Büyük Islam Tarihi

(VI) Hilâfet kaldirilip, Cumhuriyet’in seküler bir yapiya dönüstürülmek istenmesine karsin, Cumhuriyet yine de 1928 yilina kadar dini vasfini korumaya devam etti. Nitekim 1924 Anayasasi’nin ikinci maddesinde yer alan “Türkiye devletinin ...



  1. Alt 09-23-2008, 16:39 #561
    Sarax Mesajlar: 678
    (VI)

    Hilâfet kaldirilip, Cumhuriyet’in seküler bir yapiya dönüstürülmek istenmesine karsin, Cumhuriyet yine de 1928 yilina kadar dini vasfini korumaya devam etti. Nitekim 1924 Anayasasi’nin ikinci maddesinde yer alan “Türkiye devletinin din, dini Islâm’dir” maddesi, Cumhuriyet’in dinsel bir nitelik tasidiginin en somut göstergesiydi.

    Fakat, devletin dininin Islâm olmasi, devletin seküler biçilenmesini hizli bir kosutta sürmesine engel teskil etmedi ve köklü degisimlerin bir bölümü bu madde yürürlükte iken gerçeklestirildi.

    Seküler içerikli degisimlerin birbirini takip ettigi bu süreçte, “Cumhuriyet Halk Firkasi”nin büyük çogunlugu, meselenin felsefi derinliklerine inmeden yeni lâik bir millet yaratma fikrini benimsemis görünüyorlardi. Onlara göre lâik, yani millî benligini dinle ilgisi olmadan gelistirecek bir Türk milleti, “Sultanligin” ve “halifeligin” tekrar canlanma tehlikesini ortadan kaldirmis olacakti... (1)”

    Ayrica yine bu dönemde Cumhuriyet Halk Firkasi (CHF), bir yandan lâik içerikli köklü degisimleri gerçeklestirirken, diger taraftan da Türkiye’nin birden fazla partiye dayanan çogulcu/plüralist bir yapiya geçmesine, bir baska ifadeyle Cumhuriyet’in demokratik bir yapiya kavusmasina imkan vermedi. Nitekim bu dogrultu da, 17 Kasim 1924’te Ankara’da Millî Mücadele’nin önde gelen isimleri tarafindan kurulan Terakki Perver Cumhuriyet Firkasi’nin (TCF), Cumhuriyet’in gelisimine bir muhalefet partisi olarak “katki yapmasi” ve CHF’yi “tek-parti jakobenizminden” uzaklastirmak istemesi CHF tarafindan engellendi.

    “Terakki Pervercilere göre, halkin yüzyillardan beri bütün maddî ve manevî hayatini etkileyen Islâmiyet’e yöneltilmis haraketler, eninde sonunda halkin temel benligini ve kültür varligini zedeleyecekti. Onlara göre, dini siyasetten ayirma gayretleri az zaman sonra dini geri bir plana itmeye dönebilirdi. Buna karsilik Cumhuriyet Halk Firkasi, hiç bir zaman dinin aleyhtari olmadigini, dini kendi sahsi çikarlari ve siyasi emelleri ugruna kullanmak isteyenlere karsi oldugunu ileri sürmekte idi. Böylece siyasetten siyrilmak istenen din, tam tersine partiler arasi tartisma konusu haline gelmis ve bu husus günümüzde bile Türk parti hayatinin ana meselesi olmakta devam etmistir. Iste “Islâmiyete yöneltilmis hareketlerin dini geri plana itebilecegi, bunun da halkin temel benligini ve kültürel varligini zedeleyebileceginden endise eden Terakki Perverciler”, programlarinin altinci maddesine “Firka, efkâr ve itikadat-i diniyeye hürmetkârdir” ibaresini koyarak din hakkindaki görüslerini ifade etmislerdi. (2)

    Terakki Perver Cumhuriyet Firkasi’nin kurulusunu kendi varligi için büyük tehlike gören CHF, çözüm olarak TCF’yi sultanligi ve halifeligi geri getirmekle, irticayi körüklemekle suçlayarak, bu partiye karsi agir tenkit ve hücumlarda bulundu. CHF, 3 Haziran 1925’de çikarilan ve Türkiye’de her türlü muhalefeti yasaklayan Takrir-i Sükûn Kanunu çerçevesinde TCF’yi -(Parti programinin altinci maddesinde yer alan “Firka efkâ ve itikadat-i diniyeye hürmetkârdir” ifadesine mebni olarak)- 5 Haziran 1925’te kapatma cihetine gitti ve TCF’liler Seyh Said isyaniyla iliskilendirildi. Bu suretle, TCF’liler, demokratik girisimlerinin bedelini agir surette ödemek durumunda birakildi.

    ——————

    (1) Kemal Karpat, “Türkler - Cumhuriyet Devri” Islâm Ansiklopedisi (MEB), C. XII/II, MEBY. Istanbul 1988, S. 398

    (2) Bkz. A.g.m., S. 396

  2. Alt 09-23-2008, 16:40 #562
    Sarax Mesajlar: 678
    Meshur Kiliç Ali’nin bir marifeti daha!..

    (...) 14 Nisan 1924 günü Büyük Millet Meclisi’nde ele alinip sert münakasaya sebep olan mesele, zamanin taninmis bir gazeteci-milletvekilinin dövülüp yaralanmasina kadar varmisti!

    Bizde bâzi mes’ul kimselerin zaman zaman gazeteci hirpalamalari ve hattâ günümüzde dahi dövmeleri âdeta normal hale gelmistir!.. Ikinci Mesrutiyet sarhoslugu içinde Hasan Fehmi, Ahmed Samim ve Zeki Bey gibi kalem sahipleri Ittihatçi fedailerce sokak ortasinda öldürülürken, Cumhuriyetin ilk yillarinda pek çok gazeteci sudan sebeplerle “Istiklâl Mahkemesi, huzuruna çikarilmis, bu arada o devrin mühim adami ve “Istiklâl Mahkemesi” üyesi meshur Kiliç Ali de, bir gazeteci-milletvekilini hem de gazete idarehânesinde dövmekten çekinmemistir!..

    Cumhuriyetin ilânindan hemen on bes ay sonra cereyan eden bu gazeteci dövüp yaralama olayi, Millî Mücadele’nin aci günlerinde yurt disina kaçan bâzi zengin Rum ve Ermenilerin zafer kazanildiktan sonra dedikodulu bir sekilde Türkiye’ye dönmelerinden dogmustur. Ismet (Inönü) Pasa baskanligindaki hükümetin isbasinda bulundugu 1924 yilinda Istanbul basininin, kaçan zengin Ermenilerden bâzilarinin zamanin Içisleri Bakani Ferid Bey’in muvafakatiyla yurda döndükleri yolunda yürüttügü genis ve sert nesriyat B.M. Meclisi kürsüsüne kadar götürülmüs, Erzurum milletvekili Rüsdü Pasa ile Zonguldak milletvekili Halid Bey’in müstereken hazirlayip Meclis baskanligina verdikleri takrir (uydurma dilde önerge) 76 yil evvel 1924 senesinin 14 Nisan günü Meclis’de görülüsürken Degirmenciyan isimli Ermeniden alinan kirk bes bin liralik çek iddiasinin tetkik edilmekte oldugu Içisleri Bakani’nca açiklandiginda takrir sahiplerinden Halil Bey söz alarak su konusmayi yapmistir:

    “.......... Bu kadar kan döktük, fedakârlik gösterdik. Resmen tesbit olunmus bir hakikat vardir ki, o da Istanbul’da dumanli havalardan istifade etmek isteyen kumpanyalarin mevcudiyetidir. Bazan bunlara ufak, büyük memurlar da katiliyor, vaktiyle Istanbul’dan adam kaçiranlar bugün onlarin geri gelmelerine çalisiyorlar. Rivayete göre Ankara’da subeler teskiline bile tesebbüs ediliyor. Sebuhyan’in firarindan sonra emval-i menkûlesi (tasinabilir mali) satilmis, gayr-i menkûlesine (tasinamayan malina) el konulmustur. Sebuhyan, bu defa tesebbüste bulunmus, tahkikat lehinde neticelenmediginden dönmesine müsaade edilmemis, bâzi kimselere yirmi bin lira teklif edilmis, hattâ bâzi yardim kuruluslarina teberruda (bagista) bulundugu söylenmis ve neticede Sofya’da bulunan Sebuhyan geri dönmüs ve Istanbul’a gelince ilk isi “Tasfiye Komisyonu” aleyhine dâvâ açip emvalini (mallarini) geri almak olmus (çok açik gözmüs sesleri)... Içisleri Bakani gazetelere beyanatindan, geri gelmek hâdisesinde bir yanlislik oldugundan bahsediyordu. Istanbul Polis Müdürü gazetecilere “emir verdiler çikardim, emir verdiler aldim” demistir (gülüsmeler, alkislar).

