Büyük Islam Tarihi

HUZUR DERSLERI Osmanli Devleti'nde, özel zamanlarda ve yine özel insanlara yönelik yapilan egitimlerden biri de huzur dersleridir. Bu sebeple ilmiye teskilâtindan bahsetmeden önce bu konuya yer vermek gerekiyordu Osmanli devlet ...


Ağaç Şeklinde Aç5Beğeni

  1. Alt 09-23-2008, 15:55 #451
    Sarax Mesajlar: 678
    HUZUR DERSLERI

    Osmanli Devleti'nde, özel zamanlarda ve yine özel insanlara yönelik yapilan egitimlerden biri de huzur dersleridir. Bu sebeple ilmiye teskilâtindan bahsetmeden önce bu konuya yer vermek gerekiyordu

    Osmanli devlet teskilatinda bulunan dört tarikten biri olan "ilmiyye sinifi", bu devletin kültür tarihinde önemli ve faal bir rol oynamistir. Cemiyet hayatinin belli bir noktaya kanalize edilmesi, özellikle "Ramazan" gibi hususiyet arzeden günlerde daha belirgin bir sekil almakta idi. Bu da "Huzur Dersleri" adi verilen ve devrin padisahi ile saray erkâni tarafindan takib edilen dersler vasitasiyla olmakta idi. Bunun içindir ki daha küçük yasta bulunmalarina ragmen sehzâdeler, pek çok ilmî meselelere bu vesile ile vâkif oluyorlardi. Devlet adamlari ile diger davetlilerin bu mecliste kazandiklari malumat, ileride kendilerine isik tutacagindan dolayi son derece ehemmiyetli idi.

    Ilmiye sinifi mensuplarinin, Osmanli ülkesinde gördükleri saygi ve itibari, baska hiç bir ülkede görmedikleri bilinmektedir. Bu ülkede bilginler devlet memurlarina tatbik edilen birçok cezadan da muaf idiler. "Vebi'l-cümle ülemaya bu devlet-i aliyyede olan ikram ve i'zaz bu devlet-i Islâmiyyede olmustur. Kendi kesbleri olan zilletten gayri devlet canibinden amme içün tertib olunan siyaset ve ukubât havfindan emin irz (ve) mallari dest-i taaddi-i avamdan masun ve mahfuzdur."

    Ilim adamlarina gösterilen bu saygi, onlarin fikir ve görüslerini hiç çekinmeden ortaya koymalarina sebep oluyordu. Hele Ramazan'a mahsus huzur derslerinde bu serbestiye, daha çok dikkat ve riayet edilirdi. Hatta III. Selim (1789-1807) devrinde bu derse istirak eden mukarrir ve muhataplarin istediklerini söylemekte tamamen serbest olacaklari, dersten önce bizzat padisah tarafindan bir irade-i kat'iyye olarak adi geçen zevata bildirilirdi.

    Osmanli devletinde, Ramazan ayinin ilk günü baslamak ve umumiyetle sekiz derste sona ermek üzere sarayda padisah huzurunda "mukarrir" adi verilen zamanin taninmis âlimleri tarafindan takrir olunan derslere "Huzur Dersleri" deniliyordu. Zamanla sayilarinda degisiklik olan ve muhatab adi verilen, yine devrin âlimlerinden mütesekkil bir heyetin de münazarasinda bulundugu bu derslere, padisah huzurunda icra edilmelerinden dolayi "Huzur-i Hümayun Dersleri" de deniliyordu.

    Birçok Müslüman devlet baskanlarinda oldugu gibi, Osmanli Sultanlari da herhangi bir konuda bilgi edinmek istedikleri zaman, devrin âlimlerin-den birini saraya davet eder ve ondan istedikleri mevzuda bilgi alirlardi. Bunun, Ramazan ayinda olmayisi ve ayni zamanda mukarrir ile muhataplar aasinda münakasali bir sekilde cereyan etmemis olmasindan dolayi bunlara "Huzur Dersi" denmez.

    Tarihçiler, Tefsirden ibaret olan bu dersin baslangicini, Osman Gazi (1299-1326)'ye kadar çikarmaktadirlar. Nitekim, Tayyarzâde Ahmed Ata; "Osman Han Gazi asr-i fezâil hasr-i âlisinden bed' ile, Orhan Han Gazi ahdinda daimi surette icraya baslanilarak ol zamanlardan ve hususiyle Murad Han-i evvel vaktinden beru Ramazan-i serifte vakit bulundukça her gün ve eyyâm-i sâirede irade buyruldukça fühulin-i ülemadan olan zevat-i fezail-simâtin ekserisi huzur-i hümayunda ictima ile âyât-i celile-i fürkaniyeden bazi süver-i serife tefsir olunmasi kaide hükmüne girmisken Mustafa Han-i salis hazretlerinin (1172/1758) eyyâm-i rûzesinden bed' ile sehr-i ramazan-i serifin evvelki gününden onuncu gününe kadar birer mukarrir ile çend nefer muhataptan ibaret olmak üzere bir hey'et-i ülema celb ederek tefsir-i serif-i Beyzavî'den birkaç âyet-i kerime tefsir ettirmek ve bu cihetle istifaza-i feyz ve bereket etmek ve onuncu günü kütüphâne hocasi pisva oldugu halde mukarrir olan zatlardan mürekkeb bir meclis-i mütemayiz dahi akdolunarak kezalik tefsir-i seriften mübahasat-i hasene icrasiyle tenvir-i mübalât edilmek usulü vaz' buyurulmustur." demek suretiyle, bu derslerin tarihi ve geçirdigi merhaleleri hakkinda bir bilgi vermektedir.

    Sultan III. Mustafa (1757-1774) tarafindan belli bir kanuna baglanarak devami saglanan Huzur Derslerinin baslangici hakkinda Ahmet Cevdet Pasa da sunlari söyler: "... evail-i ramazan-i serifte her gün huzur-i hümayunda huzur dersi ünvaniyle bir meclis tertib olunarak her mecliste efahim-i ülemâdan birer mukarrir ile müderrisinden yediser-sekizer muhatap bulunup tefsir-i Kad-i Beyzavî kiraat edilir."

    Bu ifadelerden de anlasilacagi üzere huzur derslerinin takriri Osmanli devleti için, eskiden beri riayet edilen güzel bir âdet olarak kabul edilmektedir.

    Ramazan'a mahsus bu güzel gelenek, padisah, sehzâde ve devlet erkâninin, özellikle dinî konularda birçok seyi ögrenmelerine sebep oluyordu. Bu derslerde Kur'an-i Kerim'den zamana münasip bir âyet okunarak "mukarrir" tarafindan tefsiri yapilirdi. Bundan sonra "Muhatap"lar tarafindan vaki itiraz ve suellere cevap verilirdi. Böylece ilmî bir mübahese açilmis olurdu. Mukarirr ve muhataplar bu ilmî mübahasede fikirlerini açikça belirtmekte tamamen serbest idiler. Hatta bu yüzden ilminin derecesini göstermek isteyen bazi muhataplarin, bulunduklari mahalli unutarak münazaralarda terbiye ve edep haricine çiktiklari görülmüstür. Meselâ 1176 senesi Ramazaninda muhataplardan Tatar Hoca, mukarrir Abdülmü'min Efendi ile olan mübaheseyi asarak Mü'min Efendiye terbiye disi agir sözler sarfettiginden Bozcaada'ya sürgün edilmistir.

    Biraz önce belirtildigi gibi H. 1200 senesinden önce Kur'an-i Kerimden degisik âyetler ve özellikle Fetih sûresinden seçilen bölümler tefsir edilirken, mezkur senenin Ramazaninda, Fatiha sûresinden baslamak üzere sira ile Kur'an'in tefsiri cihetine gidilmistir.

    Saray Ramazan'inin baslica hususiyetlerinden biri olan Huzur Dersleri, her gün degisen bir mukarrir ile muhataplardan mütesekkil ulemadan bir zümre tarafindan icra edilirdi. Her ders için, önceden Mesihat makaminca tesbit ve tayin edilmis olan bir mukarrir ile, (7-15) muhataplarin icra ettikleri bu derslerin kadrosuna girebilmek bazi sartlar ve vasiflari tasimakla mümkündü. Binaenaleyh, belli birtakim vasiflari tasimayanlar huzur dersleri için mukarrir ve muhatap olamazlardi. Aranan bu özellikleri söyle maddelendirmemiz mümkündür:

    a. Istanbul rüusunu hâiz müderris olmak,

    b. Talebesi ziyade, müretteb tahsile nazaran dersi ileri bulunmak,

    c. Meleke, ihtisas ve zâti kemaliyle muhitte söhret bulmus olmak.

    Huzur derslerinin takrir ve icrasinda riayet edilen bazi usul ve kaideler de vardir. Biz bunlari Ebül-ólâ Mardin'den özetleyerek nakletmekle iktifa ediyoruz:

    1. Huzur Dersleri, Istanbul rüûsunu haiz olup uhdesinde herhangi resmî bir vazife bulunmayan ve Istanbul sehrinde ikamet eden "zevat-i fâzila"dan tesekkül eder. Binaenaleyh, mevleviyetle terfi edenler veya tasrada müderrislik ve naiplik gibi vazifeleri kabul edenler ile Istanbul haricinde ikamet edenler bu derse istirak edemezlerdi.

    2. Meclisleri teskilde ve sirayi tayinde rüustaki kidem nazara alinir. Bu kaidenin bir sonucu olarak ilk meclisi teskil eden zevatin rüus dereceleri "kibar-i müderrisin" mertebeleri olan Dâru'l-hadis, Hamise-i Süleymaniye, Musila-i Süleymaniye olarak görülmektedir.

    3. Hacc ve sila-i rahm gibi sebeblerle muvakkaten Istanbul'dan ayrilan meclis üyeleri, ayrilislari Ramazan'a tesadüf etmese bile seyhülislâmdan izin almak zorundadirlar.

    4. Huzur Dersi mukarrir ve muhatapligina yapilacak tayinler, seyhülislamin inhasiyle, irade-i seniyye üzerine olur.

    5. Mukarrirlikte bosalma olunca muahhar meclis mukarrirleri sirasiyla üst meclis mukarrirligine çikarlar.

    6. Mukarrir, herhangi bir sebeble Ramazanda dersini takrir edemeyecek bir durumda ise kendisine vekalet hususunda meclisinin basmuhatabi mihaniki olarak yerine geçemeyip yine seyhülislâmin inhasi üzerine vekalet edecek olan zat, irade-i seniyye ile belirlenir.

    7. Her mukarrir ve muhatabin rütbesi ve ders sirasi mesihatça bilindiginden derslerin esasini teskil edecek olan sûrelerin metni iki üç ay evvel mukarrirlere teblig edilir. Saban'in 15 inde de her bir mukarrire dersinde bulunacak muhataplarin isimleri bildirilirdi.

    8. Mukarrir ve muhataplar, meclisin toplanmasindan önce kendi aralarinda ders mevzuu üzerinde fikir beyaninda bulunamazlar. Zira dersin takririnden evvel gizlilik, ders esnasinda ise aleniyet (açiklik ve serbestlik) asildir.

    9. Meclisin ictima yerini padisah tayin eder. Mukarrir ders ve duasini oturarak takrir eder. Keza muhataplar da oturmus olduklari halde sorularini sorarlar. Mukarrir padisahin sag tarafina oturur. Muhataplar da mukarririn yanindan baslamak üzere yarim daire meydana getirirler.

    10. Mukarrir ve muhataplarin önlerinde rahleler bulunur.

    11. Ders açik ve aleni olmakla beraber, erkek-kadin ders dinleyecek zevat hakkinda padisaha malumat verilir.

    12. Misafir ve dinleyiciler de mukarrir ile muhataplar gibi minderler üzerine diz çöküp otururlar. Herhangi bir mazeret bulunmadikça, padisahlar da bu sekilde otururlar.

    13. Mukarririn ders sonunda yapacagi duada ihtisar (kisaltma, özet) kaidedir. Dua kisa olur. Sayet dua uzarsa bu durum kendisine nazikane ve kimsenin anlayamayacagi bir sekilde ihsas ettirilir.

    14. Ders, Kadi Beyzavî tefsirinden takib edilir.

    15. Dersler, Ramazan'in ilk günlerinde, her meclis ayri bir gün toplanmak üzere, 8 meclis halinde verilir.

    16. Meclis ictimalarinin mütetabi (birbiri ardinca) olmasi kaidedir.

    17. Cuma günleri ders takrir olunmaz.

    Sultan III. Mustafa tarafindan 1172 (1758) senesi Ramazan'inda icra edilen ilk derste Fetva emini Ebubekir Efendi mukarrir; Nebil Muhammed Efendi, saray hocasi Hamidî Muhammed Efendi, Seyhülislâm müfettisi Idris Efendi, Müzellef Muhammed Efendi ve Konevî Ismail Efendi muhatap olarak intihab olunmuslardir. Icra edilen bu ilk derste "Ey inananlar! Kendiniz, ana babaniz ve yakinlariniz aleyhlerine de olsa, Allah için sahit olarak adaleti gözetin; ister zengin ister fakir olsun, Allah onlara daha yakindir. Adaletinizde heveslere uymayin. Eger egreltirseniz veya yüz çevirirseniz, bilin ki Allah islediklerinizden süphesiz haberdardir." âyet-i kerimesi takrir olunmustur.

    Huzur dersleri, Ramazan'in ilk on gününde icra edilirdi. Ilk on gündeki cuma günleri ders okutulmamak ve diger günlerde okutulmak adetti. mukarirler, rütbelerine göre ders okuturlardi. Bu yüzden rütbesi büyük olanin takaddum hakki vardi. Keza muhataplar da rütbelerine göre taksim edilir. Mecliste buna göre otururlardi. Mukarirrler, seyhülislamlik makami tarafindan muhataplar arasindan seçilirlerdi. Bu intihapta ehliyet ve liyakat esasti.

    Dersler saray salonlarindan birinde ve ögle ile ikindi arasinda takrir olunurdu. Salona biri mukarrir efendiye, on besi de muhataplara mahsus olmak üzere on alti rahle ve her bir rahleye birer de minder konulurdu. Mukarrir efendinin rahlesi sedef islemeli, muhataplarinkiler ise ceviz boyali idi. Mukarrir efendinin minderi de muhatap efendininkinden bir parça büyükçe idi. Salonda bu suretle tertibat alindiktan ve davetli olan zevat da birer birer geldikten sonra Hünkâr, salonu tesrif buyururdu. Verilen malumat üzerine ulema-i kirâm da müteakiben birer ihtiram selâmi vererek salona girerlerdi. Padisahla maiyetindekiler o sirada ayakta bulunurlar ve hünkârin oturmasi üzerine digerleri ile birlikte mukarrir ve muhatap efendiler de yerlerini alirlardi. Salon bu sirada tam alatürka bir hal alirdi. Bir ihtiram mevkiine konulmus olan ve hünkârin oturmasina mahsus bulunan koltuktan baska sandalye ve kanape gibi seyler mevcut degildir. Sair erkanin oturmasi için hep silteler konulmus bulunuyordu. Muhatap efendilerin rahleleri mukarrir efendinin rahlesinin sag ve sol tarafinda ve bir daire teskil edecek surette konurdu. Mukarrir efendinin takriri, umum tarafindan kemal-i husu ile dinlenirdi. Mukarrir efendi derse ait tefsirden bir eserle buna müteallik notlarini, muhataplar da kitaplarini rahle üzerine koyarlardi. Ders bir iki saat sürerdi. Dersin sonunda mukarrir muhataplara sorulacak sualleri bulunup bulunmadigini sorardi. Rütbe itibariyle yer almis olan muhatap efendilerden rütbesi en yüksek olan ve basta oturan zattan baslanarak her biri sirasiyla sualini sorar ve mukarrir efendi de lâzim gelen cevabi verirdi. Sorular dersle ilgili olurdu. Dersin sonunda mukarrir efendi dua ederdi. Dersin sona ermesinden sonra padisah tarafindan mukarrirlere birer miktar atiyye ile birer bohça, muhataplara da yalniz birer atiyye verilirdi. Atiyyenin miktari zamana göre degisirdi. Bohçanin muhteviyati ise her vakit bir top çuha, iki top kumas ve bir tane Lahor saldan ibaret bulunurdu.

    Osmanli Devleti'nin basinda bulunan hükümdar ile sehzâde, hükümet erkani vs. gibi ileri gelen zevatin kendisinden istifade ettigi bu dersler, padisahligin nihayete ermesinden sonra da devam etmisti. Halife Abdülmecid Efendi'nin huzurunda devam eden bu derslerde en son okunan ve tefsiri yapilan âyet sudur:

    "Kendilerinden öncekiler de tuzaklar kurmuslardir. Nihayet Allah, onlarin binalarini ta temellerinden (yikmayi) diledi de üstlerindeki tavan tepelerine göçtü (onlari helâk etti). Hem bu azab onlara akil erdiremeyecekleri taraftan gelmistir."

    Sultan III. Mustafa tarafindan bir kanuna baglanan Huzur Dersleri, belirtilen tarihten itibaren 169 sene araliksiz devam etmisti. Buna göre 1172 senesi Ramazan'inda baslayan resmî uygulama 1341 senesi Ramazan ayinda sona ermisti.

  2. Alt 09-23-2008, 15:55 #452
    Sarax Mesajlar: 678
    ILMIYE TESKILATI

    Osmanli ilmiye sinifi, klasik Islâmî egitim kurumu olarak bilinen medresede, usûlüne uygun tahsilden sonra icâzet almak suretiyle mezun olup, Osmanli Devleti'nde hukuk, egitim, dinî hizmetler ve nihayet merkezî brokrasinin kendi sahalari ile ilgili önemli bazi makamlarini dolduran Müslüman ve çogunlukla da Türkler'den olusan bir meslek grubudur.

    Bu meslegin, tarihî seyri içinde kendine has özellikleri ile tesekkül, olgunluk, karisiklik ve toparlanip küçülme dönemleri olmak üzere baslica dört devresinden bahsedilebilir.

    Türk-Islâm dünyasindan devraldigi temel kavram ve unsurlar ile Istanbul'un fethine kadar uzanan bu dönemde çok basarili gelismeler olmustur. XV. yüzyil ortalarindan XVII. yüzyil baslarina kadar devam eden bu dönemde, saglam bir meslek anlayisi olusmus, egitim ve yargi alaninda belirlenen dereceler, ulemânin gv alanlari, yetki ve sorumluluklarinin kesinlik kazanmasi gibi önemli gelismeler olmustur. XVI. asirdan itibaren ilmiye, seyfiye ve kalemiye mesleklerinin (tarik) ayri ayri formasyonlar gerektiren branslar haline gelmesiyle, ilmiye mensuplari egitim ve yargi (adalet) alanlarini tekellerine almislardir. Böylece bu sahalarda yegane söz sahibi olan kimseler durumuna gelmislerdir. XIX. yüzyil ortalarina kadar devam eden bu uygulama 1820'lerden itibaren daralmaya baslamistir. Burada sunu da belirtelim ki olgunluk döneminin asil özelligi, ulemânin müsbet, yapici ve yipranmamis agirliginin devlet ve toplumun her kesiminde hissedilmis olmasidir.

    XVII. yüzyil, ilmiye teskilâti ve ulemâ için bir yipranma dönemi olup, siyasetin içerisine âdeta zorla çekilmislerdir. Bu durum, büyük ölçüde ulemânin disinda olusmus bir gelismedir. Bunun en önemli sebebi, Osmanli hükümdar geleneginin sarsilmasidir. Gerçekten, Sultan I. Ahmed'le baslayan ve pespese çocuk yasta denecek hükümdarlarin hüküm sürdügü bu dönemde dizginler, askerin, saraydaki nüfuz odaklarinin ve tabii olarak ulemânin eline geçmistir. Her zümre kendi güç ve nüfuzunu kuvvetlendirmek için ulemâyi yanina çekmek istemistir. Bunun sonucunda siyasî fetvalar, ilmiye ricalinin bölünerek farkli taraflarda yer almasi, onlari hem ilim yolundan alikoymus, hem de siyasî mücadele içinde yipratmistir.

    Yenilik tesebbüsleriyle girilen XVIII. yüzyilda ulemâ yeniliklere taraftar, hatta yer yer öncü görünmektedir. Devletin toparlanmasinda agir sorumluluk üstlendigi bir dönemdir. XIX. yüzyildan itibaren ulemânin istihdam alaninda devamli bir daralma baslamistir. Ilmiye teskilâti ile ilgili bu özet bilgilerden sonra teskilâtin kendi içindeki siniflandirmasina geçebiliriz.

  3. Alt 09-23-2008, 15:56 #453
    Sarax Mesajlar: 678
    SEYHÜLISLÂMLIK

    H. IV. (M. X.) asrin ikinci yarisinda ortaya çikan "Seyhülislâm" tabiri, fukaha arasindaki ihtilafli meseleleri halledebilen âlimler için, bir seref ünvani olarak kullanilmistir. "Fukaha-yi izâm ve füdelâ-yi fehâmdan sol sahib-i sadr-i iftâya istilâhat-i örfiyyede seyhülislâm denilirdi ki, aralarinda tahaddüs eden münazaa ve mühâsemeden dolayi hall-i müskilât-i enâm eyleye." ifadesi, yukarida temas edilen görüsün dogrulugunu ortaya koymaktadir.

