Osmanlı'nın Son Toplumsal Mühendisliği
İletişim yayınlarından çıkan 536 sayfalık "Modern Türkiye'nin Şifresi İttihat Terakki'nin Etnisite Mühendisliği (1913-1918)" kitabı, daha önce Fuat Dündar'ın yine İletişim'den çıkan "İttihat Terakki'nin Müslümanları İskan Politikası" adlı çalışmanın bir devamı niteliğinde. Fuat Dündar'ın bu araştırmasını Haksöz-Haber için Ahmet Murat Kaya değerlendirdi.
İletişim yayınlarından çıkan 536 sayfalık "Modern Türkiye'nin Şifresi İttihat Terakki'nin Etnisite Mühendisliği (1913-1918)" kitabı, daha önce Fuat Dündar'ın yine İletişim'den çıkan "İttihat Terakki'nin Müslümanları İskan Politikası" adlı çalışmanın bir devamı niteliğinde. Kitap, İttihat Terakki'nin Osmanlı Devleti'nin son döneminde izlediği toplumsal müheddislikle ilgili çok sayıda arşiv, harita ve istatistik tablo içeriyor.
Burada hemen şunu ifade etmeliyim ki, yazar daha önsöz de kitabı yazış safhasında edindiği bilgilerin kendi dünya görüşünde önemli değişimlere yol açtığını belirtiyor ve ekliyor, "…artık dine değil, pozitivizme daha sorgulayıcı bakmak gerektiğini fark ettim." Kitabın çeşitli yerlerine serpiştirilen bu türden kişisel kanaatlerin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Okuyup yaza geldiklerimizin bizlerde bir değişimi tetiklediği oranda değerli olabileceği önkabulunden yola çıkarak, amacı akademik hedeflerle belirlenmiş ve bir doktora tezi olan bu çalışmanın, soğuk ve yalın verilerden oluşan bir çalışma olmasının önüne geçilmiş olması, tek başına takdiri hak ediyor.
Bu arada kitapta kullanılan haritalar çok önemli olmasına rağmen, baskı ve ebatların küçük olması nedeniyle okuyucuyu yoran bir yanı var. Belki çalışma büyük boy ve haritalar da renkli basılsaydı, çok daha faydalı olur ve başka çalışmalar için alıntı yapma olanağı artardı diye düşünüyorum.
Yazar kitabını Fransa'da kaleme almış. Kitapta geçen belgelerin büyük çoğunluğu ilk defa bu çalışma ile gün yüzüne çıkmış. Haritalar, nüfus sayımları, batılı gözlemcilerin notları gibi geniş bir alana yayılan belgeler, kitabın sonunda uzunca bir "ekler" bölümünü doğurmuş.
Ana hatlar ve İçerik
"Mühendis, Arapça kökeni "hasebe", yani "matematik"ten türeme. Aynı zamanda engineer Latince, ingen den türüyor, yani savaş aracı kökenine sahip. Bu iki kelime İttihatçı operasyonu mükemmel bir şekilde özetlemektedir."(s:32) Yazar bu ifadelerle başladığı çalışmasında, İttihat Terakki Cemiyeti'nin (bundan sonra İTC), pozitivist olmak adına matematik, sosyoloji gibi dalları nasıl kullandığına dikkat çakerken, o dönemde yapılan nüfus sayımları, çizilen etnik haritaların ve diğer etnik araştırmaların operasyonel ve askeri amaçları üzerine yoğunlaşmaktadır. Kitabın içeriği şöyle:
1. Osmanlı Göç Tarihi ve İTC
2. Bilgi Süreci: Harita, Nüfus Sayımları ve Etnografya
3. Uygulama: Etnik Grupların Sevk ve İskânları
a. Bulgarlar
b. Rumlar
c. Ermeniler
d. Nasturiler ve Süryaniler
e. Yahudiler
f. Kürtler
4. Sonuç: Türk Milliyetçiliğinin Şifresi
Osmanlının fetihler dönemine bir bakışla başlayan yazar, Osmanlının genleşme döneminin aynı zamanda bir heterojenleşme dönemi olduğuna dikkat çekiyor. Fethedilen topraklara Anadolu'dan Müslüman gruplar düzenli olarak yerleştiriliyor ve bunu da çeşitli teşvik ve emirlerle düzenli ve disiplinli olarak uyguluyordu. Böylelikle her türlü dinsel veya etnik yoğunlaşmalar mümkün olduğunca karıştırılarak engelleme yoluna gidiliyordu.