    Buna Iskandal derler!..

    Içisleri Bakani bunlari tekrar hudut disina çikarmakla ikinci hatâyi yapmis oluyor. Bu birbirini tutmayan emirler verilirken, Cumhuriyetin haysiyetini düsünmek icap ederdi. Sebuhyan’in karisi çikarilmamis, buna sebeb nedir? Vaktiyle Istanbul Valisi’nin bir etiket meselesi, burada uzun münakasalara sebeb oldu ve o zamanki Içisleri Bakani zavalli Vali’yi kurtarmak için akla karayi seçti. Halbuki bu defaki muamele bir rezalet-i idareyedir. Buna iskandal derler. Sualimi istizaha (gensoruya) çevirmeyi düsünüyorum. Bu ise Meclis’in el koymasi lâzimdir. Bilhassa bâzi vesikalarin çalinmasi için tesebbüse geçildigi yaziliyor. Meclis’in tahkikat yapmasi hakkindaki takririmin kabulünü rica ederim.”

    Zonguldak milletvekili Halil Bey’in bu teklifi kabul edilip “Meclis Tahkikati” açilirken basindaki nesriyat da hazirlanmis, Millî Mücadele’nin ölüm-kalim günlerinde çesitli yollarla yurdu terkeden Rum ve Ermeni zenginlerinin, o kara, aci günler geçtikten sonra yurda dönmeleri basinda “cinayet-i uzmâ/büyük cinayet” olarak kaydolunurken “daha Dumlupinar’da, Sakarya’da, Inönülerde verdigimiz sehidlerin kani kurumamisken bu denileri (alçaklari) sine-i vatana almanin tarih huzurunda asla affedilmeyecek bir gaflet” oldugu gerçegine de parmak basilmis, bu arada Gelibolu Milletvekili Celal Nuri’nin “Ileri” gazetesinde yayinladigi sert bir yazi ile Içisleri Bakani Ferid Bey’e “hiçbir Türk’ün itimadi kalmadigi” iddia olunmustur!..

    Tahkikat komisyonu Istanbul’da

    Basinin bu hassasiyeti devam ederken “Meclis Tahkikat Komisyonu” Istanbul’a gelmis ve Komisyon Baskani Nedim Nazmi Bey’in düzenledigi basin toplantisiyla vazifeye baslamasindan hemen birkaç gün sonra Istanbul Polis Müdürü Sadeddin Bey ve Deniz Pasaport Dairesi’nden üç memur nezaret altina alinmis, bu arada Istanbul Valisi Haydar Bey’in de kaçanlardan Kozmeto’nun karisinin yurda dönüsüyle alâkali olarak ifadesine müracaat olunmustur. Yürütülen tahkikatin gizliligine ragmen “cinayet-i uzmâ”ya bâzi milletvekillerinin adlarinin karistigi haberi basina sizmis ve gazetelerden bâzilari bu yolda nesriyat yaparken, Meclis Baskani Fethi (Okyar) Bey Istanbul’a gelerek Komisyon Baskani ile görüsüp “her meselenin hak ve adaletle halledilecegi” yolunda beyanda bulunmussa da, gazetecilerin “kaçanlarin geri gelmeleri rezaletinde bir milletvekili hazineyi binlerce lira zarara soktu” ve “mes’uliyyet, yalniz bir iki küçük memura mi inhisar edecek” gibi nesriyatina mâni olamamistir.

    Bu çesit nesriyatla Içisleri Bakani Ferid Bey’in pek fena hirpalandigi o günlerde TahkikatKomisyonu vazifesini bitirmis ve hazirlanan raporda kaçip giden bazi zengin Rum ve Ermenilerin savas sonrasi yurda dönüslerinde suç unsuru bulundugu sarahatle tesbit edilmistir!..Komisyon raporunda milletvekillerinden Kiliç Ali, Necmeddin Molla ve Rize Milletvekili Rauf gibi isimlere rastlanmis, bu arada Içisleri Bakani Ferid Bey istifa ederek bu Bakanliga Recep (Peker) getirilmistir. Ancak Ferid Bey’in istifasi aleyhindeki nesriyati durdurmamis, o günlerin basini “cinayet-i uzmâ”nin pesini birakmamis, adi geçen milletvekilleri hakkindaki yayini sürdürmüstür. Gazetelerin bu sert yayini devam ederken Komisyon raporuna adi karisanlardan NecmeddinMolla dokunulmazliginin kaldirilmasini talep etmis, diger iki milletvekilinin ise bu mevzuda bir tesebbüsleri olmamistir!..

    Gazeteciyi dövüp yaralama!

    Iste Celal Nuri isimli gazeteci-milletvekilinin dövülmesi, olaylarin böyle bir safhaya intikal ettigi günlerde cereyan etmis ve 31 Temmuz 1924 tarihli “Ileri” gazetesi nesriyatindan ögrendigimize göre is bu dövüp yaralama olayi söyle cereyan etmistir. Kiliç Ali 30 Temmuz günü “Ileri” gazetesine telefon ederek Celâl Nuri’yi aramis, onun gazetede oldugunu ögrenince yaninda Rize Milletvekili Rauf oldugu halde gazete idarehânesine gitmistir. Odasinda Suphi Nuri ve Dersim Milletvekili Ferudun Fikri Beylerle oturmakta olan Celâl Nuri’nin üzerine tabancasini çekerek yürüyen Kiliç Ali türlü hakaretten sonra eline geçen bardak, sürahi, fincan, sigara tablasi gibi ne varsa hepsini Celâl Nuri’nin üzerine firlatmis, bu âni hücumla Celâl Nuri yaralanirken odanin camlari da kirilmistir!.. Kiliç Ali’nin tecavüzünü Feridun Fikri Bey önlemek istemis, ancak bütün gayretine ragmen Celâl Nuri’nin tabanca kabzasiyla basindan agir bir sekilde yaralanmasina mâni olamamistir!

    Celal Nuri’yi bu sekilde dövüp yaralayan Kiliç Ali, pek galiz küfürlerle gazete idarehânesini terkederken olay mahalline bir polis memuru gelmisse de mütecavizin dokunulmazligi dolayisiyla olaya müdahale edememis, bu arada Celal Nuri Bey basindan sizan kanla baska bir odaya alinip Zabita Tabibi Nafiz Bey tarafindan ilk tedavisi yapilmistir. Bilâhare Savci, Polis Müdürü ve Sorgu Hakimi gazeteye gelip tahkikata baslamislardir.