    Bu asirdan itibaren, "Islâm" kelimesi, pek çok kelimeye izafe edilerek kullanilmaya baslanmistir. Fakat bütün bu tabirler arasinda sadece "seyhülislâm" terkibi devamliligini muhafaza edebildi, digerleri ise unutulup gitti.

    Seyhülislâm tabiri ile birlikte kullanilan öbür deyimlerden bir kismi, dünyevî iktidar sahipleri (bilhassa Fâtimî vezirleri) tarafindan da kullaniliyordu. Ama "seyhülislâm" ünvani, daima ulemâ ve sûfilere has olarak istimal ediliyordu.

    Hicrî IV. asrin ikinci yarisindan itibaren, ortaya çiktigini belirttigimiz bu seref ünvanini almaya hak kazananlari üç kategoride toplamak mümkündür. Bunlar:

    1. Sadece, kendi zamanlarindaki bir sehir halki tarafindan kendisine bu ünvan verilenler,

    2. "Seyhülislâm" ünvani ile her tarafta söhret bulmus olanlar,

    3. Fetva ile icazetnâmeyi birlikte verebilen ve bu isimle söhret bulmus olanlar.

    Görüldügü üzere, Osmanlilardan önce de varligindan haberdar oldugumuz bu makam ve müessese, Osmanlilarda oldugu gibi resmî degildi. Keza bu müessese, "ilmiye sinifi"nin en üst makami olma gibi bir hüviyet de tasimiyordu.

    Osmanlilarin, alti sari askin hükümranlik döneminde "seyhülislâm" ünvaninin ne zaman kullanilmaya baslandigi kesin olarak bilinemedigi gibi, ilk defa bu ünvani alan zâtin kimligi dahi kesin ve net olarak tesbit edilememektedir. Bununla beraber, Fâtih kanunnâmesinde seyhülislâmin ulemanin reisi oldugu açikca belirtilmektedir. Fâtih Sultan Mehmed'in (1451-1481) tedvin ettirdigi kanunnâmede seyhülislâm tabiri, açik ve sarih bir sekilde zikredilmektedir ki, bu da Fâtih ve babasi II. Murad (1421-1451) devirlerinde mezkur ünvanla adlandirilan kimselerin varligini ortaya koymaktadir.

    Osmanli Devleti'nde, kendisine sorulan dinî ve ser'î meseleleri cevaplandiran kimseye "müftî", verilen karara da "fetva" dendigini biliyoruz. Nitekim mesihat makami, ilk önce, "mesned-i fetva" veya "mansib-i ifta" gibi isimlerle basmüftilik tarzinda tesekkül etmisti. Bu durumu ile o, bir müddet "kadiasker" ve "muallim-i sultanî" vazifelerine nisbetle ikinci derecede kalmisti. Bunun için müftilik makami, Divan-i hümayun âzaligina dahil bulunan kadiaskerlik makamina göre daha hususî bir vaziyet arzediyordu. Ancak fetva vermek yetkisi Ibn Kemal (1525-1533) ile Ebu's-Suûd (1545-1574) Efendi gibi zevata havale edilince, bu makam daha çok ehemmiyet kazanmaya basladi. Çünkü bu iki kisi, kadiaskerlikte bulunduktan sonra bu vazifeye getirilmislerdi. Bundan böyle "seyhülislâmlik makami", "sadreyn efendiler"in üstünde tutularak "ilmiyye tarikinin reisi ve ser'î mahkemelerin nâziri olmustur. Yukarida adi geçen kudretli zevatin yetismesi,bütün ilmî tevcihatin seyhülislâmlara verilmesine sebep olmustur. Muhtemelen bunun da tesiriyle olsa gerek ki, makam ve mevki itibariyle seyhülislâmlar sadrazamla denk bir seviyede tutulur olmuslardir.

    Osmanlilarda, ileri gelen zevat için kullanilan ünvanlarin bir çogu, daha önceki müslüman devletlerde de kullanilmistir. Nitekim, takva sahibi olarak kemal mertebesine ulasan sahsiyeti ve müellefâtinin çoklugu sebebiyle büyük bir ün kazanmis olan Ibn-i Kemal'e, bu özelliklerinden dolayi, Necmeddin Ebu Hafs Ömer en-Nesefî'nin ünvani olan "müfti's-sakaleyn..." lakabi verilmistir. Osmanli döneminde bu tabir, sadece adi geçen seyhülislâm için kullanilmistir.

    Ilmiyye sinifinin en yüksek mevkii olan ve "Mesihat-i Islâmiyye" diye adlandirilan bu makamin Osmanlilarda ortaya çikis gayesine yönelik degisik bazi görüsler bulunmaktadir. Bu mevzuda farkli görüslerin ortaya atilmasina sebep ve bu görüslere kaynaklik eden kimsenin J.H. Kramers oldugu ileri sürülmektedir. Filhakika Islâm Ansiklopedisindeki makalesinde bu mevzua temas eden Kramers, Gaudefroy-Demombyn'e dayanarak bazi fikirler ileri sürmektedir. Bunlari, su sekilde siralayabiliriz:

    a) Osmanli padisahlari, Misir'da Memlûk sultanlari yaninda bulunan Abbasî halifesinin hâiz oldugu mevkii taklid etmek suretiyle böyle bir müesseseyi kurmus olabilirler.

    b) Osmanli ulemâsinin bir dinî reisin baskanliginda teskilâtlanmasi, devletin tebeasi olan gayr-i müslimlerin basinda bulunan patrikligi taklit etmek suretiyle olmustur.

    c) Bu müessese, devlette mevcut dünyevî iktidar yaninda, kazaî selâhiyetlerle teçhiz edilmis sûfî-dinî bir an'anenin neticesi olarak da dogmus olabilir.

    Zuhurunu, tek ve belli bir sebebe baglama imkâni bulunmayan bu müessesenin kurulusunu, baska dinlerdeki ruhanî riyasetin taklid edilmesi ile izâha kalkismak, tamamen indî bir mütalâa olur. Çünkü Islâmin din ve devlet anlayisi ile Hiristiyanligin din ve devlet anlayisi arasinda büyük farklar vardir. Biri, müntesiblerinden hem dünyevî, hem de uhrevî vazifeler beklerken, digeri sadece uhrevî hizmetler beklemektedir. Bunun için, bu iki müesseseyi birbiri ile mukayese etmek ve hele, seyhülislâmligin, patrikligin bir taklidi olarak ortaya çiktigini söylemek, dogru olmasa gerektir. Nitekim, I. Hâmi Danismend de, bu meseleye temasla söyle der: "Dikkat edilecek noktalardan biri de mesihat makaminin baska dinlerdeki ruhanî reisliklerle mukayesesinin dogru olmadigidir."

    Seyhülislâmligin dogus ve ortaya çikis sebebini tek bir vak'aya baglamak yerine, tarihî olaylari incelemek ve bu yolla bir neticeye varmak daha dogru gibi görünmektedir. Bunun için de meseleye tarihî olaylar açisindan bakmak gerekir.

    II. Murad devrinde yasayan ve umumiyetle ilk seyhülislâm olarak kabul edilen Molla Fenari (1424-1431)'nin, böyle bir makama getirilmesi ve kendisine böyle bir ünvan verilmesi, dikkat çekicidir. Devletin, dinî ve siyasî bir kargasalik içinde bulundugu bir sirada tahta geçen II. Murad, böyle bir ortamda, ahlâkî, ilmî ve dinî otoritesi bütün memleketçe kabul edilen büyük bir âlime ihtiyaç bulundugunu düsünmüs olmalidir. Keza bu zâtin, tebeayi bütün sapik cereyanlardan koruyabilecek bir otoriteye sahip olmasi ve halk ile devletin dinî meselelerini çözmesi gerektigine inanmis olmalidir. Yine bu esnada, devlet sinirlarinin dahilindeki gayr-i resmî müftülerin, dinî meseleler hakkinda kendi dünya görüsleri ve kabiliyetlerine göre ayri ayri fetva vermelerinin, devlet için bir tehlike arzettigini de sezmis olmalidir. Gerçekten böyle durumlar, hos olmayan bir takim tenakuzlarin ortaya çikmasina yol açabilir. Bu yüzden de hem devletin otoritesi, hem de mü'minlerin seriata olan bagliliklari zedelenebilirdi. Bu sebeple fetvalarin, tek kanaldan ve resmî sifati bulunan bir kimse tarafindan verilmesi ihtiyaci hissediliyordu. Ayni zamanda, durmadan yayilma istidadi gösteren Bâtinî-Rafizî görüslere karsi sed çekecek kuvvetli ve dirayetli sünnî bir sese de ihtiyaç vardi.

    Iste bütün bu hususlar nazar-i dikkate alinmis olacak ki, ilk defa bu makama getirilen Molla Fenarî'nin sahsinda adi geçen ünvanla bir makam ve müessese kurulmus oldu.

    Ilk Seyhülislâm: Osmanli devlet teskilatinda, "müfti'l-enâm" ünvani ile de anilan seyhülislâmlarin, ihraz ettikleri bu resmî makama ilk defa kimin getirildiginin kesin olarak bilinemediginden söz etmistik. Bu hususta farkli görüsler bulunmaktadir.

    Osmanlilardan önceki müslüman devletlerde, varligindan haberdar oldugumuz seyhülislâmlik, bu devlette eristigi dinî ve siyasî ehemmiyeti hiç bir ülkede bulamamistir. Fâtih kanunnâmesinde kendisinden söz edilen seyhülislâmin bu devirdeki durumu da tartisilabilir nitelikte görünmektedir. Mezkûr kanunnâmeye göre ulemânin reisi olmakla birlikte ilmiyenin basi sayilmasi XVI. asrin ortalarina ve belki az daha sonraya rastlar. Bu durumu göz önüne almis olacak ki, M. Tayyib Gökbilgin bu ünvanin (seyhülislâmligin) ilk önce Ibn Kemâl'e verildigine kani görünmektedir. Bu konuda o, "fetva hizmeti vazifesi, Ibn Kemal ve Ebu's-Suûd Efendi gibi kimselerin bu vazifeye getirilmesinden sonra ehemmiyet kazanmis ve artik bunlara seyhülislâm denilmistir. Bu iki kisi kadiaskerlikte bulunduktan sonra bu vazifeye getirilmislerdi." diyerek bu konudaki görüsünü belirtir.

    Bununla beraber, Fatih Sultan Mehmed'in tedvîn ettirdig ikanunnâ-mede, açikça isminden ve ulemanin reisi olma gibi bir sifati bulundugundan söz edilen seyhülislâmlik makaminin daha önce mevcut olmasi gerekir. II. Murad devrinin dinî, siyasî ve ictimaî kargasaliklari sucunda meydana gelen hadiseler, böyle bir makamin kurulmasini mecburî hale getirmisti. Böylece kurulup teessüs eden bu müessesenin basina da -daha önce belirtildigi gibi- devrin bilgini ve otoritesi herkesçe kabul edilen Molla Fenarî getirilmistir.

    Günümüzün, Adalet ve Millî Egitim Bakanligi ile Diyanet Isleri Baskanliginin görev ve yetkilerini kendisinde toplayan bu makamin, Osmanli devlet teskilati içindeki mevkii ve durumu, Fâtih kanunnâmesinde açikça belirtilmektedir. Bundan anlasildigina göre seyhülislâm, diger devlet erkâni üzerinde büyük bir nüfuza sahiptir. Buna dayanarak, Brockelmann: "Fâtih Sultan Mehmed ve Kanunî Sultan Süleyman, seyhülislâmin bütün memurlar sinifinin en üstünde bulunan müstesna mevkiini teyid ettiler." diyerek bu ehemmiyeti belirtmek ister.

    Fâtih kanunnâmesinde mevkii belirtilmis olmakla beraber, esas ehemmiyet, Zenbilli Ali Cemalî Efendi (1503-1525) ile baslamis, Ibni Kemal ve Ebu's-Suûd Efendi gibi dirayetli zevatin yetismesi ile kemâl mertebesine ulasmistir. Ilmî dirayet ve temiz sahsiyetleriyle mesihat makamina çikan bu çok kiymetli âlimler, en heybetli padisahlar üzerinde bile nüfuz ve tesir sahibi olduklari için, icâb-i halda onlara bile dogru yolu göstermekten ve sert sözler söylemekten çekinmiyorlardi. Mevzûun daha iyi kavranabilmesi için birkaç tarihî olaydan söz etmek gerekecektir.

    a. Daha kadiligi zamaninda, Yildirim Bayezid (1389-1403)'in cemâatla namaza devam etmesinden dolayi sahidligini kabul etmeyen Molla Fenari, ibadetlerinde kusur eden kimsenin, insan hukukunun gözetilmesi gereken yerlerde de dikkatsiz olabilecegini düsünerek, mahkeme salonunda, bizzat Yildirim Bayezid'e sehadetini kabul etmiyecegini söylemek suretiyle büyük bir cesarete sahip oldugunu göstermistir.

    b. Yavuz Sultan Selim, Hazine-i Âmire muhafizlarindan 150 kisinin katline karar verir. Bu iradeyi dogru bulmayan Seyhülislâm Zenbilli Ali Cemalî Efendi, çagirilmadigi halde ve hiç kimseye bildirmeden Divân'a girerek, böyle bir cezanin seriat ve adalete aykiri oldugunu söylemek suretiyle büyük bir cesaret örnegi verir. Bunun üzerine padisah, 150 kisinin katli kararindan rücû' eder.

    c. Birgün divan'da, Sadriâzam Dervis Pasa'nin kabahatsiz bir adamin katline hüküm vermesi üzerine, onu muahaza eden ve bu yüzden Divan-i terkeden Seyhülislâm Yahya Efendi (1553-1644)'nin bu davranisi, devrin padisahi I. Ahmed (1603-1617)'in dikkatini çeker. Pâdisah, davranisinin sebebini sordugunda o da "kaza emânettir. Pâdisah, kadiaskerleri istimai deâvî, ihkak-i hak, mazlumlari siyânet için nasbeyler. Icâb-i ser'î yogiken bugün bir adam katlolundu. Artik benim için icray-i kazaya imkân kalmadigindan terk-i mansiba mecbur oldum" der. I. Ahmed, Yahya Efendi'nin bu cevabi üzerine sadrâzami cellâda teslim etmekle isi bitirir.

    XVI. asirdan itibaren ehemmiyeti daha da artan seyhülislamlik makami, manen sadrazamliktan daha yüksek telâkki ediliyordu. Çünkü, Osmanli devletinde din asil, devlet ise onun bir fer'i olarak görülüyordu. Bu anlayisin bir sonucudur ki, sadriâzamlarin seyhülislhamlari ziyaretleri III. Murad (1574-1595) devrinde 922 (1584) tarihinde kanun haline getirilmisti. Tâyini, bizzat padisah tarafindan yapilmakla beraber, bilhassa idarenin zayif zamanlarinda veya herhangi bir isyan esnasinda padisah aleyhine fetva verebilir endisesiyle daima seyhülis-lâmdan çekinilmistir. Çünkü Osmanli padisahlari, tebea üzerinde keyfî bir tasarruf hakkina sahip degillerdi. Onlar da birtakim kanun ve nizamlarla bagli idiler. Zahiren, hudutsuz bir selahiyete sahip görünseler bile, hakikatte bazi kanunlarla mukayyettiler. Idarî mekanizmada dini asil, devleti de onun bir fer'i olarak kabul eden bir devlette bu durum normal karsilanmalidir. Bu anlayisin bir neticesi olacak ki, yürürlüge girmesi istenilen her türlü kanun ve nizam hakkinda, önce seyhülislâmdan, bunun seriata uygun olup olmadigina dair fetva alinirdi. Ancak bundan sonra, istenilen kanun yürürlüge girerdi. 1686 yilinda Amsterdam'da basilan ve Türkçe tercemesi yayinlanan bir eserde bu mevzu ile ilgili olarak söyle denilmektedir: "Seyhülislâm, sahip oldugu genis yetkisi ile herhangi bir mesele hakkinda hüküm verince padisah bile bunun aksini iddia edip karsi çikamaz."

    Seyhülislâmligin haiz oldugu önemi belirten hususlardan biri de, seyhülislâm olarak tayin edilecek olan zatin saraya daveti esnasinda, protokol geregi sadriâzamla birlikte huzura girerlerken padisahin onlara karsi üç adim atmasi ve onlari ayakta istikbal etmesidir. Keza, seyhülislâm adayinin, padisahin elini öptükten sonra oturmasi, buna karsi sadriâzamin ayakta beklemesi de bu hususu açikça ortaya koymaktadir. Bu tatbikat, IV. Mehmed devrinde (1648-1687), sadriâzam Melek Ahmed Pasa'dan itibaren devam edegelmistir.

    Seyhülislâmligin Sona Ermesi: Osmanli Devleti'nde, ilmiye sinifinin en yüksek mevkii olan ve mesihat-i islâmiyye diye adlandirilan bu önemli makamin uzunca bir tarihçesi vardir. Ilk seyhülislâm Molla Fenarî'nin tayin tarihi olan 1424/25 senesinden, Medenî Mehmed Nuri Efendi (1920-1922 = 1339-1341)'nin istifa tarihi olan 26 Eylül 1922 yilina kadar mesihat-i islâmiyye müessesesi, kesintisiz olarak tam 498 sene devam etmistir. Bes asra yaklasan ve özellikle kayd-i hayat sarti ile bu makama gelen dirâyetli zevatin yeri, daha sonra gelenlerle ayni sekilde doldurulamamistir.

    Bütün Osmanli müesseselerinde oldugu gibi, bu müessese de, XVI. asrin son senelerinden ve bilhassa XVII. asirdan itibaren yavas yavas inhitata (gerileme) yüz tutmustur. Nitekim Kanunî Sultan Süleyman saltanatinin ortalarinda 948 (1541/42) baslayan seyhülislâm azli, daha önce benzeri görülmediginden büyük bir hadise olarak karsilanmistir. Devrin seyhülislâmi, Çivizâde Muhyiddin Seyh Mehmed Efendi (1539-1542)'nin, Mevlâna Celaleddin-i Rumî ve Muhyiddin-i Arabî gibi mütavassiflar hakkinda vazife ve selahiyetini asan bir dil kullanmasi, vazifesinden azledilmesine sebep olmustu.

    Çivizâde Muhyiddin Seyh Mehmed Efendinin, yukarida belirtilen sebepten dolayi azli, bu makama yükselenlerin artik "azledilemez = lâ yen'azil" olan özelliklerini ortadan kaldirmis oldu. Bundan böyle sadriâzamla aralarinin iyi olmamasi veya maiyetinin çesitli islere müdahalesi neticesinde, dedikodularin ortaya çikmasi gibi nahos olaylar, seyhülislâm azilerinin sebepleri arasinda idi.

    Seyhülislâmlarin "azledilemez" özelligi ortadan kalktiktan ve eskiye nisbetle bir gerileme basladiktan sonra, azledilmis olan bir seyhülislâmin, ayni vazifeye tekrar getirilmesi ile karsilasiyoruz. Böyle bir adim da Bostanzâde Mehmed Efendi ile atilmistir. Ilk mesihat-i 997-1000 (1589-1592) yillari arasinda olan mezkûr zâtin ikinci mesihati da 1001-1006 (1593-1598) seneleri arasindadir.

    Osmanli Devleti idarî kadrosunda bulunan hemen herkese en büyük ceza olan idâmin verilebildigi ve sadriâzamlarin bile böyle bir cezadan kendilerini kurtaramadigi bir gerçektir. Hal böyleyken seyhülislâmlar, bu kaidenin disinda tutulmuslardi. Dinî reis olmalari, onlari böyle bir cezadan uzak tutuyordu. Bununla beraber, bes asra yaklasan tarihi içinde sadece üç seyhülislâm ölüm cezasina çarptirilmisti. Böyle bir cezaya çarptirilmakla beraber bunlara "sehid" denilmektedir. Bu, "inhitat devrinde, ilmiyye masûniyyetinin ihlâline karsi, meslegin protesto tezahürleri mahiyetindedir." Efkâr-i umumiyece bunlar, yanlis anlasilmanin kurbani olarak idam edilmislerdi. Böyle bir ceza ile hayata vada eden seyhülislâmlar sunlardir:

    1. Ahîzâde sehid Hüseyin Efendi (1041-1043/1632-1634).

    2. Hocazâde sehid Mes'ud Efendi (1066/1656) 4 ay 12 gün.

    3. Erzurumlu Seyyid Feyzullah Efendi (1088/1688) ikinci mesihati (1106-1115/1695-1703).

    Osmanli devlet teskilatinda, herhangi bir kimseye seyhülislâm ünvaninin verilebilmesi, o kimsenin mesihat makamina getirilmesiyle mümkün oluyordu. Bu makamin, eskiye nisbetle bir gerileme gösterdigi, resmen ve fiilen bu makama gelmedigi halde bazi kimselere bu makam pâyesinin verilmesiyle de ortaya çikmaktadir. Gerçi asirlarca süren bir tarih içinde ancak iki kisiye bu pâye verilmistir ama bu da, çok yüksek bir makam olan seyhülislâmlik için, bir gerileme sayilabilmektedir. Bu makama gelmedigi halde pâyesi ile taltif edilen iki kisiden birincisi Karaçelebizâde Abdülaziz Efendidir. Bu zat, 1059 (1649) tarihinde "Ravzatu'l-Ebrar" adli eserini devrin padisahi IV. Mehmed'e takdim edince kendisine bu pâye verildi. Bundan iki sene sonra da 1061 (1651) tarihinde Karaçelebizâde fiilen bu makama getirilmistir.