Ancak çöküş dönemi ile birlikte, fethedilen topaklarda kayıplar başladı ve yerel halk ve iktidarlar işgalci olarak gördükleri Müslüman nüfusu gerek Balkanlardan gerekse Kafkaslardan Güneye, Müslümanların bölgesine doğru sürmeye başladılar.
Bu sürgünlerin ilk tetikleyicisi diğer bir karasal imparatorluk olan Çarlık Rusyası idi. Eş zamanlı olarak İTC ve Çarlık Rusyası yöneticileri, temelde pozitivist düşüncenin tetiklemesi ve ulus kavramının ortaya çıkmasıyla beraber, kendi hâkimiyet alanlarında homojenleşme ya da başka bir ifade ile uluslaşma çabaları içine girdiler. Rusya kendi ulusu için Müslümanları sınır dışı ederken, gelen göçler Anadolu'nun dinsel yapısını daha da İslamlaştırıyor ve nihayet Osmanlı yöneticileri de gerek bu göçmenlere yer bulma bahanesiyle gerekse uluslaşma süreçlerini tamamlamak için kendi bölgelerindeki diğer etnik ve dinsel yapıları sınır dışı etme yoluna gidiyorlardı. Hatta bazı örneklerde de görüldüğü üzere İTC ve Rus bürokratlar arasında Kafkas Müslümanlarının Anadolu'ya sürülmesi konusunda ciddi ittifaklardan bile söz ediliyor. Böylelikle homojenleşen iki devlet arasında nüfus değiş tokuşları yaşanıyordu. Ermeni, Rum ve Bulgarlar Rusya hâkimiyetine geçerken, Balkan ve Kafkas Müslümanları Osmanlı hâkimiyetine doğru kaçıyorlardı.
Burada başka bir etken daha önemli rol oynadı. İTC'nin zihinsel yapısı. İTC, bir asker/millet tanımlamasıyla, halkın her bireyine askeri anlam veriyor ve olası bir saldırıda savaş gücü olarak da halkı tasarlıyordu. Özellikle kıyı şeritleri ve sınır bölgelerine yerleştirilen Müslüman muhacirlerin durumu bu şekilde anlaşılabilir. Öte yandan da topraklarını homojen bir "türk" nüfus üzerine inşa etmeyi düşünen İTC, değişik etnik ve dinsel yapıların sürülmesinde de muhacirleri kullanmayı hedeflemektedir. Bu dönemde çoğu genç subaylar tarafından çıkarılan dergilerin isimleri de bize önemli ipuçları vermektedir: Silah, Süngü, Top, Tüfek, Hançer vs..
Sürgün ve katliamların yaşandığı bu dönemde, dikkat çeken bir diğer nokta da çeteler. Uluslararası diplomatik baskılardan çekinen İTC, illegal çeteler aracılığı ile sürmek istediği halka baskınlar düzenliyordu. Hatta bazı bürokrat ve askerlerin kendi emrinde çalışan çeteleri vardı. Böylelikle İTC, yapılan zulümlerin münferit ya da devletin kontrolünde ol(a)mayan çetelerin işleri olduğu izlenimini vermek istiyordu.
Batılı devletlerin, her etnik unsurun nüfusu oranında yönetimde hak sahibi olması gerektiği yönündeki baskıları, öncelikle nüfus sayımları ve etnik haritaların oluşumunu tetikledi. Bu baskılar öte yandan da İTC' de yönetimi paylaşmamak için bu nüfuslardan kurtulmak gerektiği düşüncesini de doğurdu. Nitekim de öyle oldu ve binlerce insanın ölümü ve acısıyla sonuçlanan toplumsal mühendislik, son derece bilimsel(!) metotlar da kullanılarak uygulamaya geçildi.