    “Ileri” gazetesi haberine göre Kiliç Ali, Celal Nuri Bey’in bulundugu odaya girdiginde: “Ben hepinize gösterecegim. Gazetelere, Tahkik Heyetine, Içisleri Bakani’na hepinize gösterecegim..” diye bagirarak Celal Nuri’nin üzerine yürümüstür!.. Bu durumda Kiliç Ali’nin Celal Nuri’yi dövmesi, firari beceren Rum ve Ermenilerin yurda dönmeleriyle alâkalidir. O devirde gazetelerin “cinayet-i uzmâ” diye andiklari bir meseleye Kiliç Ali’nin adinin karismasindan dogan bu gazeteci dövüp yaralama olayi, muhalif milletvekillerinin gayretine, basinin sürekli yayinina ragmen bir netice vermemis Celal Nuri Bey dövüldügü ile kalmis, Kiliç Ali ise uzun yillar devam eden milletvekili dokunulmazligi dolayisiyla takibattan kurtulmus, zengin Rum ve Ermenilerin önce nasil kaçabildikleri, sonra yurda nasil girebildikleri tarihin kirli ve karanlik olaylari arasina karismistir.!..

  3. Alt 09-23-2008, 16:41 #563
    Sarax Mesajlar: 678
    Kemalizm ve Kadin!..


    Bilindigi gibi 5 Aralik 1934 tarihi, kadinlara siyasi haklarin verildigi iddia edilen tarihtir. Ancak kadinlara verildigi iddia edilen bu haklar, kadinlar tarafindan verilen mücadele ne-ticesinde alinan haklar olmayip, tepeden inme bir anlayisin neticesinde Mustafa Kemal tarafindan bagislanan haklardi. Dolayisiyla, Kemalistler tarafindan, Bati'nin bir çok ülkesinden önce verilmekle övünülen bu haklar, Sirin Tekeli'nin de belirttigi gibi konjonktür geregi verilen ve buna ragmen kontrollü olarak kadinlara kullandirilan -bazen de kullandirilmayan- türden haklardi. Çünkü, Kemalizm kurulusundan bu yana, tepeden inmeci, jakoben bir anlayisin tezahürü olan tek millet, tek sef, tek devlet esasina dayali, oportünist, çikarci, pragmatik despot bir anlayisi temsil eden bir sistemdi. Ve bu nedenle de muhalefete ve hatta degisik görüslere bile tahammülü olmayan bir sistem öngörmekteydi. Bu sistem, "tek kisi"nin hakim oldugu bir sistemdi. Ayrica, bu sistem ayni zamanda, bu ülke insanlarini bütünüyle sadece "tek kisi"nin belirledigi hedefe yönlendirmeyi de kendisi için asil amaç edinmisti. Yani, ülkenin bütün insanlari için bir tek hedef vardi; o da, o "tek kisi"nin belirledigi hedefti. Bu hedefin disina çikanlar ya da çikmaga yeltenenler, ülkeye ihanet suçu ile suçlanmaktan kurtulamamislardir. Bugün bile bu "tekçi" anlayis tarafindan belirlenen hedefe muhalif olan kisi ya da gruplar, ayni anlayisi temsil eden, marjinal kalmis Kemalistler tarafindan, öyle degerlendirilmiyor mu? Iste "tek kisi" tarafindan belirlenerek çerçevesi -adeta- duvarlarla örülen bu anlayis, toplumu tepeden tirnaga kadar yeniden sekillendirmek için ayni tür uygulamalara halen bugün de devam etmektedir. Kisacasi, Osmanli'nin mirasi üzerine kurulan bu yeni ülkenin, yeni yönetim seklinden, çikarilacak kanunlara, halkin giyiminden yasanti sekline hatta yeme içme seklinden, dans etme sekline kadar; bir taraftan toplumsal düsünce, diger taraftan da toplumsal yasanti sekli, bu tek'çi anlayis tarafindan sekillendirilmistir. Dolayisiyla ülkeye çesitli desiselerle hakim olan bu anlayista; Cumhuriyetin ilan edilmesine de, kadinlara siyasi haklarin verilmesine de ve hatta kimlerin hangi bölgelerde milletvekili olacagina da, tek basina karar veren hep 'o' tek kisi olmustur. Ve o tek kisinin agzindan çikan bir sözle kimi insanlar ihya olmus, kimi insanlar da daragaçlarinda sallandirilmistir; ve bu tek kisinin karari ile bir gecede cumhuriyet ilanina karar verilmis, partiler kurulmus ve partiler kapatilmistir. Hatta, "tek kisi" tarafindan alinan bu gibi siyasi ka-ralarin yaninda, kisiler arasindaki iliskilere de müdahale edilerek kadinlarin dans etmeleri bile, onun emri ile olmaktaydi. Nitekim bir defasinda, "... devlet yüksek yöneticilerinin de çagrili oldugu bir baloda üniformali subaylarin dansetmediklerini gördü. Gazi, bunun nedenini sordu. Komutanlardan biri, suçun her dansa çagriyi geri çeviren kadinlarda oldugunu söyleyince Mustafa Kemal, yüksek sesle topluluga söyle seslendi: 'Arkadaslar, dünyada subay üniformasi giymis bir Türk erkeginin dans önerisini geri çevirebilecek bir kadinin bulunabilecegini düsünemiyorum. Simdi emrediyorum! Hemen salona dagilin! Ileri Mars! Dans edin!" emri üzerine, herkesin dans etmeye kalkismasi da, bu "tek kisi"nin otoritesinin etkisini göstermesi bakimindan ilginç bir örnektir. Bu tür emirler sadece dans etmeyle de sinirli kalmiyordu. Nitekim, daha sonra ki dönemlerde ülkenin öncelikli tehdidi olarak ilan edilen ve "Komünizm her görüldügü yerde basi ezilmelidir" sözü mensuplari için söylenen TKP'nin (Türkiye Komiünist Partisi) kurulmasi ile ilgili ilk emir de yine Mustafa Kemal tarafindan verilmisti. Buna gerekçe olarak da, Talat Pasa'ya yazdigi mektupta da belirtildigi gibi, "gerekirse bolsevizmi de biz kurariz" seklindeki Mustafa Kemal'in konjonktürel ve pragmatik anlayisi idi!.. Mustafa Kemal bu güçlü ülkelerden yana görünme anlayisini, ülke içinde gücü/hakimiyeti tek basina ele geçirinceye ve ülke disinda ise himayesine girdigi ülkenin güçlülügü netlesinceye kadar devam ettirmistir. H. Edip Adivar'in da belirttigi gibi Mustafa Kemal, gücü ele geçirdikten sonra, emirlerine itirazsiz uyulmasini ve kendisine karsi hiçbir elestiri geti-rilmemesini açikça belirtiyordu. Nitekim, H.E. Adivar ile bir konusmasinda, "Herkes benim verdigim emri yapmalidir... Ben hiçbir elestiri, hiçbir fikir istemiyorum... Yalniz emirlerimin yerine getirilmesini..." istiyorum seklindeki sözlerinden de bu durum açikça görülüyordu. Mustafa Kemal, ölünceye kadar da, bu tavrini devam ettirmis ve iradesine -en yakin arkadaslari dahil- hiç kimseyi ortak olarak kabul etmemistir. Buna yeltenenlerin ise, maalesef politik hayatlari da, sosyal hayatlari da hüsranla sona ermistir. Kazim Karabekir, Rauf Orbay ve arkadaslari ile ünlü hatip onbasi Halide Edip Adivar'in -son dönemde de Ismet Inönü'nün- basina gelenler, Mustafa Kemal'in bu tavrinin ilginç örneklerinden sadece birkaç tanesidir.
    Anlasilan odur ki, Mustafa Kemal, kendi düsüncesinin disinda hiç kimsenin düsüncesine önem vermezdi. Her konuda -hemen hemen- yalniz basina karar verir ve uygulamaya koyardi. Zaman zaman, herhangi bir konu ile ilgili olarak Çankaya Köskü'ndeki "içki sofrasi"na çagirdigi kimselerden ise, konu ile ilgili görüslerini almaktan ziyade, kendisinin önceden vermis oldugu karari onlara duyurmaya yönelik olmakta idi. O dö-nemde, Mustafa Kemal'in etrafinda bulunanlar da, Mustafa Kemal'in bu "tek"ligini, her seyin kendi karari ile yapildigini ya da yasaklandigini, kendi kararlarinin aksine görüs serdetmenin hayati tehlikeyi gerektirdigini konusmalarinda, yazilarinda dile getirmekten de bir beis görmemekte idiler. Nitekim, Kiliç Ali tarafindan bu durum "Aksam" gazetesindeki bir makalede; "... Milli Kurtulus Savasini halkin degil, sadece Atatürk'ün yaptigi" ileri sürülüyordu. Bu yaziyi aktaran Zekeriya Sertel "Yaziyi okumamiz bitince Ahmet Rasim Bey gözlügünün altindan bana söyle bir bakti: -Cevap verecek misin? dedi. Sanmiyorum, dedim. Sakin ha... Yaziyi kimin yazdigi belli. Mustafa Kemal'le çatismayi göze almak gerekir. Bu da bugünkü kosullar içinde delilik olur. Yaziyi hiç okumamis gibi davran." Sertel de "Öyle yaptim" diyor.