    Bilfiil seyhülislâmlik makamina gelmedigi halde bu pâyeyi alanlardan ikincisi de Erzurumlu Feyzullah Efendi'nin büyük oglu Fethullah Efendi'dir. Fethullah Efendi, Nakibu'l-Esraf olarak Rumeli kadiaskeri bulunurken, Seyhülislâm olanbabasi Feyzullah Efendi'den sonra bu makama gelmek üzere bu pâyeyi almistir. Fakat 1115 (1703) senesinde babasi ile birlikte azledilir. Bundan kisa bir müddet sonra da vefat etti.

    Böylece tarihî seyri içinde geçirdigi çesitli merhalelerden sonra nihayet, Seyhülislâm Medenî Mehmed Nuri Efendi (1920-1922)'nin, dahil bulundugu son Osmanli kabinesiyle birlikte istifasi neticesinde, seyhülislâmlik makami, Osmanlilar'la birlikte Islâm âleminden de kalkarak tarihe mal olur.

    Sehülislâmin Tayin ve Azli: Osmanli Devleti müesseselerinden biri olan ilmiyye'nin reisi durumundaki seyhülislâmin bu makama gelebilmesi, basit bir tayin veya formalite isi degildi. Bununla beraber, seyhülislâm Ebu's-Suûd Efendi'den önce, bu makama gelebilmek için kesin ve tayin edilmis bir kanun yoktu. Kadiaskerlik, büyük kadilik veya müderrislik yapmis olanlardan münasipleri, bu makama getirilebiliyordu. Fakat Ebu's-Suûd Efendi'den itibaren seyhülislâmlik, Rumeli kadiaskeri olanlara verilir oldu. Bu tarihten sonra nâdiren, Anadolu kadiaskeri veya bunun pâyelilerinin getirildigi görülür.

    Ebu's-Suûd Efendi'den itibaren bu makama gelebilmek için bazi merhalelerden geçmek gerekiyordu. Bunun için, müderrislik mertebesini ihraz eden bir kimsenin en az 15-20 sene talebeye ders vermesi, belli mevlevîyet-lerden* sonra Istanbul kadiligi, Anadolu kadiaskerligi ve sonunda da Rumeli kadiaskerligine getirilmis olmasi gerekiyordu. Ancak bu siranin takibinden sonra mesihat makamina gelinebilirdi.

    Ilmiye sinifinin reisi ve dinî lider olmakla beraber, seyhülislâmin tayini, bizzat devletin basinda bulunan padisah tarafindan yapilirdi. Bu tayinde çogu zaman sadriâzamin da müessir oldugu bilinmektedir. Ayni sekilde veziriâzamin azlinde, bazan seyhülislâmin müessir oldugu da bir gerçektir.

    Sadriâzam, kadiasker veya mâzulleri arasinda, kendisiyle anlasabilecegi birisini padisaha empoze edebilirdi. Maamafih, padisah, bazen hiç kimseye sormadan ve hiç kimsenin fikrini almadan da seyhülislâm tayini yapabiliyordu.

    Seyhülislâmin kim olacagi kararlastirildiktan sonra, veziriâzam, o zat hakkinda telhis denilen arîzayi padisaha takdim eder; bundan sonra, seyhülislâm olacak zat,saraya veya icabina göre Pasakapisina dâvet olunup sadriâzamla beraber saraya giderlerdi.

    Sayet, seyhülislâm namzedi, dogrudan dogruya saraya dâvet edilmis ise, veziriâzam da çagirilirdi. Teamül geregi, seyhülislâm tâyin edilenler "Arz odasi"nda padisahin elini öperlerdi. Fakat, Zekeriyezâde Yahya Efendi'nin seyhülislâmligindan sonra bu âdet terk edilerek sadece bahçede el öpmekle iktifa edilmisti.

    Seyhülislâmin tayini ile yakindan ilgili bulundugundan, bu makamda en çok kalmis olanlardan da kisaca bahsetmemiz gerekir. Araliksiz, 498 sene devam eden bu makamda, en fazla kalan kisi, Kanunî ve II. Selim devri seyhülislâmi Ebu's-Suûd Efendi'dir. Mesihat müddeti toplam olarak 28 sene 11 ay sürmüstür. Ebu's-Suud Efendi'den sonra gelenler artik onun kadar kalamamis ve 3-4 senelik bir vazifeden sonra bu makami baskalarina terk etmek zorunda kalmislardir. Seyhülislâm Ebu's-Suûd Efendi'den sonra ikinci sirayi, 24 sene ile II. Murad ve Fâtih devri seyhülislâmi, Molla Fahreddin Acemî (1436-1460) almaktadir. Bu makamda uzun süre kalma imkânini elde eden ve üçüncü sirada bulunan Zenbilli Ali Cemalî Efendi'dir. II. Bâyezid, Yavuz ve Kanunî devirlerinde "mesned-i mesihatta" bulunan bu zâtin hizmeti, toplam olarak 23 seneyi bulmaktadir.

    Bazi kimselerin bu makamda uzun süre kalmalarina karsi, bir kismi da çok az denebilecek kadar kisa bir süre bu vazifede kalabilmistir.

    Memikzâde Mustafa Efendi'nin mesihat müddeti, Osmanli mesihat tarihinde en kisa olani olarak bilinir. Bu müddet, 13 saatlik bir zamani kapsamaktadir. Hizmetin azligi ve müddetin kisaligi ile ikinci sirada bulunan, IV. Mustafa (1807-1808) devrindeki Sâmanîzâde Ömer Hulusi Efendi (öl. 1812)'nin ikinci mesihatidir. Bu müddet de bir günlük bir zamani kapsamaktadir.

    Daha önce de belirtildigi gibi mükerrer seyhülislâmlik, h. 1000 (1591) yilindan itibaren Bostanzâde Mehmed Efendi ile baslamistir. Bu zattan sonra mükerrer vazifeler devam edegelmistir. Bu tatbikatin neticesi bazi kimseler, birkaç defa bu makama getirilmislerdi. Bu makama en fazla yani dörder defa gelenleri söyle siralayabiliriz:

    1. Cafer Efendizâde Haci Mustafa Sun'ullah Efendi.

    2. Yusufzâde Cemaleddin Efendi.

    3. Musa Kâzim Efendi.

    4. Haydarîzâde Ibrahim Efendi.

    5. Mustafa Sabri Efendi.

    Isimleri zikredilen bu zevatin son dördü, Ikinci Mesrutiyet'in kabine degisikligi sonucu tekraren bu makama getirilmislerdi. Zira artik II. Mesrutiyetten itibaren seyhülislâmlar da kabine üyesi olarak onunla birlikte atanir ve yine onunla birlikte vazifeden alinir oldular.

    Seyhülislâmin vazife ve selahiyeti: Kurulus döneminde vazifesi, sadece ser'î meseleler üzerindeki talepler hakkinda fetva vermekten ibaret olan seyhülislâmin, bu hükümler hakkinda hiç bir icra selâhiyeti yoktu. Bununla beraber, hiç bir kadi, onun verdigi fetvayi reddetmeye cür'et edemezdi.

    Kurulus döneminden sonra ise Seyhülislâmin fetvalari, sadece ammeyi ilgilendiren siyasî sahalara inhisar etmistir diyebiliriz. Bunun için, devlette, ammeyi ilgilendiren hususlarda mutlaka seyhülislâmin fetvasi gerekiyordu. Böylece seyhülislâm, fetvalari ile devlette kanunlarin vazi'ligi vazifesini de üstlenmis denebilir. Nitekim, Seyhülislâm Ebu's-Suûd Efendi'nin tasvibinden geçen kanunnâmenin bas tarafinda aynen söyle denilmektedir:

    "Merhum ve magfurun leh Sultan Süleyman Han aleyhi'r-rahme ve'r-ridvan hazretlerinin zamân-i bâemanlarinda merhum Seyhülislâm Ebu's-Suûd Efendi hazretlerinin asrinda olan kanunnâme-i sultanîdir ki, ser-i serife muvafakati mukarrer olup hâlâ muteber olan kavanin ve mesâildir." Kanunlasmasi için fetva istenilen mevzularda, seyhülislâmlarin gözettigi esaslar, Islâm cemaatinin hayri ve adalet prensibidir. Nitekim, Seyhülislâm Pîrizade Mehmed Efendi (öl. 1748) "Raiyyet, babasinin kaçtigi topraga geri getirilir mi?" sualine karsi su fetvayi vermistir: "Gerçi ser'î maslahat degildir, lakin koyun kimin ise kuzu dahi onundur, deyü sayi, Ancak bu makûlede ûlu'l-emre müracaat olunur. Nizâm-i memleket için olan emr-i âliye itaat vacibtir" der.

    Kararlarini tatbik edebilme imkânina sahip bulunmayan ve ayni zamanda, Divân'in âzasi da olmayan seyhülislâma, önemli meselelerin görüsülme ve müzakeresi esnasinda müracaat edilirdi. Hattâ bazen, seyhülislâm-lar, hiç kimseye haber vermeden Divan'a girip istedikleri konu hakkinda mütalâada bulunabilirlerdi.

    Devlet teskilâti içindeki vazifesi, önceleri sadece fetva vermek gibi bir sahaya inhisar eden seyhülislâmlarin bu makami, Ibni Kemal ve Ebu's-Suûd Efendi gibi dirayetli zevatin yetismesi ile daha da önem kazanmaya basladigindan yetki alani da buna paralel olarak genislemistir. Bu yüzden, bilhassa XVI. asrin ikinci yarisindan itibaren ilmî tevcihatin seyhülislâmlara verildigi görülmektedir. Nitekim, 982 (1574) tarihine kadar müderris ve mevali ile müftülerin tertip ve telhisleri hususu, veziriâzamlara ait iken, bu tarihten sonraki bazi veziriâzamlarin cahil olmalari, bu islerin seyhülislâmlara birakilmasina sebep olmustur. Böyle bir yükten kurtulmak için Ebu's-Suûd Efendi, Veziriâzam Ibrahim Pasa'ya bir tezkire yazarak "Fetva istigâli vaktimizi istiâb ederken bir bâri dahi üzerimize tahmil bize çevirdir." diyerek bu vazifeyi kabul etmek istememisse de bundan böyle vazife ve selâhiyet alani daha da genisletilerek, kirk akçadan yukari" hâriç" ve "dâhil" müderrislikleri ile, orduya tâyin edilecek kadilar; vilâyet, sancak ve kaza müftüleri; imam, hatip ve müezzinlerin; Konya'da post-nisîn olan Çelebi Efendi'nin inhasi üzerine mevlevî seyhlerinin ve mevâlî denilen büyük kadilar ile kadiaskerlerin tâyinleri seyhülislâmlara verildi. Bu, seyhülislâmligin en yüksek makam oldugunun bilinmesi ve kadiaskerlerle veziriâzamlarin haksizlik yapmalarini önlemek içindi. Seyhülislâm, yapacagi tâyin hususunda kanun geregi, veziriâzam ile görüstükten ve anlastiktan sonra tayin edileceklerin listesini bir telhis ile veziriâzama bildirir, böylece, onun vasitasiyla padisahin iradesini almis olurdu. XVII. asir sonlari ile XVIII. asirda veziriâzamin muvafakatinin alinmasi sadece kadiasker ve mevâlî tayinlerine tahsis edilmistir. Digerleri için böyle bir muvafakata ihtiyaç yoktu.

    Böylece seyhülislâm, günümüzün hem Adliye, hem de Millî Egitim Bakanliklari vazifesini üstlendigi gibi, Diyanet Isleri Baskanligi vazifesini de üstlenmisti. Bütün bu vazifelerle yükümlü tutulan seyhülislâm, sadece belli bazi tâyin ve fetva islerinin tedvini ile yetinmiyordu. O, medreselerin idare ve kontrolundan da mes'ul tutuluyordu.

    Önceleri, Divan-i hümayûn âzasi olmayan seyhülislâmlarin meclise girmesi, II. Mahmud (1808-1839) devrine rastlar. Bu devirde, kadiaskerler meclisten çikarilmis, onlarin yerine seyhülislâm gelmistir. Tanzimat'in ilânindan 1908 senesine kadar nâzirlar gibi degistirilebilen seyhülislâmlar, bu tarihten sonra, kabine ile degistirilir olmuslardi.

    Tanzimat'la birlikte nâzirlik derecesine inen seyhülislâmlik makami, 1876'da Mithat Pasa tarafindan ilan edilen Kanun-i esâsî'nin 27. maddesine göre kendisine taninan hak mucibince derece bakimindan öbür nâzirlara olan üstünlügü muhafaza edildi. Mezkûr maddede: "Sultan, sadriâzami ve seyhülislâmi kendisi seçer, diger nâzirlar ise sadriâzam tarafindan tâyin olunurlar" denilmektedir.

    Seyhülislâmlik makaminin devlet teskilati içindeki ehemmiyeti, bir hayli yüksekti. Bu ehemmiyet, ifadesini tesrifatta bulurdu. Bu mânâda seyhülislâm, zamaninin Imam Ebu Hanife (H. 80-150)'si gibi tesrifat üstü kabul edilirdi. Onun, sadriâzam ve sultan huzurundaki tesrifat kaideleri ile dinî bayramlarda, sultanlarin cenaze merasiminde, yeni hükümdara beyat ve kiliç kusatma (Kiliç Alayi) esnasindaki vazife ve selâhiyetleri bütün teferrüatiyle tesbit edilmistir.

    Seyhülislâmin maiyyeti: Osmanli devlet teskilâti içinde önemli bir yeri bulunan seyhülislâmlarin, XVIII. asra kadar belli ve herkesçe bilinen bir daireleri yoktu. Seyhülislâm olarak tayin edilen zatin konagi müsaitse kendi konaginda, degilse münasip bir konaga tasinarak orada vazifesini icra ederdi. Nitekim, Ali Cemalî Efendi'nin kendisinden istenen fetvalarin cevaplarini, konaginin penceresinden, iple sarkittigi bir zenbile koymak gibi bir âdetinin bulundugunu ve bundan dolayi da "Zenbilli" adini aldigini biliyoruz. Bu bilgi, bize onun kendi konaginda vazifesini icra ettigini göstermektedir.

    Osmanlilarda XVIII. asir sonlarina dogru baslayan idarî yenilesme hareketlerinin sonucu olarak, zamanla reisi seyhülislâm olan idarî bir kisim meydana geldi. Daha önce, belli bir dairesi bulunmayan seyhülislâma, Tanzimat döneminde Yeniçeri Agasi'nin dairesi tahsis edildi. Artik bundan sonra buraya "Seyhülislâm Kapisi" veya "Bab-i Fetva" denmeye baslandi.

    Devlet teskilâti içindeki durum, yetki ve vazifesine uygun olarak seyhülislâmin maiyetinde de hayli kabarik bir memurlar kadrosu tesekkül ediyordu. Birçok memuru yaninda, baslarinda "Fetva Emini" bulunan ve pek mühim bir daire olan fetva kalemi vardi. Bu dairede müsevvid, mübeyyiz, mukabeleci, kâtip, mühürdar ve müvezziler bulunurdu. Dairenin basinda bulunan Fetva emini, fikih, yani Islâm hukukunu çok iyi bilen bir kimse olurdu. Istenilen fetvayi bulmakla yükümlüydü. Bu zatin maiyetinde de yirmi kadar kâtip olup bunlar, verilen fetvalari yazarlardi.

    Fetva eminliginin ihdasi, Seyhülislâmin sefere istiraki veya hastalanmasi gibi anormal bir durumun ortaya çikmasi yüzündendir. Ilk fetva emininin, Seyhülislâm Zenbilli Ali Cemalî Efendi'nin hastaligi üzerine tâyin edildigi ve bu zatin da Balikesirli Mehmed Muhyiddin Efendi oldugu bildirilmektedir.

    Seyhülislâm dairesinde, fetva eminliginden baska daha bazi önemli memuriyetler de vardir, bunlar:

    Kethüda: Siyasî ve iktisadî islerinde seyhülislâmin vekili olan kethüda, onun adina hareket ederdi.

    Telhisçi: Seyhülislâmin, hükümet nezdindeki temsilcisi durumundaki memuru olup, hukuk, dinî isler ve kanunlara ait muamelelerde hükûmetle temas ederdi. Seyhülislâmin, müderris ve mevali tayinleri bunun vasitasiyla ve Reisü'l-Küttab'in delâletiyle veziriâzama arzolunurdu.

    Mektupçu: Seyhülislâmin divan efendisi veya mühardari ve simdiki ismiyle yazi isleri müdürü idi. Mesihattan çikan buyruldular, tayin rüusu ve beratlari ile icâzetnâmelerin yazildigi daire bunun emri altinda idi. Keza seyhülislâmin mührü de bunda (mühürdar) bulunurdu.

    Seyhülislâmin maiyetindeki bu memurlardan (daire müdürleri) her birinin kendisine ait ve müstakil daireleri bulunmakta idi.

    XIX. asirda maiyeti daha da genisleyen seyhülislâmlik makaminin bu devirdeki memurlari, kadiasker ve Istanbul kadisi maiyeti de dahil olmak üzere sunlardi:

    Ders vekili, Fetva emini, Seyhülislâm mektupçusu, Arzuhalci, Ilâmat mümeyyizi, Rumeli kadiaskeri tezkirecisi, Kassam-i askerî, Rumeli ser'iyyatçisi, Rumeli vekayi kâtibi, Anadolu kadiaskeri tezkirecisi, Anadolu vekayi kâtibi, Istanbul Kadisi müsaviri, Istanbul ser'iyatçisi ve Istanbul kadisi vekayi kâtibi. 1293 (1875) yilindaki uygulamaya göre mesihat daireleri büyük memurlari (müdürleri) ise sunlardi:

    Ders vekili, fetva emini, Mesihat mektupçusu ve üç muavini, Ilâmat-i ser'iyye mümeyyizi, Mesihat arzuhalcisi ve iki muavini, Ilâmat-i ser'iyye mümeyyiz muavini, maas-i ilmiyye kâtibi, Reisü'l-müsevvidîn. Bunlarin her birinin de müteaddid memurlari vardi.

  4. Alt 09-23-2008, 15:56 #454
    Sarax Mesajlar: 678
    KADILIK

    Osmanlilar, kendilerinden önceki Islâm devletlerinin geleneklerine uyarak kadi tayininde çok titiz davrandilar. Zira Islâmî anlayisa göre adaletle hükmetmek bu dinin en önemli prensiplerinden biridir. Bu bakimdan Osmanlilar, herhangi bir kimseyi degil, her yönü ile taninmis ve güvenilir kimseleri bu makama getiriyorlardi. Kurulus döneminden itibaren Islâm dünyasinin maruf aileleri bir taraftan Anadolu'ya gelirken bir taraftan da açilan medreseler kaza tarikini ihtiyar edecekleri (kadiligi seçecek olanlari) yetistiriyordu. Hatta baslangiçta kaza isinin Islâm an'anesine uygun olarak camilerde görülmesi için Bursa'daki Yesil Câmi ile Yildirim câmileri dâva görülebilecek bir sekilde yaptirilmislardi. Nitekim Bursa'daki Yesil Câmi gözden geçirilecek olursa, biraz yüksek olan minberle mihrab arasi namaza, fiskiyenin bulundugu ve nisbeten alçak olan yer dâvacilara, iki tarafindaki odalar da dâvalari görecek olan kadi ve kadiaskerlere tahsis edilmisti.

    Osmanlilarda kadi nasbi ilk defa Osman Gazi tarafindan, kayinpederi Seyh Edebali'nin damadi ve talebesi olan Dursun Fakih ile baslar. Devletin istiklâl ve hükümranligina bir isaret olan ilk hutbeyi okuyan kimse de ayni zatti.

