MUHAKEME.NET FORUMU

MUHAKEME.NET FORUMU (https://www.muhakeme.net/forum/)
-   Islam Tarihi (https://www.muhakeme.net/forum/islam-tarihi/)
-   -   Büyük Islam Tarihi (https://www.muhakeme.net/forum/islam-tarihi/9050-buyuk-islam-tarihi.html)

Sarax 09-15-2008 16:07

OSMANLI ARNAVUTLUK MÜNASEBETLERI

Osmanlilar, Çelebi Sultan Mehmed döneminde 1415 yilinda Arnavutluk'taki Kruya (Akçahisar)'i yeniden ellerine geçirmislerdi. Bir yil sonra da Venedikliler'le çikan anlasmazlik yüzünden Yuvan Kastriota'ya hücum etmislerdi. 1417'de Avlonya'yi da zapt eden Osmanlilar, ilk defa Akdeniz sahillerine çikiyorlardi. Osmanlilar'in, Arnavutluk faaliyetleri daha sonra da devam etmisti. Bu seferler sonunda Gergi Araniti ile Yuvan Kastriota, Osmanli tabiiyetini kabule mecbur olmuslardi. Bunlardan Yuvan Kastriota, aralarinda en küçügü Gergi Kastriota olan dört oglunu rehine olarak Sultan Murad'in yanina göndermek zorunda kalmisti. Gergi, bir iç oglani olarak padisahin hizmetinde Osmanli terbiyesi görerek büyümüs ve Iskender adini almisti.

Arnavutlugun, genellikle güney ve merkez kisimlarinda yeni bir teskilat kuran Osmanlilar, kuzeyde özellikle daglik bölgelerdeki kabilelere dayanan Arnavut beylerini kendilerine tabi birer senyör olarak yerlerinde birakmislardi. Bu Arnavut beyleri içinde en kuvvetli olani Ergiri sancaginin kuzeyindeki bölgeye hâkim olan Yuvan Kastriota idi. O da diger Arnavut beyleri gibi muayyen yillik tahsisat sözünü alinca Venedik tarafina dönmekten ve onlara hizmet etmekten çekinmeyerek 1428'de Venedik himayesine girer. Zaman zaman Venediklilere müracaatla oglu Iskender Bey'in bir Osmanli Beyi sifati ile Venedik arazisine saldirilan olursa kendisini bundan sorumlu tutmamalarini da rica ediyordu. Fakat Selânik'ten sonra Yuvan Ili'ne gelen Osmanli kuvvetleri, ona tekrar boyun egdirdiler. Bu arada Arnavutluk'ta köylerin timar olarak taksimi esnasinda mukavemetler görüldü. Özellikle Ergiri bölgesinde, buranin eski Arnavut senyörleri olan Thopia Zenebissi ile Gergi Araniti tatmin olunmadiklarindan siddetli bir isyan ve ayaklanmaya bas vurdular. Asilere karsi hareket eden Evrenos oglu Ali Bey, bir bogazda pusuya düsürülerek agir kayiplara ugratildi. Osmanlilar, Venedikliler'in bu isyani tahrik ettiklerini düsünüyorlardi. Onun için bu konuda Venedikliler'e ihtarda bulundular. Durumun nezaket kazanmasi üzerine bizzat sefere çikan Sultan Murad, Serez'e giderek harekât sahasina yakin bulunmak istedi. Buradan da Manastir'a gelerek Rumeli Beylerbeyi Sinan Pasa ile Uc Beyleri Turhan ve Ishak Beyleri, yanlarina yeniçeri bölükleri de katarak harekât sahasina gönderdi. Isyan bastirilarak buradaki mahsur Türkler, muhakkak bir katliamdan kurtuldular. Venedik senatosu Osmanlilar'in ihtari üzerine asilere yardim edilmemesi için Arnavutluk'taki makamlara emirler göndermisti. O zaman daglara siginan asi Arnavut senyörleri, Macar Krali ile iliski kurdular. Kral, Balkanlar'da Osmanlilara karsi yeni bir müttefik bulduguna inanarak anlari tesvik etti. Böylece Osmanlilar'i uzun süre mesgul edecek olan Arnavutluk gailesi ortaya çikti. Gerçekten de uzun bir süre geçmeden Izladi savasi sirasinda (Kasim 1443) Osmanli ordusundan kaçacak olan Iskender Bey, Arnavut beylerinin basina geçmek suretiyle mukavemet hareketini organize edip; Kuzey Arnavutluga giden Anayol üzerindeki Kocacik kalesini zapt ederek babasinin topraklarini elde etmeye yönelik faaliyetlere giristi.

Sarax 09-15-2008 16:07

IKINCI MURAD VE HAÇLI ITTIFAKI

Belgrad kusatmasinin basarisiz bir sekilde sonuçlanmasi üzerine baslayan ve maglubiyetlerle geçen buhranli bir kaç yilin verdigi cesaretle Hiristiyanlar, Osmanlilar'i Avrupa'dan atacaklarina iyice kanaat getirmislerdi. Gerçi Osmanlilar, düsmanin gücünden dolayi Belgrad muhasarasini kaldirmis degillerdi. Bunun sebebi, kalenin çok müstahkem olmasi, uzun süren muhasaranin sebep oldugu salgin hastaliklarin verdigi zayiatti.

Hiristiyan dünyasindaki bu anlayis ve sebep oldugu birlesme, Osmanlilar tarafindan ögrenilmisti. Gerçekten 1439 yilinda Floransa konsilinde Bizans Imparatoru VIII. Ioannis Paleologos'un istirakiyle Sark ve Garp kiliseleri arasinda "Union"un imzalanmasi, Osmanli Devleti'nde büyük bir kaygi ile karsilanmisti. Osmanlilar'daki bu kaygiyi ögrenen Ioannis, Sultan Murad'dan çekindigi için ona elçiler gönderip bu konsilin sadece dinî bir sebebe dayandigini, siyasî bir gayesinin bulunmadigini bildirecektir. Bizans tarihçisi Dukas bu olayi söyle nakl eder:

"Imparator, seyahatten avdeti münasebetiyle Murad'a elçiler gönderdi. Padisaha karsi minnettarligi ile hilesiz dostlugunu arzetti. Zira bazi kimseler, Murad'i imparator aleyhine harekete sevk etmek istemisler ve padisaha "imparator, Frengistan'a gittigi vakit Frenklerle ittifak edip Frenk oldu. Bunlar, denizden ve karadan padisah aleyhine yürüyecekler ve Türkleri Garp vilayetlerinden çikaracaklar" demislerdi. Elçiler ise bu hususta Murad'a izahat vererek imparatorun Italya'ya seyahatinin kendisine arz edildigi gibi olmadigini, kendi dinlerinin akidelerinde (inançlarinda) meydana gelen ihtilaflarin halli için gittigini söylediler. Böylece Padisah'in fikrini tashih ettiler." Bununla beraber daha o zaman Floransa'da Osmanlilar aleyhine denizden ve karadan bir Haçli seferi plâni kararlastirilmisti. Imparatorun mabeyincisi J. Torzello, o zaman söyle yazmakta idi: "Rumeli'nin bahis mevzuu durumu göz önüne alinir ve söyledigim gibi haçli askeri gelirse, Allah'in inayetiyle bir ay içinde her sey halledilmis olacaktir. Rumeli zapt olunduktan sonra bir ay içinde de Arz-i Mukaddes ele geçirilecektir." Gerçekten muasir Türk kaynaklari, Gazavat ve Misir sultanina gönderilen Varna fetihnâmesi, Floransa toplantisini buhranin baslangici olarak kabul ederler.

Bilindigi gibi Sultan Ikinci Murad zamani, Osmanli Macar mücadelesinin baslama dönemidir. Gerçi Sirbistan, Osmanlilar tarafindan feth edilinceye kadar Macarlarla bazi çatismalar olmustu. Fakat genelde Macarlar, Osmanli hareketinin kendi hududlarinin çok uzaginda bulunmasindan dolayi bunu pek önemsemiyorlardi. Fakat Sirbistan'in Osmanlilar'a ilhaki ile Osmanlilar ile Macarlar komsu iki devlet haline gelmislerdi. Bu ana kadar Macar hâkimiyetinde bulunan Erdel (Transilvanya) topraklarina yapilan akinlar hariç tutulacak olursa, buraya girilmemisti. Akin hareketlerinde birçok çarpisma olmussa da bunlar, tam anlamiyla bir fetih ve ilhak degil, fethe zemin hazirlayan harplerdi. Halbuki Belgrad zaptina tesebbüs edilmekle Osmanlilar, artik Macar topraklan için de tehlike olmaya baslamislardi. Bu sebeple iki millet arasinda bir mücadele kaçinilmaz oluyordu. Çünkü Osmanlilar "îlay-i kelimetullah" gayesi ile giristikleri hareketlerini daha ileriye götürmek, Macarlar da buna mani olmak gayesini güdüyorlardi.

Macarlar karsisinda, kayda deger ve maglubiyetle biten çarpismalarin ilki, Mezid Bey komutasinda Transilvanya'ya yapilan akin hareketidir.

30 Zilkade 845 (18 Mart 1442)'de Mezid Bey komutasindaki bir akinci kuvveti, Transilvanya'ya girmisti. Bu birlik, mutad akinlarda bulundugu gibi Sent Imre mevkiinde de büyük bir basari elde ederek Hermanstad kalesini kusatma altina almisti. Bu siralarda tarihlerimizde Yanko denilen Jan Hunyad (Hunyadi Yanos), Macarlarin Osmanlilara karsi olan savaslarinda ilk defa ortaya çikar. Jan Hunyad, Simon de Kemeny ile birlikte muhasara altinda bulunan kalenin imdadina yetisir.

Mezid Bey'in, yersiz gururu yüzünden kaybedildigi anlasilan bu savas hakkinda Hammer su ifadeleri kullanmaktadir: "Mezid Bey, daha önceleri kazandigi basari ile gururlandigindan, anlari karsilamaya yürüdü. Mezid Bey, yigitlikleri ile taninmis seçkin sipahilerine Hunyad'in ati ile tasidigi silahlari tarif ederek onlar hakkinda bilgi vermisti. Sipahiler de Hunyad'i ölü veya diri yakalayip getireceklerine söz vermisti. Casuslari vasitasiyle bunu ögrenmis bulunan Hunyad, atini ve silahlarim Simon de Kemeny ile degistirmisti. Simon, degistirilmis bulunan bu kiyafete aldanmis olan Türklerin hücumuna ugradi. Bu karisiklikta Simon de Kemeny en iyi askerlerinden üç bin kisi ile birlikte yok oldu. Fakat Hunyad'in gücü ve Hermanstad muhafizlarinin bir çikisi, savasin öteki tarafça (Macarlar) kazanilmasina sebep oldu."

Gerçekten, kaynaklarin verdigi bilgiye göre muhasarayi kaldiran Mezid Bey, Hunyad'i karsilar. Siddetli çarpismada Hunyad'in arkadasi Simon üç bin kisi ile maktul düser. Böylece Mezid Bey, galip gelmek üzere iken Hermanstad'daki kusatilmis kuvvetin bir çikis yapip harbe istirak etmesiyle iki ates arasinda kalan akincilar, yanlarinda bulunan esirleri birakmak zorunda kaldiklari gibi yirmi bin sehid vererek maglub olurlar. Bu arada Mezid Bey ile oglu da sehid olur. Elde edilen Türk esirleri vahsiyâne bir iskenceye tabi tutularak Öldürülürler. Hiristiyan dünyasinin kendi dininden olmayanlara karsi sergiledikleri bu vahsiyane hareket, kendi eserlerinde söyle nakl edilir:

"Önden ve arkadan hücuma ugrayan Türkler, arkalarinda tasidiklari esirleri düsmana terk ve yirmi bin ölüyü birakarak kaçmaya basladilar. Mezid Bey ile oglu öldüler. Hunyad, düsmanini takipten dönünce, galipler tarafindan getirilmekte olan esirleri kendisi sofrada bulundugu halde vahsiyâne bir eglence olmak üzere gözleri önünde öldürttü. Macarlarin kayiplari sadece üç bin kadardi. Hunyad, daglar üzerinde Türk baslarindan tepeler yaptirarak Kizil kule geçidinden Alpleri geçip Eflâk'a girdi. Tuna'nin iki yakasindaki memleketleri bütünüyle yakip yikti. Dönüsünde, hemsehrileri kendisini vatan kurtarici olarak karsiladilar. Hunyad, askerleri gibi kendisi de kan içici oldugundan Sirp despotu ve Macaristan'in müttefiki Jorj Brankoviç'e ganimet mallari ile savasta almis oldugu silahlar ve baska seylerle dolu bir araba gönderdi ki, bu araba on atla çekilmekte idi. Mezid Bey ile oglunun baslari da, arabanin tepesinde görülmekte idi. Bu dehset verici ganimetlerin ortasina oturtulmus yasli bir Türk, bunlari Brankoviç'e bizzat sunmak zorunda birakilmisti."

Jan Hunyad'in bu galibiyeti, Avrupa'da büyük bir söhret kazanmasina sebep oldu. Bu maglubiyetin acisini çikarmak ve öcünü almak üzere Osmanli Devleti, ayni senenin Eylül ayinda ikinci bir kuvvet sevkine karar verir. Rumeli Beylerbeyi Hadim Sehabeddin Pasa (Kula Sahin) Anadolu ve Rumeli askerleri ile yeniçerilerin de katildigi bir kuvvetle Silistre üzerinden Eflâk'a girer. Kuvvetine magrur olarak ihtiyatsiz hareket eden Pasa, tecrübeli akinci beylerinin tavsiyelerine kulak asmadigindan, Vlad Drakul ile birlikte hareket eden Jan Hunyad tarafindan Vazag mevkiinde büyük bir bozguna ugrar. Kendi hayatini güçlükle kurtarabilen Kula Sahin Pasa, kaçarak Tuna'yi geçer. Ancak onun bu korkakligi kendisinin derhal beylerbeylikten alinmasina ve yerine Kasim Pasa'nin Rumeli beylerbeyi olmasina sebep olur.

Hiristiyan âlemde, büyük bir sevince vesile olan bu iki galibiyet, Türkler aleyhinde bir Haçli ittifakinin meydana gelmesine sebep olmustu. Papa IV. Eugenius tesviki ile Türkler aleyhinde derhal bir ittifak meydana getirilmisti. Bu ittifaka Macarlar'dan baska Leh, Ulah (Eflâk) ve Sirplarla Alman Imparatorlugu dahilindeki milletler, Fransa ve Belçika gönüllüleri yaninda, Anadolu'da Karamanoglu Ibrahim Bey, dahil olmustu. 22 Temmuz 1443'de Macaristan'in merkezi olan Offen (Budin)'den hareketle Semendire yakininda Tuna'yi geçip Sirbistan'a gelen bu orduya bazi Bulgarlar, Bosnalilar ve Arnavudlar da katiliyorlardi. Sultan Murad'a dost görünmesine ragmen Imparator Ioannis de hem Papa'ya hem de Macar kralina elçiler göndermek suretiyle onlari Türkler aleyhine kiskirtiyordu.

Müttefiklerin basinda Polonya ve Macaristan krali Ladislas ile Jan Hunyad bulunuyorlardi. Macarlara iltica etmis olan Sirp despotu Jorj Brankoviç ile Eflâk Beyi Drakul ve Papa'nin vekili Kardinal Jülyen Cezzarini de bu müttefik Haçli ordusunda yer aliyorlardi. Bu ordu, Sirbistan'i istila ile Krusevac (Alacahisar), Sehirköy ve Nis'i tahrib edip atese verir. 1443 Ekim ayinda Osmanli topraklarina giren Haçlilarla ilk muharebe 3 Kasim 1443'te Morava nehri kenarinda ve Nis civarinda olur. Üç kol halinde muharebeye istirak eden Osmanli ordusu, maglub olarak dört bin esir ve iki bin sehid birakir. Bu harpten önce Haçlilarla is birligi yapip onlarin müttefiki durumuna gelen Karamanoglu Ibrahim Bey, Haçlilarla ayni zamanda harekete geçince Sultan Murad Anadolu'ya geçerek Konya taraflarina gitmis, maglub olan Karamanoglu ile bir anlasma yaptiktan sonra derhal Edirne'ye, oradan da Sofya'ya hareket etmisti. Fakat bu sirada Morava savasi haçlilarca kazanildigi için Sultan Murad, Balkanlarin güneyine çekilmek zorunda kalir. Bulgaristan'a giren Haçlilar, Sofya'yi alirlar. Haçlilarla birlikte hareket eden Bulgarlar, onlara hem süvari kuvveti hem de yiyecek tedariki için yardimda bulunurlar. Osmanli tebeasi olan Bulgar halkinin, Haçlilara bu sekilde yardimlari onlarin daha da güçlenmesine sebep olur. Böylece onlar, Meriç vadisine yol veren Balkan geçitlerine dayanirlar. Karaman seferinden yeni dönmüs olan Sultan Murad, bu istilayi Izladi derbendinde güçlükle durdurabildi. Haçlilarin bu cür'etli yürüyüsü, Osmanli Devleti'ni o kadar agir bir buhran içine sürükledi ki, Türklerin pek yakinda Balkanlar'dan tamamiyla atilacagi her tarafta konusulan genel bir kanaat haline gelmisti. Yanko'nun basarilari, Papa IV. Eugènius tarafindan merasimle kutlaniyordu. Gerçekten de Eylül 1444 yilinda Haçli ordusunun bir kere daha Tuna'yi astigi zaman adi geçen Papa, Türklerin artik tamamen Avrupa'dan atilacagindan süphesinin kalmadigini, durumun böyle bir hal almasindan dolayi sevincini belirtecek kelime bulamadigini yazmakta idi. Çagdas Yunan tarihçisi Chalkokondyles de, simdi Balkanlar'da yerlerinden atilmis birçok yerli senyörün atalarinin topraklarini yeniden elde etmek için acele harekete geçtiklerini görüyor ve hatta "müttefiklerden her biri, Rumeli'nin isgalinden sonra ganimetin hangi parçasini alacagini tasarlamakla mesguldu" der.

Biraz önce de görüldügü gibi Haçlilarla Morava, Izladi ve Yalvaç muharebeleri yapilmis olup Osmanli ordusu zor durumda kalmisti. Tam bu siralarda Haçlilarin müttefiki olan Karamanoglu Ibrahim Bey, uygun zamanin geldigini düsünerek ve firsat bu firsattir diyerek Osmanlilar'la yaptigi antlasmayi bozarak 1444 Ilkbaharinda tekrar Osmanli hududunu geçerek büyük ölçüde istila ve tahriplere baslamisti. Böylece Osmanlilar, Rumeli ve Anadolu'da iki ates arasinda kalmislardi.

Sultan Murad, gerek devam eden maglubiyetler, gerek bir önceki Karaman seferine katilan ve harbin kazanilmasinda faal bir rol oynayan Amasya Sancak Beyi büyük oglu Sehzade Alaeddin'in Amasya'ya döndükten kisa bir müddet sonra vefati, gerekse bu yeni Karaman taarruzu yüzünden bir hayli sikintili anlar yasadi. Iste bu yüzden Sultan Murad, baris yapmayi uygun görmüstü.

Bu karari veren Sultan Murad, Jorj Brankoviç vasitasiyle Macaristan kralina müracaat edip baris teklifinde bulunur. Vladislas bu müracaati kabul ederek Edirne'ye bir heyet gönderir. Burada "Edirne-Segedin" diyebilecegimiz bir baris antlasmasi yapilir. 12 Haziran 1444 (25 Safer 848) tarihinde Edirne'de imzalanan bu antlasmaya göre Sirplardan alinan yerler (Semendire, Kolombaç, Krusevaç, Topliçe taraflan, Leskofça ve Zelenigrad) yine Jorj Brankoviç'e birakilacak, Sirbistan'in tekrar kurulmasi ve despotun Osmanlilar'in yaninda bulunan iki oglunun iadeleri kabul ediliyordu. Buna karsilik Sirp despotu da Osmanlilar'a vergi vermeyi kabul ediyordu. Bundan baska Eflâk, Osmanlilar'a vergi vermekle beraber Macarlarin nüfuzu altinda birakilmakta idi. Sultan Murad, muahedeye sadik kalacagina dair Macar elçileri önünde yemin eder. Bu antlasmanin Macar krali Vladislas tarafindan da tasdiki için Macar elçilik heyeti ile birlikte bir Osmanli heyeti de Macaristan'a gidecekti. Muahede geregince despotun Osmanlilar yaninda bulunan iki oglu da serbest birakilacak ve Izladi muharebesinde esir düsen padisahin enistesi Çandarlizâde Mahmud Çelebi de yetmis bin duka altin kurtulus akçesi (fidye-i necat) karsiliginda serbest birakilacakti. Bundan sonra Türkler ve Macarlar birbirlerinin topraklarina tecavüz etmeyip dostça yasayacaklardi.

Sarax 09-15-2008 16:07

BU DIPNOT NEREDE

Edirne'ye gelen Macar heyeti ile birlikte padisahin tasdik ettigi muahedeyi Vladislas'a vermek ve onun tasdik edecegi muahedeyi de alip getirmek üzere Kapicibasi Baltaoglu Süleyman Bey baskanliginda bir Osmanli heyeti Macaristan'a gönderildi. Osmanli mürahhas heyeti önce Jan Hunyad'a müracaat ettiyse de o, bu yanlisligi düzelterek, heyeti Segedin'de bulunan milli meclise gönderdi. Yüz atli maiyetiyle hareket eden heyet, Segedin'e varir. Segedin'deki havaya göre antlasmanin imzalanip imzalanmamasi hususunda iki farkli görüs bulunuyordu. Papa ile Bizans Imparatoru muahedenin imzalanmamasi taraftari idiler. Buna karsilik Edirne muahedesiyle memleketini kurtarmis olan Sirp despotu, muharebenin devaminda bir fayda görmeyecegini ve belki de zarar görecegini düsünerek sulhun akdini istedigi gibi Jan Hunyad da muahedenin muvakkat bir zaman için kabul edilmesinde israr ediyordu. Nihayet kral, bunlarin görüsünü kabul ederek 12 Temmuz 1444'de Segedin'de muahedeyi imzalayarak Türk heyetine verir. Kral, barisi bozmayacagina dair kutsal kitaplarina el basarak Osmanli heyeti önünde yemin eder. On yili kapsayan muahede iki dilde yazilip teati edildi.

Sarax 09-15-2008 16:08

KARAMAN SEFERI

Haçlilarin, Balkanlari astigi ve Osmanlilar'in Rumeli'ni kayb etme tehlikesi ile karsi karsiya kaldigi bir dönemde, Karamanoglu Ibrahim Bey, daha önce imzaladigi muahedeyi bozarak 1444 Ilkbaharinda Osmanli hududunu geçerek daha genis ölçüde istila ve tâhriplerde bulunmustu. Bu yüzden Anadolu ve Rumeli'nde Osmanlilar iki ates arasinda kalmislardi.

Karamanoglu'nun, Haçlilarla birlesip Osmanli'yi arkadan vurmasi, Islâm dünyasinda büyük bir tepkiye sebep oldu. Devrin din bilginleri onu müskil durumda birakan vaazlara basladilar.

Karamanoglu'nun aleyhinde baslayan bu cereyan üzerine Sultan Murad, Amasya'nin Hanefî ulemasindan Abdurrahman el-Muslihî tarafindan yazdmis bir mektupla, Islâm dünyasinin ulemasina müracaat ederek, bir din düsmaninin taarruzunu def etmek için ugrasan bir Islâm hükümdarinin mülküne, baska bir Islâm hükümdarinin taarruzuyla tahribat ve katl yapmasinin müslümanlikla ne derece telif edilecegi hakkinda dört mezheb ulemasindan fetva istemisti. Böylece Sultan Murad'in kendisi, Haçlilarla ugrasirken, Karamanoglu'nun, kendi ülkesini tahrib edip Haçlilara yardim etmesine karsilik onun üzerine yürümek için dinî bir destek aradigi anlasilmaktadir. Murad Bey'in bu hakli müracaati üzerine, devrin âlimlerinden Safiî Kadi'l-Kudat'i Seyhülislâm Sihabu'd-Din Ahmed Ibn Hacer el-Askalanî (öl. 1449), Hanefî Kadi'l-Kudat'i Seyhülislâm Saadeddin Deyrî (öl. 1462) ile Abdusselam el-Bagdadî, Malikî âlimlerinden Kadi'l-Kudat Seyhülislâm Bedreddin et-Tenesî (öl. 1449), ve Hanbelî âlimlerinden Seyhülislâm Bedreddin el-Bagdadî (öl. 1453), Karamanoglu üzerine yapilacak bir seferin mesru olacagina dair fetva verdiler. Hatta Ibn Hacer el-Askalanî, verdigi fetvada, Karamanoglu'na karsi mukateleye gücü yetenlerin onunla savasmalarinin vâcib oldugunu belirterek kaninin helâl oldugunu beyan ediyordu. Saadeddin Deyrî ise kaleme aldigi fetvasinda Karamanoglu'nun yapmis oldugu fenaliklardan dolayi tevbe edip Hakk'a rücu' etmesini, bunun gerçeklesmesi için de Frenklerle savasan Osmanoglu'na askerleri ile yardim etmesini tavsiye ediyor, aksi takdirde dünyada ve ahirette rezil olup hüsran içinde kalacagini belirtiyordu. Keza Bedreddin el-Bagdadî el-Hanbelî ve Bedreddin et-Tenesî de Ibrahim Bey'in katlinin lâzim geldigine fetva vermislerdi. Amasya kadisi Abdurrahman el-Muslihî de bu fetvalara yaptigi bir serhle fetva sahiplerinin görüsüne istirak ediyordu.

Ibrahim Bey'in, Frenklerle birlikte hareket etmesini Müslümanlikla bagdastiramayan Sultan Murad, Islâm dünyasinin taninmis âlimlerinden alinan bu fetvalar üzerine harekete geçer. Sultan Murad, oglu ve Manisa sancakbeyi Mehmed'i yerine vekil birakarak Edirne'den ayrilir. Henüz tam anlamiyla istikrara kavusmamis Rumeli'nin tehlikeli durumunu da göz önünde bulundurarak yaninda bes alti bini açmayan Kapikulu askeri oldugu halde 12 Temmuz'da Çanakkale Bogazi'ni geçip Anadolu askeri ile birlestikten sonra Karamanlilar'a karsi büyük ve müthis bir intikam seferine girisir.

Osmanlilarin giristikleri bu intikam seferi karsisinda panik içinde Taseli'ne kaçabilen Ibrahim Bey, esi olan padisahin kiz kardesi ile veziri Server (Sürur) Aga'yi Yenisehir'de bulunan Murad Bey'e gönderip pek çok taviz karsiligi barisa razi olacagini bildirir. Elçiler, padisaha çok yalvarirlar. Bunlar, Ibrahim Bey'in ilk tecavüzünde herhangi bir müdahalesinin bulunmadigini, son defaki tecavüzü de Turgutogullari'nin tahriki ile oldugunu beyan ederek ycniden barisin saglanmasina muvaffak olurlar. Murad Bey, kizkardesinin ve bütün suçu Turgutogullari'na yükleyen Server Aga'nin israrlari üzerine ileri sürecegi sartlari yerine getirmesi sartiyle Karamanoglu ile anlasmayi kabul eder. Çok zor durumda kalan Ibrahim Bey, Murad Bey'le yeminle teyid ettigi bir "sevgendnâme" (yeminlesme) akdederek ileri sürülen agir sartlari kabul etmek zorunda kalir. Türkçe olarak kaleme alinan bu sevgendnâmeye göre Ibrahim Bey, Osmanlilar'a karsi düsmanca hareketlerde bulunmayacagini Kur'an-i Kerim üzerine yemin etmek suretiyle belirtiyor, Murad Bey ile oglu Mehmed Çelebi'nin düsmanlarina düsman, dostlarina da dost olmayi kabul ederek savas sirasinda da oglu emrinde yardimci kuvvetler göndermeyi taahhud ediyordu.

Bu anlasmadan anlasilacagi üzere, Islâm dünyasinin efkâr-i umumiyesi karsisinda suçlu duruma düsen ve bundan endise duyan Ibrahim Bey, Osmanlilar'in Rumeli'deki mukadderatini tayin edecek olan Varna savasi sirasinda Osinanlilar'a zorluk çikarmadigi gibi Ikinci Kosova savasina da oglunun komutasinda yardimci kuvvetler göndermek suretiyle Osmanlilar'in, dolayisiyle Islâm âleminin dikkatlerini üzerine çekti. Buna paralel olarak Hiristiyanlar üzerine yapacagi bir seferin daha önceki fena intibai silecegini hesaplayarak henüz Kibrislilar elinde olup büyük babasi Alaeddin Ali Bey'in 1367 yilinda fethine tesebbüs ettigi Gorigos kalesini (Kiz kalesi) zapt eder.

Daha önce de görüldügü gibi II. Murad, Karamanoglu üzerine gitmeden önce oglu Manisa sancakbeyi Mehmed'i Edirne'ye getirtmis ve Karaman seferi esnasinda da onu yerine vekil olarak birakmisti. Sultan Murad, Karamanoglu ile yaptigi anlasmadan sonra Agustos baçlarinda Yeniçehir'den Mihaliç ovasina gelmiçti. Buradan kapikulu askerleri ve beyleri önünde henüz 12 yasinda genç bir sehzade olan oglu Mehmed lehine tahttan feragat eder. Böylece kendisi Bursa'da rahat ve huzurlu bir sekilde ahiret içleri ile mesgul olup ibadet edebilecekti. Sultan Murad'in tahtini bir çocuga terk edis hadisesini mücerred ve sahsî bir heves veya hevessizlik olarak degil, hükümdarin böyle bir karara gidecek kadar asil ve feragatli bir ruh haletine sahip oldugunu görmck lazimdir. Bu tahttan uzaklasma keyfiyeti belki de Sultan II. Murad'in, devrine kazandirmis oldugu muvaffakiyetlerin anahtaridir. Zira tahti, sahsî bir ikbal ve devlet ihtirasi adina degil, kütle menfaati namina üstüne almis olmanin en kesin ve açik delilidir.

Solakzâde, Sultan Murad'in çok çalismak suretiyle Osmanli memleketinde güven ve emniyet temin ettigini, içleri yoluna koydugunu belirttikten sonra söyle der: "Saltanat içlerinden feragat buyurup, bundan sonra halvette ve uzlette oturmayi arzu eyledi. Saltanat tantanasini, miskinlik sermayesine tebdil etmekle sonsuz ugurlar bulmayi ummakta idiler.” Sultan Murad, bu karekter ve yaratilista olan bir kimse idi. Fakat ne yazik ki bu arzusu, gerçeklesmeyecekti. Çünkü henüz 12 yasinda olan bir çocugun baçinda bulundugu devlet, kolay yutulabilir bir lokma idi. Bu sebeple Hiristiyanlar, on yillik bir muahede yapmis olmalarina ragmen bu antlasma on gün bile sürmeyecektir.

Sarax 09-15-2008 16:08

VARNA SAVASI

Kutsal kitaplari olan Incil üzerine yemin etseler bile kendilerine göre "dinsiz olan Müslümanlar" söz konusu olunca bu yeminin geçerli sayilmayacagi anlayisini gelenek haline getiren Hiristiyanlar, Varna Savasi ile bu geleneklerini devam ettirmis görünmektedirler. Zira Osmanlilar ile Hiristiyan müttefikler arasinda imzalanan baris antlasmasi, daha mürekkebi kurumadan bu müttefikler tarafindan bozulmustu.

Sultan Ikinci Murad ile Macaristan ve Lehistan Krali Vladislas arasinda 10 yil için yapilan mütareke, alti hafta geçmeden bozuldu. Incil üzerine yapilan yeminden henüz 10 gün geçmemisti ki, Papa'nin vekili Kardinal Julien Sezarini, kral ile krallik meclisi üyelerine, Osmanlilarla imzalanmis olan antlasmanin bozulmasi ve Eylül'ün ilk günü Orsova'nin kusatilmasi için ekanim-i selâse (Teslis, üçlü ilâh sistemi) ve Hz. Meryem ile azizlerden Etyen ve Ladislas üzerine yemin ettirir.

Hiristiyan dünyasini böyle bir antlasmayi bozmaya yönelten firsat, Sultan Murad gibi tecrübeli bir hükümdarin hükümdarliktan çekilerek, devletin basina çocuk yasta bir kimsenin getirilmesi idi. Bu saltanat degisikligi, Türklerin, Balkanlar'dan atilmasi için uygun ve kaçirilmaz bir firsatti. Bu firsatin degerlendirilmesi gerekiyordu. Bunun için de, yapilan yeminin hiç bir mânâ ifade etmeyecegi, bizzat din adamlari tarafindan belirtilmeliydi. Nitekim bu da yapildi. Bu arada Karamanoglu Ibrahim Bey fiilen bir sey yapamiyorsa da vaziyetin müsaid oldugunu müttefiklere bildirmesi, Bizans Imparatorunun Papa'yi tesvik etmesi ve sarayinda bulunan Osmanli hanedanina mensup sehzade Orhan'i (Çelebi Sultan Mehmed'in oglu) Çatalca taraflarina salivererek saltanat iddiasiyla onu ortaya çikarmasi, durumu nazik bir safhaya sokmustu. Çünkü Osmanli yönetimi böyle bir sey beklemiyordu. Zira yapilan antlasma, bagli kalinmasi gereken bir yemindi. Kime karsi ve hangi sartlarla olursa olsun bozulmamasi gerekirdi. Fakat Haçli ordusu yeminine bagli kalmadigi için böyle bir savas vuku bulmustu. Dukas'in ifadesine göre antlasmanin bozulmasini anlamakta güçlük çeken Sultan Murad, Hammer'in de belirttigi gibi, savas esnasinda "düsmanlarin hainliklerini kendi askerlerine göstermek istiyormus ve yemininden dönenleri cezalandiran Cenâb-i Hakk'in, himayesini bekliyormus gibi, Hiristiyanlarin bozmus olduklari antlasmayi, hendegin kenarina dikilen bir mizragin ucuna astirmisti."

Türkleri bütünüyle Balkanlar'dan uzaklastirmak için gereken tedbirlere bas vuran Papa, Anadolu'daki Türklerin Rumeli'ye geçmelerini önlemek için Çanakkale Bogazini kapatmak üzere Kardinal Françesco Gondolmieri komutasindaki donanmadan da uygun mektuplar aliyordu. Bu da savasin yeniden baslamasi için bir firsatti.

Papanin, donanma komutani olan Kardinal Françesco Gondolmieri, Anadolu'dan Rumeli'ye kuvvet geçirilmeyecegini temin ediyordu. Bu vaziyet karsisinda artik Türklerin isi bitiriliyor ve Balkanlardan çikarilacaklarina kesin gözle bakiliyordu. Haçlilarin, basarili komutani Jan Hunyad'm, Türklerden alinacak Bulgaristan'a kral olacagi da vaad ediliyordu. Böylece, baslangiçta antlasmayi bozmanin ve yeniden Osmanlilarla bir harbe girmenin taraftan olmayan Jan Hunyad, fikrinden caydirilmis oluyordu.

Edime-Segedin muahedesinin bozulmasi üzerine, Macar, Bohemya, Eflâk, Hirvat, Polonya ve Alman milletleri ile Papa taraftarlari da dahil olmak üzere büyük bir ittifak kurulmustu. Gizlice donanma vermek suretiyle Venedikliler de bu ittifaka dahil olmuslardi. Osmanlilar'in üst üste maglubiyetleri, Venedikliler'i parsayi toplamak ümidine kaptirmisti. Sayet Osmanlilar maglub olurlarsa ki buna kesin gözü ile bakiliyordu Gelibolu, Selânik ve Karadeniz sahilindeki bazi yerler, bunlara verilecekti. Bununla beraber Venedikliler, Papa'ya verdikleri gemilerine kendi bayraklarini degil, Papalik ve Burgondiya bayraklarini çekmislerdi. Böylece güya Osmanlilar'a karsi tarafsiz kaldiklarini göstereceklerdi. Osmanlilar'a vergi veren Raguza (Dubrovnik) Cumhuriyeti de Macarlarla birlikte hareket ederek harbin sonundaki taksimde Avlonya ile Kanina'yi almak istiyordu. Bizans Imparatoru, müttefiklerin galibiyetinden istifade edecegini ümid etmekle beraber, Osmanlilar'dan çekindigi için sureta pek istekli görünmüyordu. Bununla beraber Imparator VIII. Ioannis, Macar Krali ve diger hiristiyanlara bas vurup Karamanoglu'nun isyanindan dolayi müttefiklerin acele sefere çikmalarini istemisti. Bu siralarda akd edilen Edirne muahedesi üzerine, 30 Temmuz 1444 tarihli ikinci bir mektupla Türklerin çok zor durumda olduklarini bildirerek bir an önce harbe baslanmasini israrla tavsiye ediyordu. Bu hareketi ile harbe girmeden ve burnu kanamadan bir hisse almak istiyordu.

Muahedenin bozulmasindan sonra derhal taarruza geçilmedi. Böylece bir açikgözlük veya hile daha yapiliyordu. Zira, muahedenin bozulmus oldugundan haberi olmayan Osmanlilar'in, antlasma geregince Sirplara terk edecekleri yerlerin verilmesi bekleniyordu. Gerçekten de muahedeye bagli olan Osmanlilar, antlasma geregi Sirplardan aldiklari yerleri geri verdiler. Ancak bundan sonra Eylül ayinda Birlesik Haçli ordusunun taarruzu baslayacakti. Müttefikler, baslarinda Kral Vladislas oldugu halde harbe girmeyen Sirp despotunun (muahededeki yeminini bozmayacagini söyleyen Sirp despotu, Osmanli Devleti'ni de durumdan haberdar etmisti) topraklarina girmeyerek Orsova'dan Tuna nehrine geçip Vidin'e gelirler. Burayi yaktiktan sonra Nigbolu'da Eflâk voyvodasi Vlad Drakul'un kuvvetleri ile birleserek Tuna boyunca yürüyüp Sumnu'ya ulasirlar. Geçtikleri yerlerde müdafaasiz köyleri ve hatta kiliseleri yagmalayarak Sumnu'yu aldiktan sonra Pravadi yolu ile Vama önünde belirdiler. Osmanlilarin, Tuna nehrinde isletilmek üzere Kamçik nehri agzinda yaptiklari yirmi sekiz nehir gemisi de, bu kuvvetler tarafindan yakilir.

18-22 Eylül'de Tuna'yi asip Varna yakinlarina gelen bu güçlü ordunun meydana geçirecegi tehlikeden endiseye düsen Osmanli devlet ricali, durumun vahemetini kavradiklarindan basta vezir-i a'zam Çandarli Halil Pasa olmak üzere diger devlet adamlarinin telkini ile II. Mehmed, babasini baskomutan olmak üzere Edirne'ye davet eder. Cebe Ali (Veya Kassaboglu Mahmud Bey), tehlikenin büyüklügünü anlatmak üzere Sultan Murad'a gönderilir. Cebe Ali'nin tesirli konusmasi üzerine Murad Bey, yaninda kirk bin Anadolu askeri ile Edirne'ye dogru yola çikar. Bu esnada Çanakkale Bogazi Haçli donanmasi tarafindan tutuldugu için oradan Rumeli'ye geçme imkâni bulamaz. Sultan Murad, düsmani sasirtmak için küçük bir kuvvet gönderip kendisi sür'atle Istanbul Bogazina gelip Güzelcehisar (Anadolu Hisari)'dan Rumeli'ye geçer. Koordineli bir sekilde hareket eden Osmanli birliklerinden biri bogazin Anadolu tarafina geldigi zaman Veziri A'zam Halil Pasa komutasindaki bir diger birlik, toplarla Anadolu Hisari'nin karsisina gelip geçis için gerekli emniyet tedbirleri almisti. Her bir nefer için bir duka altin verilmek suretiyle Ceneviz gemileri ile karsi sahile geçen Osmanli ordusunun geçis haberi, düsman birlikleri arasinda telasa sebep olur. Sultan Murad'in, bogaz geçisini engellemek isteyen iki Bizans gemisinden biri, topla batirilirken digeri yarali olarak kaçip kurtulur.

Sür'atle Edirne'ye gelen Murad, oglu Mehmed ve vezir-i a'zami orada birakarak ordu komutani sifatiyla Varna önlerine gelmis olan Haçlilar üzerine gider.

Murad Bey, Varna önlerine geldigi sirada düsmanin ileri hareketini yakindan takib eden Rumeli Beylerbeyi Sehabeddin Pasa, esas orduya katilir. Harp düzenine göre Osmanli ordusunun sag kolunda Anadolu Beylerbeyi Karaca, sol kolunda da Rumeli Beylerbeyi Hadim Sehabeddin Pasalar (bazi kayitlarda sol kolunda Turahan Bey bulunmustur) bulunuyorlardi. Merkezde de bas komutan olarak II. Murad vardi. Daha önce de temas edildigi gibi merkez cephesinin önüne bir mizrak ucuna takilmis olarak Segedin muahedenhamesi dikilmisti. Ordunun gerisi tahkim edilmediginden sarilma tehlikesi vardi. Merkezde yeniçerilerin önünde kaziklarla korunmus bir hendek bulunuyordu.

Müttefiklerin, Ulahlar ve bes bölük Macar'dan meydana gelen sol kanadi, Varna batakliklari ile muhafaza altina alinmisti. Sag kol ise açik ovaya ve sehre dogru düsmüstü. Burasi açik ve tehdide mamz oldugundan Macar kuvvetleri tamamen burada toplanmislardi. Siyah bayraklari altinda Kardinal Jülyen Sezarini komutasindaki kuvvetler bu kolda idiler. Kral Vladislas, merkezde Sen Jorj sancagi altinda bulunup elli süvari ile koruma altina alinmisti. Baskomutan Hunyad ise hemen hemen her tarafta görülüyordu.

Her iki tarafin sahip oldugu insan gücü, kesin olarak belli degilse de düsman kuvvetlerinin Türk kuvvetlerinden daha fazla oldugu bir gerçektir. 28 Receb 848 (10 Kasim 1444) Sen Marten yortusuna tesadüf eden Sali günü baslayan Varna Savasi, Haçlilarca ugurlu sayilan bir günde oldugu için sevince sebep olmustu. Bununla beraber, Hiristiyanlari büyük bir korkuya sevk eden bir hadisenin de cereyan ettigini belirtmek gerekir. O anda patlak veren siddetli bir kasirga, kralinki hariç olmak üzere Haçli ordusundaki bütün bayraklari savurup atmisti.

Muharebe baslar baslamaz Jan Hunyad, Osmanli ordusunun Karacabey komutasindaki sag koluna hücum ederek püskürtür. Sol kola yüklenen Eflâk kuvvetleri ise bu kolu bozguna ugratirlar. Hatta yandan padisahin bulundugu ordu merkezine dogru yürüdülerse de sonradan püskürtülürler. Ordunun gensinin iyice tahkim edilmemesinden dolayi (burada agirliklar ve develer bulunuyordu) bu kisim da tehdid altinda idi. Sag ve sol kollar dagilmis olduklarindan ordu merkezinde yalniz hükümdar, maiyeti ve kapikulu askerleri kalmisti. Fakat Sultan Murad telas göstermeyerek yerinde duruyor ve komutayi birakmiyordu.

Osmanli ordusunun sag ve sol kanatlarinin bozuldugunu gören Macaristan krali Ladislas, kendini tutamayarak heyecana kapilir ve Polonya kuvvetleri ile birlikte Osmanli ordusu merkezine ve padisahin üzerine hücum ederek sancaklarin bulundugu yere kadar gelir. Hükümdarlarinin büyük bir tehlikeye maruz kalacagini gören yeniçeriler, büyük bir gayretle savasip merkezden içeriye giren düsman kuvvetlerini çevirirler. Tam bu esnada Timurtas adli bir yeniçeri, kralin atinin ayagina bir balta vurarak onu ati ile birlikte yere düsürür. Kralin düstügünü gören Koca Hizir adinda bir yayabasi (Yeniçeri bölük komutani), hemen kosup kralin basini keser. Kesilen basi bir mizragin ucuna takip yüksek sesle baginp kralin öldügünü söyleyince Polonya kuvvetleri dagilip kaçmaya baglarlar. Büyük bir kismi da kaçamayarak öldürülür. Bu sirada Osmanlilar'in sol kolunu çevirmekte olan Jan Hunyad, sür'atle yetiserek vaziyeti düzeltmeye çalisip, "biz, kral için degil, dinimiz için vurusmaya geldik" dediyse de basarili olamaz. Kralin öldügünü duyan Osmanli birliklerinin daha bir azimle geri döndüklerini görünce toplayabildigi kadar askeri ile kaçmaya baçlar.