    Seyh Said kiyami nedeniyle kurulan Istiklal Mahkemeleri de emirle, hem de tek kisinin emriyle kurulmustu ve çalismalarini da bu "tek kisi"nin emriyle devam ettiriyordu. Çesitli illerde kurulan bu mahkeme-lerde, yine emirle sayisiz insan daragaçlarinda sallandirilmisti; herhalde -dili olsaydi- bunun en canli sahidi de Samanpazari sirtlari idi. Daragaçlarinda sallandirilan bu insanlarin suçlari ise, -tamaminin da- potansiyel muhalif olarak görülmeleriydi; isin üzücü tarafi da, bunlarin basinda, Milli Mücadele adi verilen Mücadeleyi baslatanlar, bulunduklari bölgelerde dis düsmani cani kani pahasina kovanlar gelmekteydi. Bunlarin arasinda, az da olsa kendilerini tehdit etmek ve göz dagi vermek için, yandasi gazeteciler de vardi. Bu gazeteciler, Istiklal Mahkemelerinin "tek kisi"nin emriyle çalistigina güzel bir örnek teskil etmektedir. "Istanbul'un belli basli gazete bas yazarlari Diyarbakir'daki Istiklal Mahkemesine gönderilmislerdi. Bunlar arasinda "Tasviri Efkâr" sahip ve basyazari Velid Ebuzziya, "Vatan" gazetesi sahip ve basyazari Ahmet Emin Yalman, ayni gazetenin yazarlarindan Ahmet Sükrü Esmer, gene bas yazarlardan Ismail Müstak ve baskalari vardi. Ahmet Emin, daha yoldayken, Adana'dan, Mustafa Kemal'e telgraf göndererek yalvarmaya baslamisti. Affedilirse, bir daha gazetecilik yapmayacagina söz veriyordu..." "Tek Kisi" gücünü ve "Tek"ligini kanitlamiscasina, bu tür yalvarmalardan sonra, gazetecilerin serbest birakilmasi, yine bu "tek kisi" tarafindan saglanmisti.
    ANADOLU KADINI, MILLI MÜCADELENIN ASLI UNSURLARINDANDI!..
    Osmanli Imparatorluguna ait topraklarin paylasilmasina yönelik olarak, emperyalist ülkelerce Anadolu'nun çesitli bölgelerinin isgal edilmesine karsi verilen mücadelede, Anadolu Kadinin bu mücadelede oynadigi rolü göz ardi etmek, bu mücadelenin anlasilmamasi ya da eksik anlasilmasi anlamina gelir. Bilindigi gibi bu ülke, bu yüz yilin baslarindan itibaren Ingilizler, Fransizlar, Italyanlar, Yunanlar ve Ermeniler tarafindan isgal edilmisti. Hilafetin bulundugu merkez Istanbul da isgal altindaydi. Ancak bütün bu olumsuzluklara ragmen kadiniyla, erkegiyle, genciyle, ihtiyariyla ve hatta çocuguyla organizeli, birbirinden haberli olmasa da, -Mustafa Kemal henüz Padisah tarafindan görevlendirilmemisti bile- bu isgali sona erdirmek için, Anadolu bütünüyle adeta ayaga kalkmisti. Kadinlar yaptiklari mitinglerle -özellikle de Sultanahmet Meydani'nda H. Edip Adivar'in konustugu miting- bir taraftan kendileri fiilen mücadeleye katiliyorlardi, bir taraftan da top yekun bütün bir halk, bu mücadelenin saflarina katilmaya davet ediliyordu. Iste bu amaçla kadinlar mücadelelerini daha organizeli yapmak için, ülkenin çesitli bölgelerinde çesitli isimler altinda kurduklari cemiyetler halinde örgütleniyorlardi; bunlarin arasinda yaygin olarak örgütlenen ve birçok ilde subelerini de açan Anadolu Kadinlari Müdafaa-i Vatan Cemiyeti de vardi. Böylesine kutsal bir mücadelede Anadolu kadini, sadece ordunun yardimci hizmetlerine katkida bulunmakla yetinmemis, mücadelenin her safhasinda yer alarak, baska ülke-lerde benzeri olmayan kahramanliklar sergilemistir.
    Anadolu kadini, yerine göre, cephe gerisinde cephaneyi, yaralanan milisi/askeri, hastalanan hastayi ve ikmal maddelerini sirtinda ya da kagnilarda tasirken, yerine göre de elinde silahi ile gönüllü olarak cepheden cepheye kosarak milis kuvvetleri ile birlikte savasa katilmistir. Hilafetin ve ülkenin kurtarilmasi için bu savaslarda, isimleri bilinenlerin haricinde, çok sayida isimsiz kahraman Anadolu kadini gençligin baharinda iken sehit olmustur. Çünkü, basta Denizli Müftüsü Ahmet Hulusi Efendi'nin fetvasi olmak üzere bir çok fetva onlar için vazgeçilemez olan bir kutsal hedefi gösteriyordu ki o da; ya sehit olmak ya da gazi olmakti. Denizli Müftüsü fetvasinda söyle diyordu; "...Bizler simdiye kadar esir yasamadik ve yasamayiz. Silahimiz yoksa sapan tasiyla düsmana karsi çikmak ve onu tepelemek her Türk ve Müslümana farz-i ayndir. Fetva veriyorum..." Iste bu fetvalar dogrultusunda Anadolu insani; kadini ile erkegiyle, müstevli devletlere karsi adeta ayaga kalkmisti. Nitekim bu kadinlardan, "Gördesli Makbule Hanim 1921'de, evlendikten hemen sonra kocasiyla birlikte bir çete örgütlemisti. Bu çete, birkaç ay boyunca düsmani hayli hirpaladi. Gördesli Makbule Hanim savas alaninda sehit düstü." Yine, Tayyar Rahmiye Hanim Güney cephesinde 9. Tümene bagli bir gönüllüler müfrezesine komuta ediyordu. Bu müfreze, 1 Temmuz 1920'de Osmaniye'deki Fransiz müstahkem mevki karargahina saldirma buyrugunu aldi. Tayyar Rahmiye Hanim, buranin ele geçirilmesinden az bir süre önce can verdi." Yine, "Anlatildigina göre, bir Türk kadini sirtinda çocuguyla cepheye, bir araba dolusu mühimmat ve cephane götürmektedir. Yagmur yagmaya baslayinca, cephaneler islanmasin diye çocugunu sardigi örtüyü hemen çikarip cephanelerin üzerine örter. Iki öküzün çektigi arabada, siperlere erzak tasimakla görevli bir kadinin öyküsü de, sik sik dile getirilir; Öküzlerden biri düsman kursunlariyla agir yaralanir. Kadin ve yanindaki iki çocugu öküzün yerine kosularak arabayi çekmeye devam ederler. Sirtlarinda süt bebekleriyle, cepheye yiyecek-içecek tasiyan kadinlarin öyküleri de anlatilan ilginç olaylardandir. Gene, Sakarya savaslari sirasinda, 23 Agustos 1922'de cepheye cephane tasiyan konvoydaki hamile bir kadin, dogum yapar. Hemen cephe gerisine göndermek isterler; fakat o reddeder: "Ben bunlari nasil birakirim? Ordu cephane bekliyor." Iste, Anadolu kadini; gerektigi zaman çocuguna analik, kocasina eslik, gerektigi zaman da savasta en ön saflarda savasarak sehit düsmenin ne kadar kutsal oldugunu bilecek kadar inanç sahibi idi. Mustafa Kemal de 21 Mart 1923'te Konya'da Kizilay'in kadin kollarina hitap ederken, Anadolu kadinini söyle degerlendirmektedir; "...Çift süren, tarlayi eken, ormandan odun, kereste getiren, mahsülati (ürünleri) pazara götürerek paraya kalbeden (çeviren), aile ocaklarinin dumanini tüttüren, bütün bunlarla beraber sirtiyla, kagnisiyla, kucagindaki yavrusu ile, yagmur demeyip, sicak-soguk demeyip, cephenin mühimmatini (savas gereçlerini) tasiyan hep onlar, hep o ulvi (yüce), o fedakâr, o ilahi Anadolu kadinlari olmustur..." Dolayisiyla, Anadolu'nun bu rolünü -kadini ile erkegiyle- göz ardi ederek Milli Mücadelenin kazanilmasini "tek kisi"nin kahramanligina ya da dehasina baglayarak anlatanlar, Milli Mücadeleyi kazanan ruhu anlayamayanlardir.