    Osmanli devlet teskilâtinda, kadi'nin adlî görevi yaninda idarî, ilmî ve hatta askerî görevi de vardir. Çünkü Osmanli sehir idaresinde beledî ve mülkî idare fonksiyonlari birbirinden kesin çizgilerle ayrilmamistir. Kadi, sehrin yargi mercii oldugu kadar, asayisin âmiri, vakiflarin denetçisi, beledî hizmet ve zâbita görevlerinin de âmiridir. Bütün bu vazifeleri yerine getirmesinde kendisine yardim eden bazi yardimcilari vardir. Böylece kadi'nin yükü hafifletilmis olur. Mesela kadi'nin yaninda Subasi, Böcekbasi, Çöplük Subasisi Mimarbasi gibi Yeniçeri ocagina bagli zâbit ve görevliler, genel güvenlik, temizlik ve imar düzeninin saglanmasina kadar çesitli alanlardaki zâbita hizmetlerini yerine getiriyrolardi. Keza çarsi ve pazarin kontrolü, narhin tesbiti, dinî emirlerin yerine getirilip getirilmediginin gözetilmesi, kötülüklerin islenip islenmediginin kontrolü, (emr bi'l-ma'rûf ve nehy ani'l-münker), bazi günlük vergilerin (yevmiye-i dekâkin gibi) toplanmasinda da kadi'nin en büyük yardimcisi "Ihtisâb Agasi" (Muhtesib)dir.

    Osmanli toplumunda önemli bir yeri bulunan kadilar, biri Anadolu, digeri de Rumeli olmak üzere iki kadiaskerlige bagliydilar. Bunlar, bagli bulundugu kadiaskerligin icray-i faaliyet eyledigi sinirlar dahilinde adalet tevzi edip hizmet görürlerdi.

    Osmanli ülkesinde kadi olabilmek için medresinin yüksek derecelerinden mezun olmak gerekiyordu. Bunun aksini düsünmek mümkün degildi. Tahsilsiz sadrazam olunabilirdi ama en küçük bir kazaya kadi olunamazdi. Vazifelerinin önemi, halk ile olan münasebetleri ve adalete gölge düsürmemek için kadilar, bazi isleri yapamazlardi. Ticaret yapmak, borç alip vermek, hediye kabul etmek, umumî ziyafetlerde bulunmak. Zira böyle isler onlarin hüküm vermesinde ileride herhangi bir süpheye sebep olabilir. Bu bakimdan onlar her türlü hareketlerden kaçinmak zorunda idiler.

    Osmanli kadisi sancak ve kazalara tayin edilirdi. Hiyerarside sancak kadilari daha üstün idiler. Kadi ilk olarak kazaya tayin edilerek yevmiye 20 akça ile vazifeye baslardi. Rumeli kaza kadiliklari dokuz, Anadolu on, Misir ise alti sinifa ayrilmisti. Bir kadi terfihen son basamaga geldiginde yevmiyesi 150 akçaya yükselmis olup "esref-i kudat" adiyla anilan zümreden sayilirdi. Kaza kadilarinin görev süresi bir yerde 20 ay, Mevleviyetlerde de bir seneyi geçemezdi. Bu müddeti dolduran kadi, mazul sayilarak yerine sirada olan bir baskasi atanirdi. Müddetini dolduran mazul kadi, Istanbul'a gelerek her Çarsamba günü kadiasker dairesine devam edip sira beklerdi. Bu bekleyise "zaman-i infisal"i denilip, sonraki tayinine de "zaman-i ittisâl"i adi verilir. Kadilarin bu kadar kisa bir zamanda yer degistirmesi, muhtemelen terfi imkanlarinin tikanmamasi ve halk ile adalete süphe düsürecek kadar ileri gidebilecek bir yakinlik peydah etmemeleri içindir. Bundan baska, devamli olarak adlî problemlerle karsi karsiya kalan ve bu yüzden "ulûm ve fünûn" ile istigalden uzak kaldiklari düsünülerek, vazifedeki müddetleri belli dönemlere baglanmis, böylece onlara Istanbul'da yeniden bilgilerini tazeleme imkâni verilmis oluyordu.

    Kaza kadiligindan yükselen kadi, sancak kadisi olur ve mevleviyet pâyesi alirdi. Mevleviyetler, kadilarin aldiklari yevmiye nazari itibara alinarak 300 ve 500 akçalik olmak üzere iki kisma ayrilir. Mevleviyetlerde kadilik müddeti bir senedir.

    XVIII. yüzyildan itibaren mevleviyetler bes kategoriye ayrilmisti. Bunlar: Devriye, Mahrec, Bilâd-i Hamse, Haremeyn ve Istanbul Kadiligi idi.

    1. Devriye Mevleviyeti: Bu mevleviyet, kategorinin en alt derecesidir. Maras, Anteb, Bosna, Sofya, Belgrad, Bagdad bu yerlerden bir kaçidir.

    2. Mahrec Mevleviyeti: Kudüs, Haleb, Tirhala, Galata ve Izmir gibi yerlerdir ki sayilari onbir kadardir.

    3. Bilad-i Hamse: XVIII. asirda bu sinifta yer alan mevleviyetler sunlardi: Edirne, Bursa, Sam, Misir ve Filibe, Bu bes kadiligin dereceleri esit idi. Bu mevkiye yükselenlerden herhangi birisi sirasi gelince Haremeyn Mollasi (Kadi) olur veya pâyesini alirdi.

    4. Haremeyn Mevleviyeti: XVIII. yüzyilin ikinci yarisindan itibaren Mekke kadiligina ilâveten Medine-i Münevvere de bu kadiliga baglanarak Haremeyn mevleviyeti adi ile Istanbul kadiligindan sonra en yüksek dereceyi isgal eyledi.

    5. Istanbul Kadiligi: Mevleviyetler içinde en yüksek kademe Istanbul kadiligi idi. Bundan sonra normal olarak sira Anadolu Kadiaskerligine gelirdi.

    Osmanli devlet teskilâtinda hâkim sifatiyla davalari sonuçlandirip karara baglayan kadidir. Kadi hükmü olmadan hiç kimse ceza tertip ve infazinda bulunamaz. Bu, Osmanli adlî sisteminin temel prensiplerinden biridir. Bununla beraber, mahkemede degil de, yerinde hallolunmasi zarurî olan veya tahkikat ve kesif gibi isleri gerektiren hallerde kadi, her zaman mahkemeden ayrilamayacagi için, kendi adina bu isleri görmekle vazifelendirilen bir yardimci kullanir. Gerek bu sekilde kullanilan yardimci, gerekse bizzat kadi tarafindan kendi kazasina gönderilip onun adina hükmeden ve onun gibi bütün yetkileri haiz olan kimseye "Naib" denir. Kadilarin tayin olduklari kazanin büyük veya küçüklügüne göre nâiblerin sayisinda da farklilik olurdu.Genellikle kadilar, kendi kazalari dahilindeki nahiyeleri, nâib ismiyle tayin ettikleri bir ser'î memura iltizama verirlerdi. O memur da bulundugu nahiyede kaza kadisi adina nahiyenin ser'î muamelelerine bakardi. Nâib olacaklarin da mutlaka yüksek tahsil görmüs, halk arasinda ahlâk ve fazileti ile taninmis kimseler olmalari gerekirdi. Zira o da kadi'nin sahip oldugu bütün hak ve yetkilere sahip olan bir kimse olarak hüküm vermekteydi. Bu sebeple, kadi nâiblerinin de dürüst, ahlâkli bilgili ve faziletli kimseler arasindan seçilmesi icab eder. Bütün bu söylediklerimizi bünyesinde toplayan ve bir sureti Anadolu Kadiaskerine de gönderilen Evahir-i Muharrem 1173 (21-30 Eylül 1759) tarihini tasiyan asagida metnini verecegimiz hüküm, gerek kadilarda gerekse nâiblerde bulunmasi icab eden sifatlari ortaya koymakla kalmamakta, ayni zamanda sirf menfaat temin etmek gayesiyle, bazi kadilarin basvurdugu gayr-i hukukî yollara da isaret etmektedir. Benzeri birçok vesika arasindan rastgele alinan bu belge, büyük bir ehemmiyet arzetmektedir. Hukuk bilmeyen bazi kimselerin naib olarak tayin edilmelerinin, ser'î hukuk esaslarina göre idare edilen devlet ve halk için ne kadar zararli olduklarini da yine bu belgeden ögreniyoruz. Bu konuda hem daha fazla bilgi vermesi, hem de orijinalitesi bakimindan vesikanin metnini aynen buraya almayi faydali bulmaktayiz.

    "Rumeli Kadiaskeri edâmellahu fezailehuya hüküm ki: Ümenay-i din-i mübin ve hademe-i ser'-i Seyyidi'l-mürselin olan kudata taklid-i kaza veyahut te'yid-i maiset cihetiyle müstahakkine kaza tevcih ve itâ olundukta binnefs kendileri gidüp hükümet-i kazayi icrâ ve özürleri oldukta icray-i ahkâm-i ser'iyyeye kadir munassak ve müteserrî' kimesneleri yerlerine nâib nasb ve tayin edüp bu vechle ahval-i kudat muntazam ve mazbut ve nizam-i bilâd ve ibâd rabit-i ahkâm-i ser'iyye ile mustahkem ve merbut iken kazaya mutasarrif ve naib olanlar ziyade celb-i menfaat ve tahsil-i rahat içün binnefs kendileri memur olduklari mahalle gitmediklerinden gayri niyâbet ve hükümetleri ahkâm-i ser'iyye icrasina kadir kimesnelere siparis etmeyüp nâdân ve cahil ve ilm-i sakdan âri ve mütegafil olanlara ve belki hilye-i fadl ve irfandan âtil âyan ve serdarlara ziyade mesahire ile tefviz eylemeleri anlar dahi kazalarina varup kazalarinda meydana gelen olaylari yanlis ve rüsvet ile çesitli hüccet verdikleri. Bundan böyle benzer olaylarin olmamasi için dikkat etmeleri..." Görüldügü gibi bu hüküm, ülkede gayr-i kanunî olaylara vesile olacak durumlarin ortadan kaldirilmasi için dogrudan kadilarla ilgisi bulunan Rumeli Kadiaskerinin dikkatini çekmekte ve kendisinden böyle olaylara meydan vermemesi istenmektedir.

    Osmanli toplumunda kadi, yegane sahsiyet olarak özelligini korurken, hükümlerine disaridan herhangi bir sekilde müdahale ve tesir edilmesi söz konusu degildir. Zira görevi, onun baskasinin tesiri altinda kalmasina müsaade etmez. Eger böyle bir durum (tesir altinda kalma) söz konusu ise veya istenmeyen bir olaya karismis ise o zaman vazifesinden azledilerek çesitli cezalara çarptirilirdi. Islâm ve Osmanli adlî teskilâtinin ne denli iyi oldugunu, adalet müessesesinin devrine göre mükemmel isleyip herhangi bir tesir altinda kalmadigini açik bir sekilde anlatmasi bakimindan, yabanci bir müellifin bu konudaki sözlerini buraya almak suretiyle bu teskilâtin nasil bir anlayisa sahip oldugunu ve hangi temellere dayandigini göstermek istiyoruz.

    "Islâm, adaleti ibâdetten üstün tutmustur. Kadiyi azletmek selahiyeti yalniz hükümdara mahsustur. Kadiyi, kendi namina halka adalet tevzi etmek üzere padisah tayin eder. Bir kadi'nin sahsî hayatinda bir leke varsa, faziletli degilse, içki içiyorsa hiç bir kuvvet onu yerinde muhafaza edemez. Kadi'nin bilgili olmasi sarttir. Imam Safiî, cahil kadi'nin hükmünü geçersiz saymistir. Kadi, her sartta vakar ile hareket etmeye mecburdur. Siddet hareketinde bulunamaz, tehdid edici söz söyleyemez, sert tavir takinamaz, hatta konusurken sesini yükseltemez. Bir kadi, yalniz padisahi degil, hüküm vererek Peygamberi de temsil ettigini asla unutamaz." Gerçekten Osmanli kadisi hükümlerinde tamamen serbest ve vicdanina göre hareket ederdi. Padisah bile onlarin tarafsizligina gölge düsürecek bir davranista bulunamazdi. Hergün cemaatla namaza devam edemiyen Yildirim Bayezid'in, bir davada sahitligini kabul etmeyen Bursa kadisi Molla Fenarî, Allah hukukuna riayet edemiyen kimsenin, kul hakkinin gözetilmesi gereken yerlerde de dikkatsiz davranabilecegini düsünmesi onun böyle bir harekette bulunmasina sebep olmustur.

    Daha önce bir kismindan bahsettigimiz yardimcilardan baska, mahkeme kâtipleri de tabii olarak mahkeme bakimindan kadi'nin yardimcilaridir. Fakat bunlar disinda, Osmanli adlî teskilâti için bilmemiz ve üzerinde ehemmiyetle durmamiz gereken bir husus daha vardir ki, o da mahkeme esnasinda kadilarin yaninda bulunan bir jürinin mevcudiyetidir. Bütün ser'iyye sicillerinde (mahkeme kararlari) bol bol örneklerini gördügümüz ve adlî teskilâtimizin iftihar vesikalarindan olan bu jürinin mahiyetini Mustafa Akdag'in kendi ifadesi ile buraya aliyoruz.

    "Bir defa, mahkemelerin mutlak surette alenî cereyan etmekte olmasina ehemmiyetle isaret etmeliyiz. Kadilarin, dâvalara bakmak üzere yaptiklari oturumlarda, yanlarinda "Suhudu'l-hal" yahut "Udûdu'l-müslimîn" veya "Suhûdu'l-udûl" tabirleri ile dâvalarda bir bilirkisi heyeti halinde mevcudiyetlerine zabit metinlerinde itina ile isaret olunan ve ayrica sicile geçen kararlarin altinda adlari yazili bulunan bes, alti ve bazan daha fazla sayida sahitler heyeti vardir ki bunlar, mahkemeye bir jüri mahiyeti vermektedir. Filhakika bunlar katiyyen görgü sahitleri olmayip, tamamiyle muhakeme tarzinin müsahidleridirler. Tabii, kadi'nin dâva ile ilgili taraflardan herhangi birisini tutmadigi, müdafaalarini serbestçe yapmalarina tam bir imkân verdigi itiraf veya inkârlarinda tazyik vesair yollarla tesir etmeyip, tamamiyle tarafsiz bir hakim olarak hareket ettigi hususunda en iyi vesikanin, adi geçen müsahidler oldugu görülüyor. Kararlarin yazilis sekli de bu esasa dayanmaktadir. Çünkü kadi'nin taraf tutmasi veya herhangi bir maksatla dâvaya müessir olmak suretiyle adaletin tecellisine mani oldugu hallerde, herkesin, her dâvada bassehre giderek dâvasini divanda gördürmesi mümkün olmadigindan dolayi, bu müsahidler heyetinin mevcudiyeti, mahkemede hakkin yerini bulmasi için çok mühim bir hadise olarak kabul olunmalidir. Bundan baska kadi, dâvaya baktigi esnada, onun bu müsahidlerle müsaverede bulundugunu da biliyoruz. Ser'î kanunlar yaninda örf ve âdetin ehemmiyetle gözde tutulmasi lazim gelen mahkemelerde kararlarini verirken birçok defa örf ve âdete vukufsuzluklari yüzünden yanilmalari mümkün olan kadilarin bu sekilde hareketleri elbette yerinde idi. Osmanli rejimi devri mahkemeleri bir gelenek halinde isleyip durmustur. Yalniz bahsettigimiz bu müsahidlerin seçilisi, gelisi güzel olmayip, kasabadaki ileri gelen sahsiyetlerin tercih olundugunu unutmamalidir. Böylece meshur müderrisler, âyan ve esraftan olanlar buraya dahil oluyorlardi. Suhûdu'l-hal denen yahut bizim bilirkisi heyeti diyebilecegimiz bu adi geçen müsahidler heyetini teskil eden kimseler her mahkemede ayni kadro ile bulunmayip, bazan birkaç kisi degistigi gibi, sayilarini da tayin etmek mümkün degildir. Çünkü belli basli sekiz on kisinin isimleri kayit olduktan sonra "... ve gayrihim" sözünün ilavesi, diger bir kisimlarinin isimlerini kaydetmekten vazgeçildigini ifade etmektedir.

    "Kadiya hükümlerinin ser'a uygun olmasi bakimindan yol gösteren diger bir müsavir de kazanin müftüsüydü. Kendisi mahkemede bizzat bulunmayan müftü, taraflardan, ser'-i serife göre, dâvasinda hakli oldugu kimseye bir fetva verir, o da bunu mahkemeye ibraz ederek hükmün kendi lehinde olmasini taleb ederdi. Mamafih dogrudan dogruya kadi'nin kendisi de müftüye fetva için müracaat etmekteydi. Herhalde kadi tereddüd ettigi hallerde bu yola gidiyordu. Mahkeme kararlarinda kadi'nin daima fetvaya uydugu görülüyorsa da, müftünün fetvasindaki hukuki mesnedi yerinde bulmadigi hallerde, kadi'nin nasil hareket ettigine dair misallerimiz yoktur. Öyle saniyoruz ki, mutlaka fetvaya uymak lazim geldigine göre, kadi veya fetva geregince dâvayi kaybeden taraf, bu fetvayi hükümsüz birakmak için, daha selâhiyetli birinden, ihtimal en saglami Seyhülislâm'dan yeni bir fetva almak mecburiyetinde bulunuyordu. Su halde görüyoruz ki herhangi bir tesir ile veya vukufsuzlugu yüzünden kadi, hükmünün adalete aykiri olmamasi için, müftü ve adi geçen müsahidler heyeti bir nevi ilk kademe temyiz vazifesini görüyorlardi. Kaza dairesini teskil eden topraklarda çikan vak'alarin ve kaza halkinin bütün muhakemeleri yalniz o kaza mahkemesinde görülür, baska bir kazaya dava naklolunmazdi. Yalniz bassehre gidip davasini Divan'da gördürmek herkes için daima mümkün bulunmaktaydi.

    Osmanli toplumunda vezirler, valiler vs. gibi devlet ileri gelenleri her ne suretle olursa olsun hukuki islere müdahalede bulunmazlardi. Kadilar, bu hususta serbest ve sadece vicdanlarina göre hareket ederlerdi. Hiç kimse onlarin tarafsizligini bozma cesaretini gösteremezdi.

    Ihdasindan itibaren kadiaskerlere, daha sonra bir kismi mesihat makamina baglanan kadilik müessesesi, 1839'dan itibaren çesitli degisiklikler geçirdi. Nihayet Cumhuriyetin ilani üzerine ünvani ile birlikte eski teskilati ile birlikte bu müessesese de tarihe mal oldu.

    NAKIBÜ'L-ESRAFLIK

    Osmanli Devleti'nin bir yönü ile idarî diger yönü ile ilmî teskilâtina bagli bulunan müesseselerden biri de Nakîbü'l-esrafliktir. Bu devlette, ilmiye sinifi mensuplarina taninan imtiyazin, baska hiç bir devlette taninmadigina daha önc etemas edilmistimisti. Ilmiye sinifina gösterilen bu saygi ve hürmetten daha fazlasi, Hz. Peygamber'in soyundan gelenlere gösteriliyordu. Filhakika onlara gösterilen bu saygi, sadece Osmanlil hükümdarlari, degil, Islâm dünyasinin her devir ve ülkesinde vardi. Bunun içindir ki, Osmanlilar, Misir'in fethini müteakip Yavuz Sultan Selim zamaninda "Hadîmü'l-Haremeyni's-Serifeyn" ünvanini almalarina ve bu tarihten sonra Mekke ve Medine (Hicaz) ile siki bir iliskide bulunmalarina ragmen daha Yildirim Bayezid (1389-1402) zamaninda Nakibü'l-esraf tâyin etmislerdir.

    Vazifesi, nesl-i pâk-i necib (Hz. Peygamber'in nesli)ten gelmis bulunan seyyid ve serif lerin islerine bakmak, neseplerini kayd ve zapt etmek, dogum ve ölümlerini deftere geçirmek, onlari adi bir sanata girmekten ve fena hallerde bulunmaktan alikoymak, haklarini korumak, sülaleden olan kadinlarin küfvü olmayanlarla evlenmelerine mani olmak gibi hususlari ihtiva eden nakibü'l-esrafin bizzat kendisi de Hz. Peygamberin soyundan gelenlerden tayin edilirdi.

    Biraz önce de belirtildigi gibi, hemen hemen her Müslüman ülkede varligi bilinen Nakîbu'l-esraflik teskilâtinin gördügü hizmetler de asagi-yukari aynidir. Nitekim Misir'da Nakibü'l-esraf, Hz. Ali'nin zevceleri olan Fatimatü'z-Zehra evladindan olanlara nezaret ederdi. Onlarin neseblerini tahkik ve teftis eder, aralarindaki anlasmazliklari çözüp karara baglar ve onlari gayr-i ahlâkî hallerden men ederdi. Fatimîler zamaninda bu makama "Nikabetü't-talibîn" denirdi. Hz. Peygamber'in neslinden gelenlerin Türkiye Selçuklulari zamaninda da mevcud olduklarini vesikalarla belgeleyen Osman Turan, onlarin yeryüzüne dagilma sebeblerine temasla:

    "Vesikada, Sadreddin Yusuf'un asaleti, nesebinin sihhati ve dindarligi kaydedilerek Selçuk Türkiyesinin seyyidleri reisligine tayin edildigi, eskiden oldugu gibi onun, evladi ve torunlari için (maiset temini için daimî gelir) tecdid edilip ona bagislandigini, seyyidlerin ahvalini zapt etmesi, nesebi sahih olan seyyidlere rivayet..." Emevî ve Abbasî devirlerinde vuku bulan hilafet mücadeleleri dolayisiyla bir çok tazyiklere ugrayan Hz. Peygamber evladi (seyyid ve serifler) Islâm dünyasinin her tarafina dagilmisti. Bunlar, çok itibar görür ve devletler kendilerine tahsisat baglardi." der.

