, Devlet namına işlenmiş 'tuhaf' uygulamaların bazıları bir tür itiraf biçiminde ifşa edilerek teşhir edilirken, bu yolla perde arkası veya satır aralarından bütün pisliğin kaynağı olan rejimin aklanması yoluna gidilmektedir!
Özce söylemek gerekirse kitapta yapılan da bundan farksız… Görece nesnel, bilimsel, kuramsal yamalarla kitap oldukça süslenmiş ve Türkiye'de yerleşik devlet geleneği/veya düzen gerçeğinin işleyiş biçimindeki tuhaflık ve çarpıklıkları üzerine yer yer cesur ve etraflı ifşaatlar yapılmış; ama kimi zaman gerçekliği açıkça ters yüz etme, kimileyin çelişki ve paradoksa düşme pahasına ve bazen de up uzun ve sıkıcı demagojik dolaylamalar yapılarak sistemi biçimlendiren Kemalist paradigma ve sadık bekçisi cunta aklanmaya gidilmiştir! Muhtevanın kitabın iddialı adıyla alakası ise neredeyse yok mesabesindedir!
Sonuç olarak şunu belirtmek gerekmekte ki bu eser "nesnel bir tarih kitabı" değil, olsa olsa yakın Türkiye siyasi tarihine ve bunu biçimlendiren egemen Kemalist düzene dönük "demagojik Kemalist yaklaşım" örneğidir. Bu sebeple benzeri eserlere "nesnel vakıa bilgisini" edinme perspektifiyle değil, belli olay ve olgulara "ötekiler"in bakış açıları veya nasıl yaklaştıklarını çözümleme niyetiyle yaklaşılmalıdır. Ama bu arada Doğubatı Dergisi Yayınları tarafından bu kitabın 22 yıl aradan sonra hangi amaca binaen çevrilip yayınlandığını da anlayamadığımızı belirtmek isteriz. Bu arada nesnel vakıa bilgisi bağlamında Erik Jan Zürcher'in İletişim Yayınlarından çıkan Modernleşen Türkiye'nin Tarihi ve Ahmet Cemil Ertunç'un Pınar Yayınları arasından çıkan Cumhuriyet Tarihi isimli eserlerin önemini zikretmek gerekirken ikincisi/perspektif bağlamında da mezkûr eserin özellikle de Fikret Başkaya'nın Özgür Üniversite Kitaplığından çıkan Reel Atatürkçülük ve Rıdvan Kaya'nın Ekin Yayınları arasında çıkan Kesintisiz Darbe Düzeni kitaplarıyla birlikte okunmasında fayda var.