Varna muharebesinde Anadolu Beylerbeyi Karaca Pasa ile Kara Timurtas Pasa'nin torunu Umur Bey'in oglu Osman Bey sehid olmuslardi. Düsman ordusunda ise Kral Ladislas ve muahedenin bozulmasinda birinci derecede rol oynayan Kardinal Julyen Sezarini ölmüslerdi. Bazi kaynaklarda (Sahavî, et-Tibru'l-Mesbûk fî Zeyli's-Süluk, Ayasafya Ktb., nr. 3113, s. 191) Osmanlilarin bu savasta on bin kadar sehid verdikleri belirtilmektedir. Düsmanin telefati ise bundan daha fazla idi.

Sultan Murad, kazandigi bu önemli zaferden sonra, güvendigi adamlarindan biri olan Azeb Bey'le savas alanini gezip düsman ölülerini görünce:

— Sasilacak sey degil mi? Bütün bu delikanlilar arasinda bir tane ihtiyar yok, der. Bu söz üzerine Azeb Bey ona su cevabi verir:

— Eger aralarinda yaslica bir kimse olsaydi, böyle delice bir harekette bulunmazlardi."

Osmanlilar, bu savaçta külliyetli miktarda savas ganimeti elde ettiler. Degerli esya ile dolu ikiyüz elli araba, galip gelen Osmanlilar'in eline geçmisti. Bu da gerçekten büyük bir ganimet idi.

Müslümanlarin, Avrupa'daki varliklarinin devam edip etmemesi bakimindan bir dönüm noktasi olan Varna savasindan sonra, zaferi müjdelemek üzere belli basli sehirlerin kadilarina ve Islâm hükümdarlarina fetihnâmeler gönderildi. Sultan Murad, bu savasta esir alinan düsman askerlerinden bir kismini ve nasil demirden adamlari yendigini daha iyi anlatabilmek için Macar asilzâdelerinin giydigi zirhlarla donatilmis yirmi bes esiri, Misir Sultani Melik Zahir Çakmak'a gönderdi.

II. Murad, bozulmasin diye bal içinde muhafaza edilen kralin basini zaferinin bir nisanesi olarak Bursa valisi Cebe Ali'ye göndermisti. Bursa halki, kalabalik bir topluluk halinde bu zafer nisanesini karsilamaya çikar. Nilüfer suyunda yikanan bu bas, bir mizrak ucunda sokaklarda dolastirildi. Böylece, daha önceki savaslarda meydana gelen maglubiyetler yüzünden moralleri bozulmus olan halka moral verilmeye çalisilir.

Murad Bey, savasi müteakip Edirne'ye dönünce vezirlerinin de istegi üzerine bir müddet daha orada kalir. Zira tehlike henüz tam anlamiyla ortadan kalkmis degildi. Bir müddet sonra tehlikenin tamamen kalktigini gören Murad Bey, oglunun mevkiini sarsmamak için, yaninda Sarabdar Hamza Bey ile Iskender Pasa oldugu halde Manisa'ya çekilir. Manisa'daki ikameti müddetince kendisine Saruhan, Aydin ve Mentese sancaklarinin geliri tahsis olunur. Âdeta, tahttan ikinci bir feragat anlamina gelebilecek bu fedakârliga ragmen Murad Bey'in, Varna galibi olarak büyük bir söhret kazandigi anlasilmaktadir.

Sarax 09-15-2008 16:08

II. MURAD'IN TEKRAR TAHTA GEÇISI

Murad Bey'in, Manisa'ya çekilmesinden sonra, devamli surette onu padisah olarak kabul edip buna göre muamele eden Çandarli Halil Pasa ile, genç padisahin etrafinda toplanan rakipleri ikinci vezir ve Rumeli Beylerbeyi Hadim Sehabeddin, genç padisahin lalasi Zaganos ve vezir Saruca Pasa'lar arasinda bir iktidar mücadelesi baslar. Bu arada, genç padisahi yeni fetihler için tesvik eden Sehabedin ve Zaganos Pasa'lar, onu devletin siyasetine hakim tek hükümdar olarak görmek istiyorlardi. Bu durumdan haberdar olan ve kendilerini tehlikede gören Karamanoglu ile Kastamonu hâkimi, Murad Bey'e bas vurarak vaziyeti anlatmak zorunda kalmislardi. Sonradan bunlara Bizans Imparatoru ve Despot da katilacaklardir, Murad Bey, bu bas vurular üzerine küçük sultan ile, onu bu siyasete iten vezirleri siddetle ikaz etmis olmasina ragmen, oglunun gerçek bir padisah gibi hareket etmesinden dolayi da içten içe sevinmisti. Bundan sonra Çandarli Halil Pasa'nin hazirlayacagi uygun vasati beklemeye baslar. Nitekim çok geçmeden yeniçeriler 1446'da Sehabeddin Pasa'nin aleyhine olmak üzere isyan ederler. Halkin da destegi ile güçlükle bastinlari bu isyan üzerine, devletin iç ve dis emniyeti için Murad Bey'in tekrar Edirne'ye gelip is basina geçmesi gerekiyordu. Halil Pasa'nin gizli daveti ile Murad Bey, 5 Mayis 1446'da Rumeli'ye gitmek üzere 4000 kisilik bir kuvvetle Manisa'dan yola çikar. Fakat sonradan fikrini degistirerek Bursa'ya gider. Ama Mora'da despot Konstantin'in tasarrufunun devam ettigi bir sirada Halil Pasa, Ishak Bey ve Anadolu Beylerbeyi Özgüroglu Isa Bey, onu tekrar Edirne'ye davet ederler. Bunun üzerine Murad Bey, Agustos sonlarinda, oglunun haberi olmadan Edirne'ye gelir. Ertesi gün Halil Pasa, Ishak Bey, Isa Bey ve diger beyler aralarinda anlasip genç padisaha nezaketen tahtini babasi lehine terk etmesini, fakat onun bunu kabul etmeyecegini söyleyerek bir emrivaki yaparlar. Murad Bey, yapilan teklifi kabul ederek tahta geçer. Tursun Bey, Sultan Mehmed'in babasina olan saygisindan dolayi tahtini gönül rizasi ile teslim ettigini söyleyerek söyle der: "Amma çün atasina nisbet-i kemâl-i inkiyadi var idi, hüsn-i riza ile atasin getürdi, saltanatin teslim etti." O anda da orada hazir bulunan herkes kendisine bey'at etti. Mehmed, veliahd olarak Zaganos ve Nisanci Ibrahim Bey'le birlikte Manisa'ya gönderi

Sarax 09-15-2008 16:09

BALKANLAR'DA HAKIMIYET VE MORA SEFERI

Yildirim Bâyezid zamaninda Osmanli nüfuzu altina girmis olan Mora, Ankara Muharebesi'nden sonra baglantidan kurtulmustu. Mora'nin büyük bir kismi Bizans'a aitti. Eskiden beri imparatorun oglu veya kardesleri bu yarimadada "Despot" adi ile müstakil birer hükümdar gibi hüküm sürerlerdi. Mora Despotu olan Konstantin (1448'den itibaren Bizans Imparatoru), Segedin muahedesini kabul etmek zorunda kalan Sultan Murad'in, hükümdarliktan çekilmesi üzerine durumu kendi lehine müsait görerek Teb, Beotya ve Pindos taraflarini ele geçirerek Mora'nin müdafaasi için faaliyetlere girismisti. O, bununla da yetinmeyerek Osmanli taraftan olan Atina prensi II. Nerio Acciajoli'yi de kendisiyle birlesmeye zorlamisti. Kuzeyden gelebilecek bir Osmanli hücumuna karsi, Gördes ile Korent denilen ve karadan Mora'nin kapisi durumunda bulunan dar geçidi (berzah) saglamlastirmisti. Böylece Mora, Osmanlilara karsi yeniden tahkim edilmis oluyordu. Mora seferinin sebebi de Padisahin bu tahkimattan süphelenmesi idi. Osmanlilarin, nüfuzlari altindaki Mora'dan vaz geçmeleri mümkün degildi. Çünkü Yunanistan fütuhatinin tamamlanmasi, Mora'ya hâkim olmakla mümkündü. Öyle anlasiliyor ki Osmanlilar'in güttükleri siyasî hedef, Tuna'nin güneyinde, kendi yönetimlerinde olmayan bir toprak parçasi birakmamakti.

Daha önce de temas edildigi gibi Varna savasindan önce Papa donanmasinin Çanakkale Bogazini kapatmasi ve Macaristan Krali'nin Varna'ya kadar gelmesi, bütün Hiristiyan dünyasina oldugu gibi Kostantin'e de cesaret vermisti. O da digerleri gibi Osmanlilar'in Varna'da tamamen perisan olacaklarini ve artik Balkanlari tamamiyle terk edeceklerine inaniyordu. Bu yüzden de Osmanlilar'a ait bazi yerleri almisti. Sultan Murad, Varna zaferini kazandiktan sonra, Kostantin'in isgal ettigi yerleri geri vermesini istemis ise de uygun bir cevap alamamisti. Bu yüzden Mora'nin tekrar nüfuz altina alinmasi gerekiyordu.

Sultan Murad, Mora seferinden önce bölgeyi ve insanlarini taniyan akinci komutanlarindan Pasa Yigitoglu Gazi Turahan Bey'den buranin askerî, siyasî ve etnografik durumu hakkinda tafsilatli bilgi alir. Sultan Murad, gereken bilgiyi aldiktan sonra Turahan Bey'in akinci kuvvetlerini Mora'nin fethi ile görevlendirir. Korent kalelerini elde edebilmek için çok miktarda top mermisine (gülle) ihtiyaç vardi. Bes kaleyi birden vurabilmek için develerle buraya bakir nakl edilerek toplar dökülür. Serez'de toplanan Osmanli kuvvetleri, süratli bir yürüyüsle 8 Ramazan 850 (27 Kasim 1446)'da Korent (Korintos) berzahini kapayan Hexamilion (Kesmehisar) surlari önüne gelirler. Top atesiyle baslayan savasa bizzat Sultan Murad da katilir. Onun basinda bulundugu asil ordunun gayreti ile kale Aralik ayinin onunda zapt edilir. Osmanlilar'daki topçulugun ilerlemesi sayesinde on üç günde surlar delinmis ve Osmanli ordusu bu deliklerden içeri girip kaleyi zapt etmisti. Korent'in düsmesi ile Mora'nin kapilari yeniden Türklere açilmis oldu. Osmanlilar'ca Balyabadra adi verilen Mora'nin merkezi ve en büyük sehri Petras, tekrar feth edildi. Mora'nin kapisi olan bu yerler alininca bir koldan Padisah, diger koldan da Turahan harekete geçerler. Bunun üzerine Despot Konstantin, tarihçi Halkondilas'i elçi olarak Sultan Murad'a gönderir. Elçi, haber iletmesin diye baslangiçta tevkif edildiyse de sonunda serbest birakilir. Konstantin de senede belli bir miktar vergi vermeyi kabul eder. Ayrica Korent berzahi (geçit) kendisine yiktirilir. Sonuç olarak Osmanlilar'a karsi tecavüzlerde bulunan Despot Konstantin ile kardesi Thomas, tekrar Osmanli tabiiyetini tanimak zorunda kalirlar. Bu basaridan sonra Edirne'ye dönen Sultan Murad, buradan getirdigi esirleri Anadolu'ya nakl ettirip, oradan da bu bölgeye Müslüman Türkleri getirtmek suretiyle nüfus mübadelesi yapmisti.

Eflâk Voyvodasi Vlad Drakul, Sultan Murad'in Mora isini basarili bir sekilde sonuca baglayip Edirne'ye döndügünü görünce, onunla anlasmak ister. Fakat Yanko tarafindan öldürülür. Öte yandan daha önce Osmanli ordusundan kaçtigini belirttigimiz Arnavut Iskender Bey, Papa ve Macar Krali ile temaslarda bulunup Arnavutluk yolu üzerindeki Kocacik hisarini ele geçirmisti. Morava savasi sirasinda ordudan kaçip bozgunluga baslamasi, Kroya sancagina tayin edildigine dair sahte bir ferman uydurup Kroya (Akçahisar)'ya girip hisardaki Osmanli askerinin tamamini uykuda iken kiliçtan geçirmesi, tekrar Hiristiyanliga dönmesi ve Papadan yardim görmesi gibi hareketleri yüzünden ortadan kaldirilmasi gerekiyordu. Iskender Bey, aldigi yardimlar sonucunda kazandigi bazi basarilarina güvenerek Venedikliler'le de bozusur. Osmanlilar bunu iyi degerlendirerek 1448 yazinda bir taarruza karar verirler. Gerçekten de Sultan Murad, belirtilen yilda yaninda Sehzade Mehmed de olmak üzere büyük bir ordu ile Arnavutluga girerek Kocacik hisarini zapt eder. Fakat kisa bir müddet sonra Sirp Despotu Jorj Brankoviç'ten, Jan Hunyad'in Macar, Eflâk, Bohemya ve Almanya'dan topladigi 90.000 kisilik bir ordu ile Tuna'yi geçip Sirp topraklarina girmek üzere oldugu haberini alinca, Sofya'ya çekilerek ordusunu yeniden düzene sokar. Buradan güney yolu ile Kosova ovasina gelerek düsmanini savasa mecbur eder.

Sarax 09-15-2008 16:09

IKINCI KOSOVA MUHAREBESI

Osmanlilar'a karsi tertiplenen bu yeni Haçli seferi, Varna zaferinden dört yil sonra 17-19 Ekim 1448 tarihlerinde olmustur. Takdirin bir tecellisi olacak ki bu ikinci seferde bulunan Osmanli hükümdarinin adi da Murad'dir. Birinci Kosova'da Murad Hüdavendigâr (Birinci Murad), Ikinci Kosova zaferinde de Ikinci Murad bulunmuslardi.

Osmanli Devleti, Iskender Bey'in ayaklandirdigi Arnavutlar'i yola getirmek için ugrasiyordu. Sultan Murad, Iskender'in merkezi olan Kroya (Akçahisar)'yi kusatma altina aldigi zaman Jan Hunyad'in hududu geçmek üzere oldugunu Sirp Despotu ile Vidin sancak beyinden ögrenmisti. Bu haberin alinmasi üzerine Sultan Murad kusatmayi kaldirip Sofya'ya dönmüstü. Bu arada Jan Hunyad, Albert'in küçük ogluna naib olarak Macaristan'in bütün dizginlerini ele geçirmisti. Varna muharebesinin kahramanligina sürdügü lekeyi silmek için var gücü ile çalisip kuvvet topluyordu. Bunda muvaffak da oluyordu. Çünkü kisa zamanda etrafinda, Macarlar'dan baska Eflâk, Polonya, Erdel ve Almanya gibi devletlerden de kuvvetler toplanmisti. Böylece Jan Hunyad, doksan bin kisilik bir kuvvetin basina geçip Sirbistan'i isgal ile yoluna devam eder.

Sultan Murad, Hunyad'in Tuna'yi geçmek üzere oldugunu ögrenince derhal Arnavutluktan çikarak Sofya'ya gelir. Burada orduyu terhis etmeyerek timarli sipahilere memleketlerinden harçlik getirmek üzere "harçlikçi"lar tayin edip Sofya'da beklemeye karar verir. Jan Hunyad ise yoluna devamla 1448 senesinin Ekim ayi ortalarinda Kosova'ya gelir. Osmanli hükümdari da 80-100 bin kisilik bir kuvvetle ayni yere gelir.

Sultan Ikinci Murad, muharebeden önce baris teklifinde bulunmak üzere düsmana elçiler gönderdiyse de bunlar, Jan Hunyad tarafindan gerisin geriye gönderilmislerdi. Iki ordu harb etmeksizin karsilikli olarak bir gün beklediler.

Muharebe 1448 Ekim ayinin 17, 18 ve 19. günü olmak üzere üç gün sürdü. Savas, Jan Hunyad'in hücumu ile basladi. Osmanli ordusu klasik bir düzenle sag, sol ve merkez olmak üzere bölümlere ayrilmisti. Düsmanin sag kolunda Macarlar ile Sicilyalilar, sol kolunda da Alman, Bohemya, Transilvanya ve Eflâk (Ulah) kuvvetleri bulunuyordu.

Hunyad, Varna'daki hatalan tekrarlamayacagini düsündügünden savasi kazanacagindan emin görünüyordu. Haçli ordusunda, I. Murad'in oglu olan Savci'nin öldürülmesinden sonra kaçmayi basaran oglu Davud da vardi. Muharebenin ilk günü, hafif silahlarla baslayan savas, esit sartlar altinda devam ediyordu. Hunyad, Osmanli ordusunun ikinci gün çekileceginden emin görünüyordu. Bu sebeple asil hücum ikinci günü ögleden sonra baslayip aksama kadar devam etti. Savci Bey'in oglu Davud'un tavsiyesi ile gece

yarisi Osmanli ordusuna yapilan baskin da bir ise yaramaz. Muharebe üçüncü gün günesin dogmasiyla tekrar baslar. Taktik geregi Osmanli ordusunun sag ve sol kanatlan mukavemet edemiyorlarmis gibi yavas yavas geri çekilirler. Böylece merkez, düsmana karsi açik ve korumasiz kaliyordu. Durumu fark eden düsman, bütün gücü ile merkeze yüklenir. Yeniçeriler bütün güçleri ile karsi koyarlarsa da onlar da yine plân geregi geri çekiliyormus havasini verirler. Tam bu sirada Osmanli ordusunun sag ve sol kanatlari, merkeze girmis olan düsman kuvvetlerini yandan ve arkadan çevirmeye baslarlar. Bu sirada Turahan Bey'in bulundugu sol kol, Osmanli karsi taarruzunun merkezini teskil ediyordu. Çünkü Osmanlilar'in sol kolu ile harb etmekte olan Jan Hunyad'in sag cenahini, Turahan Bey kuvvetleri çevirmekte idi. Çevrildigini anlayan düsman, ümitsizce savasmaya devam ediyordu. Tam bu esnada Vezir-i A'zam Çandarlizâde Halil Pasa'nin delâleti ve bazi vaadlerle Eflâk prensini harpten çekilmeye ikna etmesi üzerine düsman tam bir ümitsizlige kapilir. Önden ve arkadan hücuma maruz kalan düsman, perisan olmustu. Bununla beraber askerler, geri çekilerek siperlerine ulasabildiler. Hunyad, komutanlari ile görüsüp durum degerlendirmesi yapar. Ama gece yansi yanina aldigi bazi seçkin süvarileri ile harp meydanini terk edip kaçar. Onun kaçtigini bilmeyen ordusu, sabahleyin Türklerin hücumuna dayanmaya çalisirsa da komutanlarinin kaçtigini ögrenince tamamen dagilir. Bu ordudan pek azi kurtulur. Düsmanin zayiati on yedi bin kadardi. Halkondil'e göre Osmanlilar'in zayiati ise dört bin civarindadir. Böylece Kosova ovasinda Müslüman Türkler ikinci defa parlak bir zafer kazanmis oluyorlardi. Ikinci Kosova, Avrupa'nin, Türkleri Balkanlar'dan sürmek için yaptigi sonuncu tesebbüstür. Bundan sonra Avrupa tamamen savunma durumuna geçecek, elindeki toprak ve menfaatleri kaptirmamak için mücadele edecektir.

Sultan Murad, 1450 yazinda oglu Mehmed'i de yanina alarak ikinci defa Amavutluk seferine çikar. Osmanli kuvvetleri Akçahisar'i kusatip toplarla dövmeye basladilarsa da hisarin savunmasini Vrana'ya birakip disarda ani baskinlarda bulunduktan sonra sarp daglara siginan Iskender'in bu neviden baskinlari yüzünden alinamaz. Tam bu esnada Jan Hunyad'in yeni bir hücuma kalkisacagi sayiasi yayilir. Ekim soguklarinin da baslamasi üzerine Sultan Murad, kusatmayi kaldirip Edirne'ye döner. Sultan Murad'in kaleyi feth etmeden Edirne'ye dönmesi, Hiristiyan âleminde büyük bir sevinçle karsilanir. Bu hâdiseden sonra Iskender Bey'in söhreti birdenbire artar.

Sarax 09-15-2008 16:09

SEHZÂDE MEHMED'IN DÜGÜNÜ

Akçahisar kusatmasinin kaldirilmasi, Hiristiyan dünyasinda büyük bir sevince sebep olmustu. Bununla beraber Osmanlilar üzerinde fazla bir etkisinin, olmadigi anlasilmaktadir. Zira bu hadiseden hemen sonra Sultan Murad, sehzadesi Mehmed için Edirne'de muhtesem bir dügün tertiplemisti.

Sultan Murad, daha önce bir sefer evlenmis bulunan oglu Sehzâde Mehmed'e Dulkadiroglu'nun kizini almak istedigini, Vezir-i A'zam Halil Pasa'ya sorup fikrini almak ister. O da bu görüsün yerinde oldugunu söyler. Bu sirada Dulkadir Beyligi'nde Nâsirüddin Mehmed Bey'in oglu Süleyman Bey bulunuyordu. Bundan çok seneler önce, Çelebi Sultan Mehmed Bey de Nâsirüddin Bey'in kizini almis oldugu için arada bir akrabalik da vardi. Bunun için derhal Amasya sancakbeyi Hizir Bey'in hanimi, görücü olarak Elbistan'a gönderilir. Süleyman Bey'in bes kizindan en küçügü olan Sitti Hanim'in nikahi kiyildiktan sonra gelin olarak Edirne'ye getirilir. 1450 senesi kisinda (H. 854, Sevval-Zilhicce) genç sehzade Mehmed'in evlenmesi münasebetiyle dogu ve batidaki dost hükümdarlar ile tâbi beyler, Edirne'ye davet edilerek muhtesem bir dügün yapilir. Bu is ve davetlerin organizasyonu için Saruca Pasa görevlendirilmisti. Dügünden sonra Sehzade Mehmed genç karisiyla birlikte Manisa'ya gider

Sarax 09-15-2008 16:09

SULTAN II. MURAD'IN VEFATI VE SAHSIYETI

Sultan II. Murad, genç evlileri Manisa'ya ugurladiktan kisa bir müddet sonra 1 Muharrem 855 (3 Subat 1451) günü kusluk vakti vefat etti. Kaynaklarin çogu, Sultan Murad'in Ölümünü nüzûl (felç) isabetine, bazilari da soguk alginligindan ileri gelen kisa bir hastaliga baglarlar. Dukas ve Hammer gibi bazi tarihçiler de asiri yorgunlugun ölümüne sebep oldugunu bildirliler. Öldügü zaman henüz kirk sekiz yaslarinda idi. Ölüm hadisesinden hemen sonra cesedi tahnit edilir. Vefat haberi Manisa'daki Sehzade Mehmed'e bildirilerek derhal gelmesi istenir. Halil Pasa tarafindan gönderilen bu haber üzerine "Beni seven arkamdan gelsin" diyen Sehzade Mehmed, sür'atli bir sekilde Edirne'ye gelip babasinin ölümünden 16 gün sonra Osmanli tahtina geçer. Ileride "Fatih" ünvanini alacak olan genç padisah, babasinin vasiyeti geregi cesedini Bursa'ya göndererek onu bugün hâlâ "Muradiye" diye bilinen semtteki türbesine defn ettirir.

Murad Bey, veya halkin dili ile Koca Murad 1446 Agustos'unda tanzim edip Eylül sonlarinda Halil Pasa, Saruca Pasa, Ishak Pasa ve kadiasker Mehmed b. Feramürz tarafindan tescil olunan vasiyetnâmesinde nereye ve ne sekilde gömülecegini, üstüne yapilacak türbenin ne sekilde olacagini ve nihayet vakfinin sartlarini bildirir. O, asli Arapça olan ve oglu tarafindan uyulan vasiyetnâmesinde söyle diyordu:

"... Öldügüm zaman beni Bursa'ya, caminin yakinindaki oglum Alaeddin'in 3-4 arsin yanina gömün. Mezarimin üstüne büyük hükümdarlar için yapilan muhtesem türbelerden yapmayiniz. Cesedimi lahde degil, sünnet-i seniyye üzre topraga koyun. Etrafi duvar fakat üstü açik bir türbe yapiniz. Hafizlarin Kur'an okuyacaklari yerin üzeri kapali, kabrimin üstüne yagmur yagmasi için oraya tesadüf eden kismin üstü açik olsun. Azad edilmemis olan kölelerimin tamami ölümümden kirk gün önce azad edilmistir. Etrafima evlad ve akrabalarimdan kimseyi gömmeyin. Eger Bursa'dan baska bir yerde ölürsem nâsimi oraya nakl ediniz. Bu nakil, bir persembe günü olsun ki, defin cuma günü gerçeklessin..."

II. Murad hakkinda gerek Osmanli, gerekse diger milletlere mensub tarihçilerin ittifaka yakin bir sekilde beyan ettiklerine göre o, ince ruhlu, hassas, çok âdil, merhametli, sözüne ve vaadlerine sâdik, cesur, azim ve tedbir sahibi, güler yüzlü, ahdine riayet edenler hakkinda dost, ahdini bozanlar hakkinda da sedid idi. Hammer'in de ifadesine göre memleketini seref ve hakkaniyetle idare ederek milletinin hatirasinda mütedeyyin (dindar) lütufkâr, âdil ve metin bir hükümdar adi birakti. Savasta oldugu gibi barista da sözünün eri idi. Ancak sözünden dönenlerin korkunç öc alicisi idi.

Sultan II. Murad, ince ruhlu ve hassas bir kimse idi. Ilmî müsahabeleri sever, ulemayi himaye eder ve onlara tahsisatlar ayirirdi. Musikî, siir ve edebiyata düskündü. Denebilir ki siir, onunla Osmanli sarayina girmisti. Suara tezkireleri, onun sairliginden bahs ederlerken onun ilim ve sanata olan sevgisinden de uzun uzadiya söz ederler. Güldeste-i Riyaz-i Irfan'a göre bizzat kendi latif tab'i (yaratilisi) siire meyyâl ve nükte söyleyicilerin dildâdesi olup haftada iki gün âlim ve sairleri divaninda toplayip ilmî mübâheseler ederek ve sairlerin münazara ve münakasalarini dinleyerek "Ehl-i kemâlin cevheri, ancak itibar ile parlayip açilir" derdi. Çagdas tarihçi Ibn Tagriberdî, onun sahsiyeti hakkindaki su ifadeleri ile gerçegi yansitmaya çalisir: "Hükümdarligi uzun sürmüs, yükselmis, hasmet kazanmis, saadete ermis ve Rûm (Anadolu) hükümdarlarinin en büyügü olmustur. Cihaddan hiç bir vakit geri kalmamakla beraber eglence ve zevke düskündü. Allah yolunda tehlikelere bizzat atilir ve bu ugurda yorulmak bilmez, varini yogunu harcardi. Bütün hayati böyle geçmis denebilir. Bununla beraber halka karsi âdil olup isleri ile yakindan ilgilenirdi. Ayni zamanda cömert ve iyi huylu idi. Yalniz su kadar var ki keyfine düskündü. Musikî ehlini severdi. Fakat bir cihad haberi gelince derhal kalkar her seyi birakirdi."

Ülkesinde kültür ve ilim hayatini yükseltmek için her fedakârligi göze alabilen Sultan Murad, ilim adami ve bilginlere karsi son derece cömert davranirdi. Bu sebeple Arabistan, Türkistan ve Kirim gibi yerlerden pek çok degerli âlim, onun ülkesine gelmisti. Bu da memlekette kültürün gelismesine ve ilmî ilerlemenin sür'atli bir sekilde olmasina sebep olmustu. Gerçekten de onun döneminde Arapça ve Farsça'dan bir çok eserin Türkçe'ye tercüme edildigini, bunun da kültürel gelismeye tesir ettigini biliyoruz. Hatta onun adina birçok eser telif ve tercüme edilmisti.

Sultan Murad, Edirne, Bursa, Selânik, Ipsala ve Ergene gibi önemli yerlesim merkezlerinde yaptirdigi hayir ve sosyal tesisler ile de dikkat çeker. Yaptirdigi muazzam eserler sebebiyle kendisine "Ebu'l-hayrât" ünvani verilmisti. Onun bu neviden faaliyetlerini gören devrinin devlet erkâni ile zenginleri de benzer tesisleri kurmakta gecikmediler. Bursa'da Muradiye Camii, imâret, medrese ve müstemilâti Sultan II. Murad tarafindan yaptirilmistir. Fakat bu hakan asil dev eserlerini Edirne'de insa ettirmisti. Bunlarin en mühimleri, Muradiye (1435), Dâru'l-hadis (1435), Yeni Cami (Bugünkü adi ile Üç Serefeli, 1447) gibi eserlerdir. "Üç Serefeli" denen minare, Türk minarelerinin en güzellerinden biridir. 1413'te Çelebi Sultan Mehmed'in, Mimar Konyali Haci Alaeddin'e tamamlattigi Eski Cami'de oldugu gibi Üç Serefeli'de de kisin abdest musluklarindan sicak su akardi. Sultan Murad, Edirne'yi ihya edercesine kalkindirmis ve Balkanlarin en büyük sehri haline getirmisti. O, Ergene köprüsünü yaptirmak suretiyle bölgeyi de yerlesime açmisti. Dogu ile bati arasinda önemli bir geçit vazifesi gören Ergene köprüsünün yeri, orman ve bataklikti. Bu yüzden burasi, eskiya, kanun kaçaklari ve hirsizlar için mükemmel bir barinak vazifesi görüyordu. Sultan Murad, böyle bir yerde köprü yaptirmak suretiyle hem kötülüklerin barinagini kurutmus oluyor, hem ulasimin kolaylasmasini sagliyor, hem de bölgenin mamur hale gelmesine yardim ediyordu. Köprünün insasindan sonra burada cami, hamam, imâret ve pazar gibi halkin ihtiyaçlarina cevap verebilecek sosyal tesisleri kurduktan sonra halki oraya yerlestirir. O, bununla da kalmaz, gelip oraya yerlesen halki birçok vergiden de muaf tutar. Âsikpasazâde köprü insaatinin durumunu verdikten sonra söyle der: "Köprünün iki basini mamur sehir edüp imâret ve Cuma mescidi etti. Hamam ve pazarlar yapti. Ve ol vakit kim imâretin kapusu açildi. Sultan Murad ulemayi ve fukarayi kendisi aldi ol imârete vardi. Bir nice gün atâlar etti. Akçalar ve floriler ülestirdi. Ol taam pistigi vakit kendi mübarek eli ile fukaraya ülestirdi. Ve çiragin kendi uyardi. Yapan mimarlara hil'atlar giydirdi. Ol sehrin halkini cemi-i avarizdan muaf ve müsellem etti.

Sarax 09-16-2008 18:22

FÂTIH SULTAN MEHMED DEVRI

(II. MEHEMMED)

Kaynaklarin, âdil, akil, heybetli, cesaretli, idrak sahibi, iyi giyimli, kadirsinas, âlimlerin dostu, sairlerin hâmisi, hakka kail ve maarif erbabina meyilli bir pâdisah olarak tavsif ettigi Fâtih Sultan Mehemmed Han, tarihin kayd ettigi büyük sahsiyetlerin basinda gelir. Bu bakimdan onun, sahsiyet ve karekterini oldugu gibi bütünüyle ortaya koymak çok zordur. Çünkü o, beser kudretinin ulasabilecegi en yüksek noktalara çikmis ve kendinden önce veya sonra gelmis olanlarla mukayese edilemeyecek derecede büyük bir hüviyet kazanmisti. Onun, Manisa'da geçirdigi ikinci sehzadelik devresi, gerek sahsi, gerek Osmanli Devleti için çok verimli ve faydali olmustu. Zira, 5 yil süren bu dönemde o, sahsiyetini olgunlastiran ciddi bir çalisma ve fikrî faaliyet içinde bulunmustu.

Bu bes senelik müddet zarfinda o, bir yandan akademik bir faaliyet devresine girerek liyakatli hocalarin refakatinda malumatini genisletmis, felsefe ve riyaziye (matematik) okumustu. Döneminin önemli iki dili olan Arapça ve Farsça'yi ana dili gibi ögrenmisti. Bu meyanda o, Latince, Yunanca ve Sirpça ögrenme imkânlarini da bulmustu. Tarih, cografya ve askerlik bilgisine de iyice vâkifti. Bir yandan da dünya cihangirlerinin biyografilerini dikkatle tedkik ederek her birinin dogru ve yanlis taraflarina parmak koymustu. Böylece, yasanmis tarih maceralarinin muhasebe ve yekûnu, onu, plan ve sistem fikrinin lüzumuna esasli bir sekilde inandirmisti.

Devletin, gelecekteki ihtiyaçlarini karsilamak yolunda kendini geregi gibi hazirlamak için gece uyumamis, gündüz dinlenmemis, hayatinin bir solugunu dahi bos geçirmemis olan genç sehzâde, hesapli ve sistemli gelecegin genç fâtihi, saltanatinin devaminca, daima baslanacak bir isin plani ve bitecek bir isin endisesi ile yorulacakti.

Babasi, II. Murad'in vefati üzerine 16 Muharrem 855 (18 Subat 1451) Persembe günü Edirne'de Osmanli tahtina geçen II. Mehmed'in dogum tarihi 27 Receb 835 (30 Mart 1432) olarak kabul edilmekle birlikte, buna yakin farkli tarihler de verilmektedir. Dogum tarihi hakkinda farkli görüslerin bulunduguna temas edilen Fâtih Sultan Mehmed'in annesinin kimligi hakkinda da degisik görüsler bulunmaktadir. Bu farkli görüsler, Batili yazarlarca öne sürülmüslerdir ki, kaynaklarimiz bu görüslerin tamamini reddedecek sekilde açik ve net bilgiler vermektedirler. Zira kaynaklarimiz, konuyu, II. Murad'in evliliginden itibaren takib ederler. Nitekim kaynaklarimiz, Fâtih Sultan Mehmed'in annesinin Müslüman Türk oldugu ve Isfendiyar Beyi'nin kizi veya torunu oldugu, isminin de Hüma Hatun oldugunu belirtirler. Ayni sekilde Ismail Hami Danismend de Bursa mahkeme (ser'iyye) sicillerine dayanarak konuyu tafsilatli bir sekilde ele alarak söyle der:

"Fâtih'in annesi olarak gösterilen Türk prensesi, Kastamonu ve Sinop'ta hüküm süren Candarogullari hanedanindan Isfendiyar Bey'in kizi veya torunu Halime, veyahut Hatice Hatun'dur. Ikinci Murad'in bu kizla izdivaci hicretin 827 (m. 1424) yilindadir." Müellif, arastirmasinda bu ihtilaflarin sebeplerini de açiklar. Ama konuyu fazla dagitmamak için biz bunun üzerinde fazla durmayacagiz. Bununla beraber yeni arastirmalarin ortaya çikardigi gerçek isim ve hüviyeti ile ilgili bilgiyi aynen nakletmeden geçemiyecegiz. "Daha sonralari Bursa mahkeme sicillerinde yapilan tedkiklere göre Fâtih'in muhterem annesi, Hüma Hatun'dur. Bu bahtiyar kadinin türbesi Bursa'da Muradiye Câmii'nin sark tarafinda müze idaresince istimlak edilen bir bahçe içindedir. Câmiden çarsiya dogru gidilirken bu zarif âbide, câmiden yüz metre kadar ilerdedir. Memduh Turgud Koyunluoglu'nun Bursa Halkevi nesriyati içinde çikan "Iznik ve Bursa Tarihi"nin 152-153. sayfalarinda "Hâtuniye Künbedi" ismiyle bahsedilen bu türbeyi Fâtih, babasi Sultan Ikinci Murad daha hayatta iken ölen annesi için hicrî (m. 1449) tarihinde, yani Istanbul'un fethinden dört sene evvel yaptirmistir. Kitabesi Arapça'dir.

Bu kitâbenin en büyük kiymeti, Fâtih'in annesinin yabanci rivayetlerde iddia edildigi gibi Istanbul'da medfun olmayip türbesinin Bursa'da bulundugunu ve yine ayni yabanci masallarinda iddia edildigi gibi Hiristiyan olarak öldügü için türbesi kapali olmayip, Müslüman oldugunun kitâbe ile sabit oldugunu artik hiç bir tereddüde imkân birakmayacak bir kesinlikle ortaya koymasidir. Yalniz kitâbede bu Hatun'un ismi yoktur, ancak bu da Bursa mahkeme sicillerinin 31,201 ve 370 sayili defterlerinin 35, 64 ve 40. sayfalarinda bulunmustur. Fâtih'in annesinin ismi Hümâ Hâtun'dur.

Sarax 09-16-2008 18:23

FÂTIH'IN CÜLÛSU VE KARAMAN SEFERI

Fâtih diye tarihe geçen ve Türklerin yetistirdigi en büyük sahsiyetlerin basinda gelen Sultan II. Mehmed, Manisa'da sancak beyi bulundugu sirada, babasi, Edirne'de vefat etmisti. Vezir-i azam Çandarlizâde Halil Pasa, bu ölümü gizli tutarak durumu Manisa'da bulunan genç sehzâdeye bir ulakla bildirir. Edirne'den yola çikan ulak, üç gün sonra ölüm haberini Manisa'ya getirir. Bizans tarihçisi Dukas, bu haberlesmeyi su ifadelerle dile getirerek o dönemde bile Osmanli Devleti'nde posta vazifesi gören ulak (tatar)larin nasil sür'atli yol aldiklarini ve gizlilige nasil riayet ettiklerini anlatir:

"Subatin besinci günü bir ulak, kuvvetli kanatli kartal kusu gibi Manisa'ya geldi ve Mehmed'e iyice mühürlenmis bir mektup verdi. Mehmed, mektubu açip okuyunca, babasinin vefat ettigini gördü. Mektup, Halil ve diger vezirler tarafindan imza olunmus bulunuyordu. Mektupta babasinin vefatini yazdiklari gibi, vakit kaybetmeksizin ve mümkün ise Pigasos (mitolojide kanatli atlara verilen bir isim) cinsinden uçar bir ata binip, pâdisahin vefati, civar milletlerce duyulmadan evvel, Trakya'ya gelmesini yaziyorlardi. Mehmed, mektupta yazilanlara uygun olarak hemen çok (sür'atli) kosan Arap atlarindan birine atladi ve sarayi erkânina: "Beni seven armamdan gelsin" dedi. Önünde sarayindaki kullarindan okçular ve çabuk yürüyenler, iki yanlarinda kahraman dilâverler yaya olarak ve kiliç takinanlar ile mizrakli süvariler arkadan geliyorlardi. Bu suretle tertip olunan alay, iki günde Manisa'dan Bogaz'a vararak, Gelibolu Bogazi'ni geçtiler. Mehmed, maiyetinden geride kalanlarin gelebilmeleri için Gelibolu'da iki gün daha bekledi. Bu arada Edirne'ye bir ulak göndererek, Gelibolu Bogazini geçtigini bildirdi. Halkin bas kaldirip karisikliklarda bulunmamasi için, yeni pâdisahin Gelibolu'da bulundugu her tarafa yayildi." Gelibolu'dan hareket eden genç pâdisah, Edirne'ye ulasmakta pek acele etmedi. Sehrin disinda vezirler, beylerbeyiler, sancakbeyleri, ulema ve ordu tarafindan karsilandi. Lehinde büyük tezahüratlar yapildi.

Fâtih Sultan Mehmed'in, babasinin ölüm haberini almasi ve Manisa'dan hareket etmesi yeni arastirmalarda su sekilde verilmektedir:

"Vezir-i a'zâm, kimseye duyurmadan acele Manisa'ya ölüm haberini eristirdi. Yedi gün sonra haberi alan Sultan Mehmed, yaninda atabegi Sehabeddin Pasa oldugu halde, sür'atli bir sekilde hareket ederek iki günde Çanakkale Bogazi'na geldi. Bizans'in bogazlari kesmeleri ve Orhan'i 1444 yilinda oldugu gibi Rumeli'de serbest birakmalari uzak bir ihtimal degildi. Genç Sultan, Gelibolu'ya geçmeye muvaffak oldu. Bundan sonra onun, o derecede telas ve endise etmedigini görüyoruz. Gelibolu'da babasinin ölümü ve yeni pâdisahin geldigi haberi yayildi. Chalkondyles'in sözünü ettigi Edirne'deki yeniçeri ayaklanmasi, yeni Sultan'in, Gelibolu'ya varmasindan sonra olmalidir. Buna göre Yeniçeriler, sur haricinde toplanip sehri yagmaya hazirlanmislardi. Ancak Çandarli Halil'in büyük otoritesi ve enerjisi sayesinde büyük bir kargasanin önü alindi. Halil, kalan kapikulu askerleri ile alelacele topladigi kuvvetleri, bunlarin üzerine sevk ederek, silahlarini birakmazlarsa kiliçtan geçirileceklerini, yeni sultani beklemelerini ve o geldikten sonra kendilerine ihsanda bulunacagini söyledi. Asker "Çandarli'ya olan hürmetleri dolayisiyla" isyandan vazgeçti. Bunun akabinde Sultan Mehmed, pâyitahta girerek tahta oturdu ve yeniçerilerden sadakat yemini aldi.

Bu rivayetteki unsurlar, olaylarin gelismesi ile tam bir uygunluk halindedir. Halil Pasa'nin, yençeriler üzerindeki nüfuzu, Sultan Mehmed'in ancak onun müdahalesinden sonra tahta gelip yerlesebilmesi, bilhassa kayda deger. Yeni Sultan adina vaad edilen bahsis ise, yeniçeriler tarafindan, Karaman seferinde adeta tehdidle alinacaktir.

Babasinin ölümünden onbes gün sonra Sultan II. Mehmed, Osmanli ülkesinin pâdisahi sifatiyla Edirne'de ikinci defa tahta çikti (16 Muharrem 855/18 Subat 1451).

Sultan Murad'in zamansiz ölümü ve oglu Mehmed'in tahta geçmesi sonucunda devletin iç ve dis siyasetinde bir degisikligin olmasi bekleniyordu. Sultan Ikinci Murad'in ölümünden sonra hükümdar olarak Edirne'de gördügümüz müstakbel Istanbul Fâtihi, inzibatli ve sistemli bir hazirlik ile manevî bir olus devresinin suurunu tasiyarak artik is basinda bulunuyordu.

Osmanli devlet teskilâtinda da, büyük ve köklü degisiklikleri yapacak olan genç hükümdarin büyük talihi, devlet otoritesinin politika ahlâkini kuran ve kontrolü altinda tutan âlimlerden mürekkep müsavir kuvvetlerle kendi kendini çevrelemis olmasi idi. Zira bu zümre, bagli bulunduklari prensiplerin müdafaasini, imanlarinin geregi bildiklerinden, pâdisahlik makamina karsi serdengeçti bir pervasizlikla daima medenî cesaret gösterirlerdi. Iste hükümdarin karar ve hareketlerinin tosladigi duvar, bu salâbet ve müeyyideler sistemi idi.

Dünyanin hiç bir devrinde, hiç bir idarenin bas çeviremeyecegi bu mücahidler sinifi, kendi prensiplerinin sasmaz ölçüleriyle, hükümdarlik makamina karsi bir tasfiye cihazi vazifesini görmüslerdir. Devrandan nimet beklemedikleri ve dünyanin varligindan sâd, yoklugundan ise nâsâd olmadiklari için, kimseden çekinmemis, kendilerini kimseye borçlu ve zebûn hissetmemekle de hürriyetlerini kimseye bagislamamislardir.