    Islâm âleminde, seyyid ve seriflere gösterilen bu ragbetten dolayi bir çok kimse bunu istismar edip kendisinin seyyid oldugunu (müteseyyid) iddia eder oldu. Her yer ve zamanda görülmesi mümkün olan bu tip iddialarin önünü alabilmek ve gerçek seyyid ile müteseyyidleri birbirinden ayirmak isine çok önem veriliyordu. Bunun için de yeni dogan her seyyidin neseb defterinin tutulmasi, isminin kaydedilmesi ve anne ile babasinin da belirtilmesi gerekiyordu. Osmanli Devleti'nde bu is biraz daha siki kontrol ediliyordu. Bunlar (seyyid ve serif), deftere kayd edildikleri gibi ellerine de "temessük" adi verilen tanitici bir kimlik belgesi veriliyordu. Nitekim, H. 976 senesi Receb'inin baslarinda (1568 Aralik sonu) Defterdar Ahmed Çelebi'ye gönderilen bir hükme göre:

    "Haci Mansur ve Bayram adindaki sahislar seyyid olduklarini iddia etmektedirler. Bunun üzerine adi geçenler nakibü'l-esraf önünde sahih seyyid olduklarini isbat ederlerse deftere kayd ettirilmeleri ve ellerine temessüklerinin verilmesi emr edilmektedir.

    Böyle bir teftiste seyyid olduklarini isbat edemiyenlerin de baslarina sardiklari yesil sariklarinin alinmasi gerekmektedir. Zira yesil sarik sarmak, seyyidligin en önde gelen isareti idi. Nitekim H. 984 senesi Sevval ayinin sonlarinda (1577 Ocak basi) Bursa kadisina gönderilen bir hükümde gerçekten seyyid olmayanlarin Nakibü'l-esraf'in gönderecegi adamlari vasitasiyla teftis edilmeleri, siyadetini isbat edemeyenlerin baslarinda bulunan yesil sariklarinin alinmasi gerektigi bildirilmektedir.

    Osmanli Devleti'nin kurulusundan kisa bir müddet sonra burada da gördügümüz bu müessesenin kurulusu hakkinda Rif'at Efendi Davhatü'n-Nukaba adli eserinde sunlari söyler:

    "Yildirim zamanina kadar seyyidler için bir nakib ve zabita tayin edilmemisti. Ancak daha önceleri ve onun devrinde bir çok âlim ve fâzil kimse Osmanli ülkesine geliyorlardi. Yildirim zamaninda Buhara'dan kalkip gelen Seyyid Ali Neta' ki "cedd-i âlâlari" Seyyid Muhammed, Bagdad'da esraftandi. Padisah bu durumu anlayinca onu tâife-i aliyye-i sâdâta zâbit ve nâzir tayinle "kendileri için Ebû Ishak zaviyesini bina eyleyerek tevliyetini ahfadina sart kilmisti. Timur vak'asinda Molla Fenari ve Seyh Muhammed Cezerî ile birlikte hapsedilmisti. Hapisten kurtulduktan sonra Hacc farizasini eda etmek üzere Mekke'ye gitti. Dönüste vefat eyledi. Yerine oglu Seyyid Zeynelabidin geçti. Onun da vefati ile bu makam uzun bir müddet bos kaldi. Ancak Ikinci Bâyezid (Bâyezid-i veli) devrinde H. 900 (1494/95) tarihlerinde "Emirî" mahlasli Kirimli Seyyid Mahmud Efendi Arap ve Acem seyahatini bitirip Osmanli ülkesine gelmisti. Âyan ve cumhurun ittifaki ile seyyidlere nâzir tâyin edildi. Araplarda bu vazifeyi alana "nakibü'l-esraf" dendigi için adi geçen zatin mensuru dahi bu ünvanla tayin edilerek ilk olarak bu zat hakkinda nakibü'l-esraf tabiri kullanildi. Önceleri günde 25 akça vazife ile maas aliyordu. Daha sonra bu maasi yevmiye 70 akçaya çikti.

    Mevzumuza isik tutacagi için Ali Emirî (öl. 1924)'nin nakibü'l-esraflikla ilgili verdigi malumata temas etmeden geçemiyecegiz:

    "Selâtin-i Osmaniyye'nin sâdât-i kiram hazeratina fevkalâde hürmet-i mahsuslari oldugundan bu silsile-i mübarekeye bazi müteseyyidler karismamak ve bir seyyid-i sahihu'n-neseb bir memlekete seyahat ederse hakkinda hürmet olunmak ve sayet gittigi sehirde temekkün ve tavattun buyurursa ismi zabt ve kayd olunmak üzere hicretin sekiz yüz tarihinde selâtin-i Osmaniyye'nin dördüncüsü olan Yildirim Bayezid tarafindan o vakit payitaht olan Bursa'da Nakibü'l-esraf ünvaniyle sâdâttan olmak üzere memur-i mahsus tâyin buyrulmus ve Fâtih Istanbul'u zapt ettikten sonra da bu hususa itina buyurduklari gibi mahdumlari sultan Bâyezid-i sani zamaninda umum vilayet ve liva merkezlerine vesair icabeden mahallere de Nakibü'l-esraf vekili ünvaniyle memurlar nasb ve tayin buyrularak sâdatin silsilelerinin muhafazasina itina edilmis ve el'an devam edilmekte bulunmustur. Zaten o misillû sâdât-i kiramdan olanlarin ellerinde secereleri bulunmak tabii ise de secereleri ziyaa ugrar veyahut secere tutmamis bulunanlar olursa ya Dersaadette Nakibü'l-esrafa veyahut Nakibü'l-esraf vekillerine müracaatla siyadetini irae ve isbat edebilirler."

    Nakibü'l-Esraf, Osmanli devlet tesrifatinda (protokol) diger bütün devlet erkânina takaddum ederdi. Nitekim padisah cüluslarinda yeni sultani ilk tebrik eden Nakibü'l-esraftir. Tesrifat-i Kadimede bu hususta söyle denilmektedir:

    "Sevketlü kerametlü efendimiz hazretleri müsahede ve taht-i aliye cülûs buyurduklarinda alkis olunup ibtida Nakibü'l-esraf efendi gelüp dâmenbus ve kiyam ve alkis olunup duaya surû' eyledigi gibi çavusbasi aga ile kapucular kethudasi aga temenna edüp kubbe-i hümayuna seyhülislâm efendi hazretleri ile kaimakam hazretleri kaldirmaya azimet ve müsarünileyhima dahi yerlerinden hareket ve süratlice reftar ile gelinceye dek Nakibü'l-esraf efendi dahi duaya hitam virüp kad-i hamidey-i tâzim eyledikten sonra avdet etmeyüp taht-i hümayunun sag tarafinda sevketlü efendimizin nazargahlarinda durdular."

    Sultan Ikinci Abdülhamid zamaninda, Nakibü'l-esraflarin oturmalarina mahsus Yildiz civarinda bir konak tahsis edilmisti.

    1908 senesine kadar 1000 kurus maas alan Nakibü'l-esrafin ayligi daha sonra 5000 kurusa kadar çikarilmistir. Önceleri kalabalik bir kalem heyeti bulunan bu makamin bilahare 1000 kurus aylikli bir kâtible iktifa ettigi görülmektedir.

    Osmanli devlet ve toplum hayatinda büyük bir yeri bulunan Nakibü'l-esraflik müessesesi, adi geçen devletle birlikte tarihe mal olmustur.

  5. Alt 09-23-2008, 15:57 #455
    Sarax Mesajlar: 678
    IMAMLIK

    Insanlari dogru yola iletmek ve dolayisiyla onlara dünya ve ahiret saadetini tattirmak için, zaman zaman peygamber adi verilen elçilerini gönderen Allah, insanlara bu elçileri vasitasiyla emirlerini bildirmistir. Bu emirler Allah tarafindan gönderilen Kitap veya Sahifeler'de yazili idi. Peygamberlerin vefatindan sonra da emirlerine uyulmasi ve bunlarin tatbiki için bazi kimselere bu sahada çalisma imkân ve kolayligi verilmistir. Çesitli dinlere göre farkli isimler alan bu zümre genel olarak "Din adami" sinifi diye isimlendirilebilir.

    Ilk emrinde okumayi emreden, ilmi herkese farz kilan ve ilimle mesgul olmayi ibadet sayan Islâm Dini, kendinden önceki dinlerde oldugu gibi, belli çizgilerle diger insanlardan ayrilan veya Allah ile insanlar arasinda aracilik yapan bir "din adami sinifi"na tarih boyunca yer vermemistir. Bu durum Islâm'la öbür dinler arasindaki belli basli farklardan birini teskil eder. Zira bir müslüman istedigi her yer ve zamanda Allah'a yalvarir, tevbe ve ibadet edebilir. Hiç kimse onun bu istegini engelleyemez. Ama öbür dinlerde meselâ hristiyanlikta oldugu gibi bir kimsenin günahlarinin bagislanmasini istemesi ancak bir papaz vasitasi ile mümkündür. Arada bir rahip olmayinca Hristiyanin tevbe ve bagislanma istegi Allah'a ulasmaz. Daha açik bir ifade ile Hristiyanlikta din adami Allah ile insanlar arasinda bir nevi aracilik yapar. Iste bu sebeple Islâmdaki din adamligi anlayisi ile baska dinlerdeki din adamligi anlayisi arasinda önemli farklar vardir. Burada bu farklardan sadece bir tanesine temas ettik. Konu ile ilgili böyle kisa bir giristen sonra artik Islâmdaki din adami, dogru bir ifade ile din görevliligi sayilan imamlik müessesesine geçebiliriz.

    Kur'an-i Kerim'in yedi yerinde müfred (tekil), bes yerinde de cemî' (çogul) olarak geçen imam kelimesinin âyetlerin isigi altindaki lügat mânasi: "Nümune, isaret, misal ve rehber"dir. Ilmî istilah olarak ta çok degisik mânalar ifade eden bu kelimenin bütün bu yönlerini simdilik bir kenara birakip sadece namazda müslümanlarin kendisine uydugu kimse (imâmet-i sugrâ) mâna ve medlûlüne temas edecegiz.

    Günümüzde vazifesi mihrab ile minber arasina sikismis bulunan imamin yetki ve selahiyetleri baslangiçta bu kadar kisitli degildi. O, sosyal hayatin en önemli unsurlarindan biri oldugu için daha genis yetkilere sahipti. Osmanli sehrinin toplum hayatinda özellikle mahallenin her seyi ondan sorulur, onun haberi olmadan mahalleye yabanci bir kimse giremezdi. Ölüm ve dogumlarin kayitlarini o tutardi. Mahallenin genel ahlâkindan bir dereceye kadar o sorumlu idi. Nitekim Osmanli cemiyetinde mahalle imami kadi'nin vazife ve temsilciligini yapardi. Mekâna göre bir görev taksimi yapildiginda kadi-nâib-imam hiyerarsisi görülmektedir. Memleketimizde 1245 (1829) senesinde muhtarlik teskilati kurulana kadar mahallelerin mülkî ve beledî âmiri yani yöneticisi olan imamlar, ayni zamanda kadi'nin bir nevi temsilciligini de yapiyorlardi. Vazifeye tayinleri bizzat padisah berati ile olan imamlarin bu durumunu ortaya koyan pek çok vasika vardir. 2 Receb 972 (3 Subat 1564) tarihini tasiyan ve Edirne Kadi'sina yazilmis bulunan bir emre göre imam ve hatiblerin vazifelerine dair çikan beratlarini alti aya kadar almalari gerekmektedir. Aksi takdirde vazife yapamiyacaklari belirtilmektedir.

    Osmanli Devleti'nde mahalle halkinin beledî, idarî ve dinî yöneticisi olan imamin vazifesi sadece sivil hayatta degil, askeriyede de vardi. Bu sebeple biz, onun askeriyedeki durumuna kisaca temas edecek daha sonra sivil toplumdaki yetkilerine temas edecegiz. Onun, askeriyede de önemli bir mevkii vardi. Osmanli Teskilât ve Kiyafet-i Askeriyesi adli eserinde Mahmud Sevket aynen söyle der: "Imam, basinda yesil çuhadan müdevveru's-sekl kalafat üzerine beyaz sarik sarip arkasina dar kollu kirmizi cübbe ve bunun altina sivâî entari ve bacagina dökme salvar iktisâ eder. Ve ayagina mavi mest ve pabuç giyer ve Mushaf-i Serif vaz'ina mahsus olan cüz kesesini boynuna asar idi.

    Yeniçeri ocagina mahsus olmak üzere "ImamGi Hazret-i Aga" ünvanini haiz bir imam bulundugu gibi kapikulu sünûf-i askeriyesi ortalarindan her birinde dahi efrad-i askeriyeye talim-i serâit-i dîniyye etmek ve edây-i salât ile talkin, gasl ve tekfin vezâifi dahi ifa eylemek üzere bir imam mevcut idi.

    Kitâat-i askeriyenin büyük zâbitâni meyaninda vacibu'r-riâye olanlardan birinin ismine nisbetle yâdedilmesi orduy-u hümâyunca kadîmen mutâd oldugu cihetle yeniçeri ortalarindan 84. cemaat ortasina imâm-i Hazret-i Aga namina nisbetle "Imam" denirdi.

    Imam-i Hazreti Aga hakkinda Uzunçarsili (Osmanli Devleti Teskilâ-tindan kapikulu Ocaklari, I, 232-233)'da söyle der: "Ocak imami resmî zamanlarda ve ordu alaylarinda basina yayabasi keçesi giymeyerek ulemâya mahsus örf giyer. Fakat Kadiasker ve Istanbul Kadisi gibi saçakli çuha abayi degil seraser abayi giyerdi. Bes vakit namazda aga kapisindaki yeniçeri agasina imamlik eder ve aga sefere gitmeyince bu da sefere gitmezdi.

    Aga imami azlolunamazdi. Kendi arzusuyla devecilik isterse yani deveciler ortasina yayabasi olmasini arzu ederse o makam ayrilmasina müsaade edilirdi. Imam, yeniçeri agasinin yakini oldugundan ortasinin efradi fazla idi. 1035 (1625) tarihindeki ulûfe defterinin 28. imam ortasi mevcudu 327 ve 1074 (1663) senesindeki defterde ise 94. imam ortasi mevcudu 261 kisi idi.

    Yeniçeri tesrifat defterinde (XVI. asir) Ocak imami basçavus ve Haseki agalar arasinda görülmektedir. Her ayda bir defa yeniçeri agasinin, alayla veziriazama gidip ziyaret ettigi vakit, Ocak imami da beraber gider ve el öptükten sonra diger bazi agalar gibi disari çikmayarak Yeniçeri Agasi ile beraber sadriazamin odasinda otururdu. Bayram merasiminde de imam, ayni tesrifata tabi idi."

    Halkin, daha dogrusu mahallenin idarî ve beledî âmiri olan imamlarin bu durumu, kendilerini bazi mükellefiyetlerden kurtarmaktadir. Nitekim bu yüzden devlet, imam ve hatiplik vazifelerinde kaldiklari müddetçe bunlardan vergi almamaktadir.

    Osmanlilarda, mahalle yöneticisi olan imamlar, günümüzde oldugu gibi namaz kildirip köselerine çekilmiyorlardi. Onlar, mahallenin gören gözü ve isiten kulagi idiler. Kahvede vaaz eder, çocuklara ders verir, cemaata yol gösterir, hasta ve fakirlerle ilgilenirlerdi. Bununla beraber onlar, yalniz dinî bir kilavuz, ögrencilere ders okutan birer ögretmen, kahve ve minberlerde cemaata yol gösteren birer akil hocalari degillerdi. Onlar, mahallelerinin düzeninden, halk arasindaki ahenk ve baristan sorumlu birer yönetici idiler. Mahalleleri onlar yönetirdi. Nitekim, kötülükleri zahir olanlar, içki içenler ve namaz kilmayanlarin mahallelere sokulmamasi gibi bazi görevler bizzat imamlardan istenmektedir. Onlara bu vazifelerini bildiren emirler verilmektedir. Evahir-i Muharrem 1130 (Aralik 1717) tarihin, tasiyan asagidaki su emir bunlardan sadece bir tanesidir:

    "Âsitâne Kaymakamina ve Istanbul Kadisina ve Sekbânbasiya ve Hassa Bostancibasiya hüküm ki: Mahruse-i Istanbul'da bazi mahallatta fevahis taifesi tavattun ve âdet-i mazmumeleri üzre bazi erâzil ve müdmini - hamr (içki içenler) olan eskiya ile ihtilat ve irtikâb-i fisk-u fücur ve bâsie-i fitne ve fesâd olduklari mesami-i aliyye-i mülûkâneme ilka olunub emr bi'l-ma'ruf ve nehy ani'l-münkerin mev'ize-i kerime muktezasinca uhde-i cenab-i hilafetmeâ-bimi vâcib ve zimmet-i mehin vârid-i töhmet-i cihanyanima lâzim vârid olmagla sen ki vezir-i müsarün ileyh ve siz ki mûmâ ileyhimsiz insaallahu taala is bu emr-i serif-i vacibü'l-imtisalim vüsuluna mahruse-i Istanbul ve tevabii mahallati imamlarina mahallelerine fevahis sakin olmamak üzere ve ahalisi dahi evkat-i hamsede (bes vakit) cemaat ile eday-i salât-i mefruza içün hazir olup ve içlerinden târik-i salât (namazi terk edenler) ve sürb-i hamr vesair menahiyi mürtekib olanlar, mahallelerinden ihraç olmak üzre ma'rifet-i ser'le muhkem tenbih ve te'kid ve mehakime üzerlerine ta'zir-i ser'î iktiza eder cürmü sâbit olanlarin dahi müstahak olduklari cezalari töhmetleri tasrihi ile sen ki vezir-i müsarün ileyhsin huzuruna i'lam ve ser'an müstahak olduklari cezalari, sâire mucib-i ibret içün (baskalarina ibret olmak üzere) alenen tertib ve bitevfikillahi taala menhiyyat ve münkerati men ve ref'ine ve ibadullahin zill-i ma'delet-i mülûkânemde emn ve it'minanlerine ziyade takayyüd ve ihtimam eyleyüp tesamüh ve tekâsülün gayetü'l-gaye ihtiraz ve ictinab eylemeniz bâbinda ferman-i âlisanim sâdir olmustur."

    Bu fermana göre mahalle imamlari kendi mahallelerinden sorumlu tutulmaktadirlar. Belgenin metnini verdigimiz için burada daha genis bir açiklamaya girmek istemiyoruz. Bundan baska Haslar kadisina Selh-i Safer 975 (5 Eylül 1567) tarihinde yazilan bir hükümde de Eyyüp ve civarindaki mahallelerde bulunan fisk ve fücur ehlinin mahallelerden çikarilmasi, kahve vs. oyun yerleri ile fuhsiyatla istigal eden kadinlarin bulunduklari yerlerin kapatilmasi için de yine imamlardan yardim istenmektedir. Bu emirlere uymayanlarin hapsedilmesi isinde de kadiya yardim etmek üzere mahalle imamlari ile kethüdalarin görevlendirildigi adi geçen belgeden anlasilmaktadir.

    Osmanli döneminde mahalle imamlarinin birçok görevi bulunmaktadir. Mahalle teskilâtinin basinda bulunan imamlar, mahallelerinde inzibati saglamak için siki tedbirler almak zorunda idiler. Bu inzibat ve güvenlik sebebiyle özellikle Istanbul halki birbirine kefil ettirilirdi. Kefilsiz olanlar mahallelerde barinamadiklari gibi, Istanbul'da bes yildan az oturanlar da geldikleri memleketlerine geri gönderilirlerdi. Mahallede kefilsiz oturanlar ile bes seneden az kalanlarin arastirilip ortaya çikarilmasi tamamiyla imamlara ait bir görevidir.

    Mahalle halki tarafindan biriktirilip imama teslim edilen ve "avariz akçasi" denilen bir nevi yardimlasma sandigi vardi ki, burada biriktirilen para ile mahalledeki hasta ve fakirlere yardim edilirdi. Imamlar, bu parayi çalistirmak suretiyle fakirlere yardim ettikleri gibi, câmi ve mescidin ufak tefek ihtiyaçlarini da görürlerdi. Son senelere kadar devam eden bu faaliyet sayesinde memleket fukarasina önemli derecede yardim yapiliyor, az da olsa onlarin sikintilari giderilmeye çalisiliyordu. Ancak Kavalali Mehmet Ali Pasa ile çikan harpte bu para, devlet tarafindan alinarak askerin masraflarina harcandi.