    Anadolu insani; kadini ile erkegi ile, genci ile ihtiyari ile, bütün olumsuzluklara ragmen, "cihad" askiyla; "ya sehid, ya da gazi" olma suuruyla dis düsmani ülkeden kovmak için can siperane savasmislardi. Bu bitmez tükenmez savaslar dolayisiyla Anadolu insani, yorgun düsmenin yaninda gün be gün yoksullasmisti da. Ama onlar için yoksullasmak önemli degildi; önemli olan ülkenin ve istila edilen Islam topraklarinin "gavur"dan kurtarilarak, temizlenmesiydi. Nitekim, Izmir'in Yunanlilar tarafindan isgaline mukavemet edilmemesini isteyen Izmir Valisi Ahmed Izzet Bey'e karsi "Vali bey! Bu, kanimla kirmiziya boyanabilir. Fakat alnimda Yunan alçagini sükunet ve tevekülle karsilamis olmanin karasi oldugu halde huzuru ilahiye çikamam" diyen Izmir Müftüsü Rahmetullah Efendi1 ile "Kalesinde bayragi dalgalanmayan esir bir ülkede Cuma namazi kilinmaz"2 diyen bir baska Hocaefendi'nin konusmasinda belirttigi sözler, bu temizlik harekatinda atilan ilk kursunlardi!.. Çünkü, onlar için ilk ve son hedef; 'ya istiklal, ya ölümdü.' Bu nedenle, Anadolu'nun inançli insani, cani dahil, varini yogunu düsmani bu ülkeden kovmak için ortaya koydugundan, yiyecegi ekmegi giyecegi elbisesi bile kalmamisti. Ve, Anadolu Köylüsü fakirlestikçe fakirlesmisti! Bu durumu Zekeriya Sertel hatiralarini yazdigi kitabinda söyle anlatiyor; "... Önce bir kitlik basladi. Bu kitlik yildan yila artti. Yillarca çamur gibi kara ekmek baslica gidamiz oldu. Genis halk yiginlari yiyecek sey bulamiyordu. Çocuklar sütsüz, hastalar ilaçsiz, insanlar ekmeksiz kaldi..."3 Kitabinin bir baska sahifede ise; "Ankara'ya gelen köylülerin bir kismi burada açikta yasarlardi, hayvanlari ve çoluk çocuklariyla beraber. Hayvanlari bir kenara bagli-yor, yere yirtik pirtik bir seyler açiyor, günü geceyi onlarin üzerinde geçiriyorlardi. Köylülerin arabalari ve hayvanlariyla sehre girmeleri yasak edilmisti. Üstleri baslari yamadan görünmüyor, renkleri topraktan ve kilden anlasilmiyordu. Yasayislari fakirce olmaktan da asagiydi. Hani istatistiklerde asgari yasayis seviyesi diye bir deyim vardir. Bunlar bu yasayis seviyesinin altindaydilar. Eger buna yasamak demek dogruysa... Arada sirada yanlarina giderdim. Baska bir dünyadan gelmis bir yaratiklar gibiydiler. Ben sefaletin bu kadar koyusunu, bu kadar elle tutulanini görmemistim. Oysa, bu büyük kurtulus savasini onlar yasamislardi. Su yirtik kirli paçavralar içinde vücutlarini örtmeye çalisan kadinlar, cepheye sirtlarinda mermi tasimislardi. Anadolu'nun kesin gerçegi buydu."4 Iste, yerine göre cephede en önde savasan ve yerine göre de cephe gerisinde cep-heye cephaneyi sirtinda tasiyan Anadolu'nun cefakar insaninin durumu böyle içler acisiyken; Istanbul ve Izmir'de yasayan küçük bir azinligin -ki bunlarin arasinda Mustafa Kemal'in evlendigi Latife Hanimin ailesi (Usakizade Muammer Beyin ailesi) de vardi- savastan ve savasin getirdigi yoksulluktan habersiz debdebe içinde yasiyordu. Bu küçük mutlu azinligin arasinda karaborsacilik, yolsuzluk ve rüsvet almis yürümüstü. Ittihatçilara bagli olan imtiyazlilar ise, sonsuz servetler yapmislardi. Bunlar, aç kalmis halkin sefaletiyle alay eder gibi isi safahata vurmuslardi. Apartmanlar kurmuslar, barlarda ve eglence yerlerinde artistlerin sigaralarini binlik banknotlarla yakip egleniyorlardi. Sarap ve sampanyadan nehirler akitiyorlardi. Üstelik bütün bu pisliklerini, vurdumduymazliklarini aç halkin gözü önünde yapiyorlardi.5 Görüldügü gibi, Milli Mücadele Anadolu insanini yorgun düsürüp fakirlestirirken, büyük kentlerde yasayan bu, bir avuç mutlu azinligi ise zenginlestirmisti. Bir taraftan, Anadolu'nun inançli insani 'gavur' olarak bildikleri düsmanlari cani, kani pahasina yurdunda atmaya çalisirken, diger taraftan da dönemin kimi tüccari, mütegallibesi, bürokrati ve toprak agasi ise 'paranin milliyeti olmaz' sözünü dogrulatircasina, 'giden agam, gelen pasam' mantigi ile müstevli güçleri sevinçle karsilamaktaydi. Hatta "esrafin gözünde, yabanci ordular, anarsiyi sona erdirip sermayeye yeniden güven saglayan kurtaricilardi. Izmir ve Ege havalisinde terzilere, Yunan bayraklari siparis edilmekte; bazi bölgelerde karsilama törenleri hazirlanmakta, 'bizi kurtarin' yollu çagrilar yapilmaktaydi."6 Bunlar, Anadolu insani fakirlesirken zenginlesen insanlardi; savas zenginleriydi. Ülkenin isgal edilmesi, ülke zenginliklerinin tarumar edilmesi bunlarin umurunda degildi. Bunlar için önemli olan, baskalarinin egemenliginde bile olsa, kendi zevk ve sefalarinin devam etmesi idi. Dolaysiyla, ülkenin Ingiliz ya da Amerikan veyahut Fransiz tarafindan isgal edilmesi bunlari hiç üzmezdi. Zaten, mandaciligi ya da büyük bir devletin himayesine girerek kurtulmak isteyenler de yine bu küçük mutlu azinlik idi. Nitekim; "... Ingiliz Ticaret Odasi da, Times gazetesine gönderdigi bir telgrafta, "Sehrin Yunanlilara verilmesinin felaketlere yol açacagini" belirttikten sonra, "Hristiyan ahali kadar, Türk halkinca da bir Ingiliz, Amerikan veya Fransiz himayesinin sevinçle karsilanacagini" ileri sürmektedir. Bu muhalefete ragmen, Yunan isgali gerçeklesmis ve kompradorlar, nihayet yine de Ingilizlerin egemenliginde bulunan Yunan yönetimine intibak etmislerdir. Gerçi Yunan isgali kanli ve yagmaci olmustur... Yunanlilarin kulaklari çekilerek bu hareketler önlenmis ve kompradorlar faaliyetlerini, Kurtulus Savasi'ndan habersiz sürdürmüslerdir. Kompradorlarin bir kurtulus savasi verildiginden haberleri, ancak Izmir'de Türk süvarilerinin nal sesleri isitilince olacaktir. (...) Otel Naim'in taraçasinda ay isiginda dansli aksam yemekleri veriliyor, Sporting Clup'de bir Italyan grubu Rigoletto ve Traviata'yi oynuyor, kahvelerde karartma saatine kadar gitarlar çalinip sarkilar söyleniyor, garsonlar müsterilere serbet, nargilelere küçük kor parçaciklari tasiyip duruyorlardi." (...)
    "Istanbul'da da durum farkli degildi: "Trakya'ya gitmek üzere Istanbul'a gelen bir milliyetçi jandarma birligi, sokaklardan geçerken alkislarla karsilandi. Yabancilarla Löventenler gözden uzak duruyor, milliyetçilerin bu cakasinin bir saman alevi gibi parlayip sönecegini, sonra her seyin yine eskisi gibi olacagini düsünerek, kendilerini avutuyorlardi."7 Anadolu Köylüsünün aç olmasi, yoksullasmasi bunlarin umurunda degildi; hatta ülkenin tamaminin 'gavur çizmeleri' altina girerek istila edilmesi de bunlari fazla ilgilendirmiyordu. Bunlar için önemli olan yasadiklari o süfli, igrenç ve pespaye hayatin devam etmesiydi. Ne yazik ki, zaferden (ne kadar zafer denilebilir, o ayri bir tartisma konusudur.) sonra da ülkenin itibar edilen, önlerinde dügme iliklenerek saygi ile egilinen insanlar da yine bunlar oldu. Yani Anadolu'nun o inançli, o cefakar insani "gavur"u kendi ülkesinden bütün sikintilara ragmen kovmustu ama ne yazik ki, kovulan o 'gavurlarin' yerine, Anadolu insaninin inanci ile, yasantisi ile, Anadolu insanina bakisi ile o 'gavurlari' aratmayacaklar gelmisti. Ancak, bunlarla savasmak, o "gavur" bildikleri dis düsmanla savasmak kadar kolay olmayacakti. Nitekim olmamisti da!..