Iste genç hükümdar, çocuk yasindan itibaren böyle bir muhit ve bu anlayista bir hoca ve müsahib kadrosu tarafindan çevrelenmistir. Bunlardan Molla Hüsrev, Molla Güranî, Hocazâde, Hizir Bey Çelebi, Ali Tusî, Molla Zirek, Sinan Pasa, Molla Lütfi, Fahreddin-i Acemî, Hoca Hayreddin gibi ilim, irfan ve san'at erbabi, feyzine feyz katarak fikrî ve edebî istiklâlini hazirlamis, bir yandan da baraj vazifesiyle coskun ve taskin kararlarinin demlenip durulmasina hizmet etmislerdir.

Su kadar var ki, bu halkanin tam merkez yerinde, hepsinden imtiyazli ve hepsinden cesaretli bir hocasi daha vardi ki, tek basina gözünü hükümdara dikmis olan bu meydan erinin adi Ak Semseddin idi.

Sultan Mehmed, tahta oturur oturmaz durumun nezaketini kavramis ve bu sebeple babasinin vezirlerini yerinde birakmisti. Inalcik, Mehmed'in cülûsu ile Vezir-i a'zam Halil Pasa'nin rakiplerinin, iktidara geldiklerini söylemektedir. Bu konuda Bizans tarihçisi Dukas asagidaki ifadeleri kullanarak mevzuya bir açiklik getirir: "Mehmed, tahtina oturdugu sirada bütün valiler ve babasinin vezirleri, Halil Pasa ile Ishak Pasa, karsi tarafta uzakta duruyorlardi. Kendi vezirleri ise Hadim Sahin (Sehabeddin) ve Ibrahim, âdet vechiyle pâdisahin yaninda yer almislardi. O zaman Sultan Mehmed, kendi veziri Sahin'e sordu: "Babamin vezirleri neden uzakta duruyorlar? Bunlari çagir ve Halil'e eski yerini almasini söyle. Ishak da Anadolu ordulari komutanlari ve esrafi ile beraber, babamin cesedini Bursa'ya gömsünler. Sark vilayetlerinin (Anadolu Beylerbeyi) de idaresine nezâret etsin" dedi. Vezirler, pâdisahin bu sözünü duyunca hemen kosarak usûlleri vechiyle pâdisahin elini öptüler. Bu suretle Halil basvezir oldu. Ishak da Murad'in cenazesini alarak birçok esraf ve âyâniyle beraber ve büyük bir intizam içinde Bursa'ya gitti. Cenazeyi orada kendisinin hazirlatmis oldugu türbeye defnetti. Bu cenaze alayinda fukaraya pek çok paralar verildi."

Genç pâdisah, tahta çikar çikmaz devletin hududlarinda tehlikeler bas göstermeye basladi. Ilk defa, henüz bir çocuk olarak tahta çiktigi zamanki buhranli durumlar tekrarlanmak üzereydi. Enverî (Düstûrnâme, s. 94) bu durum için "Fitne ve âsûb doldu her diyar" diyerek durumun vehametini ortaya koyar. Gerçekten de Anadolu ayaklanmisti. Karamanoglu Ibrahim Bey harekete geçerek, Fâtih'in babasi Murad tarafindan ele geçirilmis bulunan yerleri zaptetmis ve Alaiye üzerine yürümüstü. Ibrahim Bey, Bati Anadolu'da, Sultan Ikinci Murad'in son defa ortadan kaldirdigi beylikler için, Karaman'dan gönderdigi saltanat davasi güden iddiacilar, Aydin, Mentese ve Germiyan'da faaliyete geçmislerdi. Bu konularda fazla tafsilata sahip olmamakla beraber, Anadolu Beylerbeyi'nin bunlarla ugrasmak zorunda kaldigina bakilirsa bu hareketler ilk etapta basarili olmuslardi denebilir. Öyle anlasiliyor ki, Anadolu'da durum endise verecek bir boyuta ulasmisti.

Genç hükümdar, bu müskül ve sikintili durumda, ister istemez babasinin baris politikasini sürdürmek zorunda kalacagini anlamisti. Bu bakimdan. Anadolu'yu kurtarmak için, batida birçok fedakârliklarda bulunmak zorunda kaldi. Böylece, o tarafi (bati sinirlarini) emniyete alarak barisi saglamaya çalisti. Gelen Sirp elçisinin istekleri kabul edildi. Despot'un, Sultan Murad'la yaptigi "Yeminle musaddak" muahede ve ittifaklari yenilemeye razi oldu. II. Murad'in resmî müsaadesiyle 1449 yilinda Bizans tahtina geçmis olan eski Mora Despotu Konstantin de, yeni pâdisahin durumundan azamî sekilde istifadeye çalisti. Fâtih, tahta geçince, Konstantin hem tebrikte bulunmak, hem de eski andlasmalari tastik ettirmek için bir Bizans elçisi gönderdi. Yeni Sultan, barisi teyid ve eski ahidleri tastik ettigi gibi, ayrica, yaninda bulunan Osmanli saltanatinin müddeisi, Orhan'in masraflarina karsilik, Bati Trakya'da Karasu irmagi üzerindeki yerlerin hasilatindan yilda, 300 bin akça isteyen imparatorun bu dilegini de kabul etti.

Gelecegin Istanbul Fâtihi'nin bu sekildeki hareket ve davranislari, onun iyi bir diplomat oldugunu göstermektedir. Bu bakimdan, Edirne'deki cülûsu esnasinda, Bizanslilara karsi mültefit davranmasinin elbette bir sebebi ve mânâsi vardi. Onun, o zamandaki düsüncelerine yaklasmak ve onlari kesfetmek pek güç bir is olmakla beraber, muhtemelen Fâtih, henüz hazirlikli bulunmadigi su siralarda, Bizans'in tesviki ile Hiristiyan milletlerin kendisine bazi engelleri çikarabileceklerini hesaba katarak Bizans'la dost kalmayi uygun görmüstür. Ilk defa hükümdar oldugu zaman, çocuklugundan faydalanmak üzere Hiristiyan milletlerin nasil harekete geçmis olduklarini hiç süphesiz unutmamis olan genç pâdisah, herhalde yine böyle bir durumla karsilasabilir endisesiyle olacak ki, simdilik bu sekilde davranmayi uygun görmüstü. Öyle anlasiliyor ki Fâtih, Bizans hakkinda baska türlü düsünüyordu. Ancak henüz tahta çikmis olan bu gencin, etrafini ürkütmemesi gerekiyordu. Böyle bir davranis tabii bir hareketti. O da öyle yapti. Onun için Karaman seferi esnasinda kendisine yapilmis bulunan teklifleri sukûnetle dinlemis ve onlari kabul eder bir tavir takinmisti. Fakat Karamanoglu Ibrahim Bey itaat altina alinir alinmaz is degismis ve bu seferin dönüsünde pâdisah, Rumeli Hisari'nin yapilmasini emredecektir. Bu hisarin yapilisi, Bizans'a yersiz isteklerinin güzel bir cevabi idi. Böylece Bizans, yakin gelecekte ne gibi bir tehlike ile karsilastigini ancak o zaman idrak etmis ve hemen agiz degistirerek kuvvetli hasimlari karsisinda her zaman yaptigi gibi, bu sefer de yalvarmak, bunu yapamayinca da igfal etmekle durumunu kurtarmaya çalismistir. Bu bakimdan, hisarin yapilmak istendigi yerin, Galatalilara ait oldugunu ileri sürerek meseleyi diplomatça halletmeye çalismis ise de, Fâtih'in verdigi cevap, hem susturucu hem de oksayici olmustur. Anlasma geregince genç pâdisah, Istanbul kusatmasi müddetince Galata Cenevizlileri ile dost kaldi. Hatta Galatalilarin, gizliden gizliye Bizanslilara yardim ettiklerini bildigi halde bunu, açiga vurmayi menfaatlerine uygun bulmadi. Istanbul alinincaya kadar onlarin bu sekildeki düsmanca hareketlerine göz yumarak onlari görmezlikten geldi. Halbuki Istanbul'un fethini müteakip günlerde, Galatalilar için, kendi bahs ettiklerinden baska hiç bir hukuk tanimayarak, orayi da dogrudan dogruya Türk topraklarina bagladi.

Ülkesinin, içinde bulundugu nazik durum sebebiyle, düsmanlari ile olan eski antlasmalari yenilemeyi uygun gören genç hükümdarin bu davranisi, Avrupa tarafindan yanlis bir sekilde degerlendirilmisti. Bunun için de Avrupa, onun hakkinda yanlis fikirler beslemekteydi. Onun, devletlerle olan muahedeleri yenilemesi ve onlara karsi yumusak davranmasi böyle bir fikrin ortaya çikmasina sebep olmustu. Zira onlara göre, birkaç defa tahtindan mahrum edilerek Manisa'ya gönderilen Sultan Murad'in bu genç sehzâdesi hakkinda Bizans'ta ve bütün Avrupa'da acele hükümler verilmis ve o, kabiliyetsiz bir delikanli olarak taninmisti. Bundan dolayi Sultan Murad'in ölümü ve Fâtih'in tahta çikisi her tarafta büyük bir memnuniyet uyandirmisti. Çünkü bu delikanlinin beceriksizligi yüzünden, Osmanli Devleti'nin kendiliginden sona erecegi hülyasi, Avrupa'da tekrar kök salmaya baslamis ve Hiristiyanlik âleminin kuvvetlerini, birlikte ve sür'atle hareket etmeleri lazimgelen bu devrede, tamamiyle felce ugratmisti. Aslinda yeni ve genç hükümdar da Avrupa'da böyle bir fikrin yayilmasini istiyordu. Onun yumusak tavri, onlarda böyle bir düsüncenin meydana gelmesini saglamisti. Bu yüzden hiç kimse, Osmanlilara karsi harekete geçmeyi düsünmüyordu. Yalniz Franciccus Phlelphus bu düsünce ve fikirde degildi. O, Sultan Murad'in ölümünü takib eden günlerde, Osmanlilar ve onlarin devleti hakkinda fikirlerini kaleme aldigi bir mektupla Fransa krali VII. Charles'a bildirmisti. Avrupadaki mevcud fikirleri, pesin hükümleri ve yanlis düsünceleri aksettiren bu mektubunda Phlelphus, Fransa kralina öbür Hiristiyan devletlerin basina geçmesini ve Osmanlilara karsi yürümesini istiyordu. Çünkü ona göre Osmanlilarin kudreti çoktan kirilmisti. Harbe sokabilecekleri kuvvet olsa olsa 60 bin kisi olabilirdi. Baslarinda da harp görmemis, tecrübesiz, sefih, kadinlara düskün ve budala bir delikanli vardi. Phlelphus, bu kadarla da yetinmiyor, Fransa kralinin takib edecegi yolu bile gösteriyordu. Ona göre uygun bir rüzgârla Hiristiyan ordusunun bir günde Tarent'den Peleponez'e geçecegini, Mora despotlarinin, bütün kuvvetleriyle bu orduya katilacagini, Arnavutlarla Italyanlarin bu orduyu destekleyecegini ileri sürüyordu. Böylece, çok kisa bir zamanda Türklerin Avrupa'dan kovulacagini, hatta Asya'da Müslüman hakimiyetinin kirilacagini iddia ediyordu.

Sarax 09-16-2008 18:30

KARAMAN SEFERI

Her firsatta, Osmanlilara karsi hasmâne (düsmanca) bir tavir içine giren Karaman Beyligi, yasadigi müddetçe, Osmanli Devleti'ne karsi mümkün olabilen bütün fenaliklari yapmis, "Hiristiyanligi takviye ederek Müslümanligi zaafa götürmeye" çalismisti. Yildirim Bâyezid'in müthis pençesi altinda bir an ezilmeye mahkum olan bu beylik, Yildirim ile Timur (Timur-i bî-nûr) arasindaki mücadele ve Yildirim'in maglubiyeti ile sonuçlanan Ankara Savasi'ndan sonra tekrar meydana çikarak, gerek Çelebi Sultan Mehmed zamaninda, gerekse Ikinci Murad dönemlerinde durmadan Osmanlilar aleyhinde faaliyette bulunmustu. Fâtih'in, küçük yasta tahta çikmasini firsat bilen bu beylik, Orta Anadolu'da yine bir gaile meydana getirmeye çalismis ise de, genç hükümdarin çok sür'atli hareket edisi, buna imkân birakmamisti. Ancak, Fâtih biliyordu ki, Karamanlilar, bir firsat vukuunda tekrar ortaya çikacaklardi.

Gerçekten, genç hükümdarin ilk gailesi, yine Karamanoglu'nun, Anadolu'daki diger beyliklerle elele vererek bir talih denemesine daha kalkismasi olmustu. karamanoglu Ibrahim Bey, bu defa da saltanat degisikliginden istifade etmek istedi. Bu yoldaki gâye ve düsüncesini gerçeklestirebilmek için de Venedik Cumhuriyeti ile bir anlasma yapti. Alaiye'ye giderek Venediklilerle irtibat kurmak istedigi gibi, Anadolu beylerinin ogullarindan bazilarina da kuvvet vererek onlari, Osmanli hududlari içine gönderdi. Bunlar, Germiyan, Aydin ve Mentese beylikleri idi.

Kaynaklarimiz bu konuda su bilgiyi verirler: Karamanoglu, birkaç haramzâde tutup, her birini bir taifeye serdar edüp, biri Germiyanogludur diye Kütahya üzerine, biri Menteseogludur diye Mentese yöresine, biri de Aydinogludur diye Aydin vilayetine göndermisti. Bunlar, o vilayetleri talan edüp halka karsi olmadik iskenceler yapip, salginlar saldilar. Kendisi de edepsizlik ve sirrette yardimcilari olan adamlari ile Alaiye üzerine yürümüstü. O günlerde Özgüroglu Isa Bey, Anadolu Beylerbeyi idi. Karamanoglu'nun uygunsuz davranislarini ve cezalandirilmasi gereken islerini tahta (Pâdisah) arzetmis, Karaman'la savasmak için izin istemisti. Genç hükümdar, Isa Bey'in böyle zor bir hizmeti basaramayacagini düsünerek onu görevinden alir. Bosalan bu göreve Vezir Ishak Pasa'yi tayin eder. Anadolu Beylerbeyi olan Ishak Pasa, bas kaldiran bu kalabaligi dagitmak üzere öncü olarak gönderilir. Pâdisahin kendisi de devlet ve ikballe Gelibolu Bogazi'ndan geçip Bursa'ya gelir.

Genç hükümdar, Karamanoglu Ibrahim Bey'in, bu faaliyetleri ile kendisine bagli olan Aksehir, Beysehir ve Seydisehir gibi yerleri isgal etmesi üzerine, ilk seferini Karamanoglu üzerine yapmak zorunda kaldi. Bu arada bir taarruza maruz kalmamak için Rumeli Beylerbeyi olan Dayi Karaca Pasa'yi, Rumeli askeri ile Sofya'da birakti. Sultan Mehmed, Ishak Pasa'yi Karaman'a dogru gönderirken, kendisi de onu takip etmeye basladi. Bursa yolu ile Karaman topraklari üzerine hareket ettigi zaman, veraset iddia ederek ayaklanmis olanlarin tamaminin Karaman'a iltica ettiklerini isitmisti. Yasli Ibrahim Bey ise artik her seyden ümidini kesmisti. Isyan için kiskirttigi bütün elemanlar, hareketten kalmis, Fâtih'in geldigi yerlerde de halkin ona tabi oldugunu görmüstü. Bu durum karsisinda Taseli daglarina çekilmek zorunda kalan Ibrahim Bey, oradan, suçunun bagislanmasini istemek ve barisi saglamak üzere bir mektupla Molla Veli'yi pâdisaha gönderir. Ayrica, sulhun yapilabilmesine tavassutta bulunmalari için pâdisahin vezirlerine çok miktarda hediyeler yollamisti. Filhakika vezirlerin "ve ulema ve eimme ve mesayih"in sefaatiyle pâdisah sulha razi oldu. Yapilan anlasmaya göre Aksehir, Beysehir ve Seydisehir tekrar Osmanlilara birakiliyor, seferlerde de bir miktar Karaman askeri bulundurulacagi taahhüd ediliyordu. Yine bu anlasmaya göre Ibrahim Bey, kizini da pâdisaha verecekti. Fakat Fâtih'in böyle bir evliliginin olduguna dair kaynaklarimizda bir bilgiye tesadüf edilememektedir.

Öyle anlasiliyor ki, ta Edirne'den kalkarak Anadolu ortalarina kadar gelen pâdisahin, Karamanoglu isine bir son vermeden barisa riza göstermesi, vezirlerin sefaatinin bir sonucu olmasa gerekir. Ç ünkü her firsatta, Osmanliya karsi olan düsmanligini açiga çikaran ve düsmanca hareketlerde bulunan Karamanoglu için Fâtih, hiç te iyi düsünmüyordu. Onun, Karamanoglu hakkinda:

"Bizümle saltanat lafin idermis ol Karamanî

Huda fursat verirse ger kara yire karam âni"

demesi, onun Karamanoglu hakkinda nasil düsündügünü göstermektedir. Zaten o, Karaman Beyligi'ni ortadan kaldirmak emeli ile sefere çikmisti. Bu durumda, ele geçen bu firsat aninda onu ortadan kaldirmasi gerekirken, birdenbire barisçi bir sekilde hareket etmesinin elbette bir sebebi olmalidir. Gerçekten de hadiseler, Karaman seferinde zaman kayb etmesine müsait görünmüyordu. Çünkü en küçük firsatlardan bile faydalanmayi ihmal etmeyen Bizans, yine kipirdanmaya baslamisti. Zira, daha önceki anlasmaya göre, kendilerine Çorlu'dan berisi birakilmis ise de Bizanslilar, bu sefer esnasinda Fâtih'i rahat birakmamislar ve ortada bir sebep yokken onu tehdid etmek istemislerdi. Bunu da Osmanli ordusunun Frikya'da bulundugu bir sirada, elçilerin ordugaha gelmesi ile açikça ortaya koymuslardi. Bu sartlar altinda genç hükümdar, Karamanoglu'nun tekliflerini yeterli bulmak zorunda kaldigi için barisa riza göstermisti. Çünkü o, hem Bizans'in uygunsuz bir zamanda harekete geçip taht ve saltanat müddeisi olan Orhan'i serbest birakmasindan, hem de Hiristiyan dünyayi onun aleyhinde harekete geçirmesinden endise ediyordu. Ayrica o, Istanbul'un fethi hakkindaki ulvî tasavvurlarini endisesiz bir sekilde tatbikten baska bir sey düsünmüyordu. Bunun için de karada ve denizde bütün komsulari ile baris durumunda bulunmak, Sultan Mehmed için önemli ve gerekli idi.

Karaman seferinden dönüp Bursa'ya yaklastigi sirada yeniçeriler hünkari karsilayip ilk seferi oldugu için töre geregi sefer bahsisi istediler. Pâdisah, Sehabeddin Pasa ve Turahan Bey'in tavsiyesiyle on kese akça verilmesini emrettiyse de onlarin bu sekildeki hareket ve cür'etleri, canini sikmisti. Bu yüzden birkaç gün sonra Yeniçeri Agasi Dogan Bey'i azletti. Yayabasilarini da asker arasinda disiplini saglayamadiklarindan dolayi dövdürterek Yeniçeri Agaligi'na Mustafa Bey'i tayin etti.

Genç hükümdar, Karaman seferi dönüsünde Bursa'ya geldikten sonra Anadolu Beylerbeyi olarak tayin ettigi ishak Pasa'yi, Mentese Beyligi'ne göndermisti. Ishak Pasa, Menteseogullarindan Ahmed Bey'in oglu Ilyas Bey üzerine gitmis, onun agir isiten kulagina hiç olmazsa görmek suretiyle, onun anlayacagi sekilde sözleri okuyup, dilâverliginin geregi olarak kendisini, adi geçen ülkeden atmaya niyetlenmisti. Ishak Pasa'ya karsi tutunamayacagini anlayan Ilyas Bey, Rodos'a kaçmisti. O ana kadar Ankara'da oturmakta olan Anadolu Beylerbeyileri bundan böyle Kütahya'yi merkez edindiler. Solakzâde, gerek Bursa'daki olay, gerekse Mentese konusunda su bilgileri vermektedir:

"Sulhtan (baris) sonra azimetlerini Bursa yönüne çevirdiler. Sehre yakin geldiklerinde, Yeniçeri alay baglayip, saadetli pâdisahtan bahsis ricasinda bulundular. Sehabeddin Pasa ile Turahan Bey, yeniçerinin durmalarinin sebebini beyan eyleyince, ihsan için on kese akça ferman buyurdular. Lakin bu uygunsuz hareket, pâdisahin hatirinda kirginliga yol açti. Birkaç gün geçtikten sonra, agalari mesabesinde olan Sekbanbasi Kazanci Dogan Bey, iyi bir sekilde dövüldükten sonra azl olundu. Agaliga, Mustafa Bey adinda akilli ve yigit birisi getirildi. Bütün yayabasilar ve dabcilar dayaktan geçti. Bursa'ya dahil olduklari gün, Anadolu Beylerbeyisi Ishak Pasa'yi Mentese iline gönderdi. Böylece Mentese oglu Ilyas Bey, bu vilayetten çikarildi. Rodos adasina kaçti. Tasarrufu altinda olan memleketlerini ele geçirme yoluna gittiler. O zamana kadar Anadolu Beylerbeyileri, Ankara'da oturmakta idiler. Ishak Pasa'dan sonra bugün de oldugu gibi Kütahya'da sakin olmalari kanun haline geldi.

Sarax 09-16-2008 18:31

ISTANBUL'UN FETHINE DOGRU

Istanbul, Schlumberger'in ifadesine göre, babasi Sultan Murad'in vasiyetiyle kendisine tavsiye edilmis ve ecdadi olan bütün sultanlarin zihinlerini isgal etmis oldugu bu muazzam tesebbüsü gerçeklestirmek isteyen Sultan Mehmed, devamli olarak bu fethi nasil basarabilecegini düsünüyordu. Zira bu sehrin fethi, Osmanli Türklerine sadece yeni bir baskent kazandirmayacak, ayni zamanda kurduklari devletin, Avrupa kitasindaki topraklarinin garantisi olacakti. Egemenlikleri altindaki ülkelerin merkezinde ve Avrupa-Asya geçidi üzerinde bulunan bu yeni baskent ellerinde olmadan Türklerin kendilerini güvenlik içinde hissetmeleri imkansizdi. Kendilerini tedirgin eden Rumlar degil, Hiristiyanlarin birleserek Constantinopolis gibi bir üsten harekete geçmeleri ihtimaliydi.

Sultan Mehmed, Konstantiniye'yi ele geçirmek suretiyle "müjdeli emîr" olmak ve Osmanli Asya'si ile Avrupa'sini birbirine baglayip devletin tabiî sinirlarini, cografî ve siyasî birligini saglamak istiyordu. Hammer, hükümdara bu düsünceyi gerçeklestirme imkanini veren olaylari su ifadelerle dile getirir:

"Bizans Imparatoru Kostantin, mevsimsiz olarak ve maharetsizce bir hareketle, pâdisahin fetih arzusunu hemen uygulamasini tacil (sür'atlendirecek) edecek davranislarda bulundu. Sultan Ikinci Mehmed, Anadolu'da, Ibrahim Bey tarafindan saçilmis olan nifak tohumlarini gidermeye çalistigi sirada, Bizans elçileri ordugaha gelerek Orhan'a tahsis edilmis olan akçanin hemen ödenmesini istemisler ve belirtilen paranin iki misli olarak verilmeyecek olmasi halinde, sehzâdenin serbest birakilacagini tehdid edici bir dille beyan etmislerdi." Bu neviden bir hareket, bir bakima Fâtih'i tehdid ediyordu. Öyle anlasiliyor ki, bu tehdidin sonu da gelmeyecekti. Zira isi santaja kadar götürmek demek olan bu istek, Osmanlilari devamli surette rahatsiz edecekti. Gerçekten, Karaman seferi esnasinda Imparator Konstantin ve senato, bu seferi firsat bilerek gönderdigi elçilerle Sehzâde Orhan'a verilen tahsisatin arttirilmasini ve sayet bu yapilmazsa sehzâdeyi Rumeli'ye saliverecegini de tehdid olarak bildirmekte idi. Gelen elçilerin önce vezir-i azami görerek arzularini bildirmeleri, protokol geregi oldugundan elçiler, imparatorun tekliflerini Halil Pasa'ya bildirdiler.

Bu tekliflere göre imparator, Istanbul'da bulunan Sehzâde Orhan'in her sene verilmekte olan tahsisatinin, masraflarini karsilayamamasindan dolayi artirilmasini istemekte, sayet bu teklifi kabul edilmeyecek olursa adi geçen sehzadeyi Rumeli'ye saliverecegini tehdidkarâne bir sekilde bildirmekte idi. Bunu ögrenen Halil Pasa, henüz imzasi kurumayan ahde muhalif hareketlerinden dolayi agir sözler söyleyerek elçileri tehdid ettikten sonra:

"Simdi Anadolu'ya sefer ettigimizi ve Frikya'da bulundugumuzu gördügünüzden istifade ederek, âdetiniz oldugu üzre uydurdugunuz sözlerle bizi korkutmak istiyorsunuz. biz çocuk degiliz, elinizden ne gelirse yapiniz. Orhan'i Trakya'ya pâdisah yapmak istiyorsaniz hiç durmayin. Macarlari da getirmek istiyorsaniz dâvet ediniz. Yalniz sunu biliniz ki hiç bir seye muvaffak olamayacaksiniz. Aksine ellerinizdekini de kayb edeceksiniz. Mamafih söylediklerinizi pâdisahima arzedecegim. O, ne der ve nasil arzu ederse o olacaktir". diyerek durumu Sultan Mehmed'e bildirir. Hükümdar, imparator ve senatonun bu istekleri karsisinda hiddetlenecektir. Fakat uygun zamani bekledigi için elçileri güler yüzle karsilar. Onlara, yakin zamanda Edirne'ye dönecegini ve orada görüserek arzularini yerine getirecegini söyledikten sonra onlari tatli dil ve ümitli bir sekilde geri gönderdi.

Imparatorun, Sultan Mehmed'i tahrik eden bu istekleri ve elçilerin söyledikleri, Bizans tarihçisi Dukas tarafindan tafsilatli bir sekilde su ifadelerle nakledilir:

"Budala Bizanslilar, iyi düsünmeden, bos bir fikir ortaya atarak Mehmed'e elçiler gönderdiler. Âdet oldugu üzre elçiler, söyleyeceklerini önce vezire söylerlerdi. Bu elçiler vezire dediler ki: "Imparator Konstantinos her sene kendisine verilmekte olan 300 bin akçayi almaya razi olmuyor. Sizin pâdisahiniz gibi, Osmanogullarindan olan Sehzâde Orhan, kemal çagina ermis bir gençtir. Her gün birçok kimse kendisine gelerek, ona "emîr" diye hitab ediyor ve kendisini pâdisah ilan etmek istiyorlar. Orhan ise bunlara ihsanlarda bulunmak ve kendilerine hediyeler vermek istiyor ise de, parasi olmadigindan ve para istemek için müracaat edecek baska bir yeri bulunmadigindan imparatora basvuruyor. Ya tahsisati iki misline iblag ediniz veya Orhan'i serbest birakacagiz. Osmanogullarini beslemeye mecbur degiliz. Bunlarin, beytülmaldan infak olunmalari gerekir. Orhan'in, tarafimizdan vaki olan tevkifi ve sehirden disari çikmamasi için aldigimiz tedbirler yeterlidir."

Halil Pasa, bunlari ve daha baska sözleri dinledikten ve Pâdisah Mehmed'e söylemek üzere imparator ve senatonun bu tekliflerini duyduktan sonra, elçilere sunlari söyledi: Ey akilsiz ve saskin Bizanslilar! Tasavvurlarinizdaki seytanliklari çoktan bilirdim. Bu bildiklerinizi unutun... Daha dün denecek derecede yakin bir zamanda sizinle yeminle teyid olunmus ahitnâmeyi yaptik ve diyebiliriz ki, mürekkebi henüz kurumamistir. Simdi ise Anadolu'ya sefer yaptigimizi ve Frikya'da bulundugumuzu gördügünüzden faydalanarak, âdetiniz oldugu üzre uydurdugunuz korkuluklari bize göstermek suretiyle bizi ürkütmek istiyorsunuz. Biz, fikir ve kudretten mahrum çocuk degiliz. Elinizden ne gelirse yapiniz. Orhan'i Trakya pâdisahi yapmak isterseniz hiç durmayin. Macarlari Tuna'dan bu tarafa geçirtmeyi düsünüyorsaniz onlar da gelsinler. Siz de daha önce kayb ettiginiz yerleri geri almak için taarruza geçmek isterseniz bunu da yapiniz. Yalniz sunu biliniz ki, bunlardan hiç birine muvaffak olamayacaksiniz. Aksine ellerinizde bulunani da kayb edersiniz. Mamafih, söylediklerinizi pâdisahima arzedecegim, o ne arzu ederse o olacak."

Mehmed, basvezir ile elçiler arasinda konusulan yukaridaki hususlari duyunca çok hiddetlendi. Ancak bunu belli etmedi. Bizans elçilerini kabul ederek, bunlara dedi ki: "Az zamanda Edirne'ye dönmek niyetindeyim. Oraya geliniz, imparatoru ve sehre ait bütün hususlari orada bana söyleyiniz. Istenilen her seyi vermeye hazirim." Mehmed bu sözleri ve daha buna benzer tatli sözler söyleyerek bunlara yol verdi. Birkaç gün sonra Bogazi geçip Edirne'ye gelen Mehmed, Karasu civarinda bulunan köylere, sâdik kölelerinden birini göndererek imparator için tahsis olunan iradin (gelirin) verilmesini yasakladi. Bu gelirin tahsiline memur olanlari ve buna nezaret edenleri oradan kovdu. Bu suretle sadece bir sene bu gelir alinmis oldu."

Sarax 09-16-2008 18:33

BOGAZKESEN (RUMELI) HISARI'NIN YAPILMASI

Ikinci Mehmed, gerkek dedelerinin ve gerekse babasinin girismis olduklari büyük ve cür'etli tesebbüsü gerçeklestirmek istiyordu. Tabiat ve cografya, Istanbul'u, dogu ve batidaki Osmanli ülkelerine merkez yapmisti. Kostantiniyye, baska bir devletin elinde kaldikça Osmanli ülkesi, Hiristiyan istilasina açik bulunacagi gibi, Avrupa ile Asya arasindaki bag ve alaka da emniyete alinamazdi. Böylece devlet, tam ve saglam bir vücud olacak yerde, gövdesi ortasindan ikiye bölünmüs olarak parçalanmak tehlikesine maruz kalirdi.

Gerçekten su ana kadar, Osmanlilar tarafindan Istanbul'un fethi için yapilan tesebbüslerin her birinde bir engel çikarak veya çikarilarak muvafakiyet önlenmisti. Fakat burasi, imparatorun elinde bulundukça Osmanlilarin Rumeli'ye tamamen hakim olmalari mümkün degildi. Nitekim, Varna muharebesine gidilirken, Çanakkale'nin ve hatta Sarayburnu ile Bogaza dogru olan yerlerin düsman tarafindan tutulmus olmasi, bu arada Istanbul'un da, düsmani tesvik eden imparatorun elinde bulunmasi yüzünden büyük tehlikeler altinda Ceneviz gemilerine 40 bin duka altin verilerek Rumeli sahiline geçilebilmisti. Su halde, iki kitadaki Osmanli hakimiyetinin, devamli olarak sinsi bir siyasetle, Osmanlilar aleyhinde çalisan Bizanslilar yüzünden, ne kadar korkunç tehlikeler arzettigini hadiseler göstermektedir.

Ikinci Mehmed, Karaman seferinden dönerken Çanakkale Bogazi'nin Frenk gemilerince tutuldugu haberini alinca, Istanbul Bogazi'na gelip babasinin geçtigi yerden Rumeli sahiline geçer. Bu geçis esnasinda, Anadolu Hisari'nin karsisina bir kale yapilmasini emreder. Istanbul'un fethinden baska bir sey düsünmeyen Sultan Mehmed, bütün planlarini onun üzerine koruyordu. Bunun için atilan ilk adim, Bogazkesen Hisari'nin insasi oldu. Askerî ehemmiyeti kadar âbidevî degeri de yüksek olan bu muazzam kalenin insasi, Türk tarihinin varmis oldugu seviyeyi göstermesi bakimindan önemlidir. Dört buçuk ay gibi akil almaz derecede kisa bir zamana sigdirilan bu insaat, gerek tuttugunu koparan bir tesebbüs, teskilât, idâre ve ikmal dehasi olarak hükümdarin; gerek yardimci ve tatbikatçi olarak fikri, madde planinda gerçeklestiren kütlenin yüksek bir teknik seviyesine sehâdet etmektedir.

Osmanlilarin, iki kita arasindaki gidip gelmeleri esnasinda, tehlikelerle karsi karsiya gelmelerinin kazandigi tecrübeleri, henüz kuvvetli bir donanmaya sahip olamayan bu devlet için, Istanbul'a sahip olmaktan baska çare olmadigini ortaya koymustu. Zira tehlikeli durumlar, ancak bu sayede atlatilabilirdi. Böylece, pâdisahin emri üzerine, Karadeniz'den gelecek her türlü yardima mani olmak ve iki sahil arasinda karsidan karsiya geçmeyi saglayabilmek için, Bogazkesen Hisari denilen Rumeli Hisari'nin yapilmasiyla ise baslandi. Sultan Mehmed, Karaman seferinden Edirne'ye döner dönmez, Anadolu ve Rumeli'ye fermanlar göndererek bin kisilik bir insaat ustasi kadrosu ile o miktarda amele ve kireçci istedigi gibi insaata ait malzemenin ilk bahara kadar hazirlanmasini emir ile bogazda bir hisar yaptirilacagini bildirir. Bizans tarihçisi Dukas, bu haber üzerine gerek Istanbul, gerekse diger yerlerdeki Hiristiyanlarin nasil büyük bir telasa kapildiklarini su cümlelerle belirtir:

"Istanbul'da, bütün Asya ve Trakya ile adalarda bulunan Hiristiyanlar, bu haberi duyunca çok üzüldüler. Aralarindaki konusmalarda bundan baska bir seyden bahsetmiyorlardi. Ancak "artik Istanbul'un son günü geldi, milletimizin yok olma çanlari çalmaya basladi. Deccal'in günleri geldi, ne olacagiz? Veya, ne yapalim? Ey Allah'imiz! Canimizi al ki, bu kullarin, sehrin yok olusunu kendi gözleri ile görmesinler. Senin düsmanlarin, bu sehri muhafaza eden azizler nerededirler demesinler." Bu münacati yalniz Istanbul halki degil, Anadolu'da daginik surette ikamet eden, adalarda ve garp vilayetlerinde bulunan Hiristiyanlar aglayarak bagiriyorlardi."

"Kulle-i cedide" diye de isimlendirilen günümüzdeki Rumeli Hisari'nda, Fâtih'in vakfiyesinden anlasildigina göre bir de cami vardi. Bu camide vazife gören imam (hitabet vazifesi dahil), bu hizmete karsilik her gün 6 akça, müezzin (temizlik isleri dahil) 4 akça ücret aliyordu. Adi geçen hisarin yeri tesbite çalisilirken bogazin en dar yerindeki (660 m.) bu noktanin seçimi, askerî sevk ve idare bakimindan önemli idi. Bu yeni hisarin, karsisindaki hisar ile birlikte bogaz geçisini kapatabilmesi tasarlanmisti. Geçisi, makaslama ates ile önlemek ve akintilar yüzünden gemilerin burada, yani hisarin bulundugu kiyiya yaklasmak zorunda kalacaklarindan istifade ediliyordu. Hisar, yaklasan hedefleri toplarinin en uzak mesafesinden karsilayarak, güneyde en uzun mesafeye kadar takip edebiliyordu.

Sultan Mehmed'in kale yaptirmak istedigi mevki, Bizanslilarin Hermaneum Promontarium dedikleri, bogazin en dar yeri olup, milattan bes asir önce Iran Sahi Dârâ, muazzam ordusu ile buradan Avrupa kitasina geçmisti.

Hisarin yapilmasi ile ilgili hazirliklar üzerine telasa düsen imparator, Edirne'ye elçiler gönderdi. Bunlar, aldiklari talimat geregi, Sehzade Orhan'in tahsisatindan bahsetmeyeceklerdi. Pâdisahla anlasabilmek için her fedakârliga katlanacaklardi. Imparator, elçiler vâsitasiyle I. Murad'dan itibaren gelip geçmis bütün pâdisahlarin, Istanbul'un hariminde bir kale yapmak ve hatta bir kulübe bile yapmak istemediklerini, Yildirim Bâyezid'in, Manuel'in muvafakati üzere Türklerle meskun olan Anadolu sahilindeki kaleyi (Anadolu Hisari) yaptirdigini bildirdikten sonra, kale yaptirmak suretiyle Frenklerin gidip gelmelerine mani olmak ve gümrük resimlerini (vergi) hiçe indirip Istanbul'u aç birakmak istedigini beyanla bunu yapmamasi için ne istiyorsa onu vereceklerini bildirmisti.

Sultan Mehmed, imparatorun gönderdigi elçiler vâsitasiyle söylenilen seyleri dinledikten sonra:

"Ben, sehirden bir sey almiyorum. Imparator, sehrin hendeginden disari hiç bir seye malik degildir. Sayet Mukaddes Agiz'da (Bogaz'da) bir kale insa etmek istersem, beni men etmeye hakkiniz yoktur. Her yer benim mülküm altinda bulunuyor. Anadolu yakasinda bulunan kaleler benimdir ve bunlarin içinde oturanlar da Türktürler. Garpta meskûn olmayan yerler de benimdir. Bizans'in orada oturmaya haklari yoktur. Macar Krali üzerimize yürüdügü zaman o karadan gelirken, Frenklerin kadirgalari Ege Denizi Bogazina gelerek Gelibolu Bogazini kapatarak, babamin Trakya'ya geçmesine mani oldular. O zaman babam, Mukaddes Agiz'in yukarisina çikarak babasinin* insa eyledigi kaleye yakin bir yerden Allah'in inayeti sayesinde kayiklar ile bogazi geçti. Binaenaleyh, babamin bogazi geçmek için ne zorluklara katlandigini ve ne sikintilara girdigini pekala bilirsiniz. Babamin, Istanbul Bogazi'ni geçmemesi için imparatorun kadirgalari kesiflerde bulunuyorlardi. Ben, daha çocuktum. Edirne'de oturuyor, Macarlarin gelmelerini bekliyordum. Macarlar, Varna civarindaki yerleri yagma ediyorlardi. Bunlari gören imparatorunuz seviniyordu. Müslümanlar ise izdirap çekiyorlardi. Kâfirler de sevinç ve meserret içinde idiler. Çok büyük tehlikeler ile bogazi geçen babam, karsi tarafa geçer geçmez, Anadolu kiyisinda bulunan kalenin karsisina, garp tarafinda diger bir kale yaptiracagina yemin etti. O, bu yemini yerine getirmeye muvaffak olamadi. Allah'in inayeti ile bunu ben yapmak istiyorum. Neden buna mani olmak istiyosunuz? Memleketimde istedigimi yapmaya gücüm yetmiyecek mi? Gidiniz ve imparatora deyiniz ki, simdiki pâdisah eski pâdisahlara benzemiyor. Onlarin yapamadiklari seyleri bu kolayca yapabilecektir. Onlarin istemedikleri seyleri, bu isteyecek ve yapacaktir. Simdiden sonra bu husus için gelenlerin derisi yüzülecektir."

Dukas'in, bu ifadelerinden anlasildigina göre Sultan Mehmed, Rumeli Hisari'nin insasina mani olmak isteyen Bizans Imparatoru'na, tarihî hadiseleri hatirlatmak suretiyle bu tesebbüsündeki hakliligini isbat etmeye çalisir. Onun için bu isten vaz geçmesinin mümkün olamayacagini tehdid yollu bir tarzda ona bildirir.

Rumeli Hisari'nin yapilmasi hazirliklarina 1451-52 kisinda baslanmistir. Ilkbaharin baslangicinda Mart ayinin sonlarina dogru, Rumeli tarafina Anadolu Hisari'nin karsisina bol miktarda insaat malzemesi, usta, amele ve kireççi gelmisti. Kereste Izmit ile Karadeniz Ereglisi'nden, taslar ise Anadolu tarafindan getirilmisti. Çalismak üzere külliyetli miktarda insan gelmisti. Sultan Mehmed, bu sirada kara yolu ile bogaza gelerek bilirkisilerle (teknik eleman, mühendis) o havaliyi gezdi. Denizin akintisi hakkinda malumat aldi. Iki sahil arasindaki mesafeyi ölçtürdü. Kalenin yapilacagi sahayi kendisi tayin ile hududunu tesbit ettirdi. Bundan sonra bir rivayete öre önce kiyida, hisarin güney-dogu kösesindeki kule insa edilerek malzeme ve çalismalarin selameti emniyete alinmistir.

Fâtih Sultan Mehmed, hisarin duvarlarinin Arapça "Muhammed" kelimesi seklinde olmasini istediginden planini da ona göre tasarlamisti. Buna göre her "Mim" (M) harfinin yerinde bir kule bulunmasini arzuluyordu. Kulelerden ikisi, birbirinin yaninda ve burunun eteginde idi. Üçüncüsü denize daha yakindi. "H" ve "D" harflerinin bulunduklari yerlerde istihkamlar yapildi. Pâdisah, bunlarin yapilmasina özen gösteriyor ve bizzat nezâret ediyordu. Gerçekten üç köseli olarak düsünülen hisarin projesi, bizzat Sultan Mehmed tarafindan tasarlanmisti. Eski an'aneye uyularak, hisarin yapilmasinda devletin ileri gelenlerinden de faydalanildigi ve bunlarin, masraflara katildiklari görülür. Bu insanlarin, kule ve surlarin bir kisminin yapilmasina nezâret ettikleri anlasilmaktadir. Nitekim hükümdar, kale insasini üç vezir arasinda taksim eder. Üç kösenin doguda, yani deniz sahilinde olan bir kösesine akropol olarak gayet metin bir burç yaptirma vazifesini Halil Pasa'ya verdi. Yamaçta, yani güneyde bulunan diger köseye büyük bir burç yapilmasini Zaganos Pasa'ya, ve üçüncü köseye, yani kuzeye düsen tarafa yapilacak burcu da Saruca Pasa'ya verdi. Vezir Sehabeddin Pasa da bütün insaata nezâret etti.

Kaynaklar, Rumeli Hisari'nin, bizzat Sultan Mehmed'in idaresinde 1000 kadar usta ve onun iki misli isçi çalistirilarak dört ay gibi çok kisa bir zamanda (Hammer'e göre üç aydan daha az) tamamlandigini belirtmektedirler. Bununla birlikte insaatin bütün mekan ve safhalarinda çalisanlarin sayisinin, yukarida verilenden daha fazla olduguna isaret edilmektedir. Zira Dukas, "insaati arsin üzerine ustalara taksim etti. Ustalar bin kisi kadardi. Her ustanin yanina iki yardimci koydu. Kale duvarinin iç ve dis taraflarinda da miktari kâfi ustalar ve yardimci ustalar çalistirdi." demektedir. Buna göre 21 Mart 1452'de insaatina baslanan Bogazkesen (Rumeli) Hisari, bes-alti bin kisinin çalismasi sonucunda Temmuz ayinin sonlarinda tamamlandi.