Bu noktada belki bir eksiklik ya da yanlışlıktan bahsetmek mümkün. Zira İTC kurmaylarından alıntı yapılan metinlerde daha çok "İslamlaşma" üzerinde duruluyor. Modern anlamıyla "türk" kavramının henüz icat edilme aşamasında olduğundan mıdır yoksa İslam'ın modern türk kurgusunun bir parçası olduğundan mıdır pek açık değil. Yazar bu konuda derinleşmemiş. Eğer ikinci şık geçerliyse -ki pek makul değil-, İTC'nin pozitivist ve din karşıtı söylemlerini nereye oturtacağız. Öyle sanıyorum ki yazarın kitabında geçen türk nüfus, önceleri Türkmen aşiretlerinin yerleşik hayatı seçmiş olanları iken daha sonra bu resmi ideolojinin bu kimliği keşfi ile Türkçe konuşan ve Türkiye'de yaşayan herkes için ortak bir kimlik halini almış. Yani Türklük önceleri bir sıfat olarak kullanılırken, ulus inşası dönemlerinde bir isim halini almıştır diyebiliriz. Türk kelimesinin kavramsallaşma süreci ile etnografik araştırmaların başlangıçları karşılaştırdığımızda, üretilmiş bir kimlikten söz etmek mümkün olacaktır. Sanırım bu da ayrı bir çalışma konusu olabilir.
Kitabın içeriğine dönecek olursak, ilk nüfus politikaları Bulgarlar ile gün yüzüne çıkıyor. 1912 de meydana gelen Balkan Savaşı tam bir nüfus savaşı şeklinde geçer(s:184). Pomaklara (Bulgarca konuşan müslüman) uygulanan yıldırma ve Hıristiyanlaştırma politikaları benzer bir şeklini sınırın bu tarafında Hıristiyan Bulgarlara yapılan baskılarla karşılanır. Bu anlamıyla artık nüfuslar devletlerin birbirlerine karşı şantaj yoluna başvururken kullandıkları rehine halini alacaktır. İTC, baskı altındaki Müslüman nüfusu Anadolu'ya göçe teşvik ederken, elindeki Bulgarları da düşman devlete karşı koz olarak kullanıyordu. Karşılıklı baskılar diğerlerine nazaran oldukça sorunsuz bir mübadele ile sonuçlandı. Anadolu'daki Bulgar nüfus tamamen temizlenirken(!), Bulgaristan'daki Müslüman nüfus bu kadar etkilenmedi. Boşaltılan Bulgar mahallerine göçmen muhacirler yerleştirildi.
Temizlenmesi gereken unsurlar büyüdükçe sorun da büyüyordu. Sıra Rumlara geldiğinde, hedef kıyı ve sınırların düşman müttefiki potansiyeli taşıyan unsurlardan arındırılmasıdır. Ancak burada sürgünler sınırın öteki tarafına değil, Anadolu'nun içlerine doğru olmuştur. Bundaki amaç, halkları asker olarak telakki eden İTC'nin Rumların karşıya gönderilmesi halinde Osmanlıya karşı savaşacak ordulara katılması korkusudur. Aynı zaman da rehine güdüsü sürmektedir. Burada bir Bulgar göçmeni olan Celal Bayar tipik bir örnektir. Kendisi Teşkilat-ı Mahsusa saflarında, Rum nüfusu yıldırma amacıyla, uzun süre çetecilik yapmıştır. Baskınlar, adam kaçırmalar ve cinayetler bu işin temel dayanağıdır.
Ermeniler için kesin çözüm çoktan belirlenmiştir: Çöle sürmek. Sayıca en fazla ve direnme potansiyeli de bulunan Ermeni nüfus için seçilen yer bugünkü Suriye'nin Zor çölüdür. Baskı ve yıldırma politikalarına karşı Ermeni gençlerin direnişe geçmeleri bahane gösterilerek tehcir uygulaması başlar. Erzurum, Van ve Bitlis gibi şehirlerin kısmen boşaltılması ile başlayan süreç, sonunda çoluk çocuk tüm Ermenilerin Güneye, Zor'a sürülmeleri ile sonuçlanır. Ermenilerin çoğu kuzeye kaçmayı başardıysa da, önemli bir yekun Güneye, çöllere sürüldü. Boşaltılan yerlere Müslümanlar yerleştirilirken, köye bir minare yapılması ve adının da Türkçe olmasına dikkat edildi. Bu noktada birkaç öne çıkan başlık var. İhtidalar ve Tezvic.
Katliamdan kurtulmanın bir yolu olarak Ermeniler Müslüman olmayı seçiyorlardı. Kitap boyunca en çok ilgi çeken noktalardan birisi de budur. Zira insanların can korkusuyla İslam'ı seçip hayatlarını kurtarmak istemeleri biz Müslümanlar açısından çok kötü bir durumdur. Üstelik bunu organize edenlerin bir enstrüman olarak İslam'ı kullanmaları, bölge halklarında uzun zaman silinmeyecek bir müslüman imajı doğurmuştur.