    Cumhuriyetin Ilani ile Birlikte Anadolu Kadini da Unutulmustu!..
    Osmanli Imparatorlugu'nun geri kalan topraklarinin da müstevli devletler tarafindan isgal edilmesinden sonra baslatilan Milli Mücadelede erkeklerin yaninda kadinlar da yogun bir biçimde yer almislardi. Kadinlarin Milli Mücadeleye katilimi baslangiçta protesto mitingleriyle baslamis, mücadelenin ileri ki dönemlerde ise cephede ve cephe gerisinde görev almalarla devam etmisti. Kadinlar, bu tür faaliyetlerin yaninda, ayrica Anadolu'nun çesitli bölgelerinde baslayan örgütlenme faaliyetlerine de etkin olarak katilmislardir. Nitekim kadinlar tarafindan, "5 Kasim 1919'da Sivas'ta Anadolu Kadinlari Müdafaa-i Vatan Cemiyeti kurulur. Cemiyetin 11 maddelik kurulus tüzügü 1. Maddesinde Sivas merkezine bagli yerel ve bagimsiz subelerin kurulmasini öngörür. 2. Maddede "mütarekenin imza tarihinde elimizde kalan ve çogunlugunu müslümanlarin teskil ettigi Osmanli topraklarinin bir bütün oldugu, parçalanamayacagi" ilkesi benimsenmektedir... 4. Madde, dogal ve faal üyelerin kimler oldugunu saptamaktadir. Buna göre tüm "Islam hanimlari" dernegin dogal üyesi kabul edilmektedir... Amasya, Kayseri, Nigde, Erzincan, Burdur, Pinar Hisar, Konya, Denizli, Kastamonu ve Kangal'da subeler kurulur..."8 1919 yilinda kadinlarin bilfiil üyesi olduklari derneklerin sayisi 19'u bulmustu.9 Milli Mücadelenin ilk dönemlerinde faaliyet gösteren bu tür kadin derneklerinin amaci ülkenin düsmandan kurtarilmasi idi. Amaç, bütün dünyaya Halide Edip Adivar'in da belirttigi gibi "insanlarin kardesligini ve barisini ifade eden Islamiyetin de, Türkiye, zulme ugramis milletin de ebedi" oldugunu göstermekti.10 Bu nedenle de, kadinlar kendileri için siyasal hak talebini baslangiçta gündeme getirmemislerdi.
    Ancak, Cumhuriyetin ilan edilmesi ile birlikte kadinlarin da kendilerine siyasal haklarin verilmesi için bir takim çalismalarda bulunduklari görülmektedir. Kadinlara seçme ve seçilme haklari dahil bir takim siyasal haklarin verilmesi için faaliyette bulunan örgütlenmelerin basinda ise 1924 yilinda kurulan Türk Kadinlar Birligi gelmekteydi. Ancak, bu Birlik, bir taraftan siyasi haklari elde etmek için çaba sarfederken, diger yandan da "zamanin çok özel kosullari nedeniyle ve kurulusuna karsi çikabilecek engelleri önlemek için, siyasal nitelikli tüm maddeleri tüzügünden çikarmaya karar vermis"11 olmasi gibi bir çeliski, ülkenin yönetimini tek basina ele geçiren Mustafa Kemal'in hiçbir muhalefete tahammül etmemesinden kaynaklanmaktaydi. Zaten yerel yönetimler de, merkezi hükümet de henüz zamani gelmedigi için kadinlara siyasal haklarin verilmesini reddediyordu. Çünkü, ülke ve ülke insanlari için neyin uygun oldugu, neyin de uygun olmadigina en iyi karar veren "tekçi" irade, henüz kadinlara siyasal haklarin verilmesini uygun bulmuyordu. Ancak buna ragmen, 1927 yilinin Mart ayinda Türk Kadin Birligi'nin Istanbul'da yaptigi "kongrede oturumlara baskanlik eden Nezihe Muhittin Hanim çalismalar sirasinda, kadinlar için oy hakki ve onlarin yerel seçimlere katilmalarini istiyordu. Bunun için yapilmak istenen tüzük degisikligine karsi çikan ve kadinlarin görevlerinin esas olarak çocuk dogurmak ve yetistirmek oldugunu ileri süren Istanbul Valisi ise, onlarin ne siyasal haklara sahip olmalarini, ne de kamu görevi yapmalarini uygun buluyordu...
    Ayni yil içinde, yapilmasi beklenen seçimler Kadinlar Birligi'nin istemlerini yogunlastirmasina neden oldu. Dernegin baskani söyle diyordu: "Devrimleri doguran, çabalar ve savasimdir. Biz de, seçimden seçime her yurttas gibi haklarimizi alacagimiz güne degin savasmayi sürdürecegiz. Yasalar, er geç toplumsal yasamin gereklerine uymak zorundadirlar."12 Kadinlar Birligi yetkilileri, ülke yönetimini zorla ele geçiren bu "tekçi" iradeye meydan okurcasina bu tür konusmalara devam ediyordu. Ancak, belirli bir süre sonra bu tür konusmalar, 'tekçi' iradenin hosuna gitmeyecek ve Kadinlara yönelik bir takim müeyyidelerin konmasina neden olacakti. Nitekim bu Birlik adina yapilan bir baska konusmada, "Biz, seçim haklarimizi elde etmeye dayali olan idealimizden vazgeçmis degiliz. Zira bundan vazgeçersek dernegimizin hiçbir var olus nedeni kalmaz. Davamizin zaferi için ölünceye kadar çalisacagiz. Bizim yasamimiz buna yetmezse hiç olmazsa bizden sonra gelenler için ortaligi temizlemis oluruz "deniyordu. Ancak bu konusma bardagi tasiran son konusma oldu. Çünkü, bu tür konusmalar "tekçi" iradenin ortak kabul etmez egemenligine saldiri anlami tasiyordu. Iste bu 'tekçi' iradenin buna tahammül etmesi mümkün degildi. Ve, bu tür konusmalari sona erdirmek için, o "bildik" senaryolar devreye sokuldu. Nitekim, çesitli ayak oyunlari neticesinde, "(...) 1927 Eylül'ünde, dernek içinde bir bölünme oldu... Polis dernek merkezinde arama yapti, "idari usulsüzlük" gerekçesiyle de kayitlarini mühürledi. Gerçekte, bu önlemlerin gerisindeki gerekçe, dernegin ve dernek sorumlularinin çok asiri bulunan istekleriydi. Türk Kadinlar Birligi'nin seçimler sirasindaki istemlerini hiç de olumlu karsilamayan pek çok gazete Birlik yönetim kurulunun dagitilmasi kararindan çok se-vinç duydular..." 13 Egemen iradenin kadinlara herhangi bir hak vermeyecegi ta 1924'lü yillardaki uygulamalardan anlasilmaktaydi. Çünkü, muha-liflerin tamamen ayiklandigi ve üyelerinin tek basina Mustafa Kemal tarafindan atanan meclis bile kadinlara istenilen haklari vermeyi kabul etmemisti. "2. Meclisin 2. Yilinda 13. Toplantida 1924 Anayasasi üzerine yapilan tartismalar sirasinda 10. Madde "her Türk, milletvekili seçimine katilmak hakkina sahiptir" maddesi tartisilirken söz alan bazi milletvekilleri, "Türk vatandaslarinin" kadinlari da içerdigini savunmuslar hatta bunu açikça belirtmek üzere madde degisikligi önermisler fakat bu öneri kabul edilmemis ve tartismalar sonunda madde, komisyonun önerisinden daha kati bir sekle bürünerek " "Her Erkek Türk" seklinde degisti-rilmistir" deniyor. Tezer Taskiran'dan aktarildigi belirtilen dipnotta ise "Bu tartismalarda göze çarpan birkaç ilginç nokta var. Kadinlarin seçme, seçilme haklarinin en atesli savunucusu görünen Recep (Peker) Bey'dir. Oysa sonradan milletvekili seçme seçilme yasasini 1934'e kadar geciktirenler arasinda Recep Beyin de bulundugu anlasiliyor"14 denilmektedir. Bugün kadinlara siyasal haklarin Mustafa Kemal tarafindan verildigini övünerek anlatan Kemalistlerin basörtülü Müslümanlara karsi takindiklari tavrin nereden kaynaklandigi daha iyi anlasilmiyor mu? Bu olaylar, bir taraftan kadin haklari sampiyonlugu yapan, öbür taraftan da kendileri disindaki kadinlari insan yerine bile koymayan marjinallesmis (Sirin Tekeli'nin deyimiyle) tören derneklerinin iki yüzlülüklerinin de nereye dayandigini göstermesi bakimindan ilginç degil mi?s

