![]() |
EVTAS OLAYI Hicretin sekizinci yilinda Huneyn gazvesinden sonra meydana gelen olay. Mekke'nin fethinden sonra Nasrogullari kabilesinden Mâlik b. Avf liderliginde Hevâzin ve Sakif kabilelerinden olusan müsrik ordusu müslümanlara savas açmis ve kadin, çocuk ve esyalarini da ordunun arkasina alarak Huneyn vadisine gelmislerdi. Hz. Peygamber (s.a.s.) de müslüman ordunun hazirlanmasinda henüz müslüman olmamis müsrik Savfan b. Umeyye'den ordunun silah ve teçhizatini borç almak seklinde saglamis ve Islâm ordusu asilerin üzerine gitmisti. Ancak müslüman askerler çokluklariyla övünerek tedbirsizce ilerlerken Mâlik b. Avf'in askerleri onlari ok yagmuruna tutarak bozguna ugrattilar. Savas alaninda Hz. Peygamber (s.a.s.) ve en yakin ashâbi kalirken, müslüman askerler geri kaçmaya basladilar. Müslümanlar çokluklariyla magrur olmuslardi. Kelede b. Hanbel, "Bugün sihir bozuldu" derken, Seybe b. Osman b. Ebi Talha adli müsrik de Uhud savasinda öldürülen babasinin intikamini almak için Hz. Peygamber (s.a.s.)'e saldirdi; ancak bir mucize eseri eli kolu baglandi kaldi. Daha sonra o söyle dedi: "Resulullah'i öldürmek istedim, ancak basima bir hal geldi, hatta kendimden geçtim, onu öldürmeye güç yetiremedim, nihâyet onun korunmus oldugunu anladim" (Ibn Hisâm, es-Sire, IV, 72-80). Bu sirada Abbâs b. Abdülmuttalib'in gür sesini duyan müslümanlar tekrar toplandilar ve mevzilerinden çikan kâfirleri bozguna ugrattilar. Mâlik b. Avf Taif'e kaçarken, bir kisim düsman askeri de çocuk, kadin ve esyalariyla Nahle ve Evtas ovalarina çekildiler. Hz. Peygamber (s.a.s.) esir ve ganimetlerin Cirâne'de bekletilmesini emrederek Mâlik b. Avf'i tâkip etti; onun sigindigi Tâif'i haram aylardan Zilkâde girinceye kadar kusatti, sonra Cirâne'ye döndü (Ibn Sa'd, Tabakat, II, 114 vd.; Ibn Hisâm, es-Sîre, IV, 128). Hz. Peygamber (s.a.s.) Ebû Amir Es'ârî'yi Evtâs'daki asilerin üzerine yolladi. Ebû Âmir savasirken sehid düsünce yegeni Ebû Musa el-Es'ari, yerine geçerek âsileri yendi; baslarinda bulunan Düreyd b. Simme'yi öldürdü; esirler ve ganimetlerle Hz. Peygamber'in yanina döndü. Esirler arasinda Hz. Peygamber'in süt kardesi olan Sa'd b. Bekirogullari kabilesinden Seymâ binti Hâris de bulunuyordu. Onu Hz. Peygamber'in huzuruna çikardilar. Hz. Peygamber, onun süt kardesi oldugunu ve sütannesi Halime'nin yillar önce öldügünü duyunca, gözleri doldu. Süt kardesine yaninda kalabilecegini söyledi; fakat o, kabilesine dönmek istedi. Hz. Peygamber de onu yanina bir köle, iki cariye v.b. hediyelerle kabîlesine geri gönderdi. Allahu Teâlâ, Kur'an-i Kerîm'de, müslümanlarin bu savastaki halini söyle anlatmaktadir; "Huneyn gününde de hani çoklugunuz, sizi gurura sevketmisti de, size fayda vermemisti. Yeryüzü, bunca genisligiyle size dar gelmisti. Sonra ardiniza dönüp, kaçmistiniz. Sonra Allah, Resulune ve müslümanlarin üzerine sükûnet ve huzurunu indirdi" (et-Tevbe, 25/26). Hz. Peygamber, Taif'ten döndükten sonra Cirâne'de Havâzin kabilesinin heyetini kabul etti. Onlar, müslüman oldular, esir ve ganimetlerini istediler. Hz. Peygamber, kadinlarini verdi, mallarini ise ganimet olarak birakti. Bu sirada kadin esirlerden bazilarini ellerinde bulunduran müslümanlardan yeni Islâm'a girmis olan Mekkelilerden Akra b. Habîs, Uyeyne b. Hisn, Abbâs b. Mirdâs, ellerindeki esirleri vermek istemediler. Resulullah, "Onlari birakiniz; o esirlerden herbiri için kendisine düsecek ilk ganimetten size alti hisse verilecektir" dedi (H. Ibrahim Hasan, Islâm Tarihi, çev.: Ismail Yigit ve digerleri, Istanbul 1983, I,191). Hz. Peygamber, bu yeni müslümanlara, kalpleri Islâm'a isinsin diye, ganimetten fazlaca verince, ensâr, bu taksimden kirilmisti. Bunu belli edince, Hz. Peygamber, onlari bütün Arap kabilelerinden daha çok sevdigini söyledi; kendisinin de onlardan oldugunu belirterek, dua etti. Bunun üzerine ensâr, sevinçten agladi. Hz. Peygamber, onlara söyle hitap etmisti: "Ey ensâr toplulugu, sizden gelen bir söylenti ve nefsinizde hissettiginiz öfke, bana ulasti. Siz müsrikken, Allah (c.c.) sizi benimle hidâyete ulastirmadi mi?.. Birtakim kimseleri Islâm'a kazandirmak, kalplerini Islâm'a Isindirmak için verdigim biraz dünyalik yüzünden bana kirildiniz. Halbuki ben, sizin dindeki samimiyetinize güvenmistim. Allah'a yemin ederim ki, eger Hicret olmasaydi, ensârdan bir fert olmayi tercih ederdim..." Ensâr, "Biz, Allah'in Resulunün bizim payimiza düsmesine râziyiz..." dediler (Taberî, III, 138-139). Sait KIZILIRMAK |
CI'RÂNE OLAYI Peygamber Efendimiz'in Huneyn gazvesinde elde edilen ganimetleri dagitimi sirasinda ortaya çikan hâdise. Mekke Fethi'nden hemen sonra Hevâzin ve Sakîf kabilelerinin büyük bir ordu hazirlayarak harekete geçtigini ögrenen Peygamber Efendimiz, derhal Mekke'den takviye edilen ordusuyla düsman üzerine yürümüs, Huneyn'de Hevâzin ve Sakîf kuvvetlerine agir bir darbe vurarak büyük zayiat verdirmisti. Huneyn'den kaçan düsman kuvvetlerinin bir kisminin Evtâs adli bölgede toplandigi, bir kisminin da Tâif kalesine çekildigi ögrenilince, Hz. Peygamber, Evtâs'a; önce Ebû Âmir el-Es'arî'nin idaresinde olup onun sehit düsmesinden sonra da Ebû Mûsâ el-Es'arî'nin idaresine geçen bir seriyye gönderdi ve buradaki düsman birligini tamamen dagitti. Bunu tâkiben, kendisi, elde edilen ganimetleri Ci'râne mevkiinde birakarak, Tâif'e hareket etti ve kaleyi muhâsara altina aldi. Yirmi gün kadar süren muhasaradan sonra tekrar, ganimetlerin muhafaza edildigi Ci'râne bölgesine döndü. Ci'râne, Mekke ile Tâif arasinda, Mekke'ye daha yakin bir mevki olup, burada ayni adi alan bir su kaynagi ve birbirine yakin su kuyulari vardir (Yâkût el-Hamevî, Mu'cemü'l-Büldân, Beyrut 1977, II, 142). Peygamber Efendimiz burada on gün kadar, sayisi büyük bir miktar tutan esirleri ve bol miktardaki ganimeti askerleri arasinda taksim etmeksizin bekledi. Maksadi, müslüman olarak gelip kendisine müracaat edeceklerini ümit ettigi Hevâzin heyetine esirleri ve ganimet mallarini iade etmekti. Fakat Hevâzinliler gecikti. Bu arada henüz yeni müslüman olduklari için Islâmî bir suura iyice erememis ve mal hirslisi olan bazi bedevîler ile birtakim münâfiklar, ganimetleri kendilerine dagitmasi konusunda Hz. Peygamber'i zorladilar; hatta kaba tavirlarla O'nu rencide ettiler. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, Beytü'l-mâl hissesi olarak 1/5'i yani Humus'u* ayirdiktan sonra, mevcut esirleri ve ganimeti askerleri arasinda taksim edip dagitti. Fakat bu taksimattan sonra Hevâzin heyeti gelip kabile olarak müslüman olduklarini belirttiler ve esirler ile mallarinin iadesini istediler. Taksimat dolayisiyla Peygamber Efendimiz bu ikisinden ancak birisinin iadesini saglayabilecegini ifade etti ve Hevâzinliler'in istegi üzerine esirler kendilerine, Islâm askerlerinin rizasi alinarak geri verildi. Iadeye razi olmayan bazilarina da ilk zaferde bunu fazlasiyla telafi edecek ganimet verilecegi va'dedilerek is halledildi. Bu arada esirler