Fatih zamaninda Osmanli

Rumeli Hisari'nin askerî önemi üzerinde duran ve bu konuda epey bilgi veren Hüseyin Dagtekin, adi geçen hisarin, insa edildigi yerin aslinda insaata müsait olmadigini, buna ragmen Osmanli hükümdarinin, günümüz askerî tekniklerine uygun bir sekilde onu nasil mükemmel bir sekilde insa ettirdigini söyle anlatir:

"Gerçekten, Rumeli Hisari tahkimatinin, en gayr-i müsait arazi sartlarina ragmen, kiymetinden hiç bir sey kaybetmeden, bir benzerine güç tesadüf eildebilecek kadar büyük bir maharet gösterilerek, insa edildigi yere ve çevreye intibak ettirilmek suretiyle vücuda getirilmis tipik bir tahkimat örnegi teskil ettigi görülür. Bundan baska, yeni hisarin en mühim bahsi olan bu konuyu islerken kalenin, görülen arazi üzerine yerlestirilmesinde hakim olan askerî görüsün, günümüzün tabiye esaslari hakkindaki görüsleri kadar ileri oldugunu müsahede ettigimizden, besyüz yil önce insa edilmis oldugu halde, modern bilgilerin verdigi görüslerle tedkik etmekte herhangi bir tehlike olmadigini sözlerimize ilave edebiliriz."

Ilk dönem, Osmanli askerî mimarisinin güzel bir örnegi olan bu hisara yerlestirilen silah ve diger mühimmattan bahsetmeden, sadece bu dönemdeki askerî mimarînin ne denli saglam olduguna bir iki örnekle isaret etmek isteriz. Bilindigi gibi, Istanbul'un fethinden önce Yildirim Bâyezid tarafindan, Bogaziçi'nde yaptirilan Anadolu Hisari ile Fâtih Sultan Mehmed tarafindan yaptirilan Rumeli Hisari surlari ve Istanbul'un alinmasindan sonra Theodosius surlarinin stratejik bir noktasinda yapilan Yedikule, Osmanlilarin ilk müstahkem mevkileri hakkinda bize bir fikir vermektedir.

Hisarin insaati esnasinda, deniz tarafindan gelebilecek bir saldiriya ugramamak için, Gelibolu tersanesindeki donanmadan otuz kadar harp ve bir hayli nakliye gemisi bogaza getirilmisti. Bu yeni kaleye top ve topçular kondu. Böylece karsi karsiya bulunan iki hisar sayesinde, bogaz geçisleri kontrol altina alinmis oldu. Hisarin komutanligina Firuz Aga'yi tayin eden hükümdar, onun maiyetine dört yüz yeniçeri askeri ile silah ve cephane verdi. Bundan sonra, Edirne'ye gitmek üzere olan hükümdar, iki gün Istanbul surlarini ve hendeklerini tedkik ettikten sonra buradan ayrilip, Eylül ayinin ilk günü Edirne'ye döner.

Sarax 09-17-2008 15:40

ISTANBUL FETHININ HAZIRLIKLARI

Fâtih Sultan Mehmed, Rumeli Hisari (Bogazkesen)'nin tamamlanmasindan sonra ordusu ile birlikte Istanbul surlarina iyice yaklasarak sehri yakindan görebilmisti. O, hem arazi hem de surlarla ilgili tedkikler yaptiktan sonra 1 Eylül günü Edirne'ye dönmüstü. Onun buradaki en önemli düsüncesiIstanbul'u almakti. Nitekim Dukas, genç hükümdarin Istanbul'u almak için ne denli kararli oldugunu verdigi su bilgi ile ortaya koymaktadir:

"Harman vakti geçti, sonbahar baslamak üzere idi. Sultan Mehmed, Edirne'deki sarayinda vakit geçiriyor, fakat gözüne uyku girmiyordu. Gece gündüz Istanbul'u nasil alabilecegini ve nasil bu sehrin sahibi olabilecegini düsünüyordu."

Iç dünyasinda, Kostantiniyye'nin fethi mevzuunda kendisini, uzun asirlarin gönlünden ve dilinden yuvarlanagelen bir manevî müjdenin son ve gerçek temsilcisi olarak gören hükümdar, zihnî ve ruhî imkanlarini bütün hizi ve bereketiyle hep bu nokta üzerinde toplamisti. Bununla beraber çevresini teskil eden devlet adamlarinin mühim bir kismi, hakli veya haksiz endiselerle onu böyle bir maceraya atilmakta desteklemiyorlardi. Hatta daha da ileri giderek, tecrübelerinden, bilgilerinden, hamiyetlerinden ve korkularindan söz açarak önüne yiginlarca engeller çikariyorlardi. Böylece, onun kararini tasvib etmediklerini ortaya koyuyorlardi. O devri yasamis bir tarihçi olarak Tursun Bey, bu mücadeleleri özetle söyle anlatir: "Her çend erkân-i devlet ve mülâziman-i hazret, tasrih ü kinaye birle, ânun metânet ü menâatini, ve mülûk-i mâzinin fethü kasdinda hazayn (hazineler) harc idüp, cem'-i asakir eyleyüb çare bulmadiklarin sem'-i serifine ilka ederler idi. Ve âna taarruzdan ziyade fitneye sebep olmak tevehhümatin ve ihtimalatin söylerler idi." Fakat pâdisah bunlara asla iltifat etmezdi." Öyle anlasiliyor ki Pâdisah, zaman zaman, Vezir-i a'zam Halil Pasa'nin, Rumlari himaye etmekte oldugunu duyuyordu. Buna inanmasa bile pasanin bazi süpheli hareketlerini kendisi de görmüstü. Bu sebeple, devlet erkâni ile ulema ve komutanlarin fikirlerini ögrenmek üzere onlari bir toplantiya çagirdi. Herhalde bu toplantinin mahiyetini kimse bilmiyordu. Zira toplantiya gelenler agirlanmis, yedirilip içirildikten sonra dualar edilmis ve bundan sonra da vezirler tarafindan devlet isleri ile ilgili olarak hükümdara bilgi verilmisti. Iste bundan sonradir ki Fâtih Sultan Mehmed, meclistekilere "müddet-i medid ve ahd-i baiddir ki, âyine-i zamir-i münirimde bir suret mürtesem olmustur. Âni sizinle müsavere muraddir" diyerek söze baslar. "Insanlar, fikir, anlayis ve zeka bakimindan ne kadar ileride olurlarsa olsunlar, bu meziyetler, kendilerini baskalari ile müsavere etmekten alikoymamali." düsüncesine sahip olan hükümdar, Hz. Peygamberin dahi bundan müstagni kalmadigini ve böyle yapilmasini tavsiye ettigini*, bu tavsiyesinde de onun, Kur'an-i Kerim'in âyetini** gözönünde bulundurdugunu söyleyerek, ortaya atacagi konu üzerinde herkesin fikrini açikça belirtmesini istemisti. Meclistekiler, pâdisahin düsüncesi yaninda kendilerininkinin bir sey ifade etmeyecegini, fakat pâdisahin emirlerini yerine getirmis olmak için düsünebildiklerini arzedeceklerini söyleyince pâdisah tekrar söze baslayarak: "... Dünya devleti müebbed olmaz ve cihan-i fânide kimesne baki ve muhalled kalmaz" der. Bundan sonra yaratilistaki gayenin, Allah Teâlâ'yi bilip onun birligini kabul etmek ve yasandigi müddetçe onun "dergâhina takarrub" etmeye gayret etmek oldugunu, bu vesile ile en iyi ve faziletli insanin, küfür ve dalalet içinde bulunanlara karsi cani ve mali ile cihad eden insan oldugunu hadislerle belirtir. Bundan sonra Sultan Mehmed, "Belde-i tayyibe-i Kostantiniyye ki bag-i irem andan bir kûse ve süreyya nâk bostanindan bir kemterin kûse, ismi ve resmi ile illerde meshur ve dillerde mezkûr ve kütüb-i tevârihte mesturdur. Ne vechi vardir ki, ânun gibi menzil-i serif ve makam-i latif benim vast-i memleketimde ve arsa-i vilayetimde olup dahi eyyam-i devletimde küfr ocagi ve bagiler yatagi ve tagiler duragi ola. Elhasil niyetim ve himmetim ânun üzerine mukarrer ve musammam olmustur." der. Günümüzün Türkçesiyle söylemek gerekirse o söyle diyordu: Irem baginin kendinden bir köse oldugu Kostantiniyye, adi ve sani ile dillerde söylenmis, illerde ünü taninmis ve tarih kitaplarinda yazilmistir. Niçin böyle güzel ve degerli bir yer ülkemin ortasinda ve idarem arasinda olup ta saltanatim günlerinde küfür ocagi, taskinlar yatagi ve âsiler duragi olsun. Kisacasi Bizans'in üzerine gitmeye niyetliyim. Umarim ki, tedbirimiz Allah'in takdirine uygun düser. Bu arada devletin kurulusundan, Rumeliye geçisten, Istanbul'un, ülkesinin ortasinda bir küfür beldesi olarak kalisindan, Bizans'in tezvirat ve çevirdigi entrikalardan bahseden pâdisah, sözlerine söyle devam eder: "Kendimizi ecdadimiza layik olmayan halefler olarak göstermeyelim, aksine, onlarin en has nesli oldugumuzu, onlarin kahramanlik ve meziyetlerinin benzerini gösterebilecegimizi ortaya koyalim. Zira onlar, nice tehlike ve sikintilarla kisa bir zaman içinde Asya ve Avrupa'daki bütün bu yerleri ele geçirip oralarin hakimi oldular. Nice büyük sehir ve kaleleri fethe kadir oldular. dedikten sonra Bizans isini halletmeden hiç bir mühim tesebbüse girismeyecegini, bundan dolayi devlet erkâninin bu husustaki fikirlerini ögrenmek istedigini belirtir. Bunun üzerine meclis, isi müzakereye baslar. Bir kisim devlet erkâni, pâdisahin fikrine uyar, bir kismi da muhalif kalir. Muhaliflere göre Istanbul, alinmasi güç bir sehirdi. Çünkü içinde bol nüfusu ve etrafinda çok kuvvetli bir suru vardi. Sehrin, siddetle müdafaa edilecegine göre, alinamama ihtimali de vardi. Böyle bir durumda, devletin prestiji azalacakti. Onun için böyle bir tesebbüse girismemek icab ederdi. Gerçi hükümdar, Bizans'in bol malzemeye ve külliyetli miktarda silaha sahip oldugunu biliyordu. Fakat meseleyi isten anlayan kimselerle müsavere etmis ve buranin "akl ü tedbir"le alinabilecegi sonucuna varmisti. Nisanci Mehmed Pasa, gerek sehrin zaptinin zorlugu, gerekse Fâtih'in kararligi hakkinda su bilgiyi verir: "Bu sehri, Rum, Sam ve Trabzon denizlerinin kucakladigi iki kita sarmisti. Kâfirlerden büyük bir kalabalik bu sehri gece, gündüz koruyordu. Dogru ve saglam düsünce sahibi olanlar, buranin fethine imkân bulunmadigina, kâfirlerin elinden alinmasinin muhal (imkânsiz) olduguna, buraya mâlik olmaya çalismanin soguk demiri dövmeye, burayi elde etmek istemenin seytandan hayir ummaya benzedigine hükmediyorlardi. Lakin yüce hazrete yüksek himmet, kutlu kuvvet, saglam ve kötülüklerden arinmis nefs verildigi için, unsurlar kendisine pek açik surette boyun egiyordu. Bu sehrin, savasçi kâfirlerin eli altinda kalmasini iyi görmüyordu.*

Tacizâde Cafer Çelebi de (s. 8) Meclisteki bu farkli iki görüsü söyle nakleder: "Vezirlerden degisik görüsler geldi. Isabetli görüsleri olan zeki, akilli, cesur ve celâdet sahibi olanlar, pâdisahin bu düsüncesini yerinde bulup gerekenin yapilmasi için hazirliklara baslanmasini istiyorlardi. Bir kismi ise surlarin saglamligi, giris ve çikis noktalarinin zorlugunu ileri sürerek Istanbul fethini, Anka kusunu avlamaya benzettiler. Keza onlar, buranin zaptini, gök kubbenin fethine denk sayilacagindan, bundan vazgeçilmesinin daha uygun olacagini söylediler. Bu fikirler karsisinda genç sultan:

"Allah'in takdiri olunca, alisilagelmis nice imkânsizliklar, kolaylasir. Bütün kâinat onun aksine çalissa da fayda vermez. Bunun aksine basit ve elde edilmesi kolay bir isi de, sayet Allah dilemez ise, cümle âlem onu yapmaya yönelse, yine de basaramaz. Bu konudaki ümidim ne mal ve mülk bolluguna, ne ordu ve kahramanlarin çokluguna, ne de savas âlet ve vasitalarinin fazlaliginadir. Aksine, sadece Hakk'in lütuf ve yardiminadir. Esas gayem de, Islâm'in yüce prensiplerini ortaya koymaktir. Eger o kalenin benim tarafimdan fethi takdir buyurulmus ise, kale burçlari tas ve topraktan degil, saf demirden de olsa öfke ve kahr atesi ile onu eritip mum gibi yumusatirim" der.

Muhalif grup, Çandarli Halil Pasa etrafinda toplaniyordu. Pâdisahin, bu muhalefetten fena halde cani sikilmis olmalidir ki "eger o kal'anin benim elimde feth olmasi mukadder olmus ola, burç ve barulari tas ve topraktan degil de demirden olmus olsa ates-i hism ve kahrla mum gibi eritip yumusak eylerim." diyecektir. Hükümdarin yakinlarindan bir zümre ise, bu fikrinde kendisini destekliyor, hamleci kararlarina, emekleri, hevesleri ve heyecanlari ile yardim ediyorlardi. Meclis disinda, bu ikinci grubun fikrine katilanlarin basinda Aksemseddin geliyordu. O, bir taraftan genç hükümdarin ruh yapisinda bir cihad açarak onu kendi kendisinin emîri kilip kütle emrine kostuktan sonra, bu orta malini "fi-sebilillah" cihada tesvik etmesi pek tabii idi.

Meclisten, Istanbul'un feth edilmesine dair karar çiktiktan sonra, beylerbeyilerine, sancakbeyleri ile subasilarina ve askerlikle ilgili olanlarin tamamina "ahkâm-i serife" yazilarak bahara kadar hazirlanmalari ve savasa katilmak üzere toplanmalari emrolundu. Bu sebeple, Rumeli ile Anadolu'daki Osmanli sehir ve kasabalarinda geceli gündüzlü çalismalara baslandi. Fakat Gelibolu ile Edirne'deki faaliyet hepsinden daha fazla idi. Gelibolu'da tezgahlara yeni yeni gemiler konuyordu. Bu arada bakir kapli (zirhli) gemilerin de yapilmasina itina gösteriliyordu. Kritovulos, genç hükümdarin bu neviden faaliyetlerinden bahsederken sunlari söylüyor: "Bir taraftan yeni gemilerin insasi, öbür taraftan da, zaman asimi yüzünden tamire muhtaç olanlari da tamir ettiriyordu. Bu gemilerin bir kismi zirhli olarak yapilmisti. Otuz ve elli çift kürekle sür'atli bir sekilde hareket eden hafif gemiler de yaptirdi. O, gerek yeni gemi insaati, gerekse tamir konusunda hiç bir masraftan kaçinmamisti. Bundan baska o, ülkesinin kiyilarinda bulunan gemileri toplayip onlara komutan, dümenci ve diger görevlileri yerlestirdi. Gerek savas, gerekse kusatma için kara ordusundan çok, deniz kuvvetlerine önem verdiginden bu ordunun daha iyi ve itinali seçilmesine gayret etti. Komutasi Gelibolu valisi olan Baltaoglu Süleyman Bey'e verilmis olan bu donanma, 1453 baharinda Gelibolu'dan Istanbul'a dogru hareket etti."

Donanmadaki bu gemilerin sayisinda farkli rakamlar verilmekle birlikte genellikle su rakamlar üzerinde durulmaktadir: Donanma, Gelibolu'dan hareket ettigi aman 147 harp gemisinden mürekkepti. Bunlarin 12'si çektirme, 80 tanesi çifte güverteli kürekli, 55 tanesi de küçük çaptaki gemilerdi. Bu gemilerin içinde kürekçilerden baska yirmi bin kadar azeb askeri bulunuyordu.

Edirne'ye gelince: Buradaki hazirliklarla bizzat padisahin kendisi mesgul oluyor, geceli gündüzlü durmadan çalisiyordu. Uyku zamanlarinda bile fethi düsünen padisah, çok defa yataginin içinde rahatsiz bir gece geçiriyordu. Dukas, onun bu andaki halet-i ruhiyesini su sözlerle bize nakleder:

"Mehmed, gece gündüz, gerek yatarken, gerek uyanik bulundugu zamanlarda, ister sarayinda bulunsun, ister sarayin haricinde olsun, ne sekilde harb ederse ve ne gibi vasitalari kullanirsa Istanbul'u zapta muvaffak olacagini düsünüp zihnini yoruyordu. Çok defalar aksam olunca, ata binerek yalniz basina, bazan yanina iki kisi alarak,bazan yaya yürüyerek, asker kiyafetinde bütün Edirne'yi dolasiyor ve hakkinda söylenen sözleri bizzat dinliyordu."

Iste yine böyle uykusuz geçirdigi gecelerin birinde Çandarli'yi huzuruna getirterek, altin ve gümüse aldanmamasini kendisine ihtar ettikten sonra, muharebenin yakinda baslayacagini, Allah'in inayeti ve Peygamberin imdadi ile Istanbul'u alacagini, bu iste kendisine yardim etmesini söyledi.

Bu gece sohbeti ve olaylari ile ilgili olarak Bizansli tarihçi Dukas, çok mühim bilgiler vermektedir. Ona göre:

"Bir aksam, gece yarisindan sonra, saray bekçilerinden birkaç tanesini göndererek Halil Pasa (Çandarli)'yi saraya getirtti. Bu bekçiler, pasanin konagina giderek, pâdisahin iradesini, pasanin harem agalarina bildirdiler. Bunlar da pasanin yatak odasina giderek, pâdisahin kendisini davet ettigini söylediler. Halil Pasa bayilacak derecede korktu. Karisi ile çocuklarini öptükten sonra çikti. Beraberinde altinlar ile dolu bir de altin tepsi aldi. Daha önce de belirttigimiz gibi pasanin kalbinde bir korkusu vardi. Halil Pasa, pâdisahin yatak odasina girdigi vakit, pâdisahi oturmus ve elbisesini giyinmis bir vaziyette gördü. Hemen etek öperek altin tepsiyi önüne koydu. Pâdisah altinlari görünce, "Lala, bunlar nedir?" diye sordu. O da cevaben dedik ki, "Sevketmeâb! Devletin büyüklerini, pâdisah fevkalade bir saatte huzuruna davet ettigi vakit, elleri bos girmek âdet degildir. Ben ise, huzurunuza çikmak için getirdigim bu altinlar benim degildir. Sana ait olan altinlari sana takdim ediyorum". Pâdisah da cevap olarak dedi ki, "Senin altinlarina ihtiyacim yoktur. Hatta sana bunlardan fazla altin ihsan edecegim. Senden yalniz bir sey istiyorum. Bana Istanbul'u ver." Halil Pasa, pâdisahin bu son sözü ve talebi üzerine titredi. Zira öteden beri Bizanslilarin hukukunu müdafaa ediyordu. Onlarin sag eli mesabesinde idi. Bizanslilar da, pasanin bu sag elini hediyelerle doldururlardi. Türkler pasaya "kâfir ortagi" adini taktilar ve herkes ona "dinsizlerin ortagi ve yardimcisi" diyordu.

Halil, pâdisahin son talebine karsi dedi ki: "Sevketmeâb! Bizans Imparatorlugu'nun büyük bir kismina seni sahip etmis olan Cenab-i Hak, Istanbul'u da sana ihsan edecektir. Ben eminim ki, senin elinden kurtulmayacaktir. Allah'in inayeti ile ben ve bütün kullarin, büyük iste muvaffak olmak ugrunda birbirimiz ile yarisarak mallarimizi, canlarimizi feda edecegiz ve kanlarimizi dökecegiz. Binaenaleyh bu hususta müsterih ol." Halil Pasa'nin bu sözleri, bu korkunç ejderi biraz teskin etmisti. Halil'e dedi ki: "Yatagimin bu bas yastigini görüyor musun? Bu yastagi bütün gece yatagimin bir ucundan öbür ucuna ve diger uctan öteki uca nakletmekle mesgul oldum. Yataga yatiyor ve kalkiyordum, gözüme uyku girmiyordu. Altin veya gümüs paralar seni aldatarak, intac etmek istedigim büyük isi geri birakmaya sevk etmesin! Bizanslilarla yakinda ciddi bir sekilde harp yapacagiz, Allah'in yardimi ve Peygamberin imdadi ile Istanbul'u alacagiz". Mehmed, bunlari ve buna benzer baska oksayici sözleri söyledi. Halbuki pâdisahin bu oksayici sözleri arasinda kalbi burkan, kani kurutan ve isiran ihtarlar da vardi. Bu ihtarlardan sonra pâdisah, Halil Pasa'ya ruhsat verdi ve "sulh ve müsâlemetle" git dedi.

Mehmed o gecelerde, sabahlara kadar Istanbul'un fethi isi ile mesgul oluyordu. Eline sehrin haritasi ile mürekkep alarak ve sehrin etrafindaki mevkilerin seklini resm ederek, harp fennine asina olanlara toplarin ve muhasara aletlerinin nerelere konmasi lazim geldigini tesbit ettigi gibi, lagim açilacak yerleri de resim (plan) üzerinde isaret ediyor, hendeklerin baslarini ve merdivenlerin surun hangi tarafina konmasi lazim geldigini gösteriyordu. Velhasil bütün gece bu hazirliklarla mesgul oluyor, sabahlari, gece verilen kararlarin akillica ve düsmana karsi hilekârane tatbik ve icrasini emrediyordu."

Edirne'de bulunan Fâtih Sultan Mehmed'in, yakindan ilgilendigi baska bir konu daha vardi. Bu da ordusunu toplarla techiz etme isi idi. Tarihte bir topçu parkina sahib olan ilk hükümdarin Fâtih oldugu belirtilmektedir. Surasi bir gerçektir ki, Istanbul'un fethinde en önemli rolü oynayan vâsitalardan biri toptur. Gerçi topun bir harp silahi olarak kullanilmasi Istanbul'un kusatilmasi ile birlikte baslamis degildir. Fakat o tarihe kadar toplar, çaplari ve sayilari itibariyle fazla bir sey ifade etmiyorlardi. Fâtih Sultan Mehmed, bu silahin tahrib gücünün büyüklügüne inandigi içindir ki, o tarihe kadar görülmeyen sayi ve çapta top yapilmasina önem verdi. Büyük çapta toplarin yapilma isini Orban (Urban) adindaki Macarla Türk mimarlarindan Müslihiddin ve mühendis Sarica üzerlerine aldilar. Saruca büyük bir top dökmeye muvaffak oldu. Orban da çok büyük çapta bir top yapabilecegini, fakat gülle yapmasini bilmedigi için bu ise karismayacagini söyledi. Bunun üzerine pâdisah, mermi isini bizzat üzerine aldi. Kaynaklar, genç hükümdar ile Orban arasinda geçen muhavereyi su sekilde verirler: Orban: "Büyük toplarinizi dökebilirim, ama mermi ve ince hesaplardan anlamam" deyince hükümdar "Benim senden istedigim sadece topu iyi dökmenden ibarettir. Kalani ben düsünürüm" demisti.

Ikinci Mehmed, Istanbul muhasarasinda çok büyük rol oynayacak olan bu essiz toplarin en ince teferruatina kadar bütün hesap ve planlarini kendisi yaptigi gibi, resimlerini de bizzat çizmisti. Kendi nezâreti altinda döktürmüs oldugu toplardan biri çok büyüktü. Büyük emek ve masraflarla yapilan bu toplara "sahî" denmisti. Bu toplarla atilan gülleler, Kara Deniz sahillerinden getirilen kara bir tastan veyahut yuvarlak hale getirilen mermerlerden yapiliyordu. Dukas, büyük topun Edirne'deki ilk deneme atisindan, uzun uzadiya bahseder. Bu topun, Edirne'den Istanbul'a kadar getirilebilmesi için iki ay kadar bir zamana ihtiyaç hasil olmustu. Top, otuz araba ve altmis manda ile çekiliyordu. Onun her iki tarafinda, ikiser yüz adam bulundugundan yolda kaymamasi saglaniyordu. Yollarin kötü yerlerine tahta dösemek ve köprü yapmak üzere ayrica elli usta ile ikiyüz amele önden gidiyordu. Istanbul'u kusatmak üzere hareket eden Türk ordusunda üç büyük top ile ondört batarya top vardi. Subat baslarinda Edirne'de baslayan sevkiyat, Mart sonlarina dogru, Istanbul'dan bes mil kadar uzakta bulunan bir yere gelmis oldu.

Anadolu ve Rumeli'de beylerbeyiler ile sancakbeyleri gerekli miktarda askeri topluyor, techiz ediyor ve belirlenen zamanlarda yerlerinde bulunmalarini saglamak için çalisiyorlardi. Anadolu askerleri, Bogazin dogu sahilindeki Beykoz kasabasinin üstündeki ormanliklarda toplandilar. Fâtih, bunlari karsiya geçirmek üzere Beykoz, Kilyos ve Fenerbahçe'de dalyanlari bulunan Rallis Petropulos adindaki Rum'a emir verdi. Petropulos bu emri, iki gemisiyle askerleri ve mühimmati karsiya geçirmek suretiyle yerine getirdi.

Genç hükümdar, kusatma boyunca Istanbul'a yapilabilecek bütün yardimlara mani olmak için her çareyi düsünüyor ve her tedbire basvuruyordu. Bu maksatla o, Turhan Bey ile ogullari Ahmed ve Ömer Beyleri Mora topraklarina akina memur etti. Çünkü Mora'da, Bizans Imparatoru'nun kardesleri Dimitrios ile Thomas hüküm sürmekte idiler. Fâtih, Imparator Constantinos'un, bunlardan yardim istedigini ögrenmisti. Bu sebeple, Turhan Bey, 1 Ekim'de sefere çikmisti. Osmanli hücumlari, Despotlarin kuvvetlerini yok ederek onlara göz açtirmadigi gibi Bizans tarafindan beklenen yardimin gelmesine de engel olmuslardi. Bu arada Subat 1453'te hükümdarin emri ile Dayi Karaca Bey, Istanbul civarindaki Rum kasabalarini teker teker ele geçirdi. Bu kasabalar, Karadeniz sahilindeki Misivri, Ahyolu, Vize ile Ayios Stefanos idi. Bigados da kendiliginden teslim oldu.

Hükümdar, savasla ilgili bütün tedbirleri aldiktan ve bütün hazirliklarini tamamladiktan sonra 23 Mart 1453 (12 Rebiulevvel 857) günü Edirne'den hareket eder. Kesan mevkiinde mola veren hükümdar, Çanakkale Bogazi'ndan geçecek olan Anadolu kuvvetlerinin gelmesini bekler. Kesan'da kendisine iltihak eden bu orduyu alan pâdisah, yoluna devam ederek 1453 Nisan'inin besinde Istanbul surlari önüne gelir. Ertesi gün, yani 6 Nisan (26 Rebiülevvel) Cuma günü de sehri kusatma altina alir. Bizans tarihçisi Dukas ve ondan naklen Hammer, Fatih'in gelisini ve otagini kurusunu söyle anlatirlar: "Paskalyayi takib eden Cuma günü (6 Nisan) Mehmed, sehir önünde görünerek (Egrikapi) karsisina gelen tepenin arkasinda çadirini kurdu. Ordusunun meydana getirdigi çizgi, sarayin Tahta kapisindan Yaldizli kapiya kadar uzaniyordu. Yine Tahtakapidan Kosmidi (Eyüb civari)'ye kadar cenup tarafta bulunan baglara ve ovalara yaymis idi. Bu yerler, esasen daha evvel Karacia (Karaca Bey) tarafindan tahrib olunmuslardi. Nisanin 6. Cuma günü, sehir muhasara edildi. Büyük top, imparatorun yeniden tahkim ettirmis oldugu Egrikapi (Kaligarya) önüne konmustu. Pâdisah, bu kapinin tahrib edilemeyecegini anlayinca topu Sen-Romen kapisi önüne tasitti. Bundan dolayi bu kapi "Topkapi" adini almistir."

Takriben iki ay sonra "Fâtih" diye anilacak olan Mehmed'in ordulari, Istanbul surlari önünde göründükleri zaman, Katolik Hiristiyan dünyasi, Katolik ve Ortodoks kiliselerinin birlesmesi gerektigini, bu birlesme için, bundan daha iyi bir zamanin olamayacagini düsünüyor ve ancak bu sayede Bizans'a yardim yapilabilecegine inaniyordu. Bu yardimla o, Ortodoks Kilesisi'ni asimile edip tamamen ortadan kaldirmayi hedefliyordu. Dönemin Hiristiyan âlemindeki bu çekisme ile, Islâm'dan alinan ilhamla, Osmanlinin sahip oldugu dinî müsamahasi (hosgörü)ni karsilastirma bakimindan bu mevzuda kisaca ve özet olarak bilgi vermek istiyoruz. Böylece, Ortodoks Mezhebi'ndeki Rumlarin, içinde bulunduklari psikolojik durumu anlama imkânini da bulmus olacagiz. Bu karsilastirmayi da bizzat kendi kaynaklarindan yapmakla meseleye daha rahat bir açiklama getirmis olacagiz.

"Mehmed'in askerleri tahribat için Istanbul kapilarina dayanirken, sehir halki Rum ve Latin kiliselerinin birlesmelerini saglamak veya engellemek için birbirleri ile budalaca çekisiyorlardi. o tarihten bir önceki yilin 12 Araliginda, Ayasofya'da iki firka (mezheb) arasinda seklî bir uzlasma saglanmistir. Fakat bu uzlasma, Avrupa'nin büyük devletlerini, kendi sonuçlari ile ilgilendirip bu yoldan biraz yardim saglamak ümidi ile yapilmisti. Sizmatizm atesi henüz sönmemis oldugundan, her gün bir takim çirkin çekismeler görülüyordu. Muhaliflerin düsmanligi son dereceyi bulmustu. Bir grup papaz ve ileri gelenler, imparator ile birlikte Katolik âyininde hazir bulunurlar iken, baska kesisler ile halkin bir kismi manastirlardan çikmiyorlardi." Hammer, bu konuda daha fazla tafsilat vererek iki kilisenin nasil birbirleri ile çatistiklarini anlatir. Fakat biz, dönemin Bizans tarihçisi olan Dukas'in verdigi bilgiyi de vermek suretiyle Katolik ve Ortodoks kiliselerinin birbirlerine karsi olan bu hasmâne tavirlarini ortaya koymaya çalisacagiz.

"Gennadios, her gün birlesme taraftarlari aleyhine va'z etmekten ve yazilar yazmaktan geri kalmiyordu. Saint Thomas Akinu'nun sahsi ve eserleri aleyhine yeni mütalaalar ve itirazlar tertip ediyordu. Bir de Dimitri Kidoni aleyhinde bulunuyor ve bunlarin rafizî olduklarini isbat ediyordu. Senatodan bas amiral büyük duka (Lukas Notaras), Genadios ile ayni fikri paylasiyor ve onunla is birligi yapiyordu. Istanbul aleyhine toplanmis olan sayisiz Türk askerlerini gören halka hitaben bu büyük duka, Latinler aleyhine sunlari söylemeye cesaret etti: "Istanbul'un içinde, Türk sarigini görmek, Latin serpusunu görmekten daha iyidir."

Görüldügü gibi Imparator, Avrupadan yardim alabilmek için Papa tarafindan sart kosulan Katolik kilisesi ile birlesmeyi kabul etmis, onun gönderdigi Kardinal Izidor vasitasiyle Ayasofya'da âyin yapilmisti. Bu hareket, Hiristiyanligin, Ortodoks Mezhebi'ne bagli olan halkta, büyük bir nefret uyandirmisti. Latinlere karsi olan bu nefretin kökleri çok eskilere dayaniyordu. Zira 1204'teki Latin istilasinin aci hatiralari, halkin hafizasindan daha silinmemisti. Sehirde yaptiklari yagma ve Rumlara yapilan iskenceler ile onlari her türlü haktan mahrum edisleri, henüz unutulmamisti. Bu istila esnasinda Istanbul'daki âbidelerin çogu tahrib edilmis, mezarlar soyulmus, birçok eser mahvolmus ve Türk fethine kadar bu facianin izi silinememisti. Türkler, Istanbul'a girdiklerinde bir kismi çok harab 50'ye yakin kilise, bazi resmî binalar, yikilmis müesseseler, bozuk yollar ve terk edilmis saraylar bulmuslardi. Bu sekildeki tahribata karsilik, Müslüman Türk'ün müsamahasi biliniyor, Osmanli hükümdarlarinin vicdan hürriyetine, din ve mezheb serbestisine verdikleri mukaddes mânâ farkediliyordu. Rumlar, her mezhepteki hiristiyanlarin, mal, can ve din hürriyetine sahip olarak Osmanli ülkesindeki rahat hayatlarini gipta ile karisik bir hayranlikla müsahede ediyorlardi. Bu, Müslüman ve büyük devletin, gayr-i müslim tebeasina (vatandasina) verdigi büyük rahatlik ve kazanç imkanlari da bunlara ilave edilince, bazi Bizanslilarca Osmanli idaresi bir nimet ve kurtulus olarak görülüyordu. Bu anlayisin bir sonucu olarak, imparatordan sonra, en yüksek dereceli devlet adami olan Grandük Notaras: "Konstantinipolis'te kardinal sapkasi görmektense Türk sarigini görmeyi tercih ederim" diyordu. Makamindan uzaklastirilan eski patrik Gennadios (fetihten sonra Fâtih tarafindan Rum Patrikligi'ne getirilen kimse) da Ortodoksluk için en iyi tercihin bu olduguna inaniyordu. Zira Türk sarigi, düsmanlari olan milletler tarafindan dahi hakkin, dogrulugun, adaletin, din ve vicdan serbestisinin isareti olarak görülüyordu. Tazim ve tekrim ediliyor, onun hakim oldugu idare araniyordu. Hatta bir rahibe bütün hiristiyanlarin saskin bakislari önünde mezheb degistirmeyi red ederek tamamen Islâmî olan kiyafeti kabul edip, Hz. Peygamberin nübüvvetini tasdik ettigini haykirmisti. Çünkü, Sultan Mehmed'in temsil ettigi idare, insan tabiat ve yaratilisina son derece uygun idi. Devrinde hayal edilen ve arzu edilen esaslara dayanmis bulunuyordu. Bu, onun Islâm mümessilligini ne kadar azametle temsil ettigini gösterir.

Sarax 09-17-2008 15:49

KUSATMA VE ISTANBULUN FETHI

Bilindigi bi Cuma, içinde Cuma Namazi bulundugundan Müslümanlarcaek olarak kabul edilmektedir. Iste böyle bir günde Edirne'den baslayan hareket, 6 Nisan (26 Rebiülevvel) gününe tesadüf eden baska bir Cuma günü, genç hükümdarin, ordusu ile birlikte edâ ettigi (kildigi) Cuma Namazi'ni müteakip baslayan kusatma ile ilgili yerli ve yabanci bir çok kaynakta bilgi bulunmaktadir. Birbirlerini tamamlar mahiyette olan bu bilgileri kisaca ve ana hatlari ile vermek gerekiyor. Zira tafsilatina girdigimiz zaman sadece bu kusatmanin, hacimli bir eseri dolduracak kadar genis olacagi görülecektir. Bu sebeple biz, konunun detaylarina girmeden vermek ve kaynaklarina dipnotta isaret etmekle yetinmek istiyoruz.

Cuma namazindan sonra muhasara hareketine baslanilmasini emreden genç hükümdar, maddî kuvvet kadar mânevî kuvvetin de tesirine inaniyordu. Bu sebeple sultanin etrafinda, ulema, mesayih ve bunlarin talebelerinden meydana gelen bir halka bulunuyordu. Bunlar, asker arasinda gazâ ve cihadin faziletinden bahsederek onlari "Feth-i Mübin"e tesvik ediyorlardi. Onlar, bununla da yetinmeyerek "Feth-i Mübin"in muhakkak oldugunu, Kostantiniyye fethinin Sultan Mehmed tarafindan gerçeklestirilecegini askere telkin ediyorlardi. Âlimler, seyhler ve seyyidlerden meydana gelen halkadan bahseden Hoca Sa'duddin Efendi bu konuda su bilgileri vermektedir:

"Ulema, mesayih ve seyyidler, eski âdetleri üzre ol gazi hükümdarin katinda bulunmak, gaza sevabini elde etmekle yüceldiler. Onun otagi yaninda yürüyüp dua etmekten bir an dahi geri kalmadilar. Sultan-i âlisan (sani yüce sultan)la at basi giderek onun * âyet-i kerimesinde belirtildigi gibi "onun verdigi nimetlere sükr ederler" derecelerine dogru yöneldiler. Her an, fetih ve zaferin nasib olmasi duasina, emel ve dileklerinin gerçeklesmesi için yakarista bulundular. Gerçekten de rehberi zafer olan bu seferde, temiz ruhlar birlikte, gayb ordulari ise askerin öncüsü olarak ilerlemekte idi. Ama o tarihlerde hayatta olan ve gizli sirlari bilenlerden ve kerametleri zahir olan Aksemseddin Hazretleri ile Akbiyik Dede, Islâm askerlerine yüz akligi olmak için duaya devam ediyor ve hükümdarin emri geregince otag yaninda yürüyorlardi. Böylece onlar da, dilekleri gerçeklestiren Allah'in yardimlarini taleb için ayni yola düstüler."

Bizans surlari önünde saf tutan Osmanli ordusunda, piyadeler sagli sollu ayrilmis, arka ve yanlara süvariler konmustu. Üç adet büyük hücum firkasi teskil edilmis ve 14 bataryalik bir topçu parki kurulmustu. Kisa bir zaman içinde muhasara için mevki alan ordu, hazirliklarini yürütürken Sultan, Bizans Imparatoru'na, Mehmed Pasa'yi, baska bir rivayette de Isfendiyar oglu Ismail Bey'i elçi olarak gönderip, sayet teslim olurlarsa, halkin mal ve canlarinin güvenlikte bulunacagini, isteyenlerin bütün esyasiyla birlikte arzuladiklari yere gidebilmekte serbest olacaklarini, aksi takdirde harp hukukunun gerektirdigi seylerin yapilacagini bildirdi. Bu teklifin reddedilmesi üzerine, kusatma hareketine hiz verildi. Sahî denilen büyük top, günümüzde Topkapi denilen yerde mevzilendirildi. 12 Nisan'da safakla birlikte topçu bataryalari atese baslayarak, surlar bombardimana tutuldu. Bu bombardimanlarin çok ustalikli yapildigi, nokta atislari ile surlardaki muhayyel bir üçgen dövülerek, zedelenen kenarlarin üzerine, ortasina yapilan top darbeleriyle büyük gedikler açildigi rivayet edilir. Bu sekildeki bir bombardiman, Türk topçusunun harp teknigindeki maharetlerini göstermektedir. Schlumberger, bu konuda asagidaki ifadeleri kullanarak Osmanli topçusunun, bu fetihteki rolüne isaret eder:

"Yine Nisan'in on ikinci günü büyük bombardimanin basladigi gündü. Bu elem verici tarihten itibaren muhasaranin son buldugu 29 Mayis tarihine kadar yedi hafta boyunca o korkunç toplar, günün her saatinde sasmaz bir intizam dahilinde dehset saçan bir gürültü ile agir mermer güllelerini Bizans surlarina firlatmaktan bir an dahi geri kalmadilar. Simdiye kadar hiç kimsenin asla isitmemis oldugu bu harikulade top patlamalarini isiten hurafe perest (hurafelere inanan) halkin, duçar oldugu canhiras feryad ve dehset, tasavvur edilsin. Tesirin tahribkarligi derhal görüldü. Asirlar oyunca nice güçlü milletlerin hücumlarina dayanmis olan bu asirlik duvarlarda, derhal gedikler açilmaya baslandi. Bu gülleler, kesif bir toz ve duman bulutu içinde müthis bir gürültü ile geliyor, surlara çarpip tahribatini yaptiktan sonra bin parça oluyorlardi. Kusatilmis olanlar, çok kisa bir mesafeden yapilan bu ilk top atesini müteakip, bin seneden beri bu sevgili beldenin maglup edilemez bir tanriçasi makaminda tuttuklari ve varligiyla magrur olduklari bu köhne surun kendilerini korumaya yetmeyecegini anladiklari zaman, tarifi imkansiz bir ye's ve kedere kapildilar."

Mutlak surette galip gelmek azmiyle bütün hazirliklarini tamamlayan Sultan Mehmed, ortaçagin en büyük kalesini yikmak için yaptirdigi müthis toplari ile Istanbul surlari önüne gelip muhasaraya baslar. 6 Nisan - 29 Mayis arasinda 54 gün süren kusatmanin tafsilatina girmek istemiyoruz. Ancak, Fâtih ünvanini alacak olan Sultan Mehmed, Istanbul surlari önünde, kendisini bütün mukadderatla karsi karsiya getiren iki çetin imtihan daha geçirmisti. Durumun nazikligini ortaya koymasi bakimindan kisaca bunlardan söz etmek gerekiyor.

20 Nisan'da bugday yüklü bir Bizans gemisiyle dört Ceneviz gemisi, Baltaoglu Süleyman Pasa'nin bütün gayretlerine ragmen, Lodos rüzgari ve Bogaz'daki akinti sebebiyle Halic'e girmeyi basardilar. Bu basari, Bizans'ta büyük bir ümit ve sevinç uyandirdi. Bu gemilerin, batililar tarafindan gönderilen donanmanin öncüleri oldugu sayiasi yayildi. Tursun Bey'in ifadesiyle bu hadise, "ehl-i Islâm arasina fütur ve perisanî saldi. Amma ma'nide âyet-i kerimesinin isaretine uygun olarak bu hadise, alinan tedbirlerle Müslümanlarin lehine tecelli edecektir. Gerçekten, muhasarayi basarisizliga ugratacak büyük bir tehlike belirmisti. Ümitsizlik, bozgun dogurabilirdi. O zaman, Aksemseddin tarafindan Pâdisaha sunulmus olan bir mektup, bu muvaffakiyetsizligin, umumî bir hayal kirikligi dogurdugunu ve zaferi süpheye düsürdügünü isbat etmektedir. Mektup, alinmasi gereken tedbirleri de tavsiye etmektedir.

Düsman gemilerinin Halic'e girmesi üzerine, hisimla atini denize dogru süren ve kaftani islanincaya kadar denize girmis olan genç hükümdar, bu durumu hazmedemeyerek Baltaoglu'nu komutanliktan azlip, onun yerine Hamza Bey'i tayin eder.

Sultan, bütün vezir ve komutanlarin katildigi bir Divan toplar. Orada, Çandarli ile ona tabi olanlar, ortaya çikan durumdan istifade ile Imparator'la müzakerelere girisilmesi ve muhasaranin kaldirilmasi fikrini tekrar ortaya atarlar. Genç hükümdar için durumun ne kadar nazik bir hale geldigini tasavvur etmek mümkündür. Vaziyeti, Çandarli Halil Pasa'nin eski rakibi ve fetih fikrinin kuvvetli müdafii Zaganos Pasa kurtarir. Sehabeddin Pasa ve Koca Turahan Bey'le Aksemseddin'in ve Sultanin hocasi Ahmed Güranî (Molla Güranî)'nin yardimlari ile bu bedbin görünüsü yenmeye ve savasa devam azmini yenilemeye muvaffak olurlar. Bunlar, tesci' edici sözleriyle askerin cesaretini yükselttiler. Hoca Sa'duddin bu konuda sunlari söyler: "Ulemanin ileri gelenlerinden Seyh Ahmed Güranî, büyük seyhlerden Aksemseddin ve makami yüce vezirlerden Zaganos Pasa, ülkeler hakimi sultan ile ayni görüs ve fikirde olup, baris ve anlasma yolunu benimsememislerdi. Fetih alâmetleri belirdigi sirada isten el çekmek vazife anlayisina sigmaz diyerek zaferleri gölge edinen askerlere nasihatlarda bulundular ve tatli bir dille "sonra Rum ülkesi size açilacaktir" hükmünde belirtilen gerçek vaadi hatirlatarak "büyük savas, Kostantiniyyenin fethidir" gerçeginden hareketle ortaya konan gayret ve ihtimami bir bir gazilere anlattilar."