Talat Paşa'nın ihtidayı (din değiştirme) yasaklaması da başka bir boyuttur. İTC o kadar kararlıdır ki, ihtida edenlerin samimiyetine bile güvenmemektedir. Burada bir önemli nokta daha var ki, o da yasağa rağmen ihtidanın sürmesidir. Bunu yazar taşradaki bürokratların yasağa rağmen uygulamayı devam ettirmelerine bağlıyor. Bu bize İTC ve taşradaki uygulayıcıları arasında da siyasi anlaşmazlıklar olduğunu gösterdiği kadar, taşradaki bürokratların bazılarının vicdan sahibi olduğunu da gösterir herhalde.
Diğer mesele de, "Tezvic". Yani zorla evlendirme. Dul ya da yetim kalan kadın ve kızlar sayıları beşi onu geçmeyecek şekilde Müslüman köylerine dağıtılıyor ve Müslümanlarla evlendiklerinde hayatlarını kurtarabiliyorlardı. Fakat İTC'nin bu insanlara olan kuşkusu hiç bitmedi ve evlenen Müslümanlar dahi takibe alındı. Bir halkı zararlı ve hain olarak görme eğilimi, ihtida ve tezvic ile beraber düşünüldüğünde bugün Soner Yalçın ve Yalçın Küçük'ün soy ağaçlarına ilgisine bir ışık tutabilir.
Yine bu bölümlerden anladığımız kadarıyla arkada kalan yetimler için terbiye evleri yani yetimhanelerin birçoğu bu dönemde inşa ediliyor. 1916 yılı yetimhane inşaatlarıyla geçiyor.
Aynı kaderi neredeyse tamamı Hakkâri'de yaşayan Nasturiler ve büyük bir kısmı Diyarbakır'da yaşayan Süryaniler de paylaştılar.
Kitapta ilgi çeken bir nokta da Yahudiler başlığı. Her ne kadar sonu onlar için de sürgünle sonuçlansa da, önemli bir Yahudi nüfus barındıran Selanik'in aynı zaman da İTC'nin de merkezi olması konusu işleniyor. Teodor Herzl'in Abdülhamit'ten ret cevabı almasından sonra, Yahudi lobilere İTC' yi destekleme kararı aldığı ve kuruluşunda mason locaları ve Yahudi cemaatinin önde gelen bireylerinin de etkisi olmuştur. Mohis Cohen'den, Emanuel Karasu'ya kadar birçok Yahudi İTC mensubu bu bölümde inceleniyor. Bu paradoksal durum, Yahudi nüfusun Filistin'e göçünü de tetiklediği göz önüne alınırsa daha net olarak anlaşılabilir.
O dönemlerde çoğunluğu göçebe yaşayan Kürt nüfus üzerinde de tehcir değil ama asimilasyon politikaları öne çıkar. Ziya Gökalp bu noktada başrolü oynayanlardan biridir. Ziya Gökalp'e göre yöre halkı bilimsel olarak türk olduğunu keşfetmelidir. Bunun için de yerleşik hayata geçmeli, aşiret kültürünü bırakmalı ve Türkçe konuşmalıdır.
Sonsöz
"Modern Türkiye'nin Şifresi, İttihat Terakki'nin Etnisite Mühendisliği(1913-1918)" adlı çalışmasıyla Fuat Dündar'ın önemli bir çalışmaya imza atmış. Çalışmanın içeriği özgün olduğu kadar, anlatım ve dil de oldukça başarılı. Kitabı okurken, materyalin fazlalığını hissediyor ve yazarın kitabın ebatlarını kısa tutmaya çalışan bir üslubunun da farkına varabiliyorsunuz. Gerçekten de konu önemli ve bir o kadar da zor. Bu anlamıyla önemli bir kapıyı açmak için "şifre" olduğu da doğrudur. Umarım ki yazar sonraki çalışmalarında "türk" kelimesini masaya yatırır ve bu anlamda bir çok yanlış ön kabulden de bizi kurtarmış olur.
Son olarak bir kitap tanıtımının boyutları beni sınırladığı için okuyucudan özür dilerim. Okuyucu Türkiye tarihi okumalarında başvurduğu kitap listesine bu çalışmayı eklemeyi ihmal etmemelidir.