arasinda bulunan Hz. Peygamber'in Hevâzinli süt kardesi Seymâ bint el-Hâris, Peygamber Efendimiz'e gelerek O'nun iltifatlarina mazhar olmustu. Bunun ardindan Hz. Peygamber, Beytü'l-mâl hissesi olarak ayrilan ve harcama yetkisi tamamen kendisinde bulunan Humus'tan müellefe-i kulûb (kalbleri Islâm'a isindirilacak kimseler)'a bol ihsanlarda bulundu. Bunlar daha ziyade, Mekke fethi ile yeni müslüman olmus Kureysliler ve Kureys reisleri ile bazi bedevî kabile reisleri idi. Bu fondan, samimi müslümanlara, bu arada Ensâr'a hiç hisse verilmemisti. Çünkü onlar Islâm'a mal kaygusuyla bagli degildiler. Ama bu dagitim, bazi sizlanmalara, hatta itirazlara sebep teskil etti. Ensâr içerisinde bulunan bir münâfik: "Bu, Allah'in rizasi gözetilmemis bir dagitimdir." dedi. Diger kabile reislerine oranla kendisine daha az ganimet verilmis olan Süleym kabilesi reisi Abbâs b. Mirdâs, söyledigi bir siirle bu duruma itiraz etti. Bunlara karsi Peygamber Efendimiz sabir gösteriyor ve mümkün oldugu derecede istekleri yerine getiriyordu. Bu sirada Temîm kabilesinden Zü'l-Huveysira adinda biri, Hz. Peygamber'in karsisina çikip kaba bir sekilde: "Âdil ol ey Muhammed! Senin adil davranmadigini görüyorum." deme küstahliginda bulundu. Bu tavrina karsi ashab-i kirâm'dan bir kismi onu öldürmek için Hz. Peygamber'den müsâade istedilerse de Peygamber Efendimiz buna izin vermedi ve: "Bunun öyle taraftarlari olacak ki, bunlarin namazi karsisinda sizden biri kendi namazini az görecek; bunlarin orucu karsisinda kendi orucunu az bulacak. Bunlar Kur'an okuyacaklar; ama Kur'an bogazlarindan asagi inmeyecek. Bunlar, okun avi delip süratle çikip gittigi gibi Islâm'dan süratle çikacaklar... " buyurdu. Hz. Ali döneminde ortaya çikan Hâricîler'in bu adam ve taraftarlarindan olustugu söylenir. (Bu konuyla ilgili hadisler ve muhtelif varyantlar için bk. Buhârî, Menâkib, 25; Megâzî, 61; Müslim, Zekât, 142-160) Fakat bu sirada Hz. Peygamber için bütün bunlardan daha üzücü bir hâdise cereyan etti. Münâfiklikla itham edilemeyecek ve Islâm'a aslinda samimiyetle bagli bazi Ensâr gençlerinde bu dagitim dolayisiyla sizlanmalar görüldü. Bunlar: "Allah, Rasûlüne rahmet etsin; kiliçlarimizdan henüz Kureysliler'in kani akarken Rasûlullah bizi birakiyor da Kureysliler'e ihsânda bulunuyor!" diyorlardi. Dostlarindan gelen bu sözleri duyunca fevkalâde üzülen Peygamber Efendimiz, tüm Ensâr'i büyük bir çadirda toplayip, kulagina gelen sözlerin mahiyetini sordu. Ensâr ileri gelenleri ve büyükleri, kendilerinin ve Ensâr'in büyük çogunlugunun da bu sözleri tasvip etmediklerini, ancak bâzi Ensâr gençlerinin art niyet tasimaksizin, sâdece kendilerine de ihsanda bulunulmasini arzu ederek böyle söylediklerini belirtip onlar adina özür dilediler. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz kalkip etkili bir konusma yapti. Konusmasinda: "Ey Ensâr! Kendilerine mal verdigim bu adamlar, mal ve mülkleri ile, deve ve koyun sürüleri ile yurtlarina dönerken, siz araniza Allah'in Rasûlü'nü alip memleketinize dönmeye razi degil misiniz? Ben, bu kimselere ancak kalblerini Islâm'a kazanmak için ihsanda bulunmusumdur" buyurarak bu dagitiminin hikmetini açikliyor, bu arada Ensâr'a verdigi deger ve önemi de belirtiyordu. Rasûlullah'in konusmalarindan sonra tüm Ensâr, büyük bir heyecan ve gözyasi içinde O'ndan özür dilediler. Böylece taksimat isi tamamlandiktan sonra Peygamber Efendimiz, ihrama girerek Mekke'ye umre yapmaya gitti. Umreyi îfasindan sonra tekrar Ci'râne'ye gelip ashabi ile Islâm devletinin merkezi Medine 'ye avdet etmek üzere Ci'râne'den ayrildi. Burada bu günlerin ve bu olaylarin hatiralarini tasiyan bir de mescid vardir. (Ibn Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, Beyrut 1966, IV, 352-368) Ahmet ÖNKAL |