    Çesitli belge ve kroniklerin bildirdiklerine göre mahalle aralarindaki sokaklarin süpürülüp temizlenmesinden mahalle halki; çarsi ile pazarlardaki sokaklarin temizliginden de esnaf sorumlu tutulurdu. Nöbetlese ve bazan da imece suretiyle halka bu hizmeti gördürmek mahallede imam, çarsi ve pazarlarda da esnaf kâhyalari tarafindan yerine getirilirdi.

    Imamlarin bu görevleri o kadar önemli ve devamli bir hal almisti ki, sehir merkezinde kadilik müessesesi büyük bir sarsintiya ugrayip fonksiyonunu yitirdigi halde, o müessesenin alt kademedeki temsilcisi olan mahalle imamlarinin durumu o kadar sarsilmamistir. Bununla beraber, memlekette bu derece önemli hizmetler ifa etmis olan imamlarin yetkileri zamanla daraltilmistir. Bu durum Tanzimat (1839)'a takaddum eden senelere kadar uzanmaktadir. Tanzimat'a dogru mahalle yöneticisi statüsündeki imamlarin, din isleri disinda yönetim ve diger dünya isleri ile mesgul olmalarini önlemek için, danismalari gereken ve halk tarafindan seçilen birkaç muhtar verilmistir. Böylece 1829'da baslayan bu muhtar seçme isi, asirlarca mahalle islerinin yönetimini üstlenen imamlarin bu vazifelerine son vermeye baslamistir. Türkiye'de Cumhuriyet'in kurulmasi ile de imamlarin vazifesi sadece camiye hasredilmistir.

    Gazete, radyo, televizyon vs. gibi nesir araçlarinin bulunmadigi bir dönemde devlet her türlü emir ve yasaklarini imam ile câmi vasitasiyle halka bildiriyordu. Bu sayede devlet,memleketin her yerine ayni zamanda (yatsi namazi vakti) istedigi emri ulastirabiliyordu. Çünkü mahallede, ergenlik çagina gelmis bulunan bütün erkeklerin yatsi namazi vaktinde camide toplanacaklarini bilirdi. Bildirilmesi istenen bir emrin mevcudiyeti halinde imam, günün son ibadeti olan yatsi namazini müteakip: "Ey cemaat dagilmayiniz, hükümetin emri vardir, simdi söyleyecegim" der ve kendisine verilen emri ilan ederdi.

    Günümüzdeki vazife, yetki ve selâhiyetini çok iyi bildigimiz imamlik, asirlarca Isâm âleminde önemli rol oynamis mühim bir memuriyetti.

    Önemli bir memuriyet oldugundan, resmen tayin edilmemis olnalarla köy veya mahalle halki tarafindan gayri resmî olarak bu vazifeye getirilenlere "imam" ismi bile verilmemektedir. Vesikalarda "namazci" adi verilen böyle kimselerin durumunu belirten uzunca bir vesikayi buraya almak istiyoruz. Böylece hem imamlarin hem de toplumun dinî ve sosyal hayati hakkinda bilgi vermis olacagiz.

    "Mafharü'l-kudat ve'l-hukkâm ma''denü'l-fadli ve'l-kelâm Mevlâna Vize kadisi zîde fadluhû tevki'i refi-i hümayunum vasil olicak malum ola ki haliya taht-i kazanda vaki' olan Abdi köy demekle ma'ruf karye halki ve kaza-i mezburun sair ahalisi evkat-i salatta tekâsül ve eday-i feraiz ve vacibatta tesahül gösterüp ve ekser mesacid haraba müsrif olup tamir ve termim olunmayup ve bazi eimme Kur'an-i Azim-i sihhat üzre kiraatina kâdir ve erkân-i salata âlim olmayup ve bazi dahi ser'an imameti münafi bazi ef'al ve akval ve evsaf ile maruf ve mevsuf iken imamet eyledikleri pâye-i serir-i a'laya arz olunmagin buyurdum ki hükm-i serif-i lazimü'l-itbaim vardukta bizzat mübaseret idüp bu hususu ayan-i vilayetten bî garaz müslümanlar mahzarinda ser'le teftis ve tetebbu' edüp göresiz. Vaki ise târik-i salat olanlari tenbih ve tehdid edüp evkat-i hamsede eday-i salat (namazi terk edenleri) ittüresiz. Temerrüd ve inad idenlerin ser'le haklarindan gelesiz ve harap olan mesacidi dahi mütevellilerine telif idüp mahsul-i evkaflari ile tamir ve termim ittüresiz. Ve vakfi olmayup sehirde vaki' olan mesacidi ehl-i mahallesine ve kurada olani ehl-i karyesine tamir ve termim ittürüp muhtac-i arz nesne vaki olursa yazup bildiresiz. Ve eimmeden (imamlardan) sol ki Kur'an-i Azim'in sihhat üzre kiraatina kadir veya erkân-i salâta âlim olmayup yahud ser'an imameti münafi bazi ef'al ve akval ve evsaf ile maruf ve mevsuf oldugu tamam zâhir ve malum olivereni mehma emken Kur'an-i Azimin sihhat üzre kiratina kadir ve müberra imamete elyak... kimesnelere tevcih idüp Asitane-i saadet penahiden arz idesiz. Amma hakk-i sahiha tabi olup garaz ve taassubtan ve bu bahane ile kimesnenin bî-gayri vech-i ser'i irzina ve malina halel gelmekten ve bi'l-cümle emr-i serifime muhalif is olmaktan be-gayet hazer ve ihtiyat idesiz. Ve bunun gibi husus oldukça vilayet kadilari taht-i kazalarinda "namazci" deyü bir kimesne tayin iderlermis reayaya teaddi olur imis. Imdi namazci tayin olunmaga emrim yoktur. Bu husus içün namazci deyü kimesne tayin etmeyüp ferman-i serifim muktezasinca emr olunan nesneleri kendin bizzat görüp... Receb 953.

  6. Alt 09-23-2008, 16:06 #456
    Sarax Mesajlar: 678
    XV ve XVI. ASIRLARDA OSMANLILARDA ILMI HAYAT

    Toplumlarin, düsünce, anlayis ve davranislari üzerinde büyük ölçüde etkisi oldugunu bildigimiz dinler, onlarin, daha önce bagli bulunduklari sistem, anlayis ve hareketlerini de degistirirler. Nitekim, Müslüman olmadan önceki anlayis, davranis ve hareketleri ile Islâm dinini kabulden sonraki hareket ve anlayislari arasinda büyük farkliliklar bulunan Türkler'deki bu degisikligi, ancak din faktörü ile izah edebiliriz.

    Islâm medeniyeti içindeki yerlerini aldiklari andan itiaren, hareket ve müesseselerini bu dinin emir ve prensiplerine uydurmaya çalisan Müslüman Türkler, bu sâyede ilmin gelismesine hizmet etme imkânina kavustular. Gerek Osmanli öncesi, gerekse Osmanli döneminde böyle bir gelismeye hizmet etmek, Islâm'in ilme verdigi degeri anlamakla mümkün olmustur. Bu bakimdan, Osmanlilari, XV ve XVI. asirlarda ilim ve bunun sonucu olarak ortaya çikan gelismelere yönelten faktörden, baska bir ifadeyle Islâm'in ilme verdigi degerden biraz bahsetmek istiyoruz. Böylece, Osmanli dünyasinin her bakimdan gelisme gösterdigi bu asirlardaki uygulamalarinin ilmî hayata yansimasini ve sebeplerini görmüs olacagiz.

    Bilindigi gibi Kur'an, ilk âyeti ile ögrenmeyi emreden bir dinin kitabidir. Bu Kitab'in gönderildigi peygamber de ümmetine bu yolda talimat veriyordu. Kitab ve Sünnet'in okuma ve ögrenme ile ilgili emirlerini gözönünde bulunduran Müslümanlar, daha Islâm'in ilk yillarindan itibaren ögrenmek için bütün imkânlarini seferber ediyorlardi. Baslangiçta bu imkânlar, daha ziyade dinî alanda kullaniliyordu. Zira bu bilgilerin bir kismi günlük, bir kismi haftalik, bir kismi aylik, bir kismi da senelik ibâdetleri için gerekliydi. Bu bilgiler olmadan ibâdet yapilamazdi. Bununla beraber, ibâdetler için gerekli olan bilgilerin sadece dinî bilgiler olmadigini da belirtmek gerekir. Zira namaz kilmak veya oruç tutmak isteyen bir Müslüman, basini yerden kaldirip gökleri arastirmak ve ay ile günesin hareketlerini takip etmek zorundadir. Böylece basit bir sekilde de olsa bir astronomi bilgisine; Zekât vermek isteyen bir baskasi matematik bilgisine; Hacca gitmek veya namaz için kible yönünü tayin etmek isteyen bir digeri de en azindan cografya bilgisine sahip olma zaruretini duyar.

    Islâm âleminde, astronomi ve matematik gibi ilimlerin gelismesi için en büyük tesvik, ibâdetlerin yerine getirilme zamanlarinin tayini ile ilgilidir. Bu bakimdan matematik, astronomi ve özellikle küresel geometriye ihtiyaç vardi. Nitekim, Ramazan ayi ve bayraminin baslangicinda Hilal'i görme çalismalari, Müslüman matematikçi ve astronomlarin en önemli islerinden biri olmustu. Ayrica bu tür özel problemleri çözmek için çok daha kompleks bir küresel geometrinin kurulmasi, bu arada ibâdetlerle ilgili iki problemin çözümü için bu geometrinin tatbiki gerekiyordu. Bunlardan biri, Dünya'nin herhangi bir yerinden Mekke'nin bulundugu (kible tayini için) yönünün belirlenmesi, digeri de günde bes defa kilinan namazin, vakitlerinin Günes'in hareketine göre tesbit edilmesiydi. Bu konularda kesin hesaplamalar yapabilme için gökküre üzerindeki üçgenlerin bilinen açi ve kenarlarindan hareketle, bilinmeyenlerini bulmak gerekiyordu. Batlamyus'un metodunun kullanilisli olmamasi yüzünden, Müslüman matematikçi ve astronomlar, daha basit trigonometrik metodlara ihtiyaç duyuyorlardi. Bunun bir sonucu olarak IX. asirda bugün de kullanilan alti trigonometrik fonksiyon tarif edilmisti. Bunlar, sinüs, kosinüs, tanjant, kotanjant, sekant ve kosekant fonksiyonlari idi. Batlamyus zamaninda bunlarin hiç biri bilinmiyordu. Bu alti fonksiyondan besi kesinlikle Islâm kökenli olup, sadece sinüs fonksiyonunun Hintlilerden alindigi söylenebilir.

    Öyle zannediyorum ki Osmanli döneminde bu ilim dalinin (astronomi) gelisme seyrini takib edebilmek için iki âlimin ismini zikretmek kâfi gelecektir. Bunlardan biri, Fâtih Sultan Mehmed dönemindeki Ali Kusçu, digeri de Sultan III. Murad döneminin büyük astronomu Takiyüddin b. Mehmed b. Maruf'tur.

  7. Alt 09-23-2008, 16:06 #457
    Sarax Mesajlar: 678
    Gerek Kur'an, gerekse hadislerden bir kisminin açiklanabilmesi, tarih ve metodolojisini bilmeye baglidir. Zira âyetlerin "sebeb-i nüzûlü" ve hadislerin "sebeb-i vürûdu"nun bilinmesi, âyet ve hadislerin yorumlanmasinda büyük faydalar saglar. Bu da tarih ilmine olan ihtiyaci ortaya çikarir. Ayrica Kur'an'in 1/3 (üçte biri) ne yakin bir kisminin ibret alinmasi için tarihle ilgili olmasi, Müslümanlarin tarihle ilgilenmeleine sebep olmustur. Nihayet bazi hadislerin genel anlamda ilmi tesvik etmeleri, Müslümanlarin asirlar boyu her türlü ilmî faaliyet ve arastirmalarda bulunmalarina vesile oluyordu. Çesitli arastirmalarimizda konu ile ilgili âyet ve hadislere temas edildigi için burada bunlara deginmek istemiyoruz.

    Gerçekten Islâm, fark gözetmeden, insan ve insanliga faydali olacak egitim ve ögretim faaliyetlerinin devam edip gelistirilmesini emreden bir dindir. Bu mânâda ona göre ilimler arasinda fazla bir fark yoktur. Zira Islâm, hayatin bütün safhalarini kapsayan ve insani bütün yönleri ile ele alan bir dindir. Bu bakimdan, bazi din ve felsefî sistemlerde oldugu gibi belli bazi ilimlerle ugrasip digerlerini bir kenara atmaz. Nitekim, Bati dünyasinda asirlarca horlanan ve Allah ile Kilise'nin gazabina sebep olarak gösterilen tip ilmi, bizzat Hz. Peygamber tarafindan tasvib görmüstür. Bilindigi gibi, onun, daha sonra "Tibbu'n-Nebevî" diye basli basina eserlerin yazilmasina konu olacak hadisleri, küçümsenmeyecek bir yekûn teskil ederler. Keza onun, Hendek Savasi esnasinda yaralilar için kurulan "Rüfeyde Çadiri"na tedavi maksadiyla kaldirilmalarini emretmesi, Islâm Hastahane tarihinin, onun zamanina kadar çikarilmasina sebep olmustur. Bunun içindir ki, Islâm dünyasinin daha ilk asirlarindan beri hastahane kurma ve tipla mesgul olma, âdeta bir gelenek haline gelerek devam etmistir. Bu gelenek, gerek Müslüman Arap dünyasinda, gerekse Müslüman Türk dünyasinda uzun süre devam etmistir. Zira bu müesseseleri kurup gelistirenler, insanlarin izdirabini hafifletmeye ve onlara sifa dagitmaya çalisiyorlardi. Bu gaye için onlar, özel tip medreseleri kurup adina da "Dâru't-Tib" diyorlardi. Islâm dünyasinda ilim ve ibâdet, birbirlerinden ayrilmayan iki unsur olarak kabul edildigi için, tib ilmi ve hastahanelerle ilgilenmek bir emir gibi telakki ediliyordu. Bu sebeple Islâm âleminde tibbî önemli bazi kesiflerin yapildigi görülür. Kan dolasiminin kesfi ile bazi mikrop ve ilaçlarin bulunmasi bu konuda akla ilk gelenler olarak zikredilebilir. Benzer gelismelerin, Osmanlilarin daha ilk zamanlarinda basladigini görüyoruz. Nitekim Osmanli medreseleri içinde özel ihtisas gerektiren müstakil "Dâru't-Tib"larin kurulmus olmasi, ifade etmeye çalistigimiz bu gerçekleri dogrulamaktadir.

    Islâm âleminde, tercümeler devri (IX. asir, Me'mun devri) diyebilecegimiz dönemden hemen sonra, bilimlere karsi büyük bir istiha uyanmisti. Bu istihanin bir sonucu olarak müsbet ilimler alaninda önemli gelismeler meydana gelmisti. Bu sebeple, dönemi izleyen çaglarda bilim ve bilgi üretmede Müslümanlar öncü olmuslardi. Müslümanlarin bilimlere yaptiklari katkilar ile gerek Ortadogu'da, gerek Ispanya'da kurduklari bilim akademileri, semsiyyeler (rasathaneler) ve medreseler (üniversiteler) Avrupa'da Rönesans denilen dönemi hazirlamislardir. Söz konusu müesseseler, Avrupa için daha sonraki yüzyillarda taklid edilip gelistirilen prototipleri olusturmustur.

    Büyük bilim tarihçisi George Sarton'a göre M.S. 750 - 1100 yillari arasinda her 50 yil o döneme bilimsel katkilari ile hakim olmus veya damgasini basmis olan bir ya da birkaç büyük Müslüman bilim adaminin ismiyle anilmaya layiktir. Sarton'a göre: 750 - 800 arasina "Câbir çagi", 800- 850 arasina "Harizmî çagi", 850 - 900 arasina "Râzi çagi", 900 - 950 arasina "Mes'udî çagi", 950 - 1000 arasina "Ebu'l-Vefa çagi", 1000 - 1050 arasina "Beyrûnî ve Ibn-i Sina çagi" ve 1050 - 1100 arasina da "Ibnü'l-Heysem ve Ömer Hayyam çagi" demek gerekir. 1300'e kadarki dönemde ise, Sarton'a göre elliser yillik bilim çaglarina artik Avrupa kökenli bilim adamlarinin da isimleri izafe edilmektedir. Ama bu arada da onlarla birlikte Ibn Rüsd, Nâsirüddin Tûsî ve Ibnü'n-Nefis de zikredilmektedir.

    Briffault'a Making of Hummanity isimli eserinde: "... Ilim diye isimlendirdigimiz olay, Avrupa'ya Araplarca getirilen deney, gözlem ve ölçüm metodlarinin sonucu olarak dogmustur. Ilim, Islâm medeniyetinin dünyaya en önemli armaganidir" ve George Sarton'a da "Orta çagin temel fakat bir o kadar da az bilinen basarisi, deney ruhunun uyandirilmasidir ki bu, herseyden önce, XII. yüzyila kadar Müslümanlarin sayesinde olmustur" dedirten Islâmin gelistirip yücelttigi ilim, acaba Islâm ülkelerinde XII. yüzyildan baslayarak niçin gerilemistir? Bunun, bütün Islâm âlemi gözönünde tutuldugunda, zahirî iki ve batinî olarak da bir sebebi vardir. Ayrica Osmanlilari ilgilendiren bir üçüncü sebep daha bulunmaktadir. Bunlar: 1. Bagdad'in Mogollarca talan edilip Abbasî halifeliginin çökmesidir. Mogol istilasi, bilim adamlarini koruyan pek çok hamiyetli emîrin mülkünü tarumar etmisti. 2. VIII. Yüzyildan itibaren mezheplerin ortaya çikmasi ve artik her seyin mezheplere göre düsünülüp tenbellige alisilmasidir. Osmanlilarda ise ilmiye sinifi ile bu sinifin disinda kalan âlimler arasindaki çekismedir.*

    Daha önce de belirtildigi gibi Türkler, Islâmiyet'i kabul edip bu dinin medeniyet hâlesi içine girdikten sonra, yasantilarini bu dinin emirlerine göre düzenlemeye çalistilar. Ilmî düsünce ve ahlakî mevzularda dinin emirlerini rehber edindiler. Baska türlü davranmalari da mümkün degildi. Zira Kur'an ve Sünnet'in bu konudaki emirleri kesindi. Bu sebeple Müslüman Türk dünyasinda, dönemlerine göre bilinen ilimlerin her bransinda söz sahibi olan, eser yazan ve birçok ögrenci yetistiren âlimler ortaya çikti. Devletin en üst kademesinde bulunan hükümdarlar tarafindan da her türlü iltifata mazhar olan bu bilginler, yazdiklari eser ve yetistirdikleri talebeler vâsitasiyle asirlarca dünyaya isik tuttular.

    Osmanli döneminin XV ve XVI. asirlarinda gerek günümüzde müsbet denilen gerekse dinî ilimlerin her subesi ile mesgul olan bilginler, belirtilen sahalarda fikir, düsünce, eser ve talebeleri ile zamanimiza kadar tesir etmeye devam etmektedirler. Bunlarin sayilari o kadar çoktur ki, insan bunlarin hangisinden bahsedecegini âdeta sasirmaktadir. Eskilerin tabiri ile böyle bir seçim, denizdeki baliklari saymaya kalkismaya benzer. Keza bu, rengarenk çiçeklerle dolu ve adeta süslenmis bir bahçeden alinacak çiçekler hakkinda bir seçim yapmaya benzer. Buna göre biz, simdi Fâtih döneminin din, hukuk, tip, matematik ve edebiyatçilarindan mi bahsedecegiz, yoksa onun, Akkoyunlu Hükümdari Uzan Hasan'in elçisi olarak Istanbul'a gelen ve kendisi ile tanisan astronomi ve matematik âlimi olan Ali Kusçu (öl. 1474)'yu Istanbul'a davetinden mi söz edecegiz? Istanbul'a gelmek üzere yüz kisilik maiyeti ile birlikte Osmanli topraklarina girdigi andan itibaren her konak yeri (menzil) için bin akça gibi o günün ekonomik ve sosyal sartlarina göre gayet yüksek bir meblagin tahsis edildigi Ali Kusçu, Osmanli ülkesinde matematik ve astronomi ilimlerinin yayilmasini saglamisti. Onun açtigi matematik okulundan Mirim Çelebi (öl. 1525) gibi bir matematikçi yetismisti. Yoksa bütün bunlari bir kenara birakip II. Bâyezid döneminin, Hammer'in ifadesi ile altmis (60) büyük hukukçunun yaninda, tipta Hekim Sah, matematikte deyine Mirim Çelebi'den mi söz etsek? Veya bu dönemin tarihçilerinden olan Nesrî ile Idris-i Bitlisî'den mi bahsedecegiz? Yoksa güzel sanatlar subesinin, ismine layik nefasette eserler veren ve yeni bir çigir açip bu sahada ekol sahibi olan Seyh Hamdullah'tan mi söz edecegiz?