AHMET KAYA
Haksöz-Haber
İletişim yayınlarından çıkan 536 sayfalık "Modern Türkiye'nin Şifresi İttihat Terakki'nin Etnisite Mühendisliği (1913-1918)" kitabı, daha önce Fuat Dündar'ın yine İletişim'den çıkan "İttihat Terakki'nin Müslümanları İskan Politikası" adlı çalışmanın bir devamı niteliğinde. Fuat Dündar'ın bu araştırmasını Haksöz-Haber için Ahmet Murat Kaya değerlendirdi.
İletişim yayınlarından çıkan 536 sayfalık "Modern Türkiye'nin Şifresi İttihat Terakki'nin Etnisite Mühendisliği (1913-1918)" kitabı, daha önce Fuat Dündar'ın yine İletişim'den çıkan "İttihat Terakki'nin Müslümanları İskan Politikası" adlı çalışmanın bir devamı niteliğinde. Kitap, İttihat Terakki'nin Osmanlı Devleti'nin son döneminde izlediği toplumsal müheddislikle ilgili çok sayıda arşiv, harita ve istatistik tablo içeriyor.
Burada hemen şunu ifade etmeliyim ki, yazar daha önsöz de kitabı yazış safhasında edindiği bilgilerin kendi dünya görüşünde önemli değişimlere yol açtığını belirtiyor ve ekliyor, "…artık dine değil, pozitivizme daha sorgulayıcı bakmak gerektiğini fark ettim." Kitabın çeşitli yerlerine serpiştirilen bu türden kişisel kanaatlerin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Okuyup yaza geldiklerimizin bizlerde bir değişimi tetiklediği oranda değerli olabileceği önkabulunden yola çıkarak, amacı akademik hedeflerle belirlenmiş ve bir doktora tezi olan bu çalışmanın, soğuk ve yalın verilerden oluşan bir çalışma olmasının önüne geçilmiş olması, tek başına takdiri hak ediyor.
Bu arada kitapta kullanılan haritalar çok önemli olmasına rağmen, baskı ve ebatların küçük olması nedeniyle okuyucuyu yoran bir yanı var. Belki çalışma büyük boy ve haritalar da renkli basılsaydı, çok daha faydalı olur ve başka çalışmalar için alıntı yapma olanağı artardı diye düşünüyorum.
Yazar kitabını Fransa'da kaleme almış. Kitapta geçen belgelerin büyük çoğunluğu ilk defa bu çalışma ile gün yüzüne çıkmış. Haritalar, nüfus sayımları, batılı gözlemcilerin notları gibi geniş bir alana yayılan belgeler, kitabın sonunda uzunca bir "ekler" bölümünü doğurmuş.
Ana hatlar ve İçerik
"Mühendis, Arapça kökeni "hasebe", yani "matematik"ten türeme. Aynı zamanda engineer Latince, ingen den türüyor, yani savaş aracı kökenine sahip. Bu iki kelime İttihatçı operasyonu mükemmel bir şekilde özetlemektedir."(s:32) Yazar bu ifadelerle başladığı çalışmasında, İttihat Terakki Cemiyeti'nin (bundan sonra İTC), pozitivist olmak adına matematik, sosyoloji gibi dalları nasıl kullandığına dikkat çakerken, o dönemde yapılan nüfus sayımları, çizilen etnik haritaların ve diğer etnik araştırmaların operasyonel ve askeri amaçları üzerine yoğunlaşmaktadır. Kitabın içeriği şöyle:
1. Osmanlı Göç Tarihi ve İTC
2. Bilgi Süreci: Harita, Nüfus Sayımları ve Etnografya
3. Uygulama: Etnik Grupların Sevk ve İskânları
a. Bulgarlar
b. Rumlar
c. Ermeniler
d. Nasturiler ve Süryaniler
e. Yahudiler
f. Kürtler
4. Sonuç: Türk Milliyetçiliğinin Şifresi
Osmanlının fetihler dönemine bir bakışla başlayan yazar, Osmanlının genleşme döneminin aynı zamanda bir heterojenleşme dönemi olduğuna dikkat çekiyor. Fethedilen topraklara Anadolu'dan Müslüman gruplar düzenli olarak yerleştiriliyor ve bunu da çeşitli teşvik ve emirlerle düzenli ve disiplinli olarak uyguluyordu. Böylelikle her türlü dinsel veya etnik yoğunlaşmalar mümkün olduğunca karıştırılarak engelleme yoluna gidiliyordu.