Bizans'in, Haliç tarafindan da tazyiki için limana girise mani olan zincirin kirilmasi denenmisse de basari saglanamamisti. Bunun üzerine ince donanmanin Halic'e karadan geçirilmesi genç hükümdar tarafindan düsünülmüstü. Bizans Rumlari arasinda da "Gemilerin karadan yüzdürüldügü görülünceye kadar Istanbul'un zaptinin kimseye müyesser olmayacagi" hususunda bir inanç ve anlayis bulundugundan, kusatilanlarin bütün ümitlerini kirmak için bu ise tesebbüs edilmistir. O sirada, Galata, Cenevizlilerin elinde bulunup ayri bir kalesi vardi. Bura sakinleri, Türklerle dost olmakla beraber geceleri de Bizanslilara yardim etmekteydiler. Halic'e denizden girmenin imkansizligi yüzünden 50-70 kadem uzunlugundaki 15-22 sira kürekli 70 kadar gemi, 22 Nisan gecesi sabaha kadar Halic'e geçirildi. Solakzâde bunu "Himmet-i merdân ile Besiktas dedikleri yerden Kasim Pasa deresine dogru, dag parçasi gibi gemilerin altina rugan (yag) ile terbiye olunmus kütükler döseyip, bir rivayette yelkenler açarak yürüttüler ve gemileri birbirine baglayarak üzerine metrisler koydular" cümleleri ile anlatir. Bu sevkiyat yapilirken Beyoglu tepelerine yerlestirilen bataryalarla Haliç'teki Bizans donanmasi taciz edilip hareketsiz birakildigi gibi surlarin etrafinda da bombardimana devam edilip, esas faaliyet, iyi bir sekilde gizlenmisti. Sabahleyin 70 parça kadar geminin, Haliç'te yelken açtigini gören Bizanslilar, hayret ve dehsetle bu manzarayi seyre baslamislardi. Bu sekilde, karadan gemi yürüterek denize indirme teknigi büyük bir basari idi.

Fâtih, bununla da kalmadi, ihtiyaç karsisinda büyük dehâsinin yeni bir kesfini de ortaya koydu. Havan toplari döktürdü. Onlarin, balistik hesaplarini bizzat yaparak tecrübelerinde bulundu. Beyoglu sirtlarindan ve Galata surlarindan asirma atislarla Haliç'teki düsman gemilerini batirmaya basladi. Böylece yeni bir cephe açilmasi ve Bizans'in her taraftan sikistirilmasi, Imparator'u, en agir sartlari kabul ederek baris teklifinde bulunmaya zorladi. Fakat Fâtih, Imparator'un gönderdigi elçilere: "Ya ben Bizans'i alirim, ya Bizans beni" diyecek kadar, fetih isinde azimli oldugunu ve teslimden baska bir teklifi kabul etmeyecegini bildirmisti.

Gemilerin Halic'e indirilmesinden sonra Defterdar ile Kumbarahane Iskelesi arasinda bin kadar duba üzerine, bes askerin yan yana yürümesine imkân verecek ve top geçirilebilecek sekilde muntazam, saglam dösemeli bir köprü kurdurdu. O dönem tekniginin bir harikasi kabul edilen bu köprü, Rumlarin mâneviyatlarini yeniden ve esasli bir sekilde sarsti.

Fâtih Sultan Mehmed'in karsilastigi ve âdeta imtihan edildigi buhranli ikinci hadiseye geçmeden önce, onun düsmani olan ve Fâtih'i sahsen taniyan Bizans imparatorluk prensi meshur tarihçi Dukas'in karadan yürütülen gemiler ile pâdisahin bu husustaki faaliyetleri hakkindaki düsüncelerini buraya almayi faydali buldugumuzu belirtmek isteriz. O, söyle diyor:

"Pâdisah, cesurâne ve cür'etkârane bir planin tatbik ve icrasini düsündü. Galata'nin sark tarafinda ve Çifte sutun altindaki cihette olan yer ile, Galata'nin diger cihetinde ve Kosmidion denilen yerin karsisindaki Haliç sahili arasinda bulunan ve Galata'nin arkasinda olan ormanlik dag yolunun düzeltilmesini emr etti. Bu yolu, mümkün oldugu kadar düzelttiler ve makaralar ile gemileri denizden karaya çikardilar. Bu gemilerin, geçidin (Bogaz) mukaddes agzindan çekerek, kara yolu ile,Halic'e nakl olunmalarini emr etti. Bu suretle emir icra olundu. Gemiler çekiliyordu. Her birinin bas tarafinda bir kaptan ve arka tarafinda bir dümenci oturuyordu. Bir digeri de elinde küregi tutarak, yelkeni harekete geçiriyordu; biri de davul, baska birisi de borazan çaliyor ve denizcilere ait sarkilar okuyordu. Muvafik rüzgarin esmekte oldugu sirada, ormanlari ve dereleri asarak, denize varincaya kadar karadan geçiyorlardi. Bu gemilerin sayisi seksen idi. Bunlar arasinda iki sira kürekli kadirgalar da vardi. Geri kalan gemileri orada biraktilar. Böyle bir harikayi kim gördü ve kim isitti? Keyahsar (Keyhüsrev) denizde köprü insa ederek, karada yürür gibi bu köprü üstünden karsiya asker geçirdi. Bu yeni Makedonyali ve bana kalirsa neslinin en son pâdisahi olan Mehmed, karayi denize tahvil etti (çevirdi). Ve gemileri dalgalar yerine, daglarin tepelerinden geçirdi. Binaenaleyh bu, Keyahsar'i da geçti. Zira Keyahsar, Elispondos (Çanakkale Bogazi)'u geçti ve Atinalilara maglub olarak muhakkar (hakarete ugramis) bir halde geri döndü. Mehmed ise, karayi denizde oldugu gibi geçti ve Bizanslilari mahv etti. Ve hakiki altin gibi parlayan Atina'yi (burada kastedilen Istanbul'dur) yani dünyayi tezyin eden (süsleyen) sehirlerin kraliçesini feth etti."

Istanbul'un, kusatma altina girdigi günden, düsecegi gününe kadar Haliç'te büyük bir Venedik gemisinde bulunarak, olup bitenleri yakindan takib etmis olan vak'anüvis Nicolas Barbaro, efsanevî mes'ale isigi altinda gemilerin, dag ve tepelerden geçisinin dehset saçici cereyanini, taifelerin sevk ve setaretini, tekbir seslerini, sevinç nârâlarini ve davul âvâzelerini uzun uzun anlattiktan sonra "Bu gemilerin, sanki denizde imis gibi karada hareketleri hadisesini gözleriyle takib etmemis bir kimse için bunun, inanilmayacak kadar garip bir manzara oldugunu tekrar ederim. Ben bunu, Keyhüsrev'in Athos dagini yarmasinda gösterdigi cearet ve fedakârligin kat kat üstünde bulurum. Bunlari bizzat gözlerimle gördüm. Eger bu harikulade olayin meydana gelmesinde hazir bulunmamis olsaydim, buna inanilmaz ve garip masallar gibi görünmüs olacak olan diger rivayetlere de artik inanirim" der.

Fâtih Sultan Mehmed'in, muhasara esnasinda karsilastigi ve âdeta imtihan edildigi ikinci önemli hadise, Mayis sonlarina dogru kendisini göstermisti. Hemen hemen bütün kaynaklarin belirttigine göre o günlerde Osmanli ordugâhinda, Bati hükümdarlarinin birlestikleri, Hunyad'in sehri kurtarmak üzere kuvvetli bir ordu ile yolda oldugu ve büyük bir Haçli donanmasinin Agriboz'a veya Sakiz Adasi'na ulastigi sayialari yayilip büyük bir endiseye sebep oldu. Tekrar mirildanmalar basladi. Basindan beri kusatmaya karsi gibi görünen Çandarli, hakli çikacak gibiydi. Gerçekten, Venedik, 7 Mayis'ta hazirladigi bir donanmayi G. Loredano komutasinda Ege sularina göndermisti. Papa da kendi hesabina bes kadirga techiz ettirip yola çikarmisti. Öbür tarafta Karamanoglu, Venediklilere verdigi söz üzerine Istanbul surlari önünde herhangi bir gevseme halinde harekete geçmeye hazir bulunuyordu. Kuvvetli bir casus sebekesine sahip olan Osmanli hükümdarinin, bu faaliyet ve hazirliklardan habersiz kalmasina imkan yoktu. Bir gecikme, sonucu çok tehlikeli ve mes'um neticeler dogurabilirdi. Tâcîzâde'nin ifadesiyle: "Te'hir olicak mebada derya yüzünden dahi küffardan muavin gelip halka zaaf-i kalb târi olmaga sebep ola". Gerçekten de Istanbul muhasarasinin sonlarina dogru (25, 26 Mayis) bir Macar heyeti, Osmanli karargâhina gelir. Bu heyet vâsitasiyle, Jan Hunyad'in, naiplikten çekildigi ve Ladislas'in kral oldugu ögreniliyordu. Bu yüzden Jan Hunyad, Sultan Mehmed'le üç seneyi kapsayacak sekilde yapmis oldugu mütarekenin, ahidnâmesini geri istiyordu. Zira idareyi genç krala devr etmekle imzalamis oldugu ahidnâmenin geçersiz oldugunu ve bu yüzden onu geri isteyerek ve Osmanli hükümdarinin ahidnâmesini de iade ediyordu. Macar heyeti, vezir-i azam ve onun yaninda bulunan iki vezirle görüsür. Sefir, efendisinden aldigi talimat üzerine, pâdisahtan Istanbul kusatmasinin kaldirilmasini ister. Aksi takdirde Macarlarin, Bizans'in lehinde hareket edip onlarin yaninda yer alacaklarini bildirir. Macar elçilik heyeti, Bati devletlerine ait bir filonun da Bizans'a yardima gelmekte oldugunu bildirir.

Macar elçisiyle olan görüsme, genç hükümdara bildirilir. Macarlarin Rumlara yardim edeceklerine dair olan tehdidi ve bir Bati filosunun yardima gelecegi sözleri, Sultan Mehmed'i düsündürür. Bunun üzerine, 27 Mayis aksami bir meclis toplayarak vaziyeti görüsür. Vezir-i a'zam Halil Pasa, daha önce görmüs oldugu üç Haçli seferinin tehlikelerini yakindan bildigi ve Bati Hiristiyanlarinin yeni bir Haçli seferi düzenlemelerinden korktugu için, imparatorun agir bir vergiye baglanarak muhasaranin kaldirilmasini teklif eder. Özellikle Hiristiyan Bati'nin birleserek Müslüman Türkleri Balkanlardan atmak üzere harekete geçebileceklerini, bunun da daha büyük bir felakete sebep olacagini söyler. Zira o, Yildirim Bâyezid'in akibetini, Izladi, Varna ve Ikinci Kosova muharebelerini hatirliyordu. Buna karsilik Zaganos Pasa, Istanbul'a yardim yapilamayacagini, Bati devletleri arasindaki rekabetin bu yardima engel olacagini, yardim yapilsa bile önemli olamayacagini söyler. Onun bu görüsüne bazi ümera ile ulema ve Aksemseddin istirak ediyorlardi. Benimsenen bu görüs üzerine, genel bir hücuma karar verilir.

Gerçi, Venedik veya Papa'nin donanmasinin Sakiz'a geldigi haberi alinmisti. Son olarak yapilacak hücumun neticesine kadar Macar elçisi iade edilmeyerek alikonuldu. Bu arada muhasaranin uzamasi, bazi dedikodulara sebep olmustu. Pâdisah da endiseli ve sikintili idi. Ancak Aksemseddin'in sebat ve hücum edilmesi ile ilgili mektubu ve manevî tebsirati havi yazisi, herhalde Sultan Mehmed üzerinde tesirli olmustur.

Fetih esnasinda, Sultan Mehmed ile Aksemseddin arasindaki ilgi, tesvik ve sabri tavsiye hususu, su ifadelerde açiklik kazanir. "Bâhusus, fetih tarihinin iç yüzünü idare eden Aksemseddin, cepheden cepheye at oynatan, kafasi ve bedeniyle de en agir ve zorlu yükü tasiyan pâdisahin bir dinamo gibi zaman zaman bosalir olan mâneviyatini besliyor ve takviye ediyordu.

Genç hükümdar, sihirbaz kudretiyle kal'alar kurdurmus, toplar döktürmüs, donanmasina bir gecede daglari asirtmis, genç, dinç, nizamli ve talimli ordusuyla karalari denizlere çevirtmis, denizleri tutusturtmustu. Ama yine de Bizans surlarina çarpip püsküren ve uzadikça uzayan muhasaradan da zaman zaman ümitsizlige düser gibi oluyordu. Ne ki genç hükümdarin kulagina durmaksizin "Korkma, sehri alacaksin" diyen ses, ona her zaman deste ve yar olmakta bulunuyordu.

Ama bir türlü neticelenmeyen kusatma ve Ortodoks kiliseninin son ve tek ümid olarak Katolik kilisesine boyun egmesine karsilik, Papa'nin da Avrupa'li kuvvetleri, sehre yardimci olmak üzere gönderme ihtimallerinin kizistigi bir gerçekti. Iste biçagin kemige dayandigi bu çok nazik demde, pâdisahin, Veliyüddinoglu Ahmed Pasa'yi, Ak Seyh'in çadirina niyaz ve sual babinda göndererek seyhinden fethin gününü, hatta saatini ve sehre girilecek noktayi ögrenmis görüyoruz.

Fakat, Seyh'in ogullarindan biri, babasinin mustuladigi an gelip çattigi halde, fetih haberinin gelmemesi üzerine, pâdisahin gazabindan korkarak, merakla babasinin çadirina geldigi vakit, kapida bulunan nöbetçi: "Içeri kimseyi komayasuz diye siparis olundu" diyerek delikanliyi Ak Seyh'in yanina almaz. Bu esnada çadirin bir yanindan etegini kaldirip içeri bakan genç adam, babasinin basi secdede, göz yaslari ve enin ile aglayip yalvarmakta oldugunu görür. Bu uzun niyaz ve yanik münacattan sonra, Seyh'in basi secdeden kalkar. Bu esnada da ordu, yatagini asmis sel gibi, tasa köpüre sehre girmekte, Ak Seyh de kendi kendine "Elhamdülillah, Elhamdülillah" diye Cenabu Hakk'a sükr etmeye, tekbir getirmeye baslamis bulunmakta idi."

Aksemseddin ile Fâtih arasindaki münasebetlere temas etmis olmakla birlikte, daha önce toplanmis bulunan harp meclisinden kisaca söz etmemiz gerekiyor. Zira bütün teklif ve çabalara ragmen Bizans teslime yanasmadigi gibi, Fâtih'i zor durumda birakacak bazi tesebbüslerde de bulunuyordu. Bunun için 27 Mayis'ta, Fâtih'in baskanliginda toplanan bir harp surasinda uzun münakasalar yapilmisti. Vezir-i a'zam Halil Pasa'nin muhasarayi kaldirma taraftari oldugunu bu surada açikça söyledigine daha önce isaret edilmisti. Buna karsilik Zaganos Pasa ile hem tib hem de manevî ilimlerde derin malumata sahip bulunan Aksemseddin, fethin, Müslümanlarin 850 senelik en büyük idealleri bulundugunu, Bizans'in mânen tefessüh ettigini, maddeten de hiç bir gücünün kalmadigini, Rum halkin büyük bir kismi ile bazi ileri gelenlerin Osmanli idaresini bir kurtarici olarak kabul ettiklerini, Istanbul'a hakim olan devletin hem Islâm, hem de Hiristiyan dünyasinda büyük bir manevî nüfuza sahip olacagini, bu sebeple kat'i neticenin alinmasina kadar muhasaraya devam edilmesini istediklerine temas edilmisti. Hz. Peygamberin ashabindan ve hicret esnasinda kendisini Medine'de evinde misafir etme serefine nail olan Ebu Eyyub el-Ensarî'nin kabrini kesf ettigi gibi, Kur'an'da Istanbul'a isaret ettigi kabul edilen * "beldetün tayyibetün" lafzinin "ebced hesabi" ile içinde bulunduklari 857 hicrî senesini isaret ettigini söyleyen Aksemseddin, bu sebeple "feth-i mübin"in muhakkak bulundugunu, derin bir vecd ile dile getirir. Bütün bu görüsmelerden sonra meclis muhasaraya devama karar vererek dagilir.

Sultan Mehmed, harp hazirliklarini tamamladiktan sonra sehre bir elçi göndererek Imparator'a "sehri menkul serveti ve yakinlari ile terk edebilecegini" bildiren bir mesaj gönderdi. Imparator bu talebi reddedince Fâtih, bütün orduya tellallar çikararak genel hücumun yapilacagi günü tesbit etti. O, yemin ederek askerlere söyle dedi: "Bu muharebede kazanç olarak yalniz sehrin binalarini ve surlarini istiyorum. Sehrin diger bütün menkul servetini ve mahsurlarini ganimet olarak size birakiyorum."

Bundan sonra, bütün ulema, mesâyih ve gazi dervisler, asker içinde zaten coskun bulunan hücum ve kazanma halet-i ruhiyesini, mânevî tebsirlerle bir kat daha artirdilar. Bu esnada genç hükümdar da münadiler vâsitasiyle orduya tebligatta bulunarak "ilk defa sura çikacak olan askerlerin rütbelerinin artirilacagini, eline hükm-i serif sadaka olunarak (verilerek) tâ nesli munkariz oluncaya degin evladinin, kiyamete kadar baki olacak bulunan Devlet-i Âl-i Osmanî'de, her zaman muhterem sayilacagini" bildirdi.

Bu esnada Osmanli toplari surlari dövmeye devam ediyor, Bizansli muharipler, devamli mesgul edilerek yorgun birakiliyorlardi. Fetih sabahinin gecesi, Türk ordusunda "Mum donanmasi" denilen ates ve isik senliginin icrasi ile geçti. Istanbul'u tamamen kusatan Türk deniz ve kara ordusunda kandiller, fenerler, mes'aleler ve atesler yakilarak Kostantiniyye (Istanbul) bir isik çenberi içine alindi. Askerin hep bir agizdan getirdigi tekbir ve tehlil sedâlari, ortaligi inletiyordu. Gecenin karanligini yirtan bu isik çenberi ile tekbir sesleri, tatli bir ahenk meydana getiriyordu. Isik ve seslerden meydana gelen bu ugultuyu gören Bizans, önce Osmanli ordusunda yangin çiktigini zannederek sevinecek, fakat kisa bir müddet sonra, bunun bir donanma oldugunu anlayinca derin bir ye's ve ümitsizlige düsecektir. Bu esnada Bizans, Ayasofya'da Imparatorun da hazir bulundugu son bir âyine katiliyordu. Bu âyin, Bizanslilarin Ayasofya'da icra ettikleri son âyindi.

20 Cemaziyelevvel (29 Mayis) Sali sabahi ezan ve namazdan sonra, Türk ordusunun büyük ve tarihî hareketi basladi. Ordu, hem kara, hem de denizden bütün cephelerden harekete geçti. Toplar, hep birden sehir üzerine çevrilerek ateslendi, etrafi kesif bir duman ve barut kokusu kapladi. Ilk hamlede iki bin merdivenle 50 bin yigit ileri atilmis, harbin en siddetli aninda, Aksemseddin ile Molla Güranî ates hattina girerek, gazâ yolunda sehidlik mertebesine ulasmayi taleb ile askere önderlik edip örnek olmuslardi. Bizzat genç hükümdar dahi, askeri tehyic edici sözlerle, elinde kiliç ile Topkapi gedigine saldirmisti. Bu sirada Ulubatli Hasan adindaki muazzez nefer, tekbirlerle Topkapi suruna sancak dikti. Böylece Islâm dilâverlerinin ve Oguz kavminin, asirlardan beri hayal ettigi mukaddes bir rüya gerçeklesiyordu. Ulubatli, Hz. Peygamberin müjdesine mazhar olarak 30 kadar arkadasiyla sehâdet mertebesine ulasti.*

Bu sirada Osmanli sancaginin surlarda dalgalandigini gören ve daha önce yaralanmis bulunan Latin komutani General Giustiniani, gemisine çekilmek ister. Kalmasi hususunda israr eden Imparator'a "Allah'in, Türklere açmis oldugu yolu takip edecegim" cevabini verdi. Bu, artik Osmanli'ya mukavemet edilemeyeceginin bir ifadesi idi.

Bizans'in, surlardaki bayraginin indirilip yerine Osmanli bayraginin dikilmesinden sonra, ezanlar okunmaya baslandi. Sultan Mehmed Han, surlardaki bu manzarayi görünce, atindan inerek, Hz. Peygamber'in medih ve senâsina nail olmanin verdigi bir sevinç, ayrica devletini, Islâm'in mukaddes serefine mazhar kilan medhiye-i Resulullah'a** kavusmanin verdigi heyecanla sükür secdesine kaparak Cenab-i Hakk'a hamd eder. Sonra otag-i hümâyununa çekilerek devlet erkâninin tebriklerini kabul eder.

Bu sirada, sehri koruyan gruplarla birlikte Bizans Imparatoru da öldürülmüstü. O, ayakkabisindan taninmisti. Fâtih, vatanini müdafaa için ölen bu serefli askerin cenazesine saygi göstererek onu merasimle defn ettirdi.

Istanbul'un fethi, genç sultan için ayni zamanda saltanatinin da fethi olmustu. Fâtih, sehrin zaptini müteakip Sehzâde Orhan'i aratti. Ölü veya diri getirene büyük mükâfatlar vaadetmisti. Bizanslilarin yaninda kendisine karsi surlar üzerinde savasmis olan bu Osmanli sehzâdesinin ölümü ile Yildirim Bâyezid'in ogullari arasindaki taht kavgasi kesin olarak sona ermisti. Gerçekten de sehrin düstügünü gören Sehzâde Orhan, surlardan atlayarak vefat etmisti.

Feth-i mübinin gerçeklestigi 29 Mayis 1453 Sali sabahini anlatan bir yazar, o günü su ifadelerle tasvir eder: "O gün, her zamankinden daha parlak dogan günes, göz kamastirici altin sarisi isinlari ile âdeta Islâm'in zaferini kutluyor, cihanin incisi Kostantiniyye'ye sel gibi akan sanli Türk ordusunu sicak bir içtenlikle kucaklayip üzerine mukaddes nurlar saçiyordu. 29 Mayis 1453 sali sabahi, muhakkak ki bir baska sabahti. Bu parlak ve essiz ilkbahar sabahinin cihan tarihindeki yeri ise, apayri bir özellik tasiyordu. Zira o mukaddes Sali sabahi ile bir çag kapaniyor, yeni bir çag açiliyordu. Bu yeni çaga, essiz dehasi, rakipsiz kuvvetiyle, Avrupa barbarlari dahil, bütün cihana saskinliktan küçük dilini yutturup, henüz 21 yaslarinda çok genç bir pâdisah olarak, Fâtih ünvanina hak kazanan büyük türk, Fâtih Sultan Mehmed Han damgasini basmisti. Iste o mukaddes Sali sabahi, böyle essiz bir sabahti."*

Osmanli ordusunun sehre girip hakim olmasi üzerine bileginin gücü ile Fâtih ünvanini almaya hak kazanmis olan genç serdarin da sehre girdigi görülür. Yaninda, emîr, vezir, solak, sipah ve yayalardan baska, devlet ricali, âlimler, hocalari, seyhler, dervisler, kalenderîler ve erler bulunuyordu. Bütün bunlarin yaninda özellikle saginda ve solunda Aksemseddin ile Akbiyik sultanin bulunmasi dikkat çekiyordu.

Fâtihâne bir ihtisam ve büyük tezahüratlarla sehre girmis olan pâdisah, Hammer'in (II, 302) dedigi gibi, Hiristiyanligin sarktaki merkezini teslim almak üzere, Ayasofya'nin önünde atindan inmis ve mâbedin esiginde sükür secdesine kapanmisti. Tursun Bey'in ifadesiyle haraba yüz tutmus olan Ayasofya, fetih hakki olarak câmiye çevrilecekti. Rivayete göre Fâtih Sultan Mehmed, Ayasofya'da iki rekaat sükür namazi ile ikindi namazini kildiktan sonra mâbedin üç gün içinde bu mâbedin Cuma namazi için hazirlanmasini emreder. Cuma günü, Aksemseddin Hazretleri, Sultan Fâtih'in koluna girip minbere çikartarak hutbe okumasini istemis. Fâtih de Hak Teâlâ Hazretlerine hamd ve senâdan sonra hutbeyi okur. Aksemseddin de Cuma namazi kildirmisti.**

Fâtih Sultan Mehmed, fetihten sonra Bizans ahalisi hakkinda Hiristiyan dünyasinda esine rastlanmayan bir müsamaha hareket etmisti. O, askerlerine, mukavemet edenlerden baskasinin öldürülmemesini, emrederek, sadece esir edilmelerini istemisti. Daha önce de temas edildigi gibi o, Imparator'un cesedini buldurmus, onu Rumlara teslim ederek inançlarina göre defn etmelerini saglamisti. Rumlardan, sehir disina kaçanlarin tekrar evlerine dönebileceklerine de müsaade etmisti.

Fethi takib eden ilk Cuma namazindan sonra meydana gelen ikinci önemli hadise, Ok Meydani'nda yapilan fetih ve zafer alayidir ki, üç gün üç gece süren senlik, ziyafet, oyun ve eglencelerden sonra, basardigi büyük iste, çevresinin yardimlarini unutmayan pâdisah, "Sühedaya rahmet-i Rahman, gazilere seref ü san, tebeama fahr ü sükran" dedikten sonra asker ve sivil yüzbinlerce kisiye zafer hediyesi olarak mal, mülk ve arazi dagitmistir.

Fakat bu noktada da mühim olan yine Aksemseddin'in, orada hazir bulunan gazilere sesini yükseltip "Ey gaziler, bilin ki, cümleniz hakkinda ahir zaman peygamberi " Ne güzel askerdir onlar" diye buyurmustur. Insallah cümleniz magfursunuz. Ama gazâ malini israf etmeyip hayir ve hasenatta sarf edin. Pâdisahiniza da itaat ve muhabbet eyleyin, diyerek gâzilerin tamamini sehrin imarina ve amme müesseseleri kurmaya tesvik etmis olmasidir.

Istanbul, Osmanlilarin eline geçtigi zaman perisan ve harab bir vaziyette idi. Fakat bu tahribat ve yoksulluga sebep olan Müslüman Türkler degil, Hiristiyan Avrupa idi. Zira Comnene'ler devrinde, taht çekismelerinden ve iç idaresizliklerinden faydalanarak sehri basan Haçli ordulari, bu zengin ve mamur beldeyi sefil ve yoksul bir harabeye çevirmislerdi. Böylece sehir, bir daha belini dogrultamayacak bir hale gelmisti. Bundan sonra ne yikilan saraylar bir daha yapilmis, ne yagmalanan kiliseler bir daha doldurulabilmis, ne kaçirilan sanat eserleri, ne tahrib edilen âbideler bir daha yerlerine getirilebilmisti. Yarim asirdan fazla süren kan kokusu içinde, vahset ve zulüm ile ezilen bu sehir, bir yazarin ifadesi ile yeni sahipleri olan Müslüman Türkler sâyesinde "ba'sü ba'de'l-mevt"e, bir yeni dogusa ugramak talihine ermis bulunuyordu.

Öyle anlasiliyor ki sehir ve mabedlerin yagmalanmasi bir bakima Imparatorun eliyle de oluyordu. Nitekim Istanbul fethine tanik olan Bizansli Yeorgios'un verdigi bilgilere göre, devletin, askerlerin maasini verecek parasi olmadigi için kral, Allah'a adanmis kutsal esyalarin kiliselerden alinip paraya çevrilmesini emretmisti. Böylece gerek Ayasofya, gerekse sehirdeki diger kiliselerde bulunan esya fetihten önce alinip paraya tahvil edilmisti.

Fâtih, fetihten sonra Galata'daki Ceneviz kolonisini de teslim alarak, onlara hukukî beratlar verdi. Bu arada Sultan Fâtih, Latin Kilisesi ile birlesme taraftari olmayan ve bu birlesmeye muhalefet ettigini daha önce gördügümüz Gennadius'u Patriklik makamina getirmek suretiyle Ortodokslari himayesi altina almis oluyordu. Böylece Hiristiyan dünyasindaki iki kilise ayirimini desteklemis oldu. Merasimle bu yeni Patrige mürassa bir asâ ve at hediye edip iltifatlarda bulundu. Böylece Fâtih, Roma'ya hakim oluyordu. Bu sebeple kendisine "Roma Cihan Imparatoru" denebilirdi. Bu anlayistan hareketledir ki, Roma'yi elinde bulunduran ister Müslüman, ister Hiristiyan olsun; ister kavuklu, ister sapkali bulunsun, Roma âleminin hükümdari idi. Bu âlem, hukuken onun ülkesi sayilirdi. Böylece, Yildirim'dan beri kullanilan "Sultan-i iklim-i Rûm" tabiri, Istanbul'un fethi ile Ortodoks dünyasi tarafindan da kabul edilip tasdik edilmis oluyordu. Bu tasdikin, Avrupa fetihlerinde büyük faydasi görüldügü gibi, kuvvetli oldugumuz devirlerde de Patriklik makaminin bizde bulunusu, yararimiza olmustur. Fâtih, bu hareketiyle Dogu Hiristiyanligini Katolik Roma'dan tamamen ayiriyordu. Buna kendi gücünü de katarak asirlardan beri dogu dünyasinin Roma'liya karsi gösterdigi reaksiyonu âdeta yeni bir senteze kavusturuyordu. Gerçekten de Istanbul'u fetheden Türkler, Sark, yani Ortodoks kilisesinin, Bizans Imparatorlugu zamanindaki bütün haklarini tanimak suretiyle Rumlari memnun etmis ve onlari müteaddid müzakerelere ragmen bir türlü yanasmak istemedikleri Garp (Katolik) Kilisesi'nin nüfuz ve hakimiyeti altina düsmekten kurtararak eskisi gibi kiliselerinin istiklâlini emniyet altina almislardi. Nitekim, Osmanli hükümdari, Istanbul fethinden sonra ilim ve faziletle taninmis olan Gennadius'u Rumlara Patrik olarak tayin etmis ve Patrikhâne'ye Bizans imparatorlari zamanindakine benzer selâhiyetler vermisti.

Osmanli Devleti'nin bu ince hesapli siyaseti, bir buçuk asirdan beri zaman zaman kileselerin birlesmesi için Papa'ya yapilan müracaat kapisini tamamen kapatmisti. Is bu kadarla da bitmemis, devlet, Galata'daki Cenevizlilerle Galata halkina da bir fermanla teminat vermisti. Bu hareketiyle Osmanli Devleti, gerek Balkanlar'da kendi idaresi altindaki ve gerek Mora, Sirbistan, Eflâk ve Güney Arnavutluk'taki Ortodokslari samimi olarak kendi idaresine baglamisti.

Istanbul'un, 29 Mayis 1453 (20 Cemaziyelevvel 857)'de Osmanli Türkleri tarafindan feth edilmesi, Avrupa'yi ve özellikle Papa ile Napoli Kralligini, ayrica Güney Avrupa memleketlerini hayret ve dehsete düsürmüstü. Bununla beraber, gerek Osmanlilarin büyük bir cihad ruhu ile askerî güce sahip olmalarinin etrafa verdigi korku, gerekse artik Hiristiyanlik taassubunun yerini, tedricen de olsa aklî muhakemenin almis olmasi yüzünden birçok devlet, sesini çikaramaz hâle gelmisti. Bu sebepledir ki, Papa V. Nikola'nin, yapmak istedigi ve yeni bir Haçli Seferi için saga sola bas vurmasi sonuçsuz kalmisti. Nitekim, Papa'nin bütün Hiristiyanlari silaha sarilmaya davet eden 30 Eylül 1453 tarihli beyannâmesi, fazla bir alaka uyandirmadigi gibi, Papa'nin, Osmanlilar aleyhine harekete getirmek istedigi Adalar halki ile Balkan yarimadasi'ndaki despotluklar ve bu meyanda Sirp, Eflâk, Bosna, Mora, bazi Arnavut kral devlet ve senyörleri, Osmanlilarin Enez zaferinden sonra 1454 senesi ilkbaharinda göndermis olduklari elçileri vâsitasiyla Istanbul fethinden dolayi Osmanli hükümdarini tebrik ediyorlardi.

Hiristiyan Bati dünyasinda beklenmedik bir felâket olarak kabul edilen Istanbul fethi, zafernâmelerle Islâm dünyasina bildirilmisti.Resûlullah (s.a.v.)'in hadiseleri ile ta'ziz edilmis olan Fâtih Sultan Mehmed ve ordusu, büyük bir tebcile layik görülmüslerdi. Misir, Sam, Bagdad ve diger Müslüman sehirler ile ülkelerde merasimler tertiplenip kutlama törenleri yapilmisti. Kahire'de bulunan Abbasî halifesinin emriyle camilerde Müslüman Türk sehidlerine dua edilmis ve Fâtih'in ismi hutbelerde zikredilmisti. Bu andan itibaren bütün Islâm dünyasi, Peygamberlerinin müjdesine (tebsirât) mazhar olan Osmanli Devleti'ni, Islâmiyetin büyük bir temsilcisi olarak kabul etmeye baslamisti. Haçli sürülerine karsi Islâm'i, Selçuklu ve Osmanli devirlerinde serefle müdafaa etmis olan Türk milleti, bu fetihle, bütün Müslüman dünyasinin sönmez ve eksilmez muhabbetini kazanmisti. Bu sebeple Memlûk Sultani, Fâtih'e elçi göndererek kendisini tebrik etmisti. Keza, Güney Hindistan (Behmenî) Sultani Alaeddin II. Ahmed Behmen Sah (1435-1457) da elçiler gönderip Fâtih'i tebrik edenler arasindaki yerini almisti.

Islâm dünyasinin, Istanbul'un fethinden dolayi bu kadar sevinmesinin sebeplerini, çok derinlerde aramak gerekir. Zira bu sehrin fethi, Müslümanlar için önemli bir hedef haline gelmisti. Bu hedefe ulasmak gerekiyordu. Çünkü bu, peygamberlerinin, asirlarca önce haber verdigi bir olayin gerçeklesmesi demekti. Ayrica, bu olayda basari saglayan, onun müjdesine nail olacakti. Bunun içindir ki, Hz. Peygamberin vefatindan kisa bir müddet sonra, önce Emevîler, daha sonra da Abbasîler tarafindan defalarca muhasara edilmesine ragmen ele geçirilemeyen Istanbul, Fâtih'ten önceki Osmanli hükümdarlarinca da kusatma altina alinmisti. Bununla beraber fetih basarisi, henüz 21 yaslarinda bulunan genç Osmanli hükümdarina nasib olmustu. Hz. Peygamber, Istanbul Fâtihi'ni ve fethi basaracak olan orduyu, tebsir etmisti. Kur'an-i Kerim'deki "beldetün tayyibetün" âyeti, "Ebced Hesabi" ile "Feth-i Mübin"in hicrî tarihini gösteriyordu.

Istanbul'un fethi, bir bakima genç Sultan için saltanatin da fethi olmustu. Bu sirada Fâtih, çesitli sebeplerden dolayi kendisine kizdigi Çandarli Halil Pasa'yi vezir-i azamliktan azl eder. Zira onun hakkinda ortada çesitli söylentiler dolasiyordu. Hatta Bizansla isbirligi ettigine dair rivayetler de vardi. Nitekim Bizans Tarihi adli eserinde Dukas, fetihten sonra Fâtih ile Duka arasindaki konusmayi verirken sunlari söyler: "Büyük Duka gelip etek öptükten sonra Pâdisah ona dedi ki: "Sehri teslim etmemekle iyi bir is yapmadiniz. Bak ne kadar zararlar, ne kadar hasarlar yapildi, ne kadar kimse esir oldu". Duka buna cevap olarak "Efendim, sana sehri verecek kadar selâhiyetimiz yoktu, hatta imparatorun bile böyle bir selâhiyeti yoktu. Bundan baska, senin adamlarindan bazilari da sözle ve mektuplarla imparatora haberler göndererek, "korkma, pâdisah size tahakküm edemiyecektir" diyorlardi. Pâdisah, söylenen bu sözleri Halil Pasa'ya atfetti." Bu yüzden azledilen Çandarli Halil Pasa, kisa bir müddet sonra idam edilecektir. Pasa, vasiyetnâmesinde bütün mal varliginin pâdisaha ait oldugunu bildirmekle birlikte, mallari mirasçilarina birakilmis, sadece nakit paralari hazine adina alikonmustu.

Fâtih, fetihten sonra Gennadius gibi âlim ve münevver bir Ortodoksu patrik tayin etmekle, feth ettigi ülke halkinin geleneksel imanini kurtarmis oldu. Sayet bu makama katoliklige meyyal bir baska ruhanîyi getirmis olsaydi, Ortodoksluk yavas yavas sönüp ortadan kalkacakti. Patrik, gelenege uygun bir merasimle pâdisahin huzuruna kabul edilerek kendisine murassa bir asâ ve at verilmisti. Bu meyanda eski Bizans halkinin evlenme, bosanma, ölüm ve dinî ayin gibi sahsî meselelerinin de kendi cemaatlerince tedvir edilmesine müsaade edildi.

Fâtih Sultan Mehmed, patrik tayini ve Istanbul'un ticarî, iktisadî, ictimaî, adlî ve diger hizmetleri görmek için görevliler tayin ettikten ve 18 Haziran'a kadar Istanbul'da kaldiktan sonra Edirne'ye döner. O, büyük bir zafer alayi ile, aylar önce ayrildigi sehre tekrar giriyordu.

Genç hükümdar, Istanbul'u bir Müslüman Türk sehri haline getirmek için, Anadolu'dan getirttigi Türk ailelerini vergilerden muaf tutmak suretiyle iskân edip sehrin yeniden senlenmesini sagladi. Âsik Pasazâde'nin bu konuda verdigi bilgiyi, dönemin dil özelliklerine de dokunmadan buraya almak istiyoruz. Böylece o dönemde nasil sade bir Türkçe'nin kullanilmis oldugunu da görmüs olacagiz.

"Pâdisah, Istanbul'u feth etti, subasiligini kulu Süleyman Bey'e verdi. Ve cemii vilayetine kullar gönderdi. "Hatiri olanlar gelsin evler, baglar, bahçeler, mülkler verelim" dediler. Ve her kim geldiyse verdiler. Bu sehri mamur ettiler. Pâdisah yine emr etti kim, ganiden ve fakirden evler sürdüler. Ve her vilayetin subasilarina ve kadilarina adamlar gönderdiler. Bu gelen halka da evler verdiler. Sehir mamur oldu. Bu verdikleri evleri mukataaya verdiler. Öyle olunca bu halka güç geldi. Dediler ki "Bizi memleketimizden sürdünüz getirdiniz bu kâfir evlerine geri vermek için mi getirdiniz?" Bazilari avradini ve oglanini (ailesini) koyup kaçti. "Kula Sahin" derlerdi atasindan kalmis bir vezir-i akil (akilli bir vezir) vardi. Pâdisaha der ki: "Hey devletlu sultanim, atan, deden nice memleketler feth ettiler, hiç birine mukataa koymadi. Sultanima da layik olan budur ki bunu yapmaya" dedi. Pâdisah da onun sözünü kabul etti. Yine hükm etti: "Her ev ki verirsiniz mülklüge verin (verdiginiz her evi mülk olarak verin)" dedi. Ondan sonra mektuplar (yazili belge, tapu) verdiler ki mülkleri ola. Sehir yine mamur olmaya yüz tuttu. Mescidler yapmaya basladilar."

Görüldügü gibi, Istanbul'un Müslüman Türk sehri haline getirilebilmesi için her imkâni degerlendiren Fâtih, bu yeni gelenlere çesitli kolayliklar saglamaya basladi. O, Istanbul'un iskâni için Anadolu'nun muhtelif yerlerinden sanat sahipleri ile muhtelif siniflara mensub Türk nüfusunu buraya celb edip iskân ettiriyordu. Ilk önce 5000 aile getirildi. Daha sonra degisik tarihlerde Karadeniz sahilleri ile Karaman, Aksaray, Egirdir, Bursa, Manisa, Tire, Çarsamba, Kastamonu, Samsun, Sivas ve Izmir gibi yerlerden gelen Türk aileleri ile Istanbul kisa bir zamanda hüviyet degistirerek bir Müslüman Türk sehri haline geldi. Bu hüviyet degisikligi, sadece nüfusla degil, semt isimleri ile de olmustu. Çünkü gelenlerin yerlestikleri bu yerlere onlarin geldigi yerlerin ismi verilmisti. Nitekim, günümüzde bile Aksaray, Karaman, Çarsamba gibi semt isimleri, hâlâ o günün hatiralarini tasimaktadirlar. Her ne kadar Balkanlar'dan da nüfus nakli olmussa da bu, pek fazla bir sey ifade etmiyordu. Çünkü bunlarin sayilari çok azdi. Anadolu'dan getirilen Türklere ev, bag, bahçe verilip vergiden muaf tutulmalari, onlarin sehrin iktisadî hayatini ellerine geçirip bu sahada söz sahibi olmalari içindi.

Harap bir sehri devralan Fâtih'in, Istanbul'u imar ve iskân etmek gibi büyük bir problemle karsi karsiya kaldigi anlasilmaktadir. Bu problemi çözmek ve sehre yeni bir çehre vermek için Osmanlilarin eskiden beri uyguladiklari bir yöntemle meseleye yaklastigi görülmektedir. Bu da biraz önce temas edilen göç uygulamasidir. Baska bir ifade ile Istanbul, fetihten sonraki büyüme ve gelismesini buraya yapilan hâne nakline borçlu görünmektedir. Âsik Pasazâde, Nesrî, Tursun Bey, Dukas, Kritovulos gibi çagdas kaynaklarin verdigi bilgiler ve günümüzde yapilan arastirmalar, Fâtih'in daha ilk günlerden baslayarak Istanbul'u canlandirmak ve senlendirmek için gösterdigi çabayi ortaya koymaktadirlar. Istanbul'un eski olan ve günümüzde bile varligini koruyan mahalle adlari, bize bu yerlesmenin sehir içindeki dagilimi konusunda önemli ip uçlari vermektedir. Çünkü (daha önce de belirtildigi gibi) bu yeni gelenler, yerlestikleri yerlere, geldikleri sehir ya da kasabanin adini vermislerdir. Evliya Çelebi, Seyahatnâmesinde bu yeni gelenlerin kurduklari mahallelerin isimlerini vermektedir.

Fâtih, bir yandan bu sürgünlerle Istanbul'un nüfusunu artirirken, bir yandan da fetihten hemen sonra sehirde genis bir insa faaliyetine girer. O, fetih esnasinda harap olan surlarin onarilmasi ve sehrin yeniden düzenlenmesi isiyle, Istanbul Subasiligina getirdigi Karistiran Süleyman Bey'i görevlendirmisti. Bu arada müsellem ve yaya sancakbeylerine, hendeklerin temizlenmesi emredilmisti. Böylece 13 km. karelik bir alani çevreleyen surlar onarildi. 1457'den sonra daha genis bir imar faaliyetine girisecek olan Fâtih, bir taraftan da esirlerin yevmiye (günlük) 6 veya daha fazla akça karsiliginda çalismalarini emretti. Böylece Rum esirlerinin refah düzeyi yüksek bir duruma gelmeleri saglandi. Bu sayede esirler para biriktirip kendileri için takdir edilen kurtulus akçesini ödeyip hürriyetlerine kavusabileceklerdi. Gerçekten Fâtih, bütün tebeasina (vatandaslarina) özellikle de esirlere karsi çok merhametli idi. O, herkesi ayni standartlara sahip olan esit duruma getirmek istiyordu.