    Âlimler denizi diyebilecegimiz Osmanli döneminin XV ve XVI. asirlari içinde bir seçim yapmak pek kolay olmayacaga benzer. Bununla beraber, sözü edilen asirlari "Türk asirlari" haline getiren ve ilmî gelismelerde hizmeti geçenleri, Tasköprülüzâde Isâmeddin Ahmed Efendi'nin Sakaik-i Numanîye ile daha sonra yapilan zeyilleri, Süleyman Sa'deddin Efendi'nin Devhatu'l-Mesayih'i, Bursa'li Mehmed Tahir'in Osmanli Müellifleri, Mahmud Karakas'in Müsbet Ilimde Müslüman Âlimler (Ankara 1991), Osman Sevki'nin Bes Buçuk Asirlik Türk Tababeti Tarihi, Franz Babinger'in Osmanli Tarih Yazarlari ve Eserleri ile Nuri Çaliskan'in henüz basilmamis epey hacimli eseri olan Osmanli Imparatorlugu'nda Fen Ilimleri ve Yetisen Bilginler (Kurulustan m. 1700'e kadar) gibi eserlerinde görmek mümkündür. Bu eserler, Osmanli döneminin çesitli ilimler sahasinda söhret olan ve eserleri ile zaman zaman üniversitelerimizde okutulan âlimlerin ne kadar çok oldugunu göstermek bakimindan örnek olarak gösterilebilirler.

    XV. Yüzyilin ikinci yarisi, Osmanlilardaki kültür hayatinin en yüksek oldugu devirlerden biridir. Tahsilleri yüksek olan Fâtih Sultan Mehmed ile oglu II. Bâyezid, devlet erkânindan Mahmud, Karamanî Mehmed, Fenarîzâde Ahmed, Çandarlizâde Ibrahim ve Veliyüddin oglu Ahmed, Tazarruat sahibi Sinan, Cezerî Kasim Pasa'lar, gibi kiymetli âlim vezirler, gerek Osmanlilardaki ve gerekse disardan gelmis olan muhtelif âlim ve sairleri himaye eylemislerdir. Bunlardan baska, devrine göre iyi yetistirilmis olan Osmanli sehzâdeleri, bulunduklari sancaklarda etraflarina âlim ve edipleri toplamislardi.

  8. Alt 09-23-2008, 16:06 #458
    Sarax Mesajlar: 678
    Edebî hayat, Istanbul, Edirne ve Bursa'dan baska, sehzâde sancaklarinda, Bagdad, Diyarbakir, Konya ve Rumeli'de, bir ilim merkezi haline gelmis olan Üsküp ile Yenice-i Vardar'da da inkisaf ediyordu. Bunun en önemli sebebi buralarda sair ve edipleri himaye eden sahsiyetlerin bulunmalari idi. Uzunçarsili, bu dönemin edip ve sairleri hakkinda daha fazla tafsilat vermek suretiyle, belirtilen dönemdeki eserlerden uzun uzadiya bahseder. Bu dönemde benzer bir gelisme de riyaziye denilen matematik sahasinda olmustur. Nitekim Osmanli medreselerinin en alt seviyesi olarak kabul edilen Hâsiye-i Tecrid medreselerinde hesap ve eskâl-i tesis denilen hendese (geometri) ile kozmografya okutulmaktaydi. Ali Kusçu Istanbul'a geldigi zaman bu medrese derslerinden baska ayri bir kurs açarak riyaziye (matematik) okutmustu. Hatta Sinan Pasa, Ali Kusçu'dan riyaziye ögrenmek için talebelerinden Tokatli Molla Lütfi'yi göndermis, o da ögrendiklerini hocasi Sinan Pasa'ya ögretmisti. Nitekim Sakaik-i Numanîye'de bu konu anlatildiktan sonra "Mevlana Sinan Pasa, bu tarikle ulûm-i riyaziyeyi itmam ve ikmal eyleyüp" denilerek Sinan Pasa'nin bu sayede matematik ilmini ögrendigini, ayrica bununla da yetinmeyip Kadizâde-i Rumî'nin Çagmînî'ye yazdigi serhe de hasiye yazdigina isaret eder.

    Bilindigi gibi, Bursa'li Kadizâde-i Rûmî denilen Musa Pasa, büyük bir Türk matematikçisi ise de ilmî tahsilinin bir bölümü ile, ders okutmasi Osmanli diyarinda olmayip Semerkant'ta olmustur. Yalniz XV. yüzyilin son yarisinda Osmanli medreselerinde okutulan riyaziye (matematik) dersleri Kadizâde-i Rûmî ekolünün Ali Kusçu vâsitasiyle devamindan baska bir sey degildir.

    Osmanlilar, bütün ilmî müesseselerde oldugu gibi sihhî ve tibbî müesseseler de açmislardir. Onlar bununla kalmamis, ayni zamanda bu islerle mesgul olanlari da himaye etmislerdi. Böylece onlar, saglik hizmetlerine de ehemmiyet verdiklerini göstermislerdi. Bu maksatla ülkelerinin disindan gelen âlimleri de tesvik etmislerdi. Ileride bu konuda biraz daha teferruatli bilgi verilecegi için burada üzerinde fazla durmadigimizi belirtmekle yetinmek istiyoruz.

    Öyle anlasiliyor ki Osmanlilar, ilim tahsiline büyük bir önem veriyorlardi. Bu sebeple daha devletin ilk yillarindan itibaren medrese ile egitim ve ögretim faaliyetlerinin devami için vakiflar kurmuslardi. Bu sâyede gerek hoca, gerek ögrenci ve gerekse diger hizmetliler, malî bakimdan sikinti çekmiyorlardi. onlarin karsilasabilecekleri sikintilari, dönemin imkânlarinin elverdigi ölçüde ortadan kaldirmaya çalisiyorlardi.

    Osmanlilarin, ilim adamlarina olan ragbetleri ve onlari himayeleri, daha kurulus yillarindan itibaren bilindigi için disardan da pek çok kimse buraya gelmeye basladi. Bu dönemlerde "Âlimler Yuvasi" diye isimlendirilen Iznik sehri, medreseleri ile bir ilim merkezi haline gelmisti. Bu merkezin yetistirdigi ve Osmanlilarin ilk Seyhülislâmi ünvanini alan Molla Fenarî, "Câmiu Husuli'l-Bedayi fî Usûli's-Serayi"adli muazzam eserini tam otuz yilda tamamladi. Basilmis olan bu eser, fikih usûlüne dairdir. Çaliskanligi, bilgisi ve takvasiyle Osmanli Devleti'nin en buhranli devrinde halki etrafina toplayabilmis olan Molla Fenarî, devrin hükümdarlarinin iltifatlarina mazhar olmustu.

    Osmanli Devleti'nde, ilim adamlarina gösterilen itibar, birçok bilginin (âlim) Iran, Turan, Horasan, Dagistan, Hindistan, Buhara, Haleb, Sam, Misir ve Karaman gibi yerlerden kalkip Istanbul'a gelmelerine sebep oluyordu. Böylece Istanbul, âlimlerin akinina ugrayan bir merkez haline geldi. Fâtih Sultan Mehmed'in, Istanbul'u feth eder etmez "Sahn-i Semân Medreseleri"ni tesis ettirmesi ve bunlar için genis vakiflar tahsis etmesinden sonra, devlet merkezi oldugu gibi ilim merkezi haline de gelen Istanbul'da, pâdisahlar basta olmak üzere sultanlar, vezirler, ilim adamlari, bazi saray mensublari ve zengin halk tarafindan pek çok medrese insa olunmustu. Sadece, Mimar Sinan'in bas mimarligi sirasinda Istanbul'da yapilan medreselerin sayisi, 6'si Süleymaniye Medreseleri olmak üzere 55'i bulmaktadir. XVII. asrin son çeyregi basinda ise Istanbul'daki medrese sayisinin 126'ya ulastigi görülmektedir. Gerçekten, Osmanlilarda Orhan Gazi'nin kurdugu Iznik Medresesi ile mütevazi bir baslangiç yapilmisti. Bunlara (medreselere) tahsis edilen ve önemli bir gelirin elde edilmesine vesile olan vakif sistemi, bir devlet politikasi olarak tesvik edilmisti. Bu sebeple kisa sürede Osmanli ülkesinde birçok medrese kurulmustu. Bununla beraber XV. asir ortalarinda Fâtih'in insa ettirdigi Sahn-i Semân medreseleri (insasi 1463-1471) ile bundan bir asir sonra Kanûnî'nin insa ettirdigi Süleymaniye Medreseleri (insasi 1550-1557), Osmanli ilim hayatinda iki önemli dönüm noktasini teskil etmislerdir. Bunlar, fizikî görünümleri, sahip olduklari maddî imkânlari ve nihayet egitim programlari ile kütüphânelerinin zenginligi bakimindan en üst seviyeyi temsil etmislerdir.

    XV ve XVI. asirlarda Osmanli anlayisina göre problem, sadece medrese binasi insa edip ona gelir getiren vakiflar tahsis etmekle de bitmiyordu. Zira buralarda okutulacak dersler, müfredat programlari ve takib edilecek egitim-ögretim metodu da önemliydi. Osmanli'nin o asirlardaki anlayisini ve gelismisligini ortaya koyabilmek için basitçe Sibyan Mektepleri'ne bakmak yeterli olacaktir. Fâtih Sultan Mehmed, medrese teskilâtini kurarken Eyüp ve Ayasofya'da açtigi iki medresede Sibyân Mektepleri'nde ögretmenlik yapacaklar için ayri dersler koydurmus ve bu dersleri görmeyenleri adi geçen mekteplerde ögretmenlik yapmaktan men etmistir. Bu dersler, Arapça Sarf ve Nahiv, Edebiyat (meâni, beyân, bedi) Mantik, Muhasebe âdabi ve Tedris usûlü, Münakasali Akaid (Kelâm ilmi), Riyaziyat (Hendese ve Heyet)tir. Fâtih'in, bu programinin ne kadar ileri oldugu açikça görülmektedir. Matematigin, Avrupa'da ders programlarina giris tarihinin 1890 oldugunu düsünürsek, Osmanli egitim ve ögretim programlarinin ne kadar ileride oldugunu daha iyi degerlendiririz.

    Gerek medrese, gerekse diger müesseseler bakimindan meydana gelen bu gelismeler, sadece Istanbul'da degildi. Halki tamamen gayr-i müslim olan Rumeli'de bile benzer müesseseler o kadar sür'atle kuruldu ki, fetihten 15 sene sonra buralari görenler, Osmanli idaresine geçmis olan yerlerin hemen tamaminin Müslüman Türk sehri haline geldigini görüp hayret etmislerdir. Nitekim XVI. asrin sonlarina dogru Sofya'da 53 câmi ve mescid, 40 mektep; Filibe'de 53 câmi, 70 mektep, 9 medrese, 11 tekke, 9 Dâru'l-kurra; Eski Zagra'da 17 câmi, 42 mektep; Vidin'de 24 câmi, 7 medrese, 11 mektep, 7 tekke; Lofça'da 30 câmi, 6 mektep; Sumnu'da 50 câmi; Varna'da 41 câmi; Silistre'de 40 câmi, 40 mektep, 8 medrese; Tirnova'da 26 câmi, 20 mektep, 10 tekke; Mostar'da 47 câmi, 11 mescid, 40 mektep ve 7 medresenin tesbit edilebilmesi, vakiflarla Islâm ve Türklestirme faaliyetlerinin nasil bir hizla yürütüldügü konusunda kesin bir fikir vermektedir.

    XV ve XVI. asir Osmanli dünyasina bakildigi zaman bu dünyada, döneminin bilinen her müessesesinin gelisip tekamül ettigi görülür. Bu gelisme, sadece maddî müesseselerde degil, onlara ruh ve hayat veren anlayislarda da görülür. Adalet, günümüzde hosgörü denilen müsamaha, baskalarina yardim, fazilet ve hayirli seylerde yarisma (vakiflar gibi) gibi manevî hasletleri burada zikredebiliriz. Bu anlayisin sebep oldugu hayat tarzinda, sosyal hayat, ekonomik gelisme, askerî, idarî, adlî, siyasî, mimarî, edebî, musikî, tip ve egitim sahalarinda da büyük bir gelismeye sahid olunmaktadir. Arsivlerimizde bulunan belgeler, mahkeme kararlarinin yazildiklari ser'iyye sicilleri, vakfiyelerdeki bilgiler ve hâlâ ayakta duran canli birer sahid olan mimarî eserler, Osmanli döneminin XV ve XVI. asirlarinin niçin "Türk Asirlari" ismine layik olduklarini ortaya koymakla kalmiyor, ayni zamanda günümüzde gelismis veya gelismekte olan birçok devlete örnek olarak modellik yapmaya da devam ediyorlar. Biz burada,Yavuz Sultan Selim'in, Misir seferindeki ikmal ve lojistik uygulamasinin askerî bakimdan nasil örnek oldugunu, Ser'iyye Sicillerindeki kayitlarda bulunan mahkemelerdeki "Suhûdu'l-hal"in, nasil jüri olarak karsimiza çiktigina ve XVI. asirda Istanbul'daki et ihtiyacinin giderilebilmesi ile ilgili belgelerden elde edilen bilgilerden nasil istifade edildiginden bahsetmeyecegiz. Ancak, vakfiyelerde de rastladigimiz ve günümüzün modern tibbini ilgilendiren bir gazete haberinden örnek vermek istiyoruz.

    26 Mayis 1996 tarihli Milliyet Gazetesi'nin dördüncü sayfasindaki haberde, hastaliklarin musikî ile tedavisi hakkinda söyle deniyor: "Türk müzigi ile tedavi yönteminde Almanya'da 25 denek üzerindeki çalismalarin olumlu sonuç verdigi belirtildi. Uzmanlar, Türk müzigi dinletilen ve beyin dalgalari filme alinan deneklerin, tedaviye olumlu reaksiyon gösterdigini açikladi. M.Ü. Türkiyat Arastirmalari Enstitüsü Ög. Üyesi ve Etnomüzikoloji Merkezi Baskani Y. Doç. Dr. Rahmi Oruç Güvenç, Viyana Üniversitesi Müzik Psikolojisi Bölümü ve Köln Spor ve Sanat Akademisinde Türk müzigi ile tedavi çalismalari yapildigini kaydetti. Güvenç "Trakya Üniversitesi'nde bir bölümün açildigini 4 yabanci ögrencinin buradan mezun oldugunu, Avrupa'da endokrik sistemle Türk müziginin iliskisi de arastirilmaya baslandigini açikladi. Bu arastirma ile müzigin iç salgi bezlerini ne gibi degisiklige ugrattigi ortaya çikacak dedi. Gazete haberini su sekilde devam ettirmektedir:

    "Dinle iyiles:

    Rast :Felc, bas ve göz agrilarina

    Buselik: Kulunç ve bel agrilarina

    Ussak: Uykusuzluk

    Rehavî: Sirt agrisi

    Hüseynî: Kalp, karaciger, mide ve sitma

    Hicaz: Böbrekler

    Zirefkent: Mafsal agrilari

    Isfahan: Atesli hastaliklar

    Nevâ: Kadin hastaliklarina."

    Günümüz üniversitelerinde arastirmaya konu olan müzikle tedavi, XV. asir Osmanli dünyasinda uygulaniyordu. Nitekim Sultan II. Bâyezid, Kili ve Akkirman fethine giderken Edirne'de bir süre konaklar. Tunca Nehri'nin kenarinda 23 Mayis 1484 Cuma günü Câmi, Hastahane, Medrese, Imâret, Tophane, Hamam, Degirmen ve Köprüden ibâret büyük bir külliyenin temelini atar. O, bu külliye için de vakiflar tahsis eder. Müessesenin isleyisi için de bazi sartlar koyar. Buna göre:

    "Merhum ve magfur Bâyezid-i Veli, vakifnâmesinde hastalara deva, dertlilere sifa, divânelerin ruhuna gida ve def-i sevda olmak üzere on aded hânende (okuyucu) gulam tahsis etmistir ki, üçü hânende, biri nezyen, biri kemanî, biri musikarî, biri santurî, biri udî, olup haftada üç kerre gelerek hastalara ve delilere musikî fasli verirlermis. Yüce Tanri emriyle nicesi sarkidan ve sazdan yararlanir, hos hal olurlar. Hakka ki ilm-i musikîde Nevâ, Rast, Dügâh, Segâh, çargâh ve Suzinak makamlari onlara mahsustur. Ama makam-i Zengûle ile makam-i Bûselikte Rast karar kilsa âdeme hayat verir. Cümle saz ve makamlarda ruha gida vardir."

  9. Alt 09-23-2008, 16:07 #459
    Sarax Mesajlar: 678
    Bes Buçuk Asirlik Türk Tabâbeti Tarihi adli eserinde Osman Sevki musikî ile tedavi konusunda sunlari söylemektedir: "Türk tabâbeti, genislik ve kapsam itibariyle çok ileri idi. Türkler, tabâbet ve saglikla ilgili bulduklari bilgilerden uygun gördüklerini hemen alip uyguluyorlardi. Müzikle tedavi, Türk tabiblerinin icadi degildi. Bununla beraber bu tedavi tarzi, Türk tabiblerinin elinde gelisme gösterdi." Osman Sevki, Türk musikî âletleri hakkinda bilgi verdikten sonra haftanin belli gün ve saatlerinde hastahanelerde mehterhâne-i hakanî'nin çalindigini, ayrica hastahânelerin musikî takimlarinin bulundugunu ve buralarda çalin enstrümanlari da vererek Rast'in felce, Irak'in atesli hastaliklara, Isfahan'in zihin açikligi, zekâyi gelistirme, düsünce ve gönül baglarinin yenilenmesi arzu olunan hastalara, Rehâvî'nin bas agrisi ve hafakani olanlara uygundu. der.

    Osmanlilarda, sözü edilen dönemlerde özellikle akil hastalari musikî, su sesi ve çiçeklerle tedavi edilmeye çalisilirken XVIII. yüzyila kadar Avrupa'da, benzer hastaliklarin seytanla isbirligi yaptigina inanilarak öldürülmeleri ve hatta diri diri yakilmalari bilgisizlik ve dinî taassubun bir örnegi olarak zikredilebilir.

    Osmanlilarin, yukarida kismen temas edilen sahalardaki gelismislik ve dönemlerindeki dünya devletlerine göre olan üstünlüklerinin tamamindan bahsetmek elbetteki mümkün degildir. Ancak biz, ilmî gelisme ve ilerleme bakimindan Osmanlilarin XV ve XVI. asirlarindan, günümüzün deyimiyle klip sahneler halinde ve bir nebze bahsetmek suretiyle canli anektodlari gözler önüne sermeye çalisacagiz. Bir nebze diyoruz çünkü, belirtilen asirlarda yasamis ve ilmî gelismelerde katkisi bulunmus olan sahsiyetin hayatindan bahsetmek bile, basli basina bir eseri dolduracak kadar yer kaplar. Bu sebeple sadece birkaç kisiden kisaca bahsedecek, daha sonra da belli sahalardaki bazi isimleri vermekle yetinecegiz.

    Bahsedecegimiz bu sahsiyetlerden biri, babasindan sonra Osmanogullari'nin en bilgini olarak kabul edilen II. Bâyezid'dir. Onun hayat hikâyesi, döneminin ilmî anlayis ve gelismeleri hakkinda bize bir fikir verecektir.

    Sultan Bâyezid, sehzâdeliginden beri etrafina ünlü bilginleri toplayip kendisini yetistirmeye gayret etmisti. Ayni zamanda sair olan ve siirlerinde "Adlî" mahlasini kullanan Bâyezid'in bu siirlerinin büyük bir kismini (1256 kadar) gazellerin meydana getirdigi küçük hacimli divani Istanbul'da 1308'de basilmistir. Hat san'atinda da oldukça yetenekli olan II. Bâyezid'in, Uygur yazisini okumayi ögrendigi, biraz da Italyanca bildigi kabul edilmektedir. O, mükemmel bir tahsil görmüstü. Türkçe, Farsça ve Arapça'yi edebiyatlari ile ögrenmis, Islâmî Ilimler, Felsefe, Matematik ve Musikî tahsil etmisti. Türkçe'nin Çagatay lehçesi ile Uygur alfabesini ögrenmisti. Bestekâr, hattat ve sairdi.