Ancak çöküş dönemi ile birlikte, fethedilen topaklarda kayıplar başladı ve yerel halk ve iktidarlar işgalci olarak gördükleri Müslüman nüfusu gerek Balkanlardan gerekse Kafkaslardan Güneye, Müslümanların bölgesine doğru sürmeye başladılar.
Bu sürgünlerin ilk tetikleyicisi diğer bir karasal imparatorluk olan Çarlık Rusyası idi. Eş zamanlı olarak İTC ve Çarlık Rusyası yöneticileri, temelde pozitivist düşüncenin tetiklemesi ve ulus kavramının ortaya çıkmasıyla beraber, kendi hâkimiyet alanlarında homojenleşme ya da başka bir ifade ile uluslaşma çabaları içine girdiler. Rusya kendi ulusu için Müslümanları sınır dışı ederken, gelen göçler Anadolu'nun dinsel yapısını daha da İslamlaştırıyor ve nihayet Osmanlı yöneticileri de gerek bu göçmenlere yer bulma bahanesiyle gerekse uluslaşma süreçlerini tamamlamak için kendi bölgelerindeki diğer etnik ve dinsel yapıları sınır dışı etme yoluna gidiyorlardı. Hatta bazı örneklerde de görüldüğü üzere İTC ve Rus bürokratlar arasında Kafkas Müslümanlarının Anadolu'ya sürülmesi konusunda ciddi ittifaklardan bile söz ediliyor. Böylelikle homojenleşen iki devlet arasında nüfus değiş tokuşları yaşanıyordu. Ermeni, Rum ve Bulgarlar Rusya hâkimiyetine geçerken, Balkan ve Kafkas Müslümanları Osmanlı hâkimiyetine doğru kaçıyorlardı.
Burada başka bir etken daha önemli rol oynadı. İTC'nin zihinsel yapısı. İTC, bir asker/millet tanımlamasıyla, halkın her bireyine askeri anlam veriyor ve olası bir saldırıda savaş gücü olarak da halkı tasarlıyordu. Özellikle kıyı şeritleri ve sınır bölgelerine yerleştirilen Müslüman muhacirlerin durumu bu şekilde anlaşılabilir. Öte yandan da topraklarını homojen bir "türk" nüfus üzerine inşa etmeyi düşünen İTC, değişik etnik ve dinsel yapıların sürülmesinde de muhacirleri kullanmayı hedeflemektedir. Bu dönemde çoğu genç subaylar tarafından çıkarılan dergilerin isimleri de bize önemli ipuçları vermektedir: Silah, Süngü, Top, Tüfek, Hançer vs..
Sürgün ve katliamların yaşandığı bu dönemde, dikkat çeken bir diğer nokta da çeteler. Uluslararası diplomatik baskılardan çekinen İTC, illegal çeteler aracılığı ile sürmek istediği halka baskınlar düzenliyordu. Hatta bazı bürokrat ve askerlerin kendi emrinde çalışan çeteleri vardı. Böylelikle İTC, yapılan zulümlerin münferit ya da devletin kontrolünde ol(a)mayan çetelerin işleri olduğu izlenimini vermek istiyordu.
Batılı devletlerin, her etnik unsurun nüfusu oranında yönetimde hak sahibi olması gerektiği yönündeki baskıları, öncelikle nüfus sayımları ve etnik haritaların oluşumunu tetikledi. Bu baskılar öte yandan da İTC' de yönetimi paylaşmamak için bu nüfuslardan kurtulmak gerektiği düşüncesini de doğurdu. Nitekim de öyle oldu ve binlerce insanın ölümü ve acısıyla sonuçlanan toplumsal mühendislik, son derece bilimsel(!) metotlar da kullanılarak uygulamaya geçildi.