Sarax 09-17-2008 15:49

FÂTIH'IN SIYASETI

Istanbul'u feth etmek suretiyle ülkesinin ortasinda bulunan ve bir ada durumuna gelmis bulunan engeli ortadan kaldiran Fâtih Sultan Mehmed, artik Balkanlara dogru yönünü çevirebilirdi. Bu sirada Istanbul gibi Türk topraklari arasinda sikismis bulunan ve Ceneviz'e bagli Enez kalesi ile buna tabi olan Imroz, Limni ve Tasoz adalari da itaat altina alindi.

Ikinci Kosova zaferinden sonra Osmanlilarin Bati'da büyük bir fetih dönemine girmemeleri ve dirayetli bir hükümdar is basina geçtigi takdirde Orta Avrupa'ya dogru Türk hakimiyetinin genislememesi için bir sebep yoktu. Fetihlerinde bir sira ve irtibat görülen Fâtih Sultan Mehmed, Istanbul'u aldigi zaman Balkanlarda karisik bir ortam bulunmaktaydi.

Sarax 09-17-2008 15:49

FÂTIH'IN BATI SIYASETI

Fâtih'in, gerek Bati, gerek Dogu, gerekse Kuzey siyasetleri geregi, yaptigi mücadelelerinden (Sefer-i Hümayûn) kisaca ve ana hatlari ile bahs etmek istiyoruz. Zira bütün tarih kaynaklarimiz ve yeni arastirmalarda bu konuda genis ve tafsilatli bilgiler bulunmaktadir. Bu sebeple biz, konuyu bütün teferruatiyla anlatip daha fazla uzatmak istemiyoruz.

Sarax 09-17-2008 15:50

SIRBISTAN SEFERLERI

Fâtih'in, Istanbul'u fethinden sonra Balkanlar'da büyük karisikliklarin meydana geldigi bilinmektedir. Ilk bakista bu karisikliklarin Osmanli'ya pek zarari dokunmayacak gibi görünüyor olmalari, Osmanlilarin o havaliye bigane kalmalari için bir sebep degildi. Bunun için Osmanlilar, Orta Avrupa ve Kuzeyden gelebilecek bir tecavüze karsi ülkelerini kolayca müdafaa edebilmek için tedbirler almak zorunda idiler.

Kaynaklarin verdigi bilgiye göre, fethi müteakip her taraftan tebrik için gelen elçi heyetleri arasinda Sirp Kirali Georges Brankovitch'in gönderdigi heyet de vardi. Tarihlerimizde, Vilkoglu diye tanitilan Sirp Kirali Brankovitch, iki yüzlü bir siyaset takip ediyordu. Bir taraftan tebrik için gönderdigi elçi heyeti ile, vaktiyle Osmanlilardan aldigi kalelerden bir kisminin anahtarlarini geri verirken, öte taraftan da Ulah ve Macarlar'la münasebetlere girisiyordu. Vergisini de zamaninda vermiyordu. Kritovulos, Sirp Krali Brankovitch'in bu iki yüzlülügünü su ifadelerle nakl etmektedir:

"O, saltanatinin neye bagli oldugunu iyice anladigindan pâdisahin babasina (Sultan Ikinci Murad) ve Fâtih Sultan Mehmed'e daima itaat edip vergisini de zamaninda öderdi. Fakat bir müddet sonra gizli bazi fikirler besledigi, durumundan anlasilmisti. Zira vergisini zamaninda vermedigi gibi, pâdisahla yaptigi anlasmaya riayet etmeyip Macar ve Ulah'larla Osmanlilar aleyhine olacak sekilde münasebetlerde bulunmaya basladi." Casuslari vâsitasiyle bu durumdan haberdar olan Fâtih, tebrik için gelen Sirp elçilerine iltifat etmemis ve teslim etmek istedikleri kalelerin kafi olmadigini, vaktiyle Osmanlilardan alinan kalelerin tamaminin iade edilmesi gerektigini söylemisti. Buna razi olmayan Sirp Kirali, Osmanli topraklarina tecavüze baslamis, hatta bu yüzden Üsküp yolu kapanarak gidis ve gelisler durmustu. Hoca Sa'duddin, bütün bu bilgileri verdikten sonra "hatta Üsküp yolu mesdud olup âyende ve revende (gelip gidenler, yolcu, ibn sebil) meci' ve zehabtan munkati' oldu" diyerek Sirp Kirali'nin sebep oldugu olaylari anlatir. Bu arada Türk sehir ve kasabalarindan bazilarinin Sirplar tarafindan yagma edildigini, Pristine kadisinin arzindan ögrenen Pâdisah, bir taraftan akincilari Sirbistan üzerine gönderirken, öte taraftan da Sirp Kirali'na haber yollayarak Sirp topraklarinin Lazar'in oglu Stephan'a ve dolayisiyla kendisine ait oldugunu söyleyerek, Sirbistan'i terk etmesini istemisti. Bununla beraber Sofya sehrini kendisine ihsan edebilecegini söyleyen Pâdisah, bu sekil kabul edilmedigi takdirde, Sirbistan aleyhine harekete geçebilecegini bildirmisti. Haberi götüren elçi, yirmibes günde geri dönmek için emir almisti. Geç kaldigi takdirde öldürülecekti. Halbuki Sirp Kirali bu tarihlerde Tuna'nin öbür tarafinda bulunuyordu. Bu halden faydalanan Sirp ileri gelenleri, Fâtih'in elçisini oyalamaya çalisiyorlardi. Böylece zaman kazanarak savas için hazirliklarini tamamlamak istiyorlardi. Elçi bunu hissettiginden, zamaninda Pâdisahi durumdan haberdar etti. Bunun üzerine Fâtih Sultan Mehmed, ordusunun toplanmasini bile beklemeden yirmi bin kisilik bir kuvvetle Sirbistan üzerine hareket etti. Böylece Sirbistan'a ilk sefer baslamis oldu. Ordunun büyük kismi Sivricehisar (Ostrowtz)'da Pâdisaha ulasti. Yapilan kusatmalarda bir çok kale zapt edilemesine ragmen bazilari da alinamamisti. Bununla beraber Türk ordusu, büyük basarilar saglamis sayilirdi. Bu basarilarina yenileri eklenebilirdi. Fakat Pâdisah, birdenbire sefere nihayet vererek Edirne'ye döner. Kaynaklarimizin tamami bu dönüsten bahs etmekle birlikte sebebinin ne oldugunu zikretmezler. Bu arada, Sirp ve Macar birlesik ordusu, Sirbistan'da birakilmis bulunan Firuz Bey oglunu maglub edip bir kisim Osmanli topraklarini elde ederler. Buradaki savas, Macarlarin lehine sonuçlanmakla birlikte Jan Hunyad, yalniz kendi ordusu ile Fâtih Sultan Mehmed'e karsi savasamayacagini idrak ederek 1454 yilinin sonuna dogru Imparator Friedrich'e bir mektup yazarak Sirbistan hadiselerini anlatmis ve Hiristiyanligin kurtulmasinin bir Haçli ordusu ile mümkün olacagini bildirmisti. Bunun üzerine mesele Frankfurt'ta ve Wienerisch-neustad't'de toplanan meclislerde müzakere edilmis ve Hunyad'a yardimci bir kuvvetin verilmesi kabul olunmustu.

1454-1455 kisini Edirne'de geçirmekte olan Fâtih'in, harp hazirliklarina basladigi görülmekte, fakat bu hazirliklarin neresi için oldugu bilinememekteydi. Bu siralarda hudud komutanlarindan Evrenoszâde Ishak oglu Isa Bey, Sirplarin, Osmanlilara karsi bir savasa hazirlandiklarini, fakat iç durumu iyi olmayan Sirbistan'in kolayca zapt edilebilecegini bildiriyordu. Bir fesat kaynagi olan Sirbistan'in zapt edilmesi, Pâdisahin, Bati'daki gayelerinin tahakkuku için gerekiyordu. Ayrica bu devletin bulundugu cografî ortam da, bunu gerekli kiliyordu. Bu yüzden hükümdar, 1455 baharinda Edirne'den hareket ederek Sirbistan üzerine yürüdü. Burada basta madenleri ile meshur olan Novaberda sehrinin alinmasina karar verilir. Gerçi bu sehir, Sultan Ikinci Murad zamaninda Osmanlilarin eline geçmisti. Fakat Segedin antlasmasi ile yine Sirplara terk olunmustu. Bu sehir, Osmanlilarin eline geçtikten ve birkaç kale daha feth olduktan sonra Fâtih Sultan Mehmed, Karaca Pasa'yi Sirbistan'i yagmaya memur ederek kendisi ceddi (dedesi) Sultan Birinci Murad'in sehid edildigi Kosova'ya gelir. Bu müddet zarfinda isini bitiren Karaca Pasa, burada orduya katilmisti. Buradan da hep birlikte önce Edirne, arkasindan da Istanbul'a dönülmüstü.

Sarax 09-17-2008 15:50

BELGRAD KUSATMASI

Fâtih Sultan Mehmed, 1456 yilinda Macarlarin elinde bulunan Belgrad'i almak için harekete geçer. Zira daha önce bazi bölgeleri Osmanlilarin idaresine geçmis bulunan Sirbistan'i elde tutabilmek ve kuzeyden gelecek istilalari durdurabilmek, ayni zamanda Macaristan'da basarili bir harekâta girisebilmek için Tuna kiyilarinin ve bilhassa Belgrad müstahkem kalesinin elde bulunmasi gerekiyordu. Sehrin bu konudaki degerini daha önce anlamis olan Osmanlilar, Sultan Ikinci Murad devrinde burayi almaya tesebbüs etmislerse de Jan Hunyad'in, Osmanli hududlarina tecavüz etmesi, kusatmanin kaldirilmasina sebep olmustu. Sava ve Tuna nehirlerinin birlestigi noktada kurulmus olan Belgrad'in zapti çok zordu. Çünkü sehir, su yollari vasitasiyle birçok yerden yardim alabildigi gibi müstahkem bir kaleye de sahipti. Etrafinda su ile dolu genis bir hendek vardi. Firsat buldukça civarindaki Müslüman Türk topraklarina saldirmaktan da çekinmeyen, böylece Osmanli güvenligini tehdid etmekte olan bu sehir ve sakinlerinin, kesin olarak Osmanli hakimiyetine girmesi gerekiyordu. Kendi topraklari üzerinde emniyeti saglamayi birinci derecede önemi haiz bir is telakki eden Fâtih Sultan Mehmed, 1456 baharinda Belgrad'i almaya karar verir. Ancak bu sehrin degeri, Sirplar ve Macarlar tarafindan da bilindiginden, her iki devletin burayi kaptirmamak için bütün gayretlerini harcayacaklari tabii idi. Bu sebeple Fâtih Sultan Mehmed, esasli bir sekilde hazirlanma ihtiyaci duydu. Bunun için Morava kenarinda kurdurdugu dökümhânede çalistirilan binlerce isçi tarafindan toplar döküldü. Bunlar arasinda boylari 27 kadem olan 22 büyük top vardi. Ayrica o zamana kadar görülmemis büyüklükte tas gülleler atabilen yedi tane havan topu da yapilmisti. Bunlardan baska, daha küçük muhasara toplari arasinda muhtelif çapta üçyüz kadar top vardi. Bütün kisi hazirliklarla geçirmis olan Pâdisah, baharda büyük bir ordunun basinda Sofya üzerinden Belgrad'a yürüdü. Tuna yolu ile hareket etmis olan ve ikiyüz parçadan ibaret bulunan donanma, Dayi Karaca Bey'in komutasinda idi. Ayrica büyük toplar da Dayi Karaca Bey'in nezâretinde ayni yoldan sevkedilmislerdi. Böylece Belgrad, hem karadan hem de nehir tarafindan kusatilmak isteniyordu.

Yapilan muhasara ve bes yüz kadar askerin kaleye girmeyi basarmis olmalarina ragmen, savas kazanilamadigi gibi Dayi Karaca Bey de, bulundugu metrise bir top güllesinin isabetiyle sehid olmustu. Jan Hunyad, büyük bir kuvvetle yardima geldigi Belgrad'i, simdilik Osmanli'nin eline geçmekten kurtarmisti. Hükümdar, "tedbirlerinin takdire muvafik gelmedigini görünce, geregi gibi sihhat ve selâmetle Dâru's-saltana'ya avdet buyurdular." Öyle anlasiliyor ki, bu muhasara esnasinda, Fâtih'in karargâhina kadar gelmis bulunan düsmandan birkaç kisiyi, genç hükümdar bizzat kendisi kiliçla öldürmüstü. Bu davranis, bozulmaya yüz tutmus olan Osmanli askerine kuvvet ve cesaret asilamis olmalidir ki, yeniden düsmana saldirmislardi. Bununla beraber Sava nehri yolu ile gelen yardima mani olunamadigi için muhasara kaldirilmisti. Uzunçarsili, Fâtih'in bu savastaki durumunu su ifadelerle vererek onun nasil bir bozgunu önledigini anlatir: "Fâtih Sultan Mehmed'in, karargâha hücum eden düsmana karsi gösterdigi sebat ve mukavemet, korkunç bir bozgunu önlemis ve sonu belki de büyük bir Haçli Seferi vücuda getirebilecek olan tehlikeyi bertaraf etmistir. Bu mücadelede düsman da fazlaca yipranmis oldugundan çekilmis, Osmanli kuvvetleri de bu seferden basarisiz dönmüslerdir." Bu savasta yaralanmis olan Jan Hunyad da 20 gün sonra 11 Agustos 1456'da ölmüstü.

Sarax 09-17-2008 15:50

SEHZÂDELERIN SÜNNET DÜGÜNÜ

Belgrad seferinden dönen Fâtih Sultan Mehmed, Edirne'deki ikameti esnasinda biri (Bâyezid) Amasya'da, digeri (Mustafa) Manisa'da sancakbeyi olan iki sehzâdesinin sünnet edilmelerine karar verir. Bunun üzerine her iki sehzâde de merkeze çagrilir. Bu dügün için Fâtih, çevre hükümdarlara dâvetiyeler göndererek, onlarin da bu mutlu günlerinde yanlarinda bulunmalarini arzu eder. Fâtih'in, ilim adamlari ile halka karsi nasil davrandigini, nasil bir protokol uyguladigini göstermesi bakimindan önemli olan bu dügünden, bütün Osmanli kaynaklari bahsederler. Bununla beraber biz, bu dügünde hazir bulundugunu söyleyen Âsik Pasazâde'nin müsahedelerine dayanarak verdigi malumati özetleyerek buraya almak istiyoruz:

O vakit, Sultan Bâyezid Amasya'da idi. Onu getirtti. Mustafa Çelebi dahi o vakit Manisa'da idi. Onu dahi getirtti. Bunlar hep Edirne'ye geldiler. Dügüne basladilar, Etrafa agirlikla davetçiler gönderdiler. Bütün sancak beyleri ve her sehrin ululari geldiler. Nice günlük yollar dügüncülerle dolmustu. Edirne'nin çevresine konup doldular. Pâdisahin otag ve çadirlarini Ada'ya kurdular. Pâdisah dahi devletle Ada'ya geçip oturdu. Her tarafin halki, tayfa tayfa geldi. Önce ulemâ davet olundu. Pâdisah dahi gelip tahta oturdu. Sag tarafina fâzil kimselerden olan "Mevlânâ Fahreddin" oturdu. Solunda ise "Mevlâna Tosyavî" oturdu. Pâdisahin karsisinda ise "Mevlâna Sükrullah" oturdu. Onun yanina Hizir Bey Çelebi oturdu.

Emr olundu: Hafizlar, Kelâm-i Kadim-i Rabbanî (Kur'an-i Kerim) okudular. Ulemâ, okunan bu âyetlerin tefsirini yaptilar. Ilmî sohbetler olundu. Ondan sonra izin verildi: Edipler, güzel medihler ve gazeller okudular. Pâdisaha layik sohbetler yapildi. Ondan sonra izin oldu: Sofralar kuruldu, nimetler yenildi. Yemekten sonra yine edebiyatçilar okudular. Ondan sonra tekrar Kur'an okundu. Ondan sonra sekerli seyler getirdiler. Her ilim ehlinin önüne sini koydular. Bu ulemânin hizmetkârlari futalar doldurdular. Fakir (ben) dahi bir futa doldurdum, hizmetkârima verdim. Ondan sonra pâdisah, gelen bu hürmete lâyik kisilere ihsanlarda bulundu. Niceleri fakir geldi, zengin gitti.

Ikinci gün fukara tayfasi davet olundu. Onlara da geregi gibi hürmet olundu. Pâdisahin ihsanlari bunlara da yetisti. Bunlar da "Fukarâ Kanunu" geregince saygilarini gösterdiler.

Üçüncü günü begler (emîr) davet olundu. Bunlara dahi Pâdisah kanunu nasilsa öylece yapildi. Bu dügünün tarihi hicretin 861'inde vaki oldu.

d- SIRBISTAN'IN ILHAKI: Osmanli kuvvetlerinin Belgrad'dan çekilmelerinden sonra sira tekrar Sirbistan'a gelmisti. Georges Brankovitch ile, Jan Hunyad'in kayinbiraderi olan Belgrad valisi Mihail arasinda eskiden beri bir sogukluk bulundugundan Mihail, bir ara Brankovitch'i yakalayip haps etmisti. Brankvitch 30 bin altin ödedikten sonra serbest birakilmisti. Ihtiyar Brakovitch, 1457 senesinde ölmüs, Greguvar, Etyen (Istefan) ve Lazar adinda üç erkek ile Sultan II. Murad'dan dul kalmis olan Mara (Meryem Sultan) adinda bir kiz evladi birakmisti.

Brankovitch'in ölümü üzerine, Sirbistan'in idaresini ele geçiren en küçük kardes Lazar, öldürme tehdidi ile diger kardeslerini ülkesinden kaçirmisti. Brankovitch'in kizi Mara da Osmanlilara siginmisti. Fâtih Sultan Mehmed, onun taht üzerindeki hakkini koruyacagini bildirerek kendisine Serez taraflarinda mülk verdi. Böylece Mara, refah içinde bir hayat geçirdi.

Yeni Sirp despotu Lazar, bir sene sonra 1458'de öldü. Ülkesi, esi Elen ile küçük yastaki kizina kaldi. Elen, Sirbistan'in elinden alinma ihtimalini düsünerek burayi malikâne olarak Papa'ya peskes çektigi gibi kizini da Bosna kralinin ogluna nikahladi.

Elen'in, oynamak istedigi oyundan haberdar olan Osmanli Devleti, Sirbistan isini kesin olarak çözüp bir sonuca baglanmaya karar verir. Bu sebeple Pâdisah, hicrî 862 (1458)'de Mora seferine giderken Mahmud Pasa'nin maiyyetine bin kadar yeniçeri vererek onu Sirbistan üzerine gönderir.

Mahmud Pasa, Sirplarin baskenti olan Semendire etrafindaki bazi kaleleri aldiktan sonra Semendire'yi kusatir. Pasa, sehrin dis istihkamlarini aldiysa da sehri zapt edemeyerek muhasarayi kaldirir. Bu arada Ostroviç (Sivricehisar), Rodnik ve Sabaç (Bögürdelen) gibi yerleri alir. Bögürdelen'in alinmasindan sonra Macaristan'a akinlarda bulunur.

Bu esnada Mora seferinden dönmüs olan Fâtih Sultan Mehmed, Mahmud Pasa ile bulusur. Sirbistan isinin tamamen bitmesi için Mahmud Pasa'yi Semendire üzerine tekrar gönderir. Daha önce, çevresindeki kaleler Osmanlilarin eline geçtikleri için Semendire bir bakima yalniz ve yardimsiz kalmisti. Bu durum karsisinda, direnmenin fayda vermeyecegini anlayan Elen, hazineleri ile birlikte gidebilme sarti ile teslim olur. 8 Kasim 1459'dan itibaren Osmanli idaresine giren Sirbistan, bu devletin, bir sancagi olarak "Semendire Sancakbeyligi" adi ile bir akinci komutana verilir. Burasi, Belgrad'in zaptina kadar Macaristan'a yapilacak akinlar için ve kuzeyden gelecek tehlikelere karsi iyi bir üs oldu.

Sarax 09-17-2008 15:50

MORA SEFERLERI

Istanbul'un fethi sirasinda Mora, son Bizans Imparatoru Konstantin'in kardesleri Dimitrios ile Thomas tarafindan idare ediliyordu. Bizans Imparatorlugu'nun en yakin vârisleri olan bu iki sahsin, imparatorluga hak iddia edebilecek durumda olmalari, bir mana ifade etmemekle birlikte, ilerisi için bir tehlike arzediyordu. Bu mirasçilar ortada bulundukça Bizans meselesi, tedavisi mümkün olmayan bir çiban gibi sürüp gidebilirdi. Nitekim Imparator Konstantin'in ölümü üzerine Mora Rumlari, imparatorun kardesi Dimitrios'u imparator yapmak istemisler, fakat kardesi Thomas razi olmadigi için bunu yapamamislardi. Sonunda Mora, bu iki kardes arasinda taksim olunarak iki Rum devleti ortaya çikmisti. Dimitrios'un devlet merkezi Mistra (Hammer, III, 40, Isparta), Thomas'inki de Patras idi. Her iki kardes, mücadelelerinde, Mora Arnavutlarindan yardim alarak birbirleri ile ugrasiyorlardi. Bu esnada Osmanlilar, bunlara müdahelede bulunmayarak seyirci kalmislardi.

Iki kardes arasindaki mücadelede, Dimitrios'a ait bazi yerlerin Thomas'in eline geçmesi üzerine Dimitrios'un Osmanli Pâdisahina elçi göndererek yardima istemesi, Thomas'in anlasmalara aykiri hareket ederek vergisini göndermemesi ve Latinlerle ittifak kurmasi gözönünde bulundurularak, Mora'ya sefer yapilmasina karar verildi. Fâtih, bütün gizlilik kaidelerine riayet ederek yapacagi seferin nereye olacagini açiklamadan, bir ihtiyat tedbiri olarak Mahmud Pasa'yi Sirbistan taraflarina yollar. Bu esnada kendisi de Mora üzerine hareket eder. 1458 Mayis'inda, ordunun toplanti yeri olan Serez'de bütün askerî tedbir ve tertibatini aldiktan sonra Mora'ya hareket eder.

Osmanli kaynaklari (Âsik Pasazâde, s. 149; Hoca Sa'duddin, I, 463), Mora seferi ile ilgili olarak baska bir sebep daha göstermektedirler. Buna göre, Serez'den bir genç, düstügü bir ask sevdasi yüzünden Mora'daki Ballabadra sehrine gittigi zaman, orada Müslüman kadinlarin çok kötü ve berbat bir hayat sürdüklerini, kâfirlerin en bayagi ve agir islerini yapmak zorunda kaldiklarini görür. Tamami gözü yasli olan bu kadinlarin, kocalarinin da hapse atilmis olduklarini, bu yüzden herkesin canindan bezmis oldugunu ögrenir. Genç, gizlice bu kadinlarla konusup durumlari hakkinda onlardan bilgi alir. Insani üzüntü ve kedere gark bu vaziyeti ögrenen genç adam, derhal pâdisahin katina gelerek yüce divanda üzüntülerini açiklayarak Müslüman kadinlarin, din düsmanlarinin elinden çektikleri eziyet ve gördükleri iskenceleri bizzat gördügünü bir bir açiklar. Pâdisah, din düsmanlarinin, Müslümanlara yaptiklari iskence ve çetkirdikleri eziyetleri ögrendigi zaman, problemin, kökünden halli için, bu ülkenin de idaresi altina girmesinden baska çikar yol olmadigi kanaatine varir. Bu olay, daha kis aylarinin bitmedigi bir zamanda olmustu.

Mora'nin elde edilmesi, Osmanlilar bakimindan büyük bir önem tasiyordu. Osmanlilar, burayi Italya'ya yapacaklari seferler için bir üs olarak kullanacaklardi. Zira, Balkanlari nüfuzu altina alarak bir Akdeniz Imparatorlugu kurmak isteyen Napoli ve Aragon Krali V. Alfons, Arnavutluk Prensi Iskender Bey'i, Osmanlilara karsi destekleyip ona yardim ediyordu. Adi geçen kral, daha önce de Mora despotu Dimitrios ile Mora'yi nüfuzu altinda bulunduracak sekilde bir anlasma yaparak onu himayesine almisti. Bütün bunlar, Osmanlilara karsi onun düsünce ve tavrini ortaya koyuyordu. Böylece V. Alfons, Osmanlilarla mücadele etmek üzere Arnavutluk ile Mora'yi üs olarak kullanmak istiyordu. Fakat Osmanlilar, daha atik davranarak onlara karsi olan planlarini uyguladilar.

Teselya'ya giren Osmanli ordulari, Korent berzahina dogru yürüyerek yollari üzerindeki Filke kalesini aldilar. Sarp bir mevkide bulunan ve üç kat sur ile çevrili olan bu müstahkem kalenin zapti kolay degildi. Bununla beraber sehir ve kalesi, Anadolu kuvvetleri tarafindan muhasara edildi. Genç Fâtih, buranin düsmesini beklemeden Mora'ya girer. Burada birçok sehir ve kaleyi feth eden pâdisah, dört ay sonra Korent'e döndügü zaman burasi henüz fethedilememisti.

Osmanli hükümdari, Mora'nin anahtari durumunda bulunan Korent'in zaptinin, Mora'nin kolayca ele geçirilmesini saglayacagini bildiginden burayi almak istiyordu. Mücadeleler sonunda, Fâtih'e karsi koyamayacagini anlayan sehir halki, baris yapmak suretiyle teslim olmaya karar verdigini hükümdara bildirir. Bunun üzerine Mora despotlari ile Osmanlilar arasinda asagida belirtilen sartlara göre bu anlasma yapilir:

1. Muahede geregince Korentliler, mallarini muhafaza edebileceklerdir.

2. Osmanlilarin, Mora'da zapt ettikleri sehir ve kaleler, yani Mora'nin üçte biri dogrudan dogruya Osmanli Devleti idaresinde kalacaktir.

3. Mora'nin diger sehir ve kaleleri, Dimitrios ile Thomas'in idaresinde bulunacak ve bunlar her sene üçer bin altin vergi vereceklerdir.

4. Hariçten bunlara bir taarruz vuku buldugu zaman Osmanli hükümdari despotlari müdafaa etmeyi üzerine alir.

Bu anlasma ile, Mora'nin, Venediklilere ait kisimlari hariç olmak üzere bir kismi dogrudan, bir kismi da vergi vermek suretiyle Osmanlilara baglanmis oldu. Fâtih, Kuzey Mora sancakbeyligine akinci komutanlarindan Turahan Bey oglu Ömer Bey'i tayin eder (Temmuz 1458). Mora seferi esnasinda Atina da Türk idaresi altina alinir.

Thomas, yeminle saglamlastirilan anlasmayi ve üzerinde ittifak saglanan sartlari üç ay sonra bozar. Çünkü o, Mora'daki Arnavutlara güveniyordu. Bu sebeple hem kardesi Dimitrios, hem de Osmanlilara karsi yeniden mücadeleye baslar. Daha sonra iki kardes, aralarindaki çarpismadan ne kadar zarar gördüklerini anladiklari için barisirlar. Aralarinda bir ittifak kurarak Osmanlilara karsi vaziyet alirlar. Bu durumu ögrenen Fâtih Sultan Mehmed, Zaganos Pasa'yi Mora'ya gönderir. Osmanlilara karsi bir sey yapamayacagini anlayan Thomas, baris talebinde bulunur. Doguda bas gösteren Akkoyunlu hükümdari Uzun Hasan gailesi yüzünden, fazla agir olmayan sartlarla yeniden bir anlasma yapilir. Bununla beraber Thomas, bu sartlari da yerine getirmeyince, Uzun Hasan'in bütün tahriklerine ragmen o tarafa hareket edilmeyerek Mora isini temelden bir sonuca baglamak için, Fâtih-'in idaresindeki Osmanli ordusu, Mora'ya hareket eder. Korent'e gelen hükümdar, Thomas'in üzerine gitmeden önce birdenbire yön degistirerek Isparta üzerine yürür. Dimitrios teslim olur. Fâtih'e karsi koymak üzere sahildeki Matina kalesine çekilen Thomas ise, bütün sehirlerini kaybettikten sonra Kalamata'ya gider. Orada da tutunamayacagini anlayinca Roma'ya Papa II. Pi'nin yanina siginir. Böylece Mora yeniden ve tamamina yakini Osmanlilarin eline geçer. Fâtih, Mora halkindan bir kismini Istanbul'a naklettirip onlarin yerine Türk göçmenleri yerlestirir (hicrî 856/m. 1460).

Teslim olup Pâdisahin yanina gelen Despot Dimitrios'a, Enez sehri ikametgâh olarak gösterilerek oradaki tuz madenlerinden senelik altmis bin akça varidat (gelir) tahsis edilir.

Sarax 09-17-2008 15:51

EFLÂK'IN HAKIMIYET ALTINA ALINMASI:

Tuna nehrini, devleti için tabii bir sinir kabul ettigini tahmin ettigimiz Fatih Sultan Mehmed ve hatta daha önceki Osmanli hükümdarlari, bu nehrin kuzeyinde bulunan ve bugünkü Romanya'yi teskil eden Eflâk ile Bogdan prensliklerini himayeleri altinda bulundurmayi kafi görüyorlardi. Bununla beraber, bunlarin kendilerini mesgul edecek kadar kuvvetli olmalarini veya büsbütün zayif düsmelerini de istemiyorlardi. Muhtemelen Osmanlilar, tabii sinirlarinin disinda mütalaa ettikleri bu prensliklerin, daha uzakta bulunan Lehistan ve Macarlarla kendi aralarinda tampon bir devlet olarak kalmalarina taraftardilar. Osmanli sinirlarina yakin bulunmasindan dolayi Eflâk'ta Osmanli nüfuzu gün geçtikçe artmaya basladi. Bu sebeple Eflâk daha Yildirim Bâyezid zamaninda senelik bir vergi vermeyi kabul etti.

1456 yilinda Fâtih, Wlad'i Eflâk prensligine tayin etmisti. Wlad, kardesi Radul ile birlikte Osmanli sarayinda rehine olarak bulunmustu. Hüküm sürdügü memlekete Fâtih'in yardimi ile sahip olmasina ve Pâdisaha karsi dost kalacagina dair yemin etmis bulunmasina ragmen Wlad, sözünde durmayarak Osmanlilar aleyhine Macarlarla anlasma yapacaktir.

Fâtih'in, Karadeniz ve Trabzon'da bulundugu siralarda, Eflâk'ta bazi hadiseler olmaktaydi. Burada Türklerin "Kazikli Voyvoda", Macarlarin "Drakul" (Seytan), Ulahlarin "Çepelpuç" (Cellad) dedikleri Wlad adinda zulüm delisi bir adam, halka idarenin en korkuncunu tattirmaktadir. Tarihçi Tursun Bey tarafindan "Keferenin Haccac'i" diye vasiflandirilan bu adam, vahsi ve insanlik disi birtakim zevklere sahipti. Hammer, onun yukaridaki sifatlarini verdikten sonra, bunun yaptigi barbarliklara da örnekler verir. Bu sahsin daha iyi taninmasi ve farkli milletler tarafindan aldigi bu lakaplarda ne kadar hakli (!) oldugunu ortaya koymasi bakimindan bir kaç örnek vermek yerinde olacaktir. O, kaziklara vurulmus ve iskence içinde can vermekte olan Türklerin meydana getirdigi büyük halkanin ortasinda, saray halki ile birlikte yemek yemekten zevk alirdi. Eline Türk esirleri geçince ayaklarindaki derinin yüzülmesini ve meydana çikan kirmizi etlere tuz ekilmesini, sonra da bunlari keçilere yalatmasini emrederdi. Böylece, diri diri ayaklarinin derisi yüzülen esirlerin iskencesi, daha büyük olurdu. O, kendisine gönderilen Osmanli elçilerinin sariklarini baslarina çiviletmistir.

Wlad'in yaptigi hareketlerden bazilarini görmezlikten gelen Fâtih Sultan Mehmed, onu Istanbul'a davet eder. Ancak Wlad, düsmanlarinin çoklugundan ve memlekette bulunmadigi bir sirada tac ve tahtinin Macarlara verileceginden korktugundan, Eflâk'i düsmanlarina karsi muhafaza edecek bir kuvvetin gönderilmesini rica eder. Bunun üzerine Pâdisah, Silistre Beyi Yunus Bey ile Çakircibasi Hamza Bey'i Eflâk'i beklemek üzere görevlendirir.

Yunus Bey ile Çakircibasi Hamza Bey, Tuna kenarina geldikleri vakit, nehrin donmus oldugunu görürler. Bununla beraber Tuna'yi geçmek hazirliklari yaptiklari ve dostluktan baska bir sey ümid etmedikleri, hatta itibar göreceklerini sandiklari bir sirada Wlad'in büyük bir saldirisina ugrarlar. Bu baskinda Yunus Bey sehid, Hamza Bey de esir edilmisti. Wlad, daha sonra Hamza Bey'i öldürerek basini Macar kralina gönderir. Kan dökücü Wlad, aldigi esirlerin tamamini kaziga vurduktan sonra, Osmanlilara ait bazi sehir ve kasabalari tahrip etmekten de çekinmez.

Bütün bu olanlari haber alan Fâtih Sultan Mehmed, hiddetinden ve üzüntüsünden yerinde duramayarak 150 bin kisilik bir ordu ve 25 büyük, 150 küçük parça deniz kuvveti (nehir donanmasi) hazirlayarak, Allah'in kullarina zulm eden bu zâlimi ortadan kaldirmak için Eflâk seferine çikar (H. 866/1462 M.) Fâtih, Eflâk ortalarina kadar gittigi halde, Wlad'in kuvvetleri ortalarda görünmüyorlardi. Wlad, Fâtih'in, casuslari vasitasiyle önceden haber aldigi bir gece baskini düzenleyerek Pâdisahi öldürmek ister. Fakat bunda muvaffak olamadigi gibi, perisan bir halde canini zor kurtarip kaçabilir. Osmanli akincilari onu bulmak için bütün bir Eflâki tararlar. Pâdisah da ordusuyla prensligin baskentine yürür. Sehrin yakininda kaziklanmis 15 bin adamdan kurulu korkunç bir orman görünce nefretle "Devlet kuvvetini böyle kullanmis, tebeasina ve Allah'a karsi bu denlü cinayetler islemis bir adam, asla itibara layik degildir" der.

Yarali olarak kaçip Macarlara siginan Wlad, onlardan yardim ister. Fakat Macar Krali, hiç yoktan Osmanlilarla bir anlasmazliga düsmek istemediginden bu yardimi yapmamis, hatta Wlad'i yakalayarak haps etmisti. Öte taraftan Osmanlilar, Wlad'in kardesi Radul'u oniki bin duka yillik vergiye baglayarak Eflâk prensliginin basina getirdiler. Böylece Eflâk, mümtaz bir eyâlet haline getirilerek, Osmanlilara sikica baglanmis oldu. Wlad, Radul'un ölümü üzerine zindandan kaçip tekrar idareyi ele almak istediyse de öldürülerek kesik basi memleket memleket dolastirilir.

Sarax 09-17-2008 15:51

BOSNA-HERSEK'IN ALINMASI

Balkanlari ve hatta Tuna'nin güneyinde kalan bütün Avrupa topraklarini kendi devletinin sinirlari içinde görebilecek duruma gelmis olan Fâtih Sultan Mehmed için Bosna, özel öneme sahip bir yerdi. Fâtih, Papalik ve Venedik'in, diger Avrupa devletleri ile birleserek kendisine doguda sinir komsusu bulunan Türk ve Müslüman devletleri de kendisinin aleyhine tahrik ederek, Osmanli Devleti'ni iki taraftan nasil sikistirmak istediklerini, kuvvetli istihbarat teskilâti vasitasiyle iyi biliyordu. O, Istanbul'un fethinden sonra, Avrupa'da meydana gelen reaksiyonu da iyi takip ediyordu.

Istanbul'un fethi ile ticarî menfaatleri sarsilmis olan Venedik Hükümeti, Mora'nin Türklerin eline geçmesinden büsbütün müteessir oldu. Ege denizindeki Osmanli faaliyetlerini de yakindan takip eden Venedik, Osmanlilarin aleyhinde olacak sekilde, onlarin etrafinda bir ittifak çenberi meydana getirmeye çalisiyordu. Bunu bilen Fâtih, büyük bir deniz kuvvetine sahip olan Venedik'e yardimda bulunabilecek olan Macaristan'la, ikisinin arasina girmenin askerî bakimdan gerekli olduguna inaniyordu. Bu sebeple, zaten Katoliklerden nefret eden Bosna Kralligi'ni feth etmeye karar verir. Böylece aleyhindeki ittifak çenberini kirip ortadan kaldiracakti.

Bosnalilar, Katolik baski ve tazyiklerinden biktiklari, Türklerin izse din ve mezheb serbestisine büyük bir saygi gösterdiklerini bildiklerinden, Osmanlilara karsi koymaya pek taraftar degillerdi. Bu sebeple Kral mukavemet edemedi. Bu arada orduyu hümayun üç koldan Bosna'ya girmis ve bütün bir Bosna topragini feth etmisti. Halki, kendine yakin gören Fâtih, burayi Minnet Bey idaresinde bir sancak beyligi haline getirerek Osmanli topraklarina ilhak eder.

Halkin, Osmanlilara karsi olan sevgisinden dolayi eli silah tutanlarin tamamina yakini orduya alinir. 30 bin Bosnali ise yeniçeri gibi hizmet etmek üzere Pâdisahin sancaklari altinda yemin eder. Bosnalilar, bir müddet sonra da Islâmiyeti kabul ederek "din-i mübin-i Islâm" ile sereflenirler. Bu olaylar, hicrî 867 (m. 1463) yilinda olmustu.

Bu sefer esnasinda, Hersek Dukasi Stefan Kosariç de küçük oglunu rehine vererek bagliligini arzetmis bulundugundan, yerinde birakilir. Bu çocuk ihtidâ edip (Islhamiyeti kabul edip) "Ahmed" ismini aldi ki, daha sonra "Hersekzâde Ahmed Pasa" adi ile anilarak damad ve sadrazam olur. Hersek, Duka'nin ölümünden bir süre sonra, Osmanli topraklarina katilir.

Sarax 09-17-2008 15:51

OSMANLI - VENEDIK MÜNASEBETLERI

Baslangiçta, Osmanlilarla dostça geçinmeyi iyi bir tedbir olarak kabul eden ve ekonomileri açsindan bunu lüzumlu gören Venedikliler, daha sonra bu fikirlerini degistireceklerdir. Zira, Türklerin Mora ve Sirbistan'a sahip olmalari, Arnavutluk'ta faaliyet göstermeleri ve Ege denizini ele geçirmek istemeleri, Venedik devlet adamlarini Osmanlilara karsi farkli bir sekilde düsünmeye sevk etmistir. Bu yüzden onlar, Türkleri bu faaliyetlerinden vazgeçirmek ve hatta bunlari durdurmak için sür'atle bazi tedbirlerin alinmasi gerektigine karar verirler. Onlar, ya harb edecekler veya Yunanistan ile Balkanlar'daki bütün mevzilerinden geri çekileceklerdi. Bu durum karsisinda Venedikliler, Fransa, Burgonya, Milano, Papa, Macaristan, Uzun Hasan ve müttefikleri olan Karamanlilara bas vururlar. Böylece Osmanlilari iki cepheli bir savasla tehdid etmek istiyorlardi. Onlar, 1463'te, Arnavutluk Prensi Iskender ile Osmanlilarin aleyhine bir ittifak kurdular. Bu arada Macarlarla da ayri bir ittifaka girerler. Bununla beraber, takriben 16 sene devam edecek savaslar sonucunda Venedik hükümeti, en agir sartlar karsiliginda bile olsa, Osmanlilarla baris yapmayi daha kârli görecektir. Bu sebeple Venedik Senatosu'nun 25 Nisan 1479'da tasdik ettigi Osmanli-Venedik barisi, 25 Ocak 1479'da imzalanmis olur. 14 maddeden meydana gelen bu baris anlasmasi, Osmanlilarin lehine ve Venediklilerin aleyhine olmustu. Denebilir ki, bu kadar yil devam etmis olan muharebeler, Venedik ve müttefiklerine maglubiyet, Osmanlilara ise dünyanin en büyük devleti olma gibi bir gâlibiyet temin etmistir.

Sarax 09-17-2008 15:51

BOGDAN MESELESI:

1455'te Osmanli hakimiyetini tanimak ve yilda 12.000 altin vermeyi kabul etmek zorunda kalan Bogdan, Osmanlilarin, karada ve denizde birçok devletle ugrasmak zorunda kaldiklarini görünce bu hakimiyetten kurtulmak isteyecektir. Daha sonra temas edilecegi gibi Osmanlilar, 1473 yilinda Uzun Hasan üzerine yürümek zorunda kalmislardi. Sayet bu savasta maglub olsalardi, Bogdanlilar Macarlarla birleserek Osmanlilar aleyhine müstereken harekete geçeceklerdi. Ancak Osmanlilarin büyük bir galibiyet elde ettiklerini görünce bu düsüncelerinden vaz geçerler. Bununla beraber, daha sonra Osmanlilar ile Bogdanlilar arasinda savaslar olacak ve Fâtih, bizzat Bogdan'a girecek, Bogdan Voyvodasi ise kaçacaktir. Bununla beraber bir müddet sonra Bogdan Voyvodasi, Pâdisaha müracaat ederek, simdiye kadar vermekte oldugu "üçbin sikke-i efrencî" yerine alti bin flori verecegini, Osmanlilarin dostuna dost, düsmanina düsman olacagini bildirir. Pâdisah bunu kabul etmis ve Bogdan'i bu sartlarla affetmisti.

Sarax 09-17-2008 15:51

FÂTIH'IN EGE DENIZI SIYASETI

Istanbul'u feth eden Osmanli Pâdisahi, Çanakkale Bogazi'na ve Türk sahillerine yakin olanlardan baslamak üzere, Ege'deki adalara nüfuz etmeye çalisir. Böylece, yabancilara siginacak bir yer birakmamaya, ve kendi sahillerine yapilabilecek korsanlik hareketlerini önlemeye çalisiyordu. Gerçekte, Anadolu topraklarinin bir devami telakki edilen bu adalarin bir kismi Bizans'a, bir kismi da Venedik ve Cenevizlilere ait bulunuyordu. Yalniz Rodos Adasi bunlarin disinda idi. Istanbul'u fethetmeye muvaffak olan Fâtih, Bizans'a ait olan bütün topraklarin kendi idaresi altinda tekrar birlesmesini istiyor gibidir. O, kendi topraklarina yakin yerlerde bir yabancinin ticaret yapmasina degil, dolasmasina bile tahammül edemiyordu. Zira böyle bir durum, zamanla kendi ülkesini tehlikeye sokabilirdi. Korsanlik hareketleri ile kendisine ait sahil kentleri vurulabilirdi. Bu sebeple o, Ege Denizi'nde Bizanslilar ile baska milletlere ait olan adalari almak üzere harekete geçer. Çanakkale Bogazi'na yakin adalardan baslayarak yavas yavas Ege Denizi içlerine dogru ilerleyen Fâtih, bu deniz üzerinde iki istikamet (yön) takib eder. Bunlardan birincisi onu Italya'ya götürecektir. Gerçekten, bu yolun üzerindeki adalari teker teker aldiktan sonra Italya topraklarina asker çikarir. Ikinci yol ise Anadolu sahillerinin yakinindan geçmekte idi. O, bu yol üstündeki adalarin (Midilli, Sakiz, vs.) bir kismini haraca baglayarak bir kismini da ilhak ederek Rodos'a kadar gider.

Surasi unutulmamalidir ki Ege adalarinin ilhaki, pek kolay olmamistir. Zira Osmanlilarin bu tesebbüslerine karsi gerek Papalik, gerekse Venedikliler ile Napoli Kiralligi, donanmalariyla buna mani olmak istemislerdi. Hatta zapt edilen bazi adalari tekrar geri almislardi. Osmanlilar, buralari yeniden almak için yeni donanma sevk etmek zorunda kalmislardi. Böylece elden ele geçen adalar, nihayet kesin olarak Osmanli idaresinde kalmistir.