    Onun, bilginler ve san'atkârlar için ayrilmis özel bir bütçesi vardi. Kendisine takdim edilen eserlerden degerli bulduklarinin müelliflerini tesvik ederdi. Dinî emirlere bagli bir hükümdardi. Bu sebeple ilim ve ilim adamlarini seviyor, ilmî gelismelere vesile olabilecek her çareye basvuruyordu. Bu çarelerin basinda da süphesiz ki dinî ve ilmî kurumlarin tesisi ile fizikî mekanlarinin saglanmasi geliyordu. Onun bu sekilde çalismasi, döneminin ileri gelen devlet adamlari ile zenginler için de itici bir güç oluyordu. Nitekim, hükümdarlarinin bu uygulamasini gören birçok vezir, imâret ve bunlara gerekli olan tahsisatlari temin etmislerdi. Bu münasebetle Ali ve Mustafa Pasa'larin isimleri zikredilmeye deger. O, saltanati müddetince ilim adamlarini, sair ve sanatkârlari himâye etmisti. II. Bâyezid, bu himâyenin karsiligini da nâmina yazilan birçok eserle almisti. Kendisine takdim edilen eserleri okumak, onun en büyük özelligi idi. Amasya'da maiyetinde bulunan Müeyyedzâde Abdurrahman Efendi'nin tavsiyesi ile Ibn Kemâl diye söhret bulan Ahmed Semseddin'e meshur tarihini yazdirmistir. Daha önce Akkoyunlularin hizmetinde bulunan ve Safevîlerin galebesi üzerine, Osmanlilara iltica etmis olan Idris-i Bitlisî'yi de himaye ederek ona meshur "Hest Behist" isimli tarihini kaleme aldirmisti.

    II. Bâyezid, güzel sanatlarin bir kolu olan hattatlikta da mahirdi. Amasya'daki valiligi sirasinda, Seyh Hamdullah'tan hat dersleri almisti. Nitekim, Seyh Hamdullah ile aralarinda siki bir münasebet bulunan II. Bâyezid, Seyh'in mânevî dünyasinda kendini bulurken, ayni zamanda dizinin dibinde hokkasini tutarak yazi mesk etmistir. Sultan Bâyezid'in, hatta olan meyli sâyesinde Amasya'da, Seyh'in etrafinda bir hat mektebi (ekol) dogmustu. II. Bâyezid, saltanata geçince Seyh, Istanbul'a davet edilerek, saray-i hümayuna hat hocasi olarak tayin edilir.

    Surasi bir gerçektir ki, onun döneminde ilim ve ilim adamlarina gösterilen himâye, ilmî gelismelerde etkili olmustur. Özellikle "Fikih" denilen Islâm Hukuk Ilmi, sür'atle gelismistir. Bu ilimle söhret bulmus birçok muhterem insan yetismistir ki, bunlardan bir kismi, elçilik dahil pekçok görevde bulunmuslardir.

    II. Bâyezid dönemi âlimlerinden bahseden Âsik Pasazâde, bize su örnek isimleri vermektedir: "Hocazâde, Mevlana Alaeddin Arabi, Seyyidzâde Seyyid Hamiduddin, Mevlana Kestelli, Hatipzâde, Manisazâde. Bunlara benzer azizler dahi çok vaki oldu."

    Siirleri ile söhret kazanmis olan Mihrî Hatun ile Müeyyedü'd-Din, taninmis bilim adamlarindandir. Bu sonuncu zatin, ölümünde biraktigi kütüphânede yedi bin cild kitap vardi.

    Hammer'in ifadesiyle "Bâyezid asrina seref veren altmis fakih arasinda ikisi diger bir sube-i malumatta yüksek söhret kazanmislardir. Buna göre II. Bâyezid çaginda tipta Hekimsah, matematikte ise Mirim Çelebi çok büyük söhret kazanmislardir. Yine bu zamanlarda, Tacî Bey'in iki oglu Cafer ve Sa'di'nin eserleri ile Osmanli yazisma (diplomatik, insa, protokol) modelleri iki iyi örnek olarak taninmistir. II. Bâyezid devrindeki Nesrî ile Idris-i Bitlisî'yi de burada tekrar hatirlamak gerekir.

    Bâyezid'in, edebiyat sahasindaki himayesi, yabanci ülkelere, hatta Horasan ile Iran'in diger vilayetlerine kadar genislemisti. Büyük sair ve mutasavvif Abdurrahman Câmi ile büyük bilgin Fakih Devvânî'ye her yil para gönderiyordu ki bu, ilki için bin,ikincisi için de besyüz altin idi. Bu arada Iran Müftüsü Mevlânâ Seyfeddin ahmed ile Hadis âlimi Cemaleddin Ataullah da padisahin ihsanlarindan pay alip faydalaniyorlardi.

    Kaynaklarimiz, Ibn Kemâl veya Kemâl Pasazâde diye büyük bir sahsiyetten bahsederler. 16 Nisan 1534'te vefat ettigi zaman ebced hesabiyle "Ilimler Kemâl ile göç etti"ifadesiyle tarih düsülmüstü. Bu ifadelerle düsürülen tarih, onun ilimlerdeki maharetini göstermeye yetmektedir. Gerçekten de, onun ilmî sahsiyeti hakkinda söyle denilmektedir: "Kemal Pasaoglu, eserleri ve fikir savaslari bakimindan Osmanli tarihinin mühim sahsiyetlerinden biridir. Dinî, edebî, lisanî konularda büyük eserleri, büyük ve mühim bir Osmanli tarihi, siirleri, yüzlerce risâle ve makalesi vardir. Savasi, Safevîlerin, Anadolu Türklerini bölecek bir siddetle yaptiklari propagandaya karsi olmus. O, sonu siyasî parçalanmalara kadar varacak olan dinî ayriliklari önlemistir. Bu bakimdan hizmeti çok büyüktür. Birçok eseri vardir. Bunlardan Kur'an, Hadis ve Islâm Hukuku ile ilgili olanlarin sayisi 63 rakami ile ifade edilmektedir."

    Son derece vakur, sade giyinen, âbid ve zâhid bir insan olan Seyhu'l-Islâm Ebu's-Suûd Efendi, bir hukukçu olarak fikih ve fetva alaninda Islâm Hukuku'nun Osmanlilardaki uygulamasina büyük katkilarda bulunmustu. Tarihteki Islâm devletleri içerisinde, en fazla gayr-i müslim tebea (zimmî) barindiran Osmanli Devleti'nin, idarî kadrosunda da bulunan Ebu's-Suûd Efendi, fetvalarinda örf ve âdetleri de hesaba katarak uygulanabiliri tercih etmistir. Bu yüzden onun fetvalari, kanun hükmünde sayilmistir. 30 yila yakin (28 sene 11 ay) Seyhülislâmlik makaminda bulunan Ebu's-Suûd Efendi, basta padisah olmak üzere, saray ve divân erkâni tarafindan sevilip sayilan bir kimse olmustur. O, durmaksizin çalismis, kitaplar yazmis, hergün fetvalar vermis, fethedilerek devletin sinirlarina yeni katilmis olan eyâlet, bölge ve sehirlere ait kanunlastirma hareketlerinin içinde, çogu zaman da basinda olmustur. Nitekim Üsküp ve Selanik kanununun basina koydugu mukaddimesinde arazinin mirî olus sebeplerinden bahsederek, Osmanli arazisinin büyük bir kisminin, mirî arazi sekline dönüstürülmesini saglamistir.

    Bilindigi gibi gerçek ilim adami, toplumun kültürel varliklarini koruyan, yayan ve onlari yasatan kimselerin basinda gelir. Ilim adami, engin bilgisi ve kültürü ile ister halk, ister belli bilgi birikimine sahip kesimlere sesini duyurabilmeli, verecegi mesaj, toplum ve devlet idaresinin ana ilkelerini belirleyebilmelidir. Bu anlayisin meydana getirdigi hareket sayesindedir ki, asirlar boyu, Müslüman Türk devlet geleneginde âlime büyük bir deger verilmis, fikir ve düsüncelerine saygi gösterilmistir.

    Tarihimizde ve özellikle XV - XVI. asirlardaki Osmanli dünyasinda, ilim-idare isbirligi, baska bir ifade ile kültür devlet bütünlesmesini son derece belirgin ve çarpici örnekleriyle görmekteyiz. Öyle ki, âlim, bilgisini büyük ve mamur ülke yönünde gelistirirken, idareci de kültürel suura sahip güçlü devlet idealini, yönetici olmanin temel sarti bilmistir. Iste bu karsilikli ortak anlayis, bir yanda güçlü devlet adamlari çikarirken, bir yandan da kuvvetli ilim adamlarini fikir ve kültür hayatimiza kazandirmistir. Fikir hayatimiza damgasini vuran birçok ilim ve din adami arasinda en ünlüsü, kuskusuz XVI. asra maddî ve manevî damgasini vuran Ebu's-Suûd Efendi'dir. Kaynaklara göre, döneminde kalemle kilici birlestirmis, servet ve makamin imkânlarini en iyi sekilde ve ilmin hizmetinde kullanarak ölmez eserler ortaya koymustur. Tefsiri, kendisine hakli bir söhret kazandirmis ve kendisine "Hatibu'l-Müfessirîn" ünvanini verdirmistir.

  10. Alt 09-23-2008, 16:07 #460
    Sarax Mesajlar: 678
    Padisahlardan, Kanunî Sultan Süleyman'in Ebu's-Suûd Efendi'ye gösterdigi hürmet anilmaya deger. O, Kanunî döneminin en çok sözü geçen sahsiyetlerinden biri oldugu halde, politik islere karismaktan uzak durmustu. Kanunî, zaman zaman onun görüslerine basvurmus ve ugurlu olacagi düsüncesiyle Süleymaniye Câmii'nin temel atma törenlerinde, mihrabin temel tasini ona koydurmustur. Kanunî'nin, Nis'ten yazip kendisine gönderdigi ve "Halde haldasim, sinde sindasim, ahiret karindasim, Tarik-i Hak'da yoldasim Molla Ebu's-Suûd Efendi Hazretlerine..." diye baslayan mektubu, Ebu's-Suûd Efendi'nin hükümdar tarafindan ne kadar sevilip sayildigina isaret etmektedir. Kendisine gösterilen bu saygi herhalde onun ilminden ileri geliyordu. Bu saygi ve hürmet sadece hükümdar tarafindan degil, bütün devlet erkâni tarafindan gösteriliyordu. Bu arada Devlet, onun ilmî faaliyetlerine yardimci olmak için her türlü kolayligi gösteriyordu. Nitekim 972 (1564-65) tarihli bir hükümden anlasildigina göre Rodos Medresesi Müderrisi olan Bedreddin'in, Ebu's-Suûd Efendi'nin talebi üzerine onun yaninda tefsir kitabetinde bulunmak üzere Istanbul'a gelmesi gerektigi bildirilmektedir.

    Ebu's-Suûd Efendi'den bahsederken, Osmanli dönemi ilmiye sistemindeki mülazemetten söz etmemek mümkün degildir. Zira, medrese ile egitim ve ögretimi yakindan ilgilendiren bu sistem bilinmeden, ilmiye tariki denilen bu meslek, pek kolay anlasilmaz.

    Baslangiçta Osmanlilarda medrese mezunu az oldugundan mezunlarin beklemesi söz konusu degildi. Mezun sayisi, ihtiyaçtan fazla olunca yigilmalar meydana gelmis,bu ise bir süre beklemeyi ve bu arada staji gerektirmistir. Böylece mülazemet sistemine özellikle XVI. asirdan itibaren ihtiyaç duyulmustur. Mülazemet sistemi ile ilgili kaideler, eskiden beri mevcud olmakla birlikte, aday sayisinin azligi sebebiyle titizlikle tatbikine lüzum görülmemisti. 1540'larda medrese mezunlarinin izdihami yüzünden mezunlar, ugradiklari bazi haksizliklar üzerine sikâyetlerini Kanunî'ye iletmisler, hükümdar bu çok önemli konunun yeniden nizama konulmasi isiyle devrin Rumeli Kadiaskeri Ebu's-Suûd Efendi'yi görevlendirmisti. Ebu's-Suûd Efendi, temel prensipleri belirleyerek ulemanin bulunduklari makamlara göre hangi vesileler ile ne kadar medrese mezununu mülazim olarak verebileceklerini bir sisteme baglamisti. Kanunî de bu yeni düzenlemeye hakkiyle riayet edilmesini israrla emretmistir. Daha sonraki Osmanli padisahlari da ilmiye mesleginin temelini olusturan mülazemet sistemine uyulmasini, tekrar tekrar ilgililere fermanlarla duyurmuslardi.

    Ebu's-Suûd Efendi'nin yeniden nizama koydugu bu sisteme göre, Mevâli'nin yani yüksek ilmiye mansiblarinda bulunan ricalin her biri için, kontenjanlar belirlenmistir. böylece Seyhülislâm, Padisah Hocalari, Kadiaskerler, Nakibu'l-Esraf, büyük sehirlerin kadilari, büyük sehir müftüleri, önemli medreselerin müderrisleri, çesitli vesileler ile her biri kendileri için belirlenen kontenjan nisbetinde medrese mezunu talebeyi mülazim yaparlardi. Yani müderrislik ve kadilik meslegine baslamak üzere staja baslatmis olurlardi. Mülazemet çesitli vesileler ile verilirdi. Bunlarin baslicalari mutad olarak belirli araliklarla mülazemet, padisah cülûsü, ulemadan birinin önemli bir göreve tayini, meshur ulemadan birinin ölümü ve baska münasebetlerle mülazemet verilmesi idi. Bir defada verilen mülazemet miktari farkli olabilmekte idi. Nitekim XVI. asra ait mülazemet kayitlarinda bir defada ortalama 150-200 civarinda danismende mülazemet imkâni dogdugu görülmektedir. Bu uygulama sayesinde Osmanli egitim ve ögretim sisteminde bir gelismenin oldugu ve günümüzün tabiri ile lisans sonrasi yüksek lisans veya doktora diyebilecegimiz bir ögretimin mevcud bulundugu görülmektedir. Bu sistemin gelistirilmesi de Ebu's-Suûd Efendi vasitasiyla olmustu.

    Ebu's-Suûd Efendi, Seyhülislâmligi dönemindeki ilmî ve dinî faaliyetleri yaninda Tefsir, Hadis ve Islâm Hukuku sahalarindaki çalismalari ile de dikkat çekmektedir. Onun, "Irsâdu'l-Akli's-Selim ilâ Mezâya'l-Kitâbi'l-Kerîm" adini tasiyan tefsiri, bütün bir Islâm dünyasinca bilinmektedir. Ebu's-Suûd Efendi'nin adini ebedîlestiren ve ününü dünyaya duyuran bu tefsiridir. Bazi bilginlere göre kaynaklarini da asan bu tefsir, günümüz üniversitelerinde hâlâ büyük bir kaynak ve müracaat kitabi olarak mütalaa edilmektedir.

    Osmanli medreseleri ile hususi yerlerde, dönemin bilinen ilimlerinin tahsil edildigini ve bunun bir ibâdet sevki ile yapildigini söylemeye gerek duymuyoruz. Zira Hz. Peygamber'in ilim hakkindaki genel ifadeleri, Müslüman Osmanli dünyasini bu yöne kanalize etmisti. Gerçekten, gerek mahlukat, gerekse Allah'a karsi vazifelerin yerine getirilebilmesi, bazi ilimlerin bilinmesine baglidir. Din, tip, astronomi, matematik, tarih ve cografya gibi ilimler bunlardan sadece bir kismidir. Dönemindeki dünya devletleri ile mukayese edildigi zaman XV ve XVI. asirlardaki Osmanli ilmî hayati, digerlerine göre çok gelismis ve fevkalâde ileride görülür.

    Biraz önce, Osmanli dünyasinda din ve hukuk alaninda söhret kazanmis birkaç âlimden söz ettik. Halbuki XV ve XVI. asirlardaki Osmanli Seyhülislâmlari'na bakildigi zaman, tamaminin dönemlerine göre büyük birer kiymet olduklari görülür. Dinî sahada böyle degerleri yetistiren Osmanli, baska sahalarda da ünlü isimler çikarmistir. Biz, bunlardan -dinî ilimler hariç- sahalarina göre birkaçinin isim ve eserlerini vermekle o asirlardaki gelismenin derecesi hakkinda bir fikir vermeye çalisacagiz.

    Tarih:

    Bilindigi gibi tarih ilmi, Islâm'in ilk dönemlerinden itibaren üzerinde durulan önemli bir koldur. Öyle anlasiliyor ki, Islâm'in zuhurundan sonra Müslüman milletlerin, tarihle ugrastiklari kadar hiç bir millet ugrasmamistir. Ibret alinmasi ve bazi Kur'an âyetleri ile Hadis'lerin yorumlanabilmesi bu ilim sâyesinde mümkün olmustur. Bu sebeple tarih ilmi gerek Osmanlilarda, gerekse diger Müslüman devletlerde büyük bir gelismeye mazhar olmustu. Bu bakimdan Osmanli dünyasinda tarih ilmi bir hayli mesafe katetmisti. Bununla beraber, sunu da belirtmek zorundayiz ki Osmanli tarihçiligi XV. yüzyilin ortalarina dogru baslamisti denebilir. Bu tarihten önce yazilan vekayi, hem az, hem de bir mübhemlik arzeder. Bu bakimdan Ahmedî'yi bir kenara birakacak olursak, derli toplu yazilmis olani Âsik Pasazâde'nin Tevârih-i Âl-i Osman isimli eseridir diyebiliriz. Bu eser, mühim bir tarihtir. Âsik Pasazâde, ilk Osmanli vekayiini babasindan naklen Bursa'da Orhan Gazi Camii Imami Yahsi Fakih'ten nakletmistir.

    Fâtih Sultan Mehmed zamaninda yasayan Kâsifî'nin Gazanâme-i Rum isimli bir tarihi ile içinde Osmanli vekayii bulunan Abdurrahman Bistamî'nin, II. Murad zamaninda yazdigi eser, Osmanli tarihine ait bazi kisimlari ihtiva etmektedir. Bundan baska, Mevlânâ Sükrullah'in (öl. 868/1464'den sonra) Farsça yazdigi Behcetü't-Tevârih isimli eserin sonunda Fâtih Sultan Mehmed'in cülûsuna kadar gelen muhtasar bir Osmanli tarihi vardir.

    XV. yüzyilin son yarisi içinde Enverî tarafindan yazilarak kismen Osmanli tarihinden bahseden ve Vezir-i A'zam Mahmud Pasa'ya ithaf olunan Düstûrnâme, Tâcizâde Cafer Çelebi'nin Istanbul Fetihnâmesi, Dursun Bey'in Târih-i Ebu'l-Feth isimli tarihi ile Fâtih'in son Vezir-i A'zami olan Karamanî Mehmed Pasa'nin Nisanci iken yazdigi Arabça Osmanli Tarihi'ni görmekteyiz. Son iki eser Fâtih devrine aittir. XV. asir ortalarinda Rum beylerinden Imroz'lu Kritovulos, Fâtih Sultan Mehmed devrinin bir kisim vekayiini Rumca olarak "Târih-i Sultan Mehmed Han-i Sâni" ismiyle kaleme alarak padisaha takdim etmisti.

    Fâtih Sultan Mehmed'in emriyle Sehdî isminde bir sair, Âl-i Osman tarihini Sehnâme tarzinda yazmaya baslamis ve on bin beyitten daha fazla nazmetmisken vefati üzerine eseri yarim kalmistir.

    XV. yüzyilin sonlariyla XVI. yüzyil baslarinda -bilhassa Sultan II. Bâyezid devri- Osmanli tarihi yazanlar çogalmis, gerek nazmen gerekse nesren müellifleri malum ve meçhul bir hayli tarihî eser kaleme alinmistir. Bunlar içinde Âsik Pasazâde, Nesrî Mehmed Efendi, Katip Ruhî, Behistî ve Oruç Bey gibi isimleri zikredebiliriz. Osmanli tarihçiligi hakkinda daha fazla teferruata girmeden sadece XV ve XVI. asirlarda yetisen bazi tarihçi ve tarihle ilgili eserlerinin isimlerini vermekle yetinmek istiyoruz. Böylece ilmin bu dalinda yetisen ünlü isimleri ve eserlerini görmüs olacagiz:

    Tarihçi Eseri

    1. Enverî Düstûrnâme

    2. Sükrüllah Behcetu't-Tevârih

    3. Dursun Bey Târih-i Ebu'l-Feth Sultan Mehemmed Han

    4. Oruç Bey Tevârih-i Âl-i Osman

    5. Âsik Pasazâde Tevârih-i Âl-i Osman

    6. Nesrî Mehmed Cihannüma

    7. Idris-i Bitlisî Hest Behist (Sekiz Cennet)

    8. Kemal Pasazâde Tevârih-i Âl-i Osman

    9. Sücûdî Selimnâme

    10. Celâlzâde Mustafa Selimnâme

    11. Hoca Sa'düddin Efendi Tâcü't-Tevârih

    12. Bostan Çelebi Süleymannâme

    13. Matrakçi Nasuh Süleymannâme

    14. Gelibolu Mustafa Âli Künhu'l-Ahbar

    15. Selanikî Mustafa Efendi Târih-i Selanikî.

Kullanıcı isminiz: Giriş yapmak için Buraya tıklayın

Bu soru sistemi, zararlı botlara karşı güvenlik için uygulamaya sunulmuştur. Bundan dolayı bu kısımı doldurmak zorunludur.