Bu noktada belki bir eksiklik ya da yanlışlıktan bahsetmek mümkün. Zira İTC kurmaylarından alıntı yapılan metinlerde daha çok "İslamlaşma" üzerinde duruluyor. Modern anlamıyla "türk" kavramının henüz icat edilme aşamasında olduğundan mıdır yoksa İslam'ın modern türk kurgusunun bir parçası olduğundan mıdır pek açık değil. Yazar bu konuda derinleşmemiş. Eğer ikinci şık geçerliyse -ki pek makul değil-, İTC'nin pozitivist ve din karşıtı söylemlerini nereye oturtacağız. Öyle sanıyorum ki yazarın kitabında geçen türk nüfus, önceleri Türkmen aşiretlerinin yerleşik hayatı seçmiş olanları iken daha sonra bu resmi ideolojinin bu kimliği keşfi ile Türkçe konuşan ve Türkiye'de yaşayan herkes için ortak bir kimlik halini almış. Yani Türklük önceleri bir sıfat olarak kullanılırken, ulus inşası dönemlerinde bir isim halini almıştır diyebiliriz. Türk kelimesinin kavramsallaşma süreci ile etnografik araştırmaların başlangıçları karşılaştırdığımızda, üretilmiş bir kimlikten söz etmek mümkün olacaktır. Sanırım bu da ayrı bir çalışma konusu olabilir.
Kitabın içeriğine dönecek olursak, ilk nüfus politikaları Bulgarlar ile gün yüzüne çıkıyor. 1912 de meydana gelen Balkan Savaşı tam bir nüfus savaşı şeklinde geçer(s:184). Pomaklara (Bulgarca konuşan müslüman) uygulanan yıldırma ve Hıristiyanlaştırma politikaları benzer bir şeklini sınırın bu tarafında Hıristiyan Bulgarlara yapılan baskılarla karşılanır. Bu anlamıyla artık nüfuslar devletlerin birbirlerine karşı şantaj yoluna başvururken kullandıkları rehine halini alacaktır. İTC, baskı altındaki Müslüman nüfusu Anadolu'ya göçe teşvik ederken, elindeki Bulgarları da düşman devlete karşı koz olarak kullanıyordu. Karşılıklı baskılar diğerlerine nazaran oldukça sorunsuz bir mübadele ile sonuçlandı. Anadolu'daki Bulgar nüfus tamamen temizlenirken(!), Bulgaristan'daki Müslüman nüfus bu kadar etkilenmedi. Boşaltılan Bulgar mahallerine göçmen muhacirler yerleştirildi.
Temizlenmesi gereken unsurlar büyüdükçe sorun da büyüyordu. Sıra Rumlara geldiğinde, hedef kıyı ve sınırların düşman müttefiki potansiyeli taşıyan unsurlardan arındırılmasıdır. Ancak burada sürgünler sınırın öteki tarafına değil, Anadolu'nun içlerine doğru olmuştur. Bundaki amaç, halkları asker olarak telakki eden İTC'nin Rumların karşıya gönderilmesi halinde Osmanlıya karşı savaşacak ordulara katılması korkusudur. Aynı zaman da rehine güdüsü sürmektedir. Burada bir Bulgar göçmeni olan Celal Bayar tipik bir örnektir. Kendisi Teşkilat-ı Mahsusa saflarında, Rum nüfusu yıldırma amacıyla, uzun süre çetecilik yapmıştır. Baskınlar, adam kaçırmalar ve cinayetler bu işin temel dayanağıdır.
Ermeniler için kesin çözüm çoktan belirlenmiştir: Çöle sürmek. Sayıca en fazla ve direnme potansiyeli de bulunan Ermeni nüfus için seçilen yer bugünkü Suriye'nin Zor çölüdür. Baskı ve yıldırma politikalarına karşı Ermeni gençlerin direnişe geçmeleri bahane gösterilerek tehcir uygulaması başlar. Erzurum, Van ve Bitlis gibi şehirlerin kısmen boşaltılması ile başlayan süreç, sonunda çoluk çocuk tüm Ermenilerin Güneye, Zor'a sürülmeleri ile sonuçlanır. Ermenilerin çoğu kuzeye kaçmayı başardıysa da, önemli bir yekun Güneye, çöllere sürüldü. Boşaltılan yerlere Müslümanlar yerleştirilirken, köye bir minare yapılması ve adının da Türkçe olmasına dikkat edildi. Bu noktada birkaç öne çıkan başlık var. İhtidalar ve Tezvic.
Katliamdan kurtulmanın bir yolu olarak Ermeniler Müslüman olmayı seçiyorlardı. Kitap boyunca en çok ilgi çeken noktalardan birisi de budur. Zira insanların can korkusuyla İslam'ı seçip hayatlarını kurtarmak istemeleri biz Müslümanlar açısından çok kötü bir durumdur. Üstelik bunu organize edenlerin bir enstrüman olarak İslam'ı kullanmaları, bölge halklarında uzun zaman silinmeyecek bir müslüman imajı doğurmuştur.