  4. Alt 09-23-2008, 16:42 #564
    Sarax Mesajlar: 678
    Tek Parti iktidarinin sonu:

    14 Mayis 1950

    50 yil evvel 14 Mayis 1950 Pazar günü yapilan milletvekili seçimiyle CHP iktidardan düsmüs, kaahir bir ekseriyyetle Demokrat Parti isbasina gelmisti.

    Yurdumuzda 1876 Anayasa'si ile Sultan Ikinci Abdülhamid devrinde (1876-1909) baslayan milletvekili seçimi Birinci ve Ikinci Mesrutiyet'te oldugu gibi Cumhuriyet devrinde de, 21 Temmuz 1946 Pazar günkü seçime kadar iki dereceli idi, yâni, halk "müntehib-i sâni" denilen "ikinci seçmenleri" onlar da meb'uslari/birara "saylav" da denildi/milletvekillerini seçerdi. Bu çesit seçimler Birinci Mesrutiyet Meclis-i Meb'ûsâni seçimlerinde (1877) sakin geçmis, fakat Ikinci Mesrutiyet'te (1908) ittihatçi sergerdelerin sopali pek çok seçimi görülmüs, hattâ bu seçimlerin birinde Ittihad ve Terakki'ye muhalefete baslayan "Filozof" ünvanli Sair Riza Tevfik pehlivanligina ragmen güzelce bir dövülüp hastahânelik edilmistir!..

    Cumhuriyet devrinde ise CHP/o günlerdeki adiyla Halk Firkasi/ seçimlere hep tek parti olarak girdiginden, yâni, muhalif parti olmadigindan, Zeki (Kadirbeyoglu) Bey ile Nureddin Pasa'nin CHP'ye ragmen Gümüshâne'den ve Bursa'dan milletvekili seçilmeleri gibi birkaç olay hariç, Halk Firkasi listesine girebilenler hep mebus olmus, böylesine bir seçim de, siyasî tarihimize seçim degil tayin olarak geçmistir!..

    1946'ya kadar böyle devam edegelen milletvekili seçimleri ilk defadir ki, o yilin 21 Temmuz günü tek dereceli yapilmis, millet, vekilini dogrudan dogruya kendi seçmisse de "açik oy gizli tasnif" gibi acaib bir usulle yapilan bu seçim maalesef pek saibeli geçmis, yapilan yolsuzluklar, oy hirsizliklari, mazbata/tutanak sahtekârliklari Meclis zabitlarinda yer almistir!.. Bu mevzuda muteber kimselerin mühim sehadetleri varsa da, bunlari nakle sütunumuz yeterli olmadigindan, geçelim elli yil evvelki 14 Mayis seçimlerine...

    Seçimde Adlî Teminat!..

    Çok partili dönemin 14 Mayis 1950 milletvekili seçimi yeni Seçim Kanunu'na göre, gizli oy, açik tasnif usulünde ve adli teminat altinda yapilmis, seçimle ilgili islerin cümlesi yöneticilere degil hâkimlere verilmistir. Meclis'den 341 beyaz oy ile çikan bu kanun hükmünce yapilan ilk seçime Demokrat Parti (DP), Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ve Millet Partisi (MP) katilmis, seçim öncesi her üç parti de hareketli bir propagandaya girismislerdir.

    CHP, umumî bir sikâyet mevzuu olan ve muhalefet tarafindan siksik dile getirilen Polis Vazife ve Selâhiyet Kanunu'nu, Sikiyönetimi, Istiklâl Mahkemeleri Kanunu'nu yürürlükten kaldirmis, bu arada Prof. Tunaya'nin ifadesiyle "oy'a dayanarak iktidar ele geçirmek için devrimci tutumundan taviz tutumuna sapmis" Basbakan Semseddin Günaltay, ilk mekteplerde - ana-babanin muvafakatine kalmis, ihtiyari-din derslerini koydurduklarindan; Imam-Hatip kurslari-mektep degil, kurs ve Ilâhiyat Fakültesi açmakla övünmüstür! Cumhurbaskani ise, siddet politikasini önleyecegini, anayasada degisiklik yapilacagini va'd etmis, kendisini diktatörlükle suçlayanlara da su cevabi vermistir: "Seçim zamaninda diyar diyar dolasarak kendini vatandaslarina begendirmeye çalisan diktatör isitilmis midir?..