Sarax 09-17-2008 15:51

ENEZ, IMROZ, SEMADIREK VE TASOZ'UN ALINMALARI:

Sirbistan seferinden sonra Enez, Imroz ve Semadirek Beyi olan Dorya ile hükümet idaresinde ortagi olan yengesi arasinda çikan ihtilaf üzerine kadin, yüksek hakimiyetini tanidigi Osmanlilara müracaat ile sikâyette bulunmustu. Gerek kadinin müracaati, gerekse Enez Beyi'nin devletle yapmis oldugu anlasmayi bozmasi, keza Enez halkinin Ipsala ve Ferecik taraflarindaki Müslüman Türklere ait köle ve cariyeleri kaçirarak satmalari üzerine Enez'in alinmasi kararlastirildi. Bundan sonra Enez, karadan bizzat pâdisah ve denizden donanmanin tazyiki ile kisa bir sürede alindi.* Bundan sonra diger adalar da alindi. Bu adalarin Osmanli idaresine girmesi 1456 yilinda olmustu.

Sarax 09-17-2008 15:52

LIMNI ADASININ ZAPTI

Enez, Imroz ve Tasoz'un alinmasindan sonra yine 1456 senesinde Limni halki ile Midilli Prensi Nikola Gateluziyo'nun kardesi olan Limni Prensi arasinda anlasmazlik çikar. Ada halki, prensi istemeyerek onun yerine bir Türk beyinin gönderilmesini istediginden Osmanlilar da himayelerinde bulunan Limni adasina Gelibolu'nun eski Sancakbeyi ve kaptani olan Hamza Bey'i gönderirler.

Sarax 09-17-2008 15:52

MIDILLI ADASININ ZAPTI

Osmanli sahillerinin yakininda bulunup korsan yatagi olan ve Aragon korsanlarinin Türk sahillerini vurup getirdikleri mallardan hisse alan, baska bir ifade ile korsanlarla birlikte hareket eden Midilli Prensi'nin hakkindan gelinmesi kararlastirildi. Bu siralarda Fâtih Sultan Mehmed, Edirne'de bulunuyordu. Edirne'ye davet ettigi deniz komutanlari ile görüstükten sonra büyük bir donanmanin hazirlanmasini emr etti.

Bütün hazirliklar tamamlandiktan sonra 1462 senesinde Mahmut Pasa komutasindaki donanma irili ufakli ikiyüz parça gemi ile denizden ada üzerine yürüdü. Mahmut Pasa, adanin merkezi olan Midilli önlerine asker çikararak sehri kusatir. Bursa yolu ile hareket eden hükümdar, adanin karsisindaki Edremit körfezine inmis ve oradan da Ayvalik'in güneyindeki Ayazmend (Altinova)'e gelmisti. Sultan Mehmed, muhasaranin iyice sikistigi bir zamanda bir harp gemisiyle adaya geçer. Oradaki durumu inceledikten sonra tekrar Ayazmend'e döner.

Midilli halki, daha fazla dayanamayacagini anlayinca teslim olur. Mahmud Pasa, ada idaresinin tanzimi ile görevlendirilmisti. Üç kisma ayrilan ada halkinin bir kismi yerlestirilmek üzere Istanbul'a gönderilir.

Sarax 09-17-2008 15:52

EGRIBOZ ADASININ FETHI

Venedikliler, Ege Denizinde Osmanlilara ait bazi adalar ile Foça'yi vurmuslardi. Fâtih bu harekete karsi, Venedik'in Ege'deki en büyük müstemlekesi olan Egriboz adasini ele geçirmeye karar verir. Böylece bu devlete en büyük darbeyi vurmus olacakti.

Bu sebeple Mahmud Pasa'yi Derya Kaptanligi'na tayin ederek üçyüz parça gemi ile denizden göndermis, kendisi de 70 bin kisilik bir ordu ile karadan hareket etmistir. Evripos kanalinin en dar yeri olan Kulkis'ten gemilerden bir köprü yaptirarak ordusunu derhal adaya geçirip birkaç hücumdan sonra kaleyi feth etmisti. (1470)

Egriboz Adasi'nin, Osmanlilar tarafindan zapti, Avrupa'da büyük bir hayret ve teessür meydana getirmisti. Bu hal, özellikle Venedik ve Italya'nin diger devletleri arasinda derin bir endiseye sebep olmustu. Zira Dogu Roma (Bizans, Istanbul) gibi Bati Roma'nin da elden gidecegi telasina kapilan Papalik, her taraftan yardim taleb etmisti.

Sarax 09-17-2008 15:52

FÂTIH'IN KARADENIZ SIYASETI

Bilindigi gibi Osmanlilar, eskiden beri Anadolu birligini kurmak ve burada güçlü bir Müslüman Türk Devleti meydana getirmek için ugrasiyorlardi. Bu gayelerine ulasmak için gösterdileri gayretlerinin bir sonucu olarak onlar, Anadolu'nun büyük bir kismini hakimiyetleri altina almaya muvaffak oldular. Bununla beraber, kuzeyde Karadeniz'e kiyisi bulunan kisimlar (Samsun hariç), baskalarinin elinde bulunuyorlardi. Bunlar, Trabzon Rum Imparatorlugu, Isfendiyarogullari Beyligi ve Amasra (Amasteri) Cenevizlilerin idaresinde idi. Karadeniz'in bu sahil bölgesinde büyük ve önemli birçok sehir bulunuyordu. Istanbul'u feth etmis bulunan Osmanlilarin, gerek ekonomik, gerek siyasî gerekse dinî bakimdan buralara da hakim olmasi icab ediyordu. Osmanlilarin bu niyetini fark eden Venedik ve Ceneviz gibi deniz ticareti ile geçinen devletler, Istanbul'un fethi üzerine büyük bir telasa kapilmislardi. Dogrusunu söylemek gerekirse bu durum sadece onlari degil, Avrupa'yi da ciddi endiselere sevk etmisti. Dogudaki bazi küçük beylik veya emîrlikler ise, siranin yavas yavas kendilerine gelecegini düsünüyorlardi. Bu sebeple, Osmanlilara karsi bir dogu ve bati ittifaki tehlikesi ufukta görünüyordu. Bir taraftan, Bati'nin böyle bir hareket için Anadolu emîrliklerini tahrik etmesini önlemek, diger taraftan da Anadolu birligine vücud vermek ve devlet merkezinin hem jeopolitik, hem de askerî emniyetini temin için, Karadeniz sahillerini elde bulundurmak gerekiyordu. Bu sebeple Fâtih Sultan Mehmed, buralari elde edebilmek için bir plan hazirlar. O, hazirladigi planinin geregi olarak ayni mevsimde arka arkaya üç sefer tertiplemek zorunda kalir.

Fâtih, düsünce ve hareketlerini gizli tutmakla meshurdur. Seferin nereye yapilacagini kendisinden baskasi bilmezdi. Karadeniz seferinde de bu gizlilige riayet edilmisti. O, donanmayi, Vezir-i a'zam Mahmud Pasa komutasinda sevk ederken, kendisi de karadan hareket etmisti. Hedefin neresi oldugunu bir münasebetle soran kadiaskere "Hocam, eger sakalimin tellerinden biri, zihnimden ne geçtigini bilecek olursa onu bile hemen koparir yakarim" diyerek, askerî harekât esasinin gizlilik oldugunu göstermis olur.

Fâtih Sultan Mehmed bakimindan Karadeniz sahillerinin fethi büyük bir önem tasiyordu. Hatta o, simdiye kadar dedeleri tarafindan buralarin (Amasra gibi) fethedilmemis olmasini hayretle karsiliyordu. Gerçekten o, Amasya için Mahmud Pasa'ya: "Mahmud! Ol hisar ne yerdir kim âni benim atam dedem almadi?" diyerek, atalarinin simdiye kadar burayi almamalarini adeta tenkid konusu yapar. Zeki sadrazam, Fâtih'in bu sorusunu: "Sultanim bunun alinmadigina sebep ol kim Hak Teâlâ'nin takdirinde bu, feth olunmak sultanim elinden ola" diyerek, bu fethin, Allah tarafindan kendisine nasib olacagini söyleyerek cevaplamisti. Bu cevabiyle o, bu ise hemen baslanabilecegini de ima etmis oluyordu.

Amasra, Cenevizlilerin önemli bir ticaret merkezi idi. Istanbul'un fethinden sonra müskül bir duruma düsmüs olmasina ragmen eskiden oldugu gibi hareketlerine devam etti. Gerçi buradakiler, bir miktar vergi veriyorlardi. Fakat bunu bazan zamaninda bazan da geç veriyorlardi. Bununla beraber etraflarini vurmaktan ve bilhassa denizde soygunculuk yapmaktan da vazgeçmiyorlardi. Böylece, bir yilda verdikleri vergiyi adeta bir günde geri aliyorlardi. Bundan baska bu sehir, Anadolu'dan kaçan esirlerin sigindigi bir yerdi. "Memâlik-i müslimine hayli zarar edüp nice kimseleri girift edüp diyar-i efrence gönderip bey'eden" ve Karadenizde sefer yapan Müslüman gemilerine bilhassa musallat olan Amasralilar, bu taarruzlarinin sebebi soruldugu vakit inkâr ediyor, bunu yapanlarin "levent gemileri" oldugunu ve bunlarin kendilerini de dinlemediklerini söylüyorlardi. Aradaki anlasmalari birkaç defa bozan Amasralilarin, Istanbul'un zaptindan ve Osmanlilarla Cenevizlilerin arasinin açilmasindan sonra, etraftaki tecavüzleri daha çok artmisti. Amasralilarin yaptiklarina son vermek ve problemi temelinden halletmek üzere kendisi karadan, Mahmud Pasa da denizden Amasra'ya gidip sehri kusatma altina alirlar. Bu kadar muazzam bir ordu ile basa çikamayacagini anlayan Amasra idarecileri, Mahmud Pasa'nin ikna edici konusmasi karsisinda teslim olmuslardi. Onlar, pâdisaha sehrin anahtarini teslim etmekle hayatlarini kurtardilar. Böyle bir hareketten dolayi pâdisah onlari esir muamelesine tabi tutmamisti. Fâtih, basta tekfur olmak üzere Amasralilarin ileri gelenlerini Istanbul'a gönderdi.

Silah kullanmadan Amasra'yi ele geçiren Fâtih Sultan Mehmed, Bursa'ya dönmüsken tekrar Karadeniz'e yönelir. Burada müstahkem bir kale olan Sinop'ta Isfendiyaroglu Ismail Bey hüküm sürüyordu. Mahmud Pasa'nin teklifi ve idareci özelligi ile olsa gerek ki Mahmud Bey ile Isfendiyaroglu arasindaki konusmalardan sonra Ismail Bey, Fâtih Sultan Mehmed'e bey'at edecektir. Halbuki o sirada, Ismail Bey'in idaresinde Sinop'ta 400 top, 2000 topçu, limanda demirli birçok gemi ve onbin muharip asker vardi. Buna ragmen böyle bir kalenin, silah atilmadan teslim olmasini, Ismail Bey'in ne derece büyük bir iman sahibi oldugunu ve Anadolu birliginin kurulmasina taraftar bulundugunu, bunun da ancak Istanbul'un Fâtihi vasitasiyla mümkün olacagina olan inanci ile izah etmek mümkündür. Ismail Bey, Fâtih'e bey'ata karar verirken kendisinin sahib bulundugu yüksek dinî suur ve fazileti ile birlikte, Sultan'in Istanbul'u fethetmek suretiyle Islâm âleminde kazanmis oldugu prestijin de etkisinin bulundugu söylenebilir. Ismail Bey, vezir-i âzamin delâletiyle ordugahta Osmanli ricali tarafindan büyük bir merasimle karsilanmisti. Hatta Fâtih bile çadirinda ayaga kalkip birkaç adim yürümek suretiyle onu karsilamisti. Nitekim Dursun Bey "Erkân-i devlet, Ismail Beg'i izzet ü ikram ile pâye-i serir-i saltanata yitistürdiler. Pâdisah dahi visaktan tasra bir kaç kadem istikbal edüp musafaha ma'nasi oldi." diyerek bütün bir devlet erkâni ile birlikte pâdisahin da onu karsiladigini anlatir. Iskenderoglu'nun, Fâtih'in elini öpmeye kalkismasi üzerine hükümdar: "Ismail Bey, sen benim ulu kardasimsin, reva midir kim elim öpesin" diyerek bu hükümdari tahtinda kendi yanina oturtmustu. Dirlik olarak Ismail Bey'e istedigi Yenisehir, Inegöl ve Yarhisar kazalari verilmistir.

Pâdisahin, Koyulhisar seferine çikisini firsat bilen Karamanoglu Ibrahim Bey, Ismail Bey'e haber göndererek, isyan etmek için zamanin müsait oldugunu bildirir Karamanoglu'nun birlikte hareket edebilecekleri teklifine karsilik Ismail Bey, böyle bir seye riza gösteremeyecegini söylemisti. Bu durumun Osmanlilarca duyulmasi üzerine bir ihtiyat tedbiri olarak, Ismail Bey'e dirlik olarak Filibe verilerek kendisi oraya gönderilmisti.

Bizans Imparatorlugu'nu ortadan kaldiran ve Mora'daki Rum varligina son veren Fâtih Sultan Mehmed, Latinleri kendi aleyhine tahrik etmek isteyen Trabzon Rum Imparatorlugu'nu da ortadan kaldirmaya karar vermisti.

Tek bir nefes sehid vermeden ve bir ok dahi atma ihtiyaci hasil olmadan Amasra, Kastamonu ve Sinop'u alan Osmanli hükümdari, birbirine bagli üç kisimdan meydana gelmis olan Trabzon kalesini hem denizden hem de karadan kusatir. Bu durum, Imparator David Komnen'i ümitsizlige düsürür. Hamisi olan Uzun Hasan'dan da yardim alamayacagini anlayan imparator, Mahmud Pasa'nin akrabasindan olan bas mabeyincisi Yorgi Amiruki vâsitasiyle Mahmud Pasa ile anlasarak sehir ve kaleyi teslime karar verir. Imparator, Pâdisah adina Mahmud Pasa tarafindan yapilan teklifi kabul eder. Böylece, 258 sene devam eden Trabzon Imparatorlugu 26 Ekim 1461 (21 Muharrem 866) günü tarihe karisir.

Karadan Trabzon üzerine varmakta olan Fâtih Sultan Mehmed'e elçilik heyeti ile birlikte Uzun Hasan'in annesi Sâre Hatun da gelmisti. Fâtih, Akkoyunlu hükümdari Uzun Hasan'in annesine büyük bir saygi göstererek ona "ana" diye hitab etmisti. Ordusuyla Trabzon'u çeviren sarp daglari asarken zaman zaman yaya yürümek zorunda kalan pâdisaha Sâre Hatun: "Hey ogul! Bu Trabzon'a bunca zahmet nedendir?" diye sorunca, Fâtih su manidar cevabi vermisti: "Hey ana, bu zahmet din yolundadir. Zira bizim elimizde Islâm'in kilici vardir. Eger bu zahmeti çekmezsek bize gâzi demek yalan olur. Bugün yahud yarin huzur-i Ilâhîye çikinca mahcub olurum" diyerek gazilik ünvani ile cihâd ve bu ugurdaki çalismaya nasil ehemmiyet verdigini anlatmak ister.

Kurtulus ümidi görmedigi için teslim teklifini kabul eden imparator, sekiz oglu ile birlikte Edirne'ye göndermisti. David'in en küçük oglu hak dini kabul ederek Islâm'la müserref olmustu. Böylece Bizans'in son Anadolu bakiyyesi de Osmanli ülkesine katilmis oldu.

Sarax 09-17-2008 15:53

KARAMAN MESELESI

Osmanlilarin en büyük hasmi olup Çelebi Sultan Mehmed'in damadi olan Karamanoglu Ibrahim Bey, otuz dokuz sene hükümdarlikta bulunduktan sonra hicrî 868 (m. 1463)'de vefat etmisti. Ibrahim Bey, yedi oglundan en büyügü olan Ishak Bey'i, Osmanlilarla kan bagi olmadigi için çok seviyordu. Annesi bir cariye olan Ishak Bey'i veliaht yapmis ve merkezi Silifke olmak üzere Içel valiligine tayin etmisti. Daha sonra da bütün devlet islerini ona birakinca öteki kardesler buna itiraz etmislerdi. Bu hareketin basinda bulunan Pir Ahmet Bey, Konya'nin ileri gelenleri ile anlasarak hükümdarligini ilan etmisti. Böylece Karaman mirasi meselesi ortaya çikti. Uzun Hasan, devam eden bu miras isine karisma sevdasina düstü. Anadolu'daki Müslüman Türk beyliklerine karsi insafli bir sekilde muamele eden Osmanli hükümdari, sonunda Konya'ya girerek, Taseli taraflari hariç olmak üzere bütün bir Karaman ülkesini topraklarina katar. Fâtih Sultan Mehmed, Konya'da adina sikke kestirdigi gibi, sehzâdesi Mustafa'yi da buraya vali olarak tayin eder. Vezir-i a'zam Mahmud Pasa'yi Toroslara kadar göndererek ülkenin ilhakini tamamlar.

Mahmud Pasa, Konya'ya dönünce buradaki is ve sanat erbabinin Istanbul'a yollanmasi isi ile görevlendirilir. Pasa'nin bu icrasinda bazi sikâyetler meydana gelir. Öyle anlasiliyor ki Pasa da yaptigi bu isten pek memnun degildir. Hatta bunlara karsi "ihtiyar benim elimde degil, mazuruz" dedigi rivayet edilmektedir. Rum Mehmed Pasa, Mahmud Pasa'nin haksizlik yaptigini, sadece fakirleri hicret ettirdigini söyleyerek sikâyetlerde bulunur. Bu arada onun, Mevlana'nin torunlarindan birini de bunlarla birlikte yolladigi, fakat Fâtih Sultan Mehmed'in bunu ögrenmesi üzerine o zati hediyelerle tekrar geri gönderdigi rivayet edilir. Osmanli idaresine yeni alistirilmakta ve hatta isindirilmakta olan bir memleketin halki hakkinda icra edilen bu neviden muameleler yüzünden artan sikâyetler üzerine Mahmud Pasa, vazifeden alinarak yerine Rum Mehmed Pasa tayin edilir.

Karaman probleminin tamamen ortadan kalkmasi için çaba sarfeden Osmanlilara karsi Akkoyunlu Devleti de bütün gücü ile Karamanlilari destekliyordu. Hatta bu maksatla Uzun Hasan, 50 bin kisilik bir kuvveti yardima göndermisti. Yapilan savaslarda galip gelen Osmanlilar, Karamanlilarin elinde kalan son kaleleri de almaya muvaffak olmuslardi. Son olarak Kayseri ile Nigde arasinda bulunan Develihisar, Karamanogullari adina müdafaa edilmekte idi. Kale komutani Atmaca Bey, kaleyi Sehzâde Mustafa'ya teslim edecegini bildirince, sehzâde kaleyi teslim alarak Karaman gailesinin son kalintisini da ortadan kaldirir. Bu arada hastalanan sehzâde, kaleyi teslim alip dönerken 19 Agustos 1474'te Bor'da vefat eder. Sehzâde Mustafa'nin ölümünden sonra Karaman Valiligi'ne Cem Sultan getirilmisti. Cem Sultan'in iyi meziyetleri, Karaman halkinin Osmanlilara tabi olmasinin önemli sebeplerinden biri olarak kabul edilmektedir.

Sarax 09-17-2008 15:53

OSMANLI-AKKOYUNLU REKABETI VE OTLUKBELI ZAFERI

Uzun Hasan, hükümdarlik tahtina oturuncaya kadar Akkoyunlular pek fazla önem tasimiyorlardi. Fakat onun is basina gelmesi ile birlikte durum degisti. Çünkü o, Karakoyunhükümdari Cihansah ile Mâveraünnehr hükümdari Ebu Said Miransah'i öldürmeye ve topraklarini da kendi ülkesine katmaya muvaffak olmustu. Daha sonra Horasan hükümdari Hüseyin Baykara'yi yenerek topraklarindan bir kismini almis olan Uzun Hasan, bu suretle Firat havalisinden Maveraünnehr'e kadar uzanan büyük ve kuvvetli bir devlet kurmus oldu. Topraklarinin genislemesi nisbetinde, gururunun da arttigini gördügümüz Akkoyunlu hükümdarinin ayrica bir "Cihangir" olmak sevdasi da vardi. Iste bu düsüncesi ve kendisini çok üstün görüsü, onu Osmanli topraklarini alma sevdasina düsürdü. O, Fâtih Sultan Mehmed'i de yenebilecegini tahmin ediyordu. Hatta rivayet edildigine göre o, Ebu Said'i maglub ettigi gün, atini meydana sürmüs ve "Bu diyarin serdarlari, secaatin âsârini gördüler, firsat el verirse bu nöbet isterim ki, cür'et ve celâdetim Hüdâvendigâr'a (Osmanli hükümdari) gösterem," demisti.

Galibiyetleri ile magrur olan Uzun Hasan, Osmanlilara üstün gelecek durumda oldugunu tahmin ediyordu. Bundan dolayi Osmanlilardan kaçan Karaman ve Candarogullarini bir büyüklük eseri olarak ayni zamanda kabul etti. Bunlar, devamli olarak Hasan Pâdisah'i Osmanlilar aleyhine tahrik ediyorlardi. Nihayet bu emellerinde muvaffak oldular. Bu muvaffakiyet de 1472 yilinda Osmanlilara ait olan Tokat sehrinin Uzun Hasan kuvvetleri tarafindan yakilip yikilmasi ile kendisini belli etmisti.

Uzun Hasan, Osmanlilarla harp halinde bulunan Venedik Cumhuriyetinin, Osmanlilar aleyhinde kendisine ittifak teklifi üzerine daha 1463'te bunlarla anlasmisti. Bundan baska yine Osmanli-Venedik muharebesi esnasinda Hasan Bey, Venediklilerle ittifak etmis olan Haçlilarla birlikte hareket için bunlarla görüsmek üzere Rodos'a elçiler göndermisti. O, bu elçilik heyeti vasitasiyle Osmanlilara ait Tokat sehri ile daha baska bazi mühim sehirleri isgal ettigini de Haçlilara bildirmisti. Uzun Hasan, 1472 yilinda Venediklilere yeni ittifak teklifinde bulunmus, bu teklif, Venedik elçisi Katerino Zeno vâsitasiyle derhal senatoya bildirilerek Akkoyunlu ordusu için top ve topçu ustasi istenmisti.

Bütün bu hareketlerin ötesinde Akkoyunlu hükümdari Uzun Hasan'a bagli kuvvetlerin, Osmanli hududlarini geçerek taarruz etmesi, Osmanlilari bu meydan okumaya karsilik vermeye zorladi.

Fâtih Sultan Mehmed, Uzun Hasan üzerine hareket etmeden önce kis mevsiminde ondan gelen mektuba agir bir cevapla mukabelede bulunmustu.

Bu mektupta Fâtih Sultan Mehmed, Uzun Hasan'in yaptiklarindan, ehl-i Islâm üzerine gidip onlara zulümde bulunmasinin dogru olmadigi, eger yapabiliyorsa din düsmanlari ile savasmasi gerektiginden bahs ederek, yapilan haksizligi ortadan kaldirmak için bizzat kendisinin gelecegini bildirir.

Gerçekten de Frenklerle ittifak yapmis olan uzun Hasan, Osmanlilarla yapacagi muharebeyi makul gösterebilmek için onlardan Kapadokya ile Trabzon Imparatoru'nun kizinin kocasi olmasi hasebiyle Trabzon'u istemekte idi. Iste Fâtih Sultan Mehmed bu istekler karsisinda agir bircevap yazar. Bu cevabinda o, bundan böyle elçisinin ok, sözünün de kiliç oldugunu söyleyerek Akkoyunlu hükümdarini, kozlarini paylasmak ilkbaharda üzere harbe davet eder.

Osmanli ordusu, 13 Zilkade 877 (11 Nisan 1473) Pazar günü, Fâtih'in komutasinda Üsküdar'dan hareket eder. Iznik yolu ile Yenisehir'e gelini. Beypazari'nda Karaman valisi Sehzâde Mustafa, Kazabat'ta da Amasya Valisi Sehzâde Beyâzit, emirlerindeki kuvvetlerle orduya katilirlar. Farkli rivayetler bulunmasina ragmen bu katilimlarla ordunun yekunu takriben seksen bes bin kisiye ulasir.

Tarihte "Otlukbeli Zaferi" diye söhret bulan bu savasta, Osmanli ordusu büyük bir zafer kazanarak dogudaki bu tehlikeyi bertaraf eder. Bütün kaynak eserlerde tafsilatli bir sekilde kendisinden bahsedilen bu zaferden uzun uzadiya bahs etmek istemedik.

Fâtih, galip gelmisken kendisi gibi Türk ve Müslüman olan, ayni zamanda Oguzlarin Bayindir koluna mensub bulunan Akkoyunlu kuvvetlerini takip ettirmedigi gibi Türk ve Müslüman olan ülkesine de dokunmadi.

Kemal Pasazâde, bu takip etmeyis hadisesini Sehzâde Bayezid'in hizmetinde bulunan Halil Pasa'nin oglu Ibrahim Pasa'nin agzindan nakl etmekte ve onun, bunun sebebini Fâtih'e sordugunu, ondan "gâyenin saltanat yikmak degil, Uzun Hasan'a ders vermek oldugu, Islâm memleketlerini tahrib ile Islâm hükümeti yikmanin dogru bulunmadigini, öte taraftaki gaza harplerini birakip, burada Müslümanlarla ugrasmanin iyi bir sey teskil etmedigi" cevabini aldigini nakl eder. Bu cevap, hükümdarin, ne denli yüksek bir telakki ile hareket ettigini açik bir sekilde ortaya koymaktadir. Nitekim Âsik Pasazâde de Fâtih'in bu hareketini "Mürüvvetle vilayetin yikmadi, yine kendi vilayetine teveccüh etti" diye takdir etmekte ve Osmanli hanedaninin adalet, insaf ve fazilet ile muttasif bulundugunu açiklar. Osmanli Devleti'nin, Timur'dan beri karsilastigi bu en büyük tehlikenin atlatilmasinda ve zaferin kazanilmasinda rol oynayan baslica âmil, Osmanli askerî kudret ve teskilâtçiligi ile atesli silahlardaki kiyas kabul etmez üstünlügüdür. Otlukbeli zaferi, Osmanlilara karsi yapilmis olan sark ve garb ittifakinin bir cephesini tamamen tesirsiz hale getirmisti. Fâtih, bundan son derece memnunluk duydugundan ve kendisine bu imkani hazirladigi için Allah'a sükran hislerini ifade etmek üzere, ordusunun almis oldugu bütün esirlerin âzâd edilip serbest birakilmasini emreder. Böylece, Osmanli adalet ve müsamahasinin en güzel örneklerinden birini daha vermis olur. Bu suretle de o, halka karsi âdil olan idaresinin nümûnelerini göstermis oluyordu. O, Oguz boylari arasindaki çekismenin bütün yan tesirlerini izale ederek ihtilaf sebeplerini silmek istiyordu. Bu da Islâm dünyasinda, kendisi ve devleti için büyük bir sempatinin dogmasina vesile oluyordu.

Sonuç olarak sunu söyleyebiliriz ki, Fâtih Sultan Mehmed, çok kisa bir zamanda büyüyüp gelismis ve Omanlilar için korkunç bir tehlike haline gelmis olan Akkoyunlu Devleti'ni, Otlukbeli zaferi ile tehlikesiz bir hale getirmisti. 1473'te kazanilan bu zafer, Uzun Hasan Devleti'nin sür'atle çökmesine ve nihayet ortadan kalkmasina âmil olan sebeplerin basinda gelmektedir. Bu zaferden sonra, Osmanlilar aleyhine harekete geçmis olan Haçlilarin ümitleri de kirilmis oluyordu.

Sarax 09-17-2008 15:53

FÂTIH'IN GÜNEY SIYASETI

Cihan tarihinin gördügü en büyük hükümdarlardan biri olan Fâtih Sultan Mehmed'in, Anadolu birligini saglamak ve hatta bir bakima Islâm birligini temin için büyük bir gayret içinde oldugu kabul edilmelidir. Onun, Osmanli devlet sinirlarini Tuna ve Italya'ya dayamak istedigi kesinlik kazanmis görünmektedir. Karadeniz'in bütün sahillerini almak ise, onun düsüncelerinin basinda gelmekte idi. Bununla beraber, kendi ülkesinin güneyinde uzanan topraklar üzerinde, verilmis bir kararinin olup olmadigini söylemek pek mümkün degildir. Zira hâdiseler, Fâtih Sultan Mehmed'in bu bölgelerle ilgilenmesine imkân vermemisti. Serbest kalip buralarla mesgul olmaya basladigi siralarda, bu sefer de ölüm, ona bu yolda yürümeye izin vermemisti.

Fâtih'in, Hicaz su yollari ile ilgilenmesi, basit bir hadise olmadigi gibi yadirganacak bir hadise de degildir. Zira bu suretle o, bütün Müslümanlara ait olabilcek bir ise parmagini koymus oluyordu. Bu hadise su idi: Hicaz'a giden bir Osmanli hacisi, yollardaki su kuyularinin (birke) harab oldugunu ve hacilarin bu yüzden sikintiya düstüklerini görmüstü. Hac farizasini eda edip döndükten sonra, durumu hükümdara bildirmisti. Bunun üzerine pâdisah, bu kuyulari tamir etmek için bazi adamlari görevlendirmisti. Misir hakim ve nâiblerine de bu adamlara yardim etmeleri için mektuplar göndermisti. Âsik Pasazâde'nin ifadesine göre Karamanoglu da Misir Sultani'na bir elçi göndererek, Fâtih'in su yollari bahanesi ile Mekke Sultanina yüklerle flori gönderdigini ve onu Misir'a karsi isyana tesvik ettigini yazmisti. Karamanoglu'nun bu yalan haberine inanan Misirlilar, "biz âcizmiyiz kim birkemizi ol meremmet ide" diyerek Osmanlilari geri çevirmislerdi. Meseleyi kendi iç isleri olarak kabul eden Memlûklerin, Karamanoglu'nun verdigi bu haber üzerine Osmanli ustalarini hakaretle geri göndermeleri, iki devletin arasinda serin bir havanin esmesine sebep oldu. Halbuki Pâdisahin onlarin iç islerine karismak gibi bir niyeti yoktu. Zira Âsik Pasazâde bize bu konuda çok net bilgiler vermektedir. ona göre Fâtih, bu kuyular için vakiflar düzenleyecek ve bu vakiflarin geliri sayesinde bölgedeki Araplar, bu kuyulari koruyacaklardir. Böylece vakiflarin geliri ile tamir edilecek olan bu kuyulardan, özellikle kuzeyden Hacca gidecek olanlar istifade edeceklerdi.

Isin iç yüzüne bakildigi zaman, Memlûklularin, Osmanlilari çok yakindan takip ettikleri anlasilacaktir. Onlar, Anadolu'da Türk birligini kurmaya çalisan ve bu konuda kendilerine engel olan kuvvetleri teker teker ortadan kaldiran Osmanogullarinin, Toros'larin güneyine inmelerine pek taraftar degillerdi. Bu yüzden Karamanogullarina yardim ediyorlardi. Sonuç olarak Misir'dan, Dulkadir topraklarina kadar uzanan zengin Misir Memlûkleri Devleti, gelecekte kendisi için büyük bir tehlike olacagi anlasilan Osmanli Devleti'ni, sinirlarina yaklastirmamak ve onunla kendi arasinda zayif ta olsa tampon bazi tesekküller bulundurmak arzusunda idi. Iste bu sekildeki hareket tarzi, Fâtih'i, güneye giden yol üstünde bulunan Dulkadir isleri ile ilgilenmeye sevketti.

Memlûk sultanlari ile Osmanlilarin arasinin açilmasina sebep olan daha baska olaylar da vardi. Nitekim Fâtih, Trabzon seferinden zaferle döndügü vakit, zaferi tebrik için her taraftan elçiler geldigi halde, Misirlilar buna lüzum görmemislerdi. Bu durum, aradaki dostluk hislerinin sarsilmasina sebep oldu. Bu yüzden, "Hoskadem" Misir sultani oldugu zaman, Fatih de onu tebrik etmemisti. Âsik Pasazâde bu konuyu su ifadelerle dile getirir: "Her tarafin pâdisahlarindan elçi geldi, Han'a vilayet (Trabzon) mübarek olsun diye, Ancak Misir sultanindan elçi gelmedi. Âdet-i muhabbet terk olundu. Adavete (düsmanliga) bir bahane bu oldu... Pâdisah dahi buna bir pare (parça) melûl oldu. Sonra mezkur (adi geçen) Hoskadem dahi Misir'a sultan oldu. Pâdisah dahi taht mübarek olsun diye elçi göndermedi. Âdet bu idi ki gönderileydi. Iki taraftan âdet terk olundu. Ve muhabbet kesilmeye basladi." Dulkadirogullari münasebetiyle bozulan iliskilere ragmen Sultan Kayitbay zamaninda Fâtih, Âsik Pasazâde'nin ifadesiyle "Taht mübarek olsun diye elçi gönderdi. Iyi hediyelerle Çavusbasini elçi gönderdi. Elçi kim Misir'a vardi yine kanun üzre hürmet etmediler, elçi müsteki geldi pâdisahina haber verdi. Rum Pâdisahi (Anadolu'ya baslangiçta Rumeli dendigi için Pâdisahina da Rum pâdisahi, yani Rum ülkesinin pâdisahi dendi) buna dahi melûl oldu. Âhir, Misir sultani dahi bu elçinin ardinca bir elçi gönderdi. Misir'in muhtesibini* gönderdi. Bu muhtesibin gelmesi pâdisaha hos gelmedi." Gerçekten, Fâtih Sultan Mehmed, Misir muhtesibinin elçi olarak gönderilmesine kizmistir. Zira böyle bir elçi, devletler arasindaki protokolün çignenmesi demekti. Çünkü "o, çarsi ehlinin büyügüdür, pâdisahlara elçi olarak gönderilmez, bu bir hafifliktir." sözleri ile ifade edilen anlayis, bunu açikça ortaya koymaktadir.

Sarax 09-17-2008 15:53

FÂTIH'IN SAHSIYETI VE ÖLÜMÜ

1451 yilinda 21 yasinda iken yeniden Osmanli tahtina geçen Fâtih Sultan Mehmed, Istanbul'u fethedip bin yüz yillik Dogu Roma (Bizans) Imparatorlugu'nu ortadan kaldirarak tam anlamiyla "Fâtih" ünvanini aldigi gibi, yüksek kabiliyet ve dehasiyle herkese gücünü kabul ettirmis olan büyük bir devlet adami idi.

Fâtih, yaptigini bilen ve ne yapmasi gerektigini hesaplayip düsünen adamdi. Onu, kütle mukadderatini elinde tutan sayili dâhiler ve cihangirlerden ayiran üstün vasif, icraat ve basarilarinda, firsat ve tesedüflerden faydalanmis olmasi degil, yaptigi ve yapacagindan haberli bulunan bir sisteme sahip bulunmasi idi. Halbuki büyük söhretlerden pekçogu, sevki tabiilerini rehber tutan, gafil ve zamanin maglubu kimselerdir. Binaenaleyh Fâtih, ihraz ettigi san ve serefe, tesadüflerin yardimi ile degil, kendi istihkak ve kudretiyle ulasmistir. Derûnî metanet ve zihnî kemaline, hayat ve icraatinin her safhasinda sahid oldugumuz Sultan Ikinci Mehmed, beser olarak düsebilecegi hatalari asgariye indirmek yolunda, etrafina zengin ve kaliteli bir müsahipler ve müsavirler kalabaligi toplayan ve bunlardan her birinin karsisinda gerektiginde boyun egen bir adamdir. Bununla beraber o, devlet idaresinde sertti. Hissiyatini gizlemeyi bilir, yapacagi seferleri tatbik sahasina koyuncaya kadar gizli tutardi. Zamani gelince de birdenbire maksadini açiklardi. Bu yüzden düsmanlarini sasirtarak bir senede birkaç fütuhata birden nail olurdu. Harpte cesurdu, maglubiyeti önlemek için cesurane bir sekilde öne atilip askeri tesci ederdi. Her zaman sogukkanliligini muhafaza ederdi.

Adaletle hükmetmeyi siar edinen; cesaretli ve gayretli biri olan Fâtih Sultan Mehmed, atalarinin elbiselerini birakarak ulema elbisesi giymeye basladi. Âlimlerle sohbette bulunmayi âdeta bir vazife telakki ediyordu. Bu yüzden Istanbul, âlim ve fazil insanlarin siginagi haline gelmisti. Gerçekten o, ulema, sair, tasavvuf erbabi ve sanatkârlari himaye etmisti. Onlara tahsisatlar vermis ve çalismalarini temin gayesiyle müesseseler kurmustu. Ayni zamanda kendisi de sair olan Fâtih, siirde "Avnî" mahlasini kullanirdi. Bostanzâde Yahya (Tarih-i Saf. I, 52) onun bu özelliklerini su ifadelerle nakleder: "Bâni-i mebani-i hayrat ve müessis-i esas-i hasenat olup ulema-i ser'-i metin ve fudala-i fedail âyin, devrinde revnak bulup cihet-i maaslari için Tetimme (medrese) ve imâret bina buyurup nice evkaf tayin buyurmuslardir. Kendiler dahi ulema zümresinden madud olup (sayilip) fadl-i bâhir ve marifet-i zâhir sahibi idiler. Ve siir-i bî-nazirleri (benzersiz, essiz) dahi vardir. Mahlas-i serifleri "Avnî"dir." Bildigimiz kadari ile Fâtih, Türk tarihinin en renkli ve en büyük sahsiyetlerinden biridir. Ana dilinden baska sark ve garp dillerini bildigi, genis bir kültür ve bilgi hamulesiyle yüklü bulundugu, riyaziye, topçuluk ve askerlikte kesif yapacak kadar kudret sahibi oldugu anlasilmaktadir. Serbest fikirli ve herhangi bir saplantisi olmayan hükümdarin, âlimleri davet ederek ilmî mübaheseler yaptirdigi da anlasilmaktadir. Farsça ve Rumca'dan Arapça'ya tercüme edilmis felsefî eserleri okur ve yanina celb ettigi âlimler ile müdavele-i efkâr ederdi. 1466 senesinde Batlamyus'un haritasini Ivrikios'a yeniden tercüme ettirip haritadaki isimleri Arap harfleri ile yazdirmistir. Kritovulos bu konuda sunlari yazar: "Pâdisah hazretleri, lisan-i Farisî ve Yunanî'den Arapçaya tercüme edilmis olan âsâr-i felsefiyeyi mutalaa ve nezd-i sâhânelerinde bulunan fudala ile bu babta müdavele-i efkâr eder ve bilhassa Aristo'nun mebahis-i felsefiye ile pek ziyade mesgul olurdu. Bir vakit cografiyundan meshur Batlamyus'un, meslek-i cografîye aid levayihine tesadüf edip mezkur layihalarda fennî bir surette izah ve tarsim edilen (çizilen) sekilleri, nazari dikkate almis ise de bu haritalar daginik olduklarindan, yeniden Filozof Ivrokios'a havale ederek Arapça yazdirir."

Tetkik edilip arastirildigi zaman görülecegi gibi hemen hemen bütün osmanli Pâdisahlarinda ve özellikle Fâtih Sultan Mehmed'de ilim ve ilim adamlarina karsi büyük bir saygi vardir. O da digerleri gibi daha sehzadeliginde "ulûm-i âliye ve 'aliye"yi tahsil etmisti. O, "Ilmi taleb ediniz hadisine uygun olarak tahsil ve müzakerelerden geri kalmazdi. Bu sebeple o, Molla Iyas, Molla Güranî, Hocazade Muslihiddin Mustafa, Hatipzâde Mehmed, Molla Siraceddin ve Abdülkadir gibi hocalardan ders almisti.

Fâtih, çok genç yasta tahta çikmis, daha çocuklugunda büyük sorumluluklar yüklenmis, otuz sene kadar kesintisiz sefer ve gazalarla mesgul olmustu. Bizzat yirmi bes seferde bulunan Fâtih, 17 devlet ile ikiyüz küsur sehir ve kale fethetmisti. O, bütün bu çalismalarinin sebebini ve dolayisiyle hedefini su misralarla dile getirir:

"Imtisâl-i "câhidû fi'llah"* oluptur niyetim,

Din-i Islâm'in mücerred gayretidir gayretim"

Bu ifadeler onu, sirf ihtiras için harb eden ve kiliç sallayan dünya cihangirlerinden ayirmaktadir. O, Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)'in, insanlik ugrunda katlandigi mesakkat ve müsküllere gögüs gerdigi gibi, ayni yolun yolcusu bir idealist olarak gögüs vermis bir serdar ve fikir adamidir. O, hedefledigi gayeye ulasmak için, bütün imkîAnlari degerlendiriyordu. Bu sebeple Istanbul'u aldiktan sonra, Ortodoks ve Ermeni patrikleri ile Yahudi bashahamini bu sehre yerlestirir. Çünkü o, Istanbul'u idealindeki cihan devletinin merkezi yapmak istiyordu. Hatta bir rivayete göre "Dünyada tek bir din, tek bir devlet, tek bir pâdisah ve Istanbul da cihanin payitahti olmalidir," seklindeki sözü ile bu düsüncesini dile getirir. Bu ifadelere bakilirsa, gayesinin bir cihan devleti de olmayip, Islâm dinini her tarafa yaymak oldugu anlasilir. Zira Fâtih, Islâm âleminin hâmisi sifatiyle kendisini i'lâ-yi kelimetullah'in en büyük temsilcisi olarak görmekte idi. Gerçekten, daha sehzâdeliginde cihangirlik emelinde oldugu belirtilen Fâtih için, Bosnali Hüseyin Efendi, bizzat pâdisahin agzindan "Bu hânedanin maksad-i a'lasi, i'lâ-yi kelimetullah'tir demektedir." Keza onun, nizam-i âlem için, Trabzon üzerine varirken, çektigi sikinti ve katlandigi eziyetleri gören uzun Hasan'in annesi Sâra Hatun'a "Valide" diye hitap edip söylediklerine, daha önceden biliyoruz.

Onun yaptigi fetihler, giristigi gazalar ve tebeasi için yaptiklarina bakilirsa, riza-yi ilâhî'yi kazanmaktan ve Resûlullah'in yolunda yürümekten baska bir sey düsünmedigi görülür. Vefati dahi yine "i'lâ-yi kelimetullah" için çiktigi bir sefer-i hümayun esnasinda vuku bulmustu. Bu seferin, nereye müteveccih oldugu kesin olarak bilinememektedir. Hazirliklar, büyük bir sefer için yapilmisti. Ama nereye oldugunu kimse bilmiyordu. Tursun Bey "Ve cihet-i sefer Anadolu oldugu malum olundu, amma Arab mi, Acem mi malum olmadi" diyerek bu büyük seferin nereye olacaginin bilinemedigine isaret eder.

Fâtih Sultan Mehmed, 1481 yili Nisan ayinin 29. günü (27 Safer 886) 50 yasinin içinde iken, büyük bir ordunun basinda hasta olmasina ragmen Üsküdar'a geçmis ve bir at arabasina binerek, doguya dogru ilerlemeye baslamisti. Ancak, Gebze yakinindaki Hünkâr veya Tekfur Çayiri denen yere geldigi vakit, hastaligi büsbütün artar. Bu yüzden 3 Mayis 1481 Persembe günü (4 Rebiülevvel 886) ikindi vakti, 31 yillik hükümdarliktan sonra vefat eder.

Fâtih'in ölümü, gizli tutularak hamam yapmak üzere Istanbul'a geçtigi söylenip askerin yerinde kalip beklemesi emrolundu ise de birkaç gün sonra kayiklarla Istanbul tarafina geçen yeniçeriler, vefat hadisesini ögrenince, bazi edepsizliklere basladilar. Fâtih'in ölümü, onbir gün gizli tutulup saklanabilmisti.