Talat Paşa'nın ihtidayı (din değiştirme) yasaklaması da başka bir boyuttur. İTC o kadar kararlıdır ki, ihtida edenlerin samimiyetine bile güvenmemektedir. Burada bir önemli nokta daha var ki, o da yasağa rağmen ihtidanın sürmesidir. Bunu yazar taşradaki bürokratların yasağa rağmen uygulamayı devam ettirmelerine bağlıyor. Bu bize İTC ve taşradaki uygulayıcıları arasında da siyasi anlaşmazlıklar olduğunu gösterdiği kadar, taşradaki bürokratların bazılarının vicdan sahibi olduğunu da gösterir herhalde.
Diğer mesele de, "Tezvic". Yani zorla evlendirme. Dul ya da yetim kalan kadın ve kızlar sayıları beşi onu geçmeyecek şekilde Müslüman köylerine dağıtılıyor ve Müslümanlarla evlendiklerinde hayatlarını kurtarabiliyorlardı. Fakat İTC'nin bu insanlara olan kuşkusu hiç bitmedi ve evlenen Müslümanlar dahi takibe alındı. Bir halkı zararlı ve hain olarak görme eğilimi, ihtida ve tezvic ile beraber düşünüldüğünde bugün Soner Yalçın ve Yalçın Küçük'ün soy ağaçlarına ilgisine bir ışık tutabilir.
Yine bu bölümlerden anladığımız kadarıyla arkada kalan yetimler için terbiye evleri yani yetimhanelerin birçoğu bu dönemde inşa ediliyor. 1916 yılı yetimhane inşaatlarıyla geçiyor.
Aynı kaderi neredeyse tamamı Hakkâri'de yaşayan Nasturiler ve büyük bir kısmı Diyarbakır'da yaşayan Süryaniler de paylaştılar.
Kitapta ilgi çeken bir nokta da Yahudiler başlığı. Her ne kadar sonu onlar için de sürgünle sonuçlansa da, önemli bir Yahudi nüfus barındıran Selanik'in aynı zaman da İTC'nin de merkezi olması konusu işleniyor. Teodor Herzl'in Abdülhamit'ten ret cevabı almasından sonra, Yahudi lobilere İTC' yi destekleme kararı aldığı ve kuruluşunda mason locaları ve Yahudi cemaatinin önde gelen bireylerinin de etkisi olmuştur. Mohis Cohen'den, Emanuel Karasu'ya kadar birçok Yahudi İTC mensubu bu bölümde inceleniyor. Bu paradoksal durum, Yahudi nüfusun Filistin'e göçünü de tetiklediği göz önüne alınırsa daha net olarak anlaşılabilir.
O dönemlerde çoğunluğu göçebe yaşayan Kürt nüfus üzerinde de tehcir değil ama asimilasyon politikaları öne çıkar. Ziya Gökalp bu noktada başrolü oynayanlardan biridir. Ziya Gökalp'e göre yöre halkı bilimsel olarak türk olduğunu keşfetmelidir. Bunun için de yerleşik hayata geçmeli, aşiret kültürünü bırakmalı ve Türkçe konuşmalıdır.
Sonsöz
"Modern Türkiye'nin Şifresi, İttihat Terakki'nin Etnisite Mühendisliği(1913-1918)" adlı çalışmasıyla Fuat Dündar'ın önemli bir çalışmaya imza atmış. Çalışmanın içeriği özgün olduğu kadar, anlatım ve dil de oldukça başarılı. Kitabı okurken, materyalin fazlalığını hissediyor ve yazarın kitabın ebatlarını kısa tutmaya çalışan bir üslubunun da farkına varabiliyorsunuz. Gerçekten de konu önemli ve bir o kadar da zor. Bu anlamıyla önemli bir kapıyı açmak için "şifre" olduğu da doğrudur. Umarım ki yazar sonraki çalışmalarında "türk" kelimesini masaya yatırır ve bu anlamda bir çok yanlış ön kabulden de bizi kurtarmış olur.
Son olarak bir kitap tanıtımının boyutları beni sınırladığı için okuyucudan özür dilerim. Okuyucu Türkiye tarihi okumalarında başvurduğu kitap listesine bu çalışmayı eklemeyi ihmal etmemelidir.
AHMET KAYA
Haksöz-Haber