    Ismet Inönü böyle diktatörlük iddiasini reddediyordu ama, Millet Partisi Istanbul listesinin basinda bulunan Maresal Fevzi Çakmak'in seçim arefesindeki vefati (16 Nisan 1950) dolayisiyla takindigi tavir Istanbul'da büyük hâdiselere sebeb olmus, Inönü o devirde bir telefon emriyle önleyebilecegi bu olaylara maalesef seyirci kalmis, bu hareketi de Maresal'la arasindaki ihtilâftan ötürü yapmis, neticede takindigi bu tavir aleyhine olmus, CHP'nin seçimi kaybetmesinde Maresal'in ölümündeki olaylarin tesiri görülmüstür.

    Demokrat Parti ile Millet Partisi'nin seçim öncesi faaliyetleri ise, CHP icraatini tenkit ile geçmis, bilhassa Millet Partili hatiplerin tenkitleri çok sert olmus, bu arada bu hatiplerin Demokrat Parti'yi muvazaa/danisikli dögüs ile ithami kampanya boyunca devam etmisse de beklenen neticeye ulasilamamistir!..

    Ne bekliyorlardi?..

    Ismet Inönü'nün dâmâdi Metin Toker'e göre: "CHP, iktidari muhafaza edecegini saniyordu" Parti'nin mühim adami Faik Ahmed Barutçu ise söyle diyordu: "Ankara'ya gelirken yol üstü illerdeki Valiler ile, parti yetkilileriyle, milletvekili adaylarimizla ve parti müfettislerimizle konustum. Hepsi sonuçtan güven duyuyordu, yüzde altmis oraninin altina inenini görmedim. Yalniz Yozgat Valisi Ihsan Sabri Çaglayangil: "Köylü herkese, her kendine basina vurana va'dediyor, bakalim hangi yana söyledikleri gerçektir ve hangi yani aldatacaktir. Köylü'nün zekâsi isliyor" diyordu.

    Eski Basbakanlardan Sükrü Saraçoglu'na göre, CHP, üçte iki çogunlukla iktidarda kalacaktir! Halkçilarin meshur Cevad Dursunoglu'su "en az üç yüz beklemekte idi!.. Zamanin Basbakani Semseddin Günaltay'la, CHP Genel Baskanvekili Hilmi Uran ise iktidar oylarini aynen muhafaza edeceklerini ve seçimden büyük çogunlukla çikmayi" umuyorlardi. Bâzi CHP'liler meselâ Avni Dogan "tulum" çikaracaklarini söylerler!.. Cumhuriyet gazetesi basyazari Nadir Nadi: "CHP yirmi yedi yildir oturdugu iktidar yerinde rahat rahat kalabilecegine inaniyordu" der. Fahir Giritlioglu ise sunlari yazar. "CHP'liler seçim sonuçlari hakkinda hep hatali tahminde bulundular. Onlar, seçimi büyük ekseriyetle kazanacaklari kanaatinda idiler."

    Nisbi sistemle degilde, ekseriyyet usulü ile yapilan ve bu usulle yapilacak seçimden medet uman CHP'liler umduklarini bulamazlar, bütün yurtta çikarabildikleri milletvekili cem'an yekûn altmis dokuzdur! Demokrat Parti ise 408 milletvekili alir. Millet Partisi'nden de yalniz bir milletvekili, ünlü Osman Bölükbasi kazanir. Bu netice CHP'lileri saskina çevirir, "bir sok tesiri yapar!..

    Faik Ahmed Barutçu hâtiratinda diyor ki: "Ilk düsen Kocaeli listesi oldu. Nihad Erim sarsilmis durumdaydi. Basbakan Semseddin Günaltay atip tutuyordu: "Baslangiçta umutsuz olmak dogru degil" dedigi halde, sonradan kendi kendine dolasmaya ve düsünmeye basladi: "Alti ay sonra biz onlara gösteririz, alti ay oturamazlar" Basbakan bagira bagira konusuyordu. Pasa, (Ismet Inönü): "Biz elli kisi olarak Meclis'e girsek, yine bize koalisyon önerirler (teklif ederler). Kabul etmeyecegiz. Abartmayayim ama, bir yil sonra duruma bütünüyle egemen (hâkim) olacagiz. Bize teslim olacaklardir" diyordu.

    Demokrat Parti Genel Baskani Celâl Bayar, seçimden böylesine bir zaferle çikacaklarini beklemiyordu. Seçim sonrasinda Nazli Ilicak'a: "Iktidari düsünüyorduk, ancak bu kadar büyük bir çogunluk beklemiyorduk. Zaferin böyle büyük olacagini hayal edememistim" demistir.

    14 Mayis 1950 seçimlerinde aydinlatilmamis iki nokta vardir. Bunlardan biri: Ismet Inönü'nün seçim neticesini ögrendiginde Çankaya köskü penceresinden Ankara'ya dogru: "Nankör millet!" diye bagirdigi iddiasidir!.. Bu rivayet bir gazete haberi olarak duyulmus, ancak esasli bir tavzih ve tekzibe ugramamistir.

  5. Alt 09-23-2008, 16:42 #565
    Sarax Mesajlar: 678
    Menderes'in son mektubu


    Yakin tarihimiz, sapka giymedigi iddiasiyla asilan yüzlerce erkek ve bir kadinin yani sira, batili düsünürlerin ifadesiyle "Türkçe ezan" tekrar Arapçaya çevirdigi için asilan basbakan ve bakanlara da sâhit olmustur. Adnan Menderes'in idamindan biraz önce bir asker vasitasiyla gizlice Giyaseddin Emre'ye gönderdigi asagidaki mektup, yakin tarihimizin iç yüzünü ortaya koyan sayisiz belgelerden biridir.

    "Sizlere dargin degilim, sizin ve diger zevatin iplerinin hangi efendiler tarafindan idare edildigini biliyorum. Onlara da dargin degilim. Kellemi onlara götürdügünüzde deyiniz ki, Adnan Menderes, hürriyet ugruna koydugu basini 17 sene evvel almadigimiz için sizlere mütesekkirdir. Idam edilmek için ortada hiçbir sebep yaok. Ölüme karar-i metanetle gittigimi, silahlarin gölgesinde yasayan kahraman efendilerinizce acaba söyleyebilecek misiniz ?


    Sunu da söyleyeyim ki, milletçe kazanilacak hürriyet mücadelesinde sizi ve efendilerinizii yine de 1950'de kurtarabilirdim. Dirimden Korkmayacaktiniz. Ama simdi milletle el ele vererek, Adnan Menderes'in ölümü sizi ebediyete kadar takib edecek ve bir gün sizi silip süpürecektir. Ama buna ragmen merhametim sizlerle beraberdir.



    Mektubun asli

    (Bu sözler, Adnan Menderes tarafindan bir araci ile Giyaseddin Emre'ye ulastirilmistir. Belge tarafimiza Giyaseddin Emre tarafindan verilmistir. Öteki Menderes, s. 75)

    Henna bunu beğendi.
  6. Alt 10-10-2008, 00:34 #566
    el_feta Mesajlar: 1.168
    Zahmet olmuş desem,oradaki zahmet kelimesinin terleyişini görür müsünüz???...
    hay maşallah..ne diyem...
    sağolun...
    he bir de..islam tarihi değil,müslümanların tarihi...
    selam ve dua ile..

    Fani 06 ve Henna bunu beğendiler.
Kullanıcı isminiz: Giriş yapmak için Buraya tıklayın

Bu soru sistemi, zararlı botlara karşı güvenlik için uygulamaya sunulmuştur. Bundan dolayı bu kısımı doldurmak zorunludur.