Âsik Pasazâde, Fâtih'in vefatini ve sebebini su ifadelerle günümüze ulastirmaya çalisir: "Vefatina sebep, ayaginda zahmet vardi. Tabibler, ilacindan aciz oldular. Ahir, tabibler cem olup ittifak ettiler, ayagindan kan aldilar. Zahmet ziyade oldu. Sarab-i farig (ilaç) verdiler, Allah rahmetine vardi. Öyle anlasiliyor ki, Fâtih'in hastaligi, genellikle hânedanda rastlanan "Nikris illeti" idi. Tarihî rivayetler de bunu desteklemektedirler.

Sarax 09-17-2008 15:54

FÂTIH SULTAN MEHMED VE HOSGÖRÜ

Günümüzde, "hosgörü" diye ifade edilen prensip ve anlayisa eskiden "müsamaha" deniyordu. Sözlüklerde bu kelime, "görmezlige gelme, aldirmama, bir kabahatliya karsi siddet göstermeyip geçivermek" seklinde manalandirilmaktadir.

Bir beylik olarak ortaya çikisindan itibaren bünyesi ve sartlarin gerektirdigi degisiklikleri yapmaktan çekinmeyen Osmanli Devleti, saglam temeller üzerine bina edip gelistirdigi ve kemal mertebesine ulastirdigi müesseseleri vâsitasiyle uzunca bir hükümranlik dönemi geçirme imkanini buldu. Devletin, hayatiyet sirlarini teskil eden ve onu, Anadolu'nun diger beyliklerine göre daha uzun ömürlü yapan unsurlardan biri de süphesiz ki, hosgörü adini verdigimiz anlayisin, devlet nizam ve hakimiyet telakkisinde önemli bir rol oynamasidir.

Kurulusundan itibaren Müslüman bir topluma istinad eden bünyesi ile, Ser'î hukuku hem nazarî, hem de amelî bir sekilde uygulayan Osmanli Devleti, bu anlayisini devletin bütün sistem ve organlarinda da devam ettiriyordu. Zira "bu devlette din asil, devlet ise onun bir fer'i olarak görülmüstür". Bu bakimdan, devletin sosyal bünyesindeki anlayisin buna göre organizesi normal karsilanmalidir. Bu anlayis sebebiyledir ki, Osmanlilar, Balkanlar'da idarelerine aldiklari yerli unsurlarin din ve vicdan hürriyetine müdahale etmedikleri gibi, onlari her türlü baskidan da kurtarmislardi.

Islâm'dan aldiklari ilhamla Osmanlilar, idareleri altinda bulunan gayr-i müslimlere karsi hosgörülü davranmayi, onlarin dinî hürriyet ve serbestilerine müdahale etmemeyi devletin temel prensiplerinden biri haline getirmislerdir. Bu prensibi iyi kullanan ve ona son derece riayet edenlerden biri de süphesiz ki Istanbul'un fâtihi olan Sultan II. Mehmed'dir. Onun, Istanbul'un fethinden sonra Ortodoks Patrikligi'ne verdigi serbestiyet ile âyinlerini yapma konusundaki rahatligi bilindigi ve daha önce de kismen

"Bi avnillahi Taala Hz. Resûl-i Ekrem hürmetiyle makami Konstantiniyye feth oldukta etraf u eknafta olan sahlar ve krallar âsitâne-i saadetime elçiler gelüp feth-i fütûhu arz edüp bu def'a Kuds-i Serif'te olan Rumlarin Patrigi Atanasyos nâm rahib ruhbanlari ile gelüp âsitane-i saadetime yüz sürüp Hz. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) hazretlerinin mübarek eliyle ve pençesiyle imzali olan hatt-i hümayunlari ve Hz. Ömer b. Hattab (r.a.) (tarafindan) verilen hatt-i kûfî ile ve selâtin-i maziyeden hatt-i hümayunlari ibraz edip reca eyledi. Kuds-i Serif içre ve tasrasinda namazlari ve ziyaretgâhlari ke'l-evvel... mucibince zapt ve tasarruf eyleyeler. Ahardan kimesne rencide eylemeye. Eger bundan sonra gelen halifeler, vezirler, ulema, ehl-i örften vesair ümmet-i Muhammed'den akça içün veya hatir içün feshine murad ederlerse Allah'in ve Hz. Resûlun hismina ugrasin. Sene 862 (1457). BOA. Ali Emirî, Fâtih, nr. 22.

Buhl, "Kudüs" IA, VI, 964.

C. Brockelmann, Islâm Milletleri ve Devletleri Tarihi, trc. Neset Çagatay, Ankara 1964, I, 258.

155. Osman Nuri Ergin, Türkiye'de Sehirciligin Tarihî Inkisafi, Istanbul 1936, s. 93-94.

Kritovulos, 93.

Osmanlilarda Cizye hakkinda genis bilgi için bk. Ziya Kazici, "Osmanli Devletinde Cizye", Kubbealti Akademe Mecmuasi (1987), III, 54-65.

Sarax 09-17-2008 15:54

SULTAN II. BÂYEZID

( BÂYEZID-I VELÎ )

Modon fetihnâmesinde, "Emiru'l-Mü'minîn Sultanu'l-Guzat ve'l-Mücahidîn Nâsiru's-Seriat ve'l-Milleti ve'd-Din Giyâsu'l-Islâm ve Muinu'l-Müslimîn Sultan Bâyezid diye anilan Sultan II. Bâyezid, 85l (l447) yilinda Dimetoka'da dogdu. II. Bâyezid, Fâtih Sultan Mehmed'in, Gülbahar Hatun'dan dogan büyük ogludur. Yedi yasinda iken Amasya sancakbeyligine gönderildi. Sultan II. Bâyezid'in zamani, gerek Osmanli cografyasi, gerekse ekonomik hayati bakimindan istikrarli ve emniyetli bir devir idi. Gerek bu gerekse ve daha önceki dönemlerde yenilmeye degil, genellikle yenmeye alismis bir kütle psikolojisi için, hududlardan sadece zafer sesleri degil, refah ve bolluk da beraber girmekte bulunuyordu.

Osmanli medeniyetinin ahengini meydana getiren muhtelif unsurlarin her biri, hem federal ve müstakil hüviyetleri içinde kendi merkezlerine bagli, hem de müsterek ana merkezin mali ve mensubu olarak, hatta XVII. ve XVIII. asirlarda bile hâla, semâvî bir nükte gibi, latif, ince ve kemalli çehresiyle dünyaya yüz göstermekte devam etmekte idi.

Fâtih Sultan Mehmed vefat ettigi zaman, büyügü Bâyezid, küçügü de Cem olmak üzere iki oglu kalmisti. Bâyezid, o dönemde merkezi Amasya olan Rum Eyâleti, Cem de merkezi Konya olan Karaman Eyâleti'nin valisi idiler. Daha önce de belirtildigi gibi Fâtih'in, Mustafa adinda bir oglu daha vardi. Fakat bu sehzâde babasinin sagliginda vefat ettiginden, o sirada Kastamonu Sancakbeyi bulunan Sehzâde Cem, ölen kardesinin yerine Karaman valiligine tayin edilmisti.

Kaynaklarin, uzun boylu, beyaz tenli, melek huylu, genis ve açik yüzlü, elâ gözlü, siyah çatik kasli, mutedil sakalli, yüzünde ben bulunan, genis omuzlu ve yüksek gösterisli olarak belirttikleri Bâyezid-i Veli, 85l (m. l447) yilinda iki bayram (Ramazan - Kurban) arasinda dogmustu. 886 Rebiülevvel'inin 13. (12 Mayis 1481) günü 35 aslarinda iken, babasinin yerine tahta geçer. Her ne kadar onun dogum tarihi ile ligili farkli yillar veriliyorsa da genellikle yukarida belirtilen tarih kabul edilmektedir.

Fâtih Sultan Mehmed'in ani ölümü, tabiî bir hâdise gibi karsilanmadi. Ülkede büyük bir siyasî buhranin çikmasina sebep oldu. Fâtih vefat eder etmez, Vezir-i Azam ve Mevlânâ'nin soyundan gelmis olan Karamanî Mehmed Pasa, bir taraftan Keklik Mustafa adinda bir çavusu, büyük sehzâde Bâyezid'i davet için Amasya'ya gönderirken, öbür taraftan da kendi adamlarindan birini Cem Sultan'a gönderip yolu uzak bulunan Bâyezid gelmeden önce onu Istanbul'a davet ile bir emr-i vaki yapmak istemisti. Fakat Cem'e bu mektubu götüren sahsi, Anadolu Beylerbeyi ve Bâyezid'in damadi olan Sinan Pasa yakalayarak öldürür. Vezir-i Azam'in, Konya'da bulunan Sehzâde Cem'e gönderdigi mektup ve bu vesile ile Fâti'in ölümünden haberdar olan yeniçeriler, ayaklanarak Pendik önlerine demir atmis bulunan birkaç gemiyi zapt ederek Üsküdar'a gelirler. Oradan da Istanbul'a geçerek Yahudiler ile zengin halkin evlerini yagmalarlar. Yeniçeriler, Fatih'in, bulunmayacagi siralarda Istanbul'da hükümet islerine bakmak üzere Silifke'den çagirmis oldugu Ishak Pasa'nin kiskirtmasi ile Vezir-i Azam Karamanî Mehmed Pasa'yi da öldürürler. Bu feci hadiseden sonra iktidar, bütünüyle Ishak Pasa'nin eline geçmis demekti. Zira Divan, devletin islerini tedvir etmekle onu görevlendirdi. Ishak Pasa da kendisine verilen bu genis yetkiyi iyi kullanarak asayis ve güvenligi sagladi. Yeniçeriler, Sehzâde Bâyezid'in tarafini tuttuklari için, babasi gelinceye kadar, o siralarda Fâtih'in yaninda ve henüz 11 yaslarinda bulunan Bâyezid'in oglu Korkut'u, 5 Rebiülevvel 886 (4 Mayis l48l) de Saltanat Kaymakami ilan ederler.

Öte yandan devlet büyüklerinden acele davet mektuplari alan Bâyezid, maiyetinde 4.000 kisi oldugu halde Amasya'dan yola çikip Üsküdar'a gelir. Ertesi gün, oglu Korkut'tan saltanati resmen devr alip l2 Mayis l48l de Osmanli tahtina çikar.

Yeni padisahi, büyük bir tezahüratla karsilayan vüzera ve asker, Ishak Pasa'nin vezir-i azam olmasini, onun rakibi olup, terakkilerinin artirilmasina muhalefet ettigi söylenen Hamzabeyoglu Kara Mustafa Pasa'nin, azil ve nefy edilmesini ister. Yeni padisah, ilk hamlede mesele çikarmamak için, bu istekleri kabul eder. O, basinda siyah bir kavuk ve ayni renkte bir elbise giymis oldugu halde Istanbul'a girmisti. Topkapi Sarayi'na girerken, kapi önünde saf tutup, kendisini merasimle karsilayan Yeniçeriler, subaylari vâsitasiyle bir arzuhal takdim ederek, Karamanî Mehmed Pasa'nin öldürülmesi sebebiyle vâki olan kusurlarinin affini ve cülûs bahsisi verilmesinin kabul edilmesini taleb ederler. Yeniçerilerin bu istekleri, yeni sultan tarafindan kabul edilir.Bu, Osmanli tarihinde Yeniçerilere verilen cülûs bahsisinin ikincisi olmustu.(Ilki Fâtih Sultan Mehmed tarafindan verilmisti.) Cülûs bahsisinin ikinci örnegi olan bu uygulamadan sonra, her tahta çikista, cülûs bahsisi tekrarlanmisti. Bu usûl, zamanla devlet maliyesi için âdeta bir yikim halini alaacaktir. Bu bahsisler, ancak üçyüz yil sonra Sultan Birinci Abdülhamid tarafindan Rusya ile yapilan savas sirasinda ve birdenbire kaldirilabildi.

Bâyezid'in, tahta geçisinin ertesi günü, Fâtih Sultan Mehmed'in cenaze merasimi icra edilmisti.Namazdan sonra Fâtih'in naasi, kendisi tarafindan yaptirilmis olan camiin arkasindaki türbeye defnedilmisti. Tabutun altina önce Sultan Bâyezid ve vezirler girmislerdi. Cenaze namazini Seyh Ebu'l-Vefa adiyla söhret bulmus olan büyük âlim Konyali Muslihiddin Mustafa kildirmisti. Günümüz Istanbul'undaki Vefa semti hâla bu zatin ismi ile anilmaktadir. Cenaze defn edildikten sonra bey'at merasimi yapilarak Sultan Bâyezid, resmen Osmanli tahtina oturmus olur. Bundan sonra Ishak Pasa'ya sadaret tevcih olunur. Bu arada yeniçerilerin bütün isteklerinin kabul edilmesi mahzurlu görülerek daha önce Mustafa Pasa hakkinda verilen karardan dönülür. Böylece henüz Üsküdar'da bulunan Mustafa Pasa getirtilerek ikinci vezir olarak ilan ve tayin edilir.

Sarax 09-17-2008 15:55

II. BÂYEZID DÖNEMININ BAZI IÇ OLAYLARI

II. Bâyezid, babasi Fâtih Sultan Mehmed'in ölümünden sonra Osmanli tahtina oturur oturmaz içerde, bir kismi siyasî, bir kismi da dinî renge boyanmis gerçekte dis kaynakli olan siyasî bazi isyan hareketleri ile karsilasir. Bu olaylara temas etmeden ve onun sahsiyet ile karekterinin olusmasinda önemli rolü bulunan ve bir bakima onun bu özelliklerini canli birer levha gibi önümüze seren faaliyetleri görmeden disariya karsi olan siyasetini anlayip takdir etmek mümkün olmazdi. Zira onun dis dünya ile olan münasebetlerinde, iç proplemlerin tesiri, sanildigindan daha büyük olmustur. Bu sebeple biz de önce iç olaylara temas etmeyi faydali bulduk.

IÇ KARISIKLIKLAR VE CEM OLAYI

Ikinci Bâyezid tahta çiktigi zaman, Konya'da vali olarak bulunan kardesi Giyaseddin Cem Çelebi'nin muhalefeti ile karsilasir. Zira Cem, "mülk-i mevrûs"da hakki bulundugunu iddia ediyordu. O, bu iddiasini da bazi delillerle isbat etmeye çalisiyordu. Gerçekten, Cem Sultan'in, saltanat makamini elde etmek için giristigi tesebbüs, tedkik edilmesi lazim gelen sebeplere dayaniyordu. Daha Fâtih'in sagliginda devlet erkani arasinda her iki sehzâdenin taraftarlari bulundugu ve basta Karamanî Mehmed Pasa oldugu halde, bunlardan bir kisminin, Bâyezid'den daha meziyetli, daha cesur ve faal bir zat olan Cem'i saltanata layik gördügü anlasilmaktadir. Karaman eyaletinde beraber bulunduklari zamandan beri, Cem'i takdir eden Gedik Ahmed Pasa'nin, hiç sevmedigi Bâyezid'i padisah olarak görmek istememesi gibi, sehzâde Mustafa'nin ölümünden sonra, Fâtih Sultan Mehmed'in de Cem'i Bâyezid'e tercih ettigini gösteren delillere tesadüf edilmektedir. Nitekim Kanunnâme-i Âl-i Osman (Istanbul l330, s. 32 )'da sehzâdelere yazilacak hükümlerin elkabi bahsinde yalniz Cem isminin zikredilmesi ve yazilarda ona "...vâris-i mülk-i Süleymanî...oglum Cem edâmellahu bekahu" diye hitab edilerek örnek gösterilmis olmasi, herhalde bir tesadüf eseri olmasa gerekir.Gerçi buna dayanarak Fâtih tarafindan Cem'in veliahd ilan edildigini iddia etmek mümkün degilse de, ibâreyi büsbütün manasiz saymak da dogru degildir. Böyle bir ibârenin isaret olarak kabul edilmesi herhalde daha dogru bir kanaat olacaktir. Bütün bunlara ilaveten, Cem Sultan'in bizzat kendisi de babasinin erine geçme hakkina sahip olduguna kani idi. Zira kendisine göre o, babasinin padisahligi zamaninda dogmus ve bu yüzden Uzun Hasan seferi esnasinda babasina vekalet etmisti. Bu da tahtin asil vârisinin kendisi oldugunu gösteriyordu. Buna dayanarak o, kendisinin tahta geçmesi icab ettigini söylüyordu. Bu âmillerin tesirinde kalan Cem, maiyyetindeki müsavirlerin, özellikle Karamanoglu Kasim Bey'in telkinleri ile harekete geçmeye karar verir. Gedik Nasuh Bey'i, maiyetinde Karaman, Varsak ve Turgutlu boylarina mensub kuvvetler oldugu halde Inegöl üzerinden Bursa'ya gönderir. Gedik Nasuh Bey, 28 Mayis'ta, Ikinci Bâyezid tarafindan Ayaz Pasa komutasi altinda gönderilen iki bin yeniçeriyi maglub etmeye muvaffak olur. Bu basarida Bursa halkinin da büyük bir payi oldugu belirtilmektedir. Zira halk, yeniçerilerin daha önce yaptiklarini unutmamisti.

Kaplica savasindan üç gün sonra ordugâha gelip, Haziran'in basinda Bursa'ya giren Cem, saltanat alameti olarak nâmina hutbe okutmus ve ismine sikke bastirmistir. l8 gün kadar da hükümdarlik eden Cem, civardaki sehir ve kasabalara saltanatini kabul ettirip, etrafina kalabalik sayida insan toplamak suretiyle kendisini Anadolu hakimi saymis ve bu son durumu agabeyine kabul ettirmek üzere ona halalari ve Çelebi Sultan Mehmed'in kizi Selçuk Hatun ile devrin ulemasindan Mevlânâ Ayas ve Sükrüllahoglu Ahmed Çelebi'den meydana gelen bir elçilik heyeti göndermisti. Ancak, Selçuk Hatun'un iki kardes arasinda kan dökülmesine mani olmak üzere giristigi tesebbüsler, basarisizlikla sonuçlanir. Zira kendisine Rumeli ile yetinip Anadolu'yu Cem'e birakmasi, böylece daha önceki hükümdarlarin birlestirmeye çalistiklari Osmanli Devleti'nin yeniden ikiye bölünmesi teklif edilen Bâyezid, bunu kabul etmez. Bu durum, Osmanlilardaki "Tek Ülke Tek Sultan" ilkesinin ne kadar köklestigini göstermektedir.

Bâyezid'in, teklifini redetmesi üzerine kuvvetlerini ikiye ayirip, Gedik Nasuh Bey emrindekileri Iznik'e gönderen Cem, kendisi de Bâyezid ile karsilasmak üzere Yenisehir'e hareket eder. Ancak, Anadolu Beylerbeyi Sinan Pasa'nin faaliyeti, Otranto seferinden dönen Gedik Ahmed Pasa'nin Bâyezid kuvvetlerine iltihaki, nihayet yakin dostu Afsinoglu Yakub Bey'in ihaneti sonucu Cem, Yenisehir'de yapilan savasta maglub olur. Sehzâde Cem'in maglubiyetini hazirlayan sebeplerin basinda, onun dostu ve lalasi bulunan Yakub Bey'in ihanetinin geldigi anlasilmaktadir. Gerçekten Bâyezid, Bursa üzerine yürürken Cem'in lalasi Yakub Bey'e bir mektup yazarak, sehzâdenin Karaman'a kaçmasini önlemesini, kendisine iltihak etmesini, bu takdirde Anadolu Beylerbeyligi'ni uhdesine tevcih edecegini ve bosuna Müslüman kaninin dökülmemesini bildirecektir.

Maglub olan sehzâde önce Eskisehir'e, sonra da Konya'ya çekilmek zorunda kalir. Kendisini burada da güvende hissetmeyen Cem, annesi Çiçek Hatun ile ailesini alip Tarsus'a gider. Onun, Konya'dan ayrilisi esnasinda halkin göz yaslari ile kendisini ugurlamasina bakilacak olursa, Konya'lilarin Cem Sultan'i çok sevdiklerini söyleyebiliriz. Öyle anlasiliyor ki, Cem, vali olarak bulundugu bu bölgede böyle bir sevgiye layik olacak isler yapmisti. Gerçekten o, Larende ( Karaman )'de saray, bedesten ve çarsi yaptirmak suretiyle imar faaliyetlerinde bulunmus ve "zulmü ref' edip adalet" gösterdiginden halk da yurtlarina dönmüstü. Sehzâde Cem, daha sonra Memlûk Sultani Kayitbay'in müsaadesini alinca Antakya yolu ile l0 Temmuz'da Haleb'e, oradan da Sam (Dimask)'a gider. Merasimle karsilandigi bu sehirde yedi haftalik bir istirahati müteakip l5 Agustos'ta Gazze yolu ile Misir'a gidip hükümdarlara mahsus bir törenle Kahire'ye giren Cem, Kostantiniyye Fâtihi'nin oglu olarak halk tarafindan büyük bir tezahüratla karsilanir. Onu karsilamaya hazirlanan Kahire sokaklari, bastanbasa donanmisti. Memlûk Sultani Kayitbay dahi kendisini sarayinda karsilayip kucaklar ve "Sen oglumsun, kederlenme" diyerek onu teselli eder. Divitdâr Sarayi, Cem'in emir ve istirahatina verilir.

Bu istirahat günlerinden istifade eden Cem, Mekke'ye giderek hac farizasini ifa eder. Bilindigi kadari ile Osmanli hanedanindan fiilen hacca giden tek sehzâdenin Cem Sultan oldugu rivayet edilir. Burada "fiilen" ifadesini kullandik, çünkü hanedanin ve sultanlarin büyük bir ekseriyeti "Hacc-i bedel" yolu ile haci ifa etmislerdir.

Bu sirada Cem'i elinden kaçiran Sultan Bâyezid, Konya'ya kadar gelip, oglu Abdullah'i Karaman valiligine tayin eder. Bu arada Italya'dan (Otranto) dönen ve Yenisehir Ovasi'nda kendisine iltihak eden Gedik Ahmet Pasa'yi takibe yollar. Kendisi de Bursa yolu ile Istanbul'a döner. Bursa'dan geçildigi esnada yeniçeriler, Cem'in tarafini tuttugu için bu sehri yagmalamak isterler. Ancak padisahin bunlara izin vermemesi üzerine sehir yagmalanmaktan kurtulmus olur.

Cem Sultan'in Kahire'de bulundugu siralarda, Karamanoglu Kasim Bey bos durmuyor, Ankara (Engürü) Beyi Trabzonlu Mehmed Bey ile birlikte sehzâdeyi Anadolu'da yeni bir maceraya sürüklemek üzere tesvik ediyorlardi. Hatta rivayete göre Karamanoglu, Larende (Karaman)'de bulunan Gedik Ahmed Pasa'nin agzindan mektup yazmak suretiyle Cem'i ikna etmeye çalisiyordu. Misir'da bos durmak (âtil) suretiyle yasamayi nefsine yediremeyen ve böyle bir hayata tahammül edemeyen Cem, Anadolu'daki taraftarlarinin yardimi ile saltanati ele geçirmeye muvaffak olacagi zannina kapilmisti. Bu sebeple vatanina dönmek için Sultan Kayitbay'dan müsaade istedigi zaman Misir hükümdari, devletin ileri gelenlerini toplayarak Cem'in de hazir bulundugu bir meclis akdeder. Uzun münakasalar esnasinda, sehzâdenin Anadolu'ya gönderilmesini dogru bulmayan Emîr Özbek ile Cem arasinda sert tartismalar olur. Meclis dagildiktan sonra Sultan Kayitbay, sehzâdeye vatanina dönme müsaadesi verir. Cem, ailesini Misir'da birakarak 27 Mart l482 Sali günü Kahire'den hareketle, 6 Mayis günü Haleb'e girer. Bu sehirde, yaninda züemadan ve subasilarindan meydana gelen bir topluluk ile Gedik Ahmed Pasa'dan kaçan Ankara Beyi, Trabzon'lu Mehmed Bey, sehzâdenin yanina gelir. Bunlar, Anadolu hakkinda Cem Sultan'a bilgi verirler. Cem Sultan, Adana'da Karamanoglu Kasim Bey ile bulusarak, ikisi arasinda muvafakat hasil olunca, Karaman ülkesinin Kasim Bey'e birakilacagi ve onun da ömrü oldukça Cem Sultan'a itaat üzre bulunacagi esasina göre bir anlasma yapilmisti.

Sultan Bâyezid, Cem'in Anadolu'ya geçmesini, ötedenberi süphelendigi Gedik Ahmed Pasa'ya atf ederek onu yanina çagirmis, kendisi de Bursa taraflarina geçerek hazirliklara baslamisti. Yapilan mücadeleler sonucunda birlikleri dagilmis olan Sultan Cem, daglara siginmak zorunda kalmisti. Bu arada Sultan Bâyezid ile Cem arasinda barisi saglamak ve Cem'i bu davadan vazgeçirmek için haberciler gönderilmisse de bir netice alinamamisti. Bâyezid, Cem'e ailesi ile birlikte Kudüs'te oturmasini ve senelik vâridatini (l milyon akça) almakta devam etmesini buna karsilik taht ve tacdan feragatini yeminle teyid ve ilan etmesini teklif etmisti. Feridun Bey'in Münseâti'nda bu konuda söyle denilmektedir: " Sen ki, akrabalarin en yakinisin. Seni baska kapilara muhtaç edip onlardan yardim istemen padisahlik mürüvvetine yakismaz. Sayet huzur ve tahttan feragati seçersen, sana nakden l0 kerre yüzbin bin ( l milyon) akça salyâne tayin ettim. Ber vech-i takaud mutasarrif olup iki nimetin sükrünü eda edesin". Bu teklife karsilik "Kadimî resmdir, sehzâdeler davay-i taht eyler"diyen Cem Sultan, Bâyezid'in bu arzusunu reddeder. Çünkü onlar için kader, ya saltanata geçmek veya ölmekti. Cem Sultan bu anlayisini agabeyine su siirle bildirmisti:

"Sen, bister-i gülde yatasun sevk ile handân

Ben, kül dösenem külhan-i mihnette sebep ne?" diyen Cem, "mülk-i mevrustan hisse talebinde musirr" olarak Anadolu'da kendisine istiklâl ve bagimsizlik üzere hakim olacagi bir yer ayrilmasini istemek suretiyle, eski iddialarina nazaran daha mütevazi bir saltanata riza gösteriyordu. Küçük te olsa bir saltanat hissesi koparamayan ve bütün muvaffakiyetsizliklerine ragmen, hala bir köseye çekilmeyi nefsine yediremeyen Cem, güneye çekilmek istediyse de Karamanoglu Kasim Bey, Yildirim Bâyezid'in oglunu örnek göstererek Rumeli'ye geçerse orada muvaffak olabilecegini söyler. Cem, Rodos sövalyelerinin kendisine yardim edebileceklerini düsünerek, önce reisleri Pierre d'Aubusson (Grand Maître)'a bir elçi gönderir. Bundan bir cevap alamayinca Frenk Süleyman ile Dogan'i gönderdikten sonra kendisi de Kasim Bey'in delâleti ile sahile Korycos (Kerküs) limanina iner. Bir müddet sonra Cem, 30 kadar adami ile Kerküs limanindan bir gemiye binerek (l5 Temmuz l482), Anamur'a gider. Bu sirada sövalyeler de, onun Rodos'a serbestçe girip çikmak üzere, istedigi ruhsatn‹meyi hazirlamis ve Don Alvaro de Zuniga komutasinda üç gemiden meydana gelen bir filoyu, Anadolu sahiline göndermislerdi. Cem, Süleyman Bey'in Rodos'a iltica etmemesi tavsiyesine karsilik, Frenklerin "ahidlerinde müstakim" (sözlerinde dogru, ahidlerine bagli) olduklarini söyleyerek l8 Temmuz'da bir Rodos gemisine biner. Fâtih'in oglunun Rodos'a gelisi esnasinda çok parlak bir tören yapilir. Geçecegi yollar çiçekler ve bayraklarla donatilir. Gemiden ati ile inmesi için tertibat alinir. O, sokaklara dökülen halkin arasindan, d'Aubusson ile yan yana at üzerinde geçerek satoya girer. Cem Sultan, gördügü bütün bu hürmet ve saygiya ragmen, artik St. Jean sövalyelerinin menfaatine alet olarak kullanilacak kiymetli bir esirdi. D'Aubusson, verdigi ruhsatnâmeye önem vermiyor ve Cem'i ele geçirdigini Papa Sixte IV ile Avrupa hükümdarlarina bildiriyordu. Papa, açiktan açiga memnuniyetini ilan ederken, Macar Krali Corvin Matyas, d'Aubbusson'a her türlü yardim vaadinde bulunarak bütün Hiristiyan devltelerinin Osmanlilar aleyhine bir sefer açmasini istiyordu. Zaten Sövalyelerin reisi de papaya yazdigi mektupta, Cem'den istifade edilerek Hiristiyan devletlerinin tamaninin birlikte Islâmiyet aleyhine harekete geçirilebilecegini ve Türklerin Avrupa'dan atilma zamaninin geldigini belirtiyordu. Cem Sultan, d'Aubusson ile konusmasinda, Osmanli saltanatinin varisi sifati ile yardim istemis ve onlardan alinan adalar ile diger topraklari iade edecegi vâdinde bulunmustu.

Cem'in nerede ve hangi memlekette muhafaza edilecegi hususunda tereddüde düsen sövalyeler, kendi aralarinda uzun müzakerelerden sonra nihayet onu, Fransa'ya nakl etmeye karar verirler. Bu gelismeler karsisinda sehzâde, ugradigi felaketin vehametini anlamis bir kimse olarak, Bâyezid'e yazdigi mektupta kendisinin küffâr elinde esir oldugunu, bunun da ( ) diyen bir Müslüman için çok büyük bir haksizlik oldugunu, binaenaleyh kendisini "küffar elinde" birakmamasini rica etmisti.

Gerçi Cem, Fransa Krali XI. Louis ve kendisine taraftar oldugu bilinen Macar Krali Matyas Corvin'in yardimlarini temin etmek suretiyle Rumeli'ye geçecegini ümid ediyordu. Maiyetinde 50 kisi oldugu halde Fransa'ya dogru yola çikarilan Cem Sultan, önce Istanköy'e, oradan da Siracuza (Sicilya)'ya ve sonunda Mesina'ya ugrayarak yoluna devam eder. O, l6 Ekimde Fransa'nin güney sahilindeki Villefrache'a varir. Ancak bu sehirde veba hastaliginin bulunmasindan dolayi Savoie Dükaligina ait Nice'e götürülerek burada uzun müddet alikonur.

Bâyezid, Cem'in, Rodos'a gitmesinden son derece endiselendiginden, Gedik Ahmed Pasa'yi sövalyelerle anlasmak üzere oraya gönderir. Pierre d'Aubbusson, Gedik Ahmed Pasa'nin talebi ve Papa'nin müsaadesiyle Bâyezid'e iki elçi göndererek onunla bir anlasma yapmisti. Anlasma geregince Bâyezid, sövalyelere Cem'i muhafaza etmeleri sartiyla her sene Agustos basinda 45.000 düka vermeyi kabul ediyordu. Bununla beraber Bâyezid, Venedik'e de müracaat etmis, Cem sövalyelerden alinarak muhafaza edildigi takdirde onlara Mora'yi verecegini vaad etmisti. Fakat tecrübeli ve ihtiatkâr Venedik siyaseti, olaylarin gelismesini beklemeyi menfaatine daha uygun bulmustu.

Sultan Bâyezid, memleket dahilinde de Cem taraftarligini ortadan kaldirmaya azm etmisti. Kardesine olan sevgi ve bagliligini bildigi Gedik Ahmet Pasa'yi siyaset (öldürme) ettikten sonra, Iskender Pasa'ya gönderdigi mahrem emirde, Cem'in oglu olan Oguz Han'i öldürmesini emretmisti..

Osmanli Devleti'ne karsi bir tehdid vâsitasi olarak kullanilan Cem Sultan, hemen hemen bütün Avrupa devletlerinin ele geçirmek istedikleri bir rehine idi. Papa Innocent VIII, Napoli Krali Ferrand, Macar Krali Corvin Matyas onu d'Aubusson'dan isterlerken, sövalyelerin reisi Bâyezid'den aldigi paradan baska, Cem'in agzindan sahte mektuplar yazdirarak, annesinden de para çekmenin yolunu bulmus ve Rodos'un emniyeti bakimindan sehzâdeyi elde tutmayi faydali ve vazgeçilmez bir firsat olarak görmüstü. Sayet Bâyezid, Rodos'a karsi tesebbüse geçecek olursa, basta Papa olmak üzere diger Hiristiyan devletlere müracaat edecek, Cem'i bahane ederek onlari, Osmanlilarin aleyhine tesvik edip hucum etmelerini teklif edecekti. Bu arada Bâyezid, Cem'in, Misir'daki annesi ve zevcesi ile mektuplasmasindan süphelenerek, Kayitbay'dan, Cem'in ailesini ister. Fakat red cevabini alir. Bunun üzerine, esasen çesitli sebeplerden dolayi ihtilaf halinde bulundugu Misir Devleti'ne savas açar.

Bu arada Venedik, bir taraftan Papa'ya Cem'i sövalyelerden almasini tavsiye ederken, bir taraftan da, Avrupa'da meydana gelen hadiseleri günü gününe Bâyezid'e bildiriyordu. Bir müddet sonra bizzat VIII. Charles de bu meseleye karistigindan, Paris büyük bir siyasî faaliyete sahne olur. Bu diplomatik pazarliklar esnasinda, Macar elçisinin Cem'i elde etmek üzere tesebbüse geçtigi bir sirada, Venedik elçisi bu tesebbüsü sonuçsuz birakmak maksadiyle Floransa'yi da ise karistirir. Cem'e gelince o, muhafizlarini aldatmak için her çareye bas vuruyordu. Nitekim, Sofu Hüseyin Bey'e Frenk kiyafeti giydirmek (kâfir kisvetine koyup) suretiyle onu Anne de Beaujeu'nun aleyhtari olmasindan dolayi satosu muhaliflerin toplanma yerine dönen Duc de Bourbon'un nezdine gönderdigi gibi, Bourg - Neuf satosunda kalan Celal Bey'in dönüsünde de onunla birlikte firar hazirligina baslar. Ancak sövalyeler bunu sezerek, Cem'i adi geçen satoda yeniden insa etmis olduklari Tour de Zizim (Cem Kulesi) denilen, yedi katli bir kuleye nakl ederler.Bu arada, bizzat Cem'in adamlarindan Ayas, Celal, Sinan ve Sofu Sadi Bey'lerin, sabah gezintisi esnasinda muhafizlarini öldürüp, onu kaçirmak tesebbüsleri de basarisizlikla sonuçlanir. Bunun üzerine Cem, siki bir sekilde göz hapsine alinir.

Bütün bu gelismelerden sonra Papa'nin, Cem'i Macarlara birakmasindan endise eden VIII. Charles, verilen talimat üzerine, Cem'in Italya'ya gitmesine razi olur. Sövalyeler de bunu kabul ettiklerinden bu hususta 5 Ekim l488'de bir anlasma yapilir. Bu anlasma geregince ll Ekim l488'de Bourg - Neuf'ten hareket edip Toulon'a varan Cem, Bâyezid'in, Fransa Krali nezdine gönderdigi elçinin vaadleri üzerine durdurulmak istenir. Zira tam selahiyetle Fransa'ya gelen Osmanli elçisi, Cem Fransa'da kaldigi takdirde, Kamame Kilisesinin Hiristiyanlara birakilacagini, ayrica mukaddes esyalarin krala gönderilecegini bildirmisti. Kralin durdurma emrine ragmen, acele ile Toulon'dan gemiye bindirilen Cem, adeta Fransa'dan kaçirilir. Bu suretle l3 Mart'ta sahili takib ederek önce Ostinya'ya, Tiber nehri yolu ile de Roma'ya ulasan Cem, Vatikan'da kendisine tahsis edilen yere gelir. l4 Mart'ta VIII. Innocent tarafindan resmen kabul edilir. Papa ile görüsmelerinde Avrupa'ya hangi maksatla geldigini anlatarak artik Misir'a gidip ailesine kavusmaktan baska bir düsünce ve arzusunun kalmadigini açiklar. Bu konuda onun yardim ve araciligini ister. Ancak, Cem'in teessürüne istirak edip onunla birlikte göz yasi döken Papa, gerçekte onu alet ederek, Osmanli üzerine bir Haçli seferi açmak emelinde oldugundan, kendisine Macaristan'a gitme tavsiyesinde bulunur. Onun bu teklifine karsi Cem, böyle bir hareketin bütün Islâm âleminde büyük bir nefretle karsilasacagini belirterek cevap vermis olur.

Görüldügü gibi, sehzâdenin bir bakima esâret hayati diyebilecegimiz Bati'daki serüveni, gerçek bir felâketzedenin hayatidir. Vatandan uzak kalmis ve onun hasretiyle yanip tutusan Cem, çektigi elemleri siirlerinde dile getirir. Bulundugu çevrede, sahsiyeti ile ilgili olarak büyük menfaat temini ve siyasî spekülasyonlar icra ediliyordu. Böyle kiymetli bir esire sahip olmakla politik kozlar elde edilecegine inaniliyordu. Sehzâdeye sahip olmak için hükümdarlar birbirleri ile yarisiyor ve bunun için çesitli tesebbüslerde bulunuyorlardi. Bahtsiz sehzâde, Rodos Sövalyelerinin dolandiricilik aleti haline gelmis bulunuyordu. Nihayet, yedi sene kadar devam edecek bir esâret döneminden sonra Papalik makaminin sikistirmasi sonucunda, sövalyeler tarafindan Katolik dünyasinin reisine satilir. Daha önce de görüldügü gibi bu müddet zarfinda kuleden kuleye ve kaleden kaleye nakl edilerek, sehir sehir dolastirildi. Buralarda "devlet bana yar olmadi ah" misralari ile elem ve izdirabini dile getirdigi gibi, hac farizasini ifa edip dinî vecibelerini yerine getirdigi için de

"Olsan sehinsah-i Rum, olmazdi hac nasibin

Bin sükür oldu rûzi bu devlet-i muazzam"

misralariyla da kendini teselli ediyordu. Cenab u Allah'a ve Resûlüne olan iman ve muhabbeti o kadar büyük idi ki:

"Ka'betullah'a varup bir kez tavaf eyledigin

Bin Karaman,bin Acem, bin memleket-i Osman'dur"

misralari ile de bunu dile getiriyordu. Böylece o, Islâm'a olan bagliligi ile kendisini teselli ediyordu.

Islâm'a olan bagliligi ile taninan Sultan Cem, Papaya satilip Italya'ya getirildikten sonra Vatikan'a yerlestirilir. Tesrifat memurunun bütün israrlarina ragmen Papanin huzurunda diz çöküp ondan bagislama dilememisti. Hatta o: "Onlar, Papa'dan magfiret umarlarmis, ben magfireti Allah u Taâla'dan umarim. Bu hususta Papa'ya ihtiyacim yok. Ölümüme razi olurum, dinime zarar olacak is islemezem" diyerek basindaki Osmanli sarigini da çikarmadan Papa ile konusur. Içinde bulundugu durumu, vakarli bir sekilde Papa'ya anlatarak Misir'da bulunan ailesinin yanina gitmek istedigini ve bu konuda kendisine yardimci olmasini istemisti. Papa ise, tahti ele geçirebilmesi için, Rumeli sinirinda bulunmasi gerektigini, Macar Krali'nin kendisini orada bekledigini ve Hiristiyan fakirlere sadaka vermesinden dolayi da Hiristiyanliga olan sevgisini anladigini, sayet Hiristiyan olursa, büyük bir Haçli ordusu toplayarak emrine verebilecegini söylemisti. Cem Sultan böyle bir teklif karsisinda hüngür hüngür aglayarak " öyle günlere kaldik ki bizi dine davet ediyorsunuz. Ben sizden Misir yolunu istedim, siz bana bâtil yol mu gösterirsiz. Itikadimca Muhammed dini hak iken siz hiç dininizden dönüp Muhammed dinine girebilirmisiz? Herkese kendi dininden baskasi bâtildidir." diye bu teklifi siddetle reddederek" Ben dinimi, kardinallik ve papalik degil, Osmanli Sultanligi degil, bütün bir dünya padisahligina degismem. Böyle sözler bize ezadir" cevabini vermisti. Bundan sonra o, sözlerine söyle devam eder: " Eger bu sû-i zan, bizim Nasara (Hiristiyan) fukarasina merhametimizden vaki olduysa, bizim dinimizde sadakat-i fukara vardir. Gerek Müslüman, gerek kâfir olsun" der. Bütün bu sözler, talihsiz Cem Sultan'in Islâm'a ne kadar bagli oldugunu göstermektedir.

Cem, üç sene kadar Papa'nin yaninda kaldi.Bu arada Fransa Krali VIII. Charles, l494 senesi Eylül ayinda büyük bir ordu ile Italya'ya yürüyüp Napoli Kralligi'ni elde etme ve yanina Cem Sultan'i aldiktan sonra Kudüs'e dogru bir Haçli seferi yapma arzusunda idi. Cem'in, kralin eline geçegini anlayan Papa, tesiri zamanla görülecek sekilde onu zehirledikten sonra Napoli'ye gönderir. Sehzâde, kendisinin bütün varligi ile inandigi Islâmiyet aleyhinde kullanildigi ihtimali ile titreyerek böyle bir durumda Islâm ve Müslümanlara zarar vermemek için Allah'in, onu "Dergah-i izzetine almasi için" dua ediyordu. Etrafindaki adamlarina da son vasiyetini yaparak "Benim mevtim haberini intisar ediniz (yayiniz) ki, kâfirlerin Müslümanlar üzerindeki oyunlari dursun. Bundan sonra karindasim Hüdâvendigâr Sultan Bâyezid Hazretlerine varasiz. Diyesiz ki beni reddetmesin. Ne vechle olursa olsun benim tabutumu kâfir memleketinde komasin. Islâm memleketine çikarsin ve cemi-i borçlarimi eda eylesin. Ve benim anami ve kizimi vesair taallukatimi ve üstümde hizmette sabikasi olan (bana hizmeti geçen) hüddamimi unutmayip hallü haline göre riayet eylesin" dedi. Nihayet l3 senelik aci ve elemlerle dolu bir esâret hayatindan sonra 36 yasinda iken 25 Subat l495 (25 Cemaziyelevvel 900) Çarsamba günü sabaha karsi vefat eder.

Sultan Bâyezid, Cem'in vefatini duyunca bütün memlekette üç gün yas ilan ettirdigi gibi onun irâdesiyle de bütün câmilerde giyabî cenaze namazi kildirilmisti. Cem Sultan'in cenazesi, daha sonra Sultan Bâyezid tarafindan memlekete getirtilerek, Bursa'da, Fâtih Sultan Mehmed'in oglu ve Cem'in agabeyi olan Sultan Mustafa'nin türbesine defnedilir. Sultan Bâyezid, kardesi için yüzbin akça sadaka dagitmis, onun anne ve kizlarina her türlü riayeti göstermisti. Bâyezid, onun hizmetinde bulunanlari da takdir ve iltifatlarla karsilayarak onlari çesitli memuriyetlere tayin eder. Böylece o, an'ane geregince hareket ediyor ve kardesi ile aralarindaki çekismenin, memleket adina siyasî sebeplerle oldugunu anlatmaya çalisiyordu.

Türkçe ve Farsça siirleri bulunan Sultan Cem, iyi yetismisti. Saltanat hirsi yüzünden hem kendisini felakete sürüklemis, hem de sövalyeler ile Papa'nin elinde Osmanli Devleti aleyhine bir alet olarak kullanilmisti. O, uzun süre, gerek devletine, gerekse hânedanina karsi, Hiristiyanlarin elinde bir alet oldugunun farkina varamamisti.


Bütün Zaman Ayarları WEZ +3 olarak düzenlenmiştir. Şu Anki Saat: 10:42 .

2000- 2025
Tüm bağışıklıklar ve idelerden bağımsız olan sözcükleri sarfetmeye mahkumdur özgürlük