TEBÃœK SEFERI -------------------------------------------------------------------------------- Hz. Peygamber'in Hicretin dokuzuncu yilinda, Sam'da toplanan kirkbin kisilik Bizans ordusuna karsi çarpismak üzere Medine'den Tebük'e kadar sevkettigi en son ve en güçlü askerî hareket. Tebük arap yarimadasinin kuzeyinde Medine ile Sam'in ortasinda bir yerin adidir. Suyu ve hurmaligi olan bir yerdir. Bu savas yolculugunun son ucu burasi oldugu için "Tebük Gazasi" adi ile anilmistir. Bu seferde savas olmamis fakat en güçlü bir Islâm ordusu techiz edilmis, böylece askerî ve siyasî açidan önemli bir zafer kazanilmistir. Seferin nedeni: Bizans Imparatoru Heraklius'a bir mektup yazan Suriye'li hristiyanlar, Muhammed'in öldügünü, müslümanlarin da kitlik ve yokluk içinde perisan olduklarini, üzerlerine asker gönderilirse, onlari kendi dinine katmanin tam zamani bulundugunu bildirdiler (Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, VI, 191). Bunun üzerine Heraklius silahlandirdigi kirk bin kisilik askeri bir gücü Kubad'in komutasi altinda yola çikardi. Cüzam, Lahm, Gassân ve Âmile adini tasiyan arap kabilelerinin de Rumlarla birlikte hareket edecek!eri haberi Medine'ye ulasti. Zaten Allah'in elçisi kuzey sinirindan güvende degildi. Böyle bir askerî harekât hazirligini ögrenince genel seferberlik ilân etti. Allah'in Resulu diger gazvelerde genellikle seferin nereye olacagini gizli tutarken bu defa Bizans ordusuna karsi bir sefer düzenlenecegini açiklamisti. Çünkü gidilecek yer uzak, havalar sicak ve kurak, düsman güçlü idi. Ordunun buna göre hazirlik yapmasi gerekiyordu. Mekke'den ve diger arap kabilelerinden asker toplamak için de görevliler çikarilmisti. Sicak, kuraklik, kitlik, uzaklik ve güçlü düsman unsurlari bu seferi "güç ve zor bir sefer" haline getirmisti. Bu yüzden seferin rastladigi zamana Kur'an-i Kerim'de "Sâatü'l-usre" (güçlük zamani) denilmis, bu sefere de Kur'an dilinden alinarak "Gazvetü'l usre (zorluk gazâsi)" adi verilmistir. Bu sefere katilan orduya da "Ceysü'l-usre (Güçlük ordusu)" denilmistir (bk. et-Tevbe, 9/117; ez-Zebîdî, Tecrîd-i Sarih, Terc ve Serh, Kamil Miras, 6. Baski, Ankara 1983, X, 4I8, 4I9; Ibn Ishak, Ibn Hisam, es-Sîre, IV, 161; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 75; Vâkidî, Megâzî, III, 991). Hz. Peygamber savas için hazirlik yapilmasini emrettigi zaman mevsimin olumsuzluklari, ürünün hasat zamani olusu ve insanlarin yazin sicaginda agaç gölgesinde oturmayi sevmesi yüzünden, böyle sikintili bir yolculuga isteksizlik vardi. Ashab-i kiramin agir davranmasi dikkati çekmisti. Bu yüzden Allah'u Teâlâ müminleri söyle uyardi: "Ey iman edenler! Size ne oluyor da: Allah yolunda cihata çikin, denildiginde, bazilariniz agirdan alarak, bulundugunuz yerden kimildamak istemiyorsunuz? Yoksa siz ahireti birakip, sadeœ dünya hayatina mi razi oldunuz? Halbuki dünya hayatinin geçici zevki ahiret saadeti yaninda pek az ve degersizdir" (et-Tevbe, 9/38). Devami ayetlerde, eger bu cihata çikmazlarsa can yakici bir azapla karsilasacaklari, bunun zararinin Allah'a degil kendilerine olacagi, Allah'in Resulune yardim etmeseler bile, Allah'in O'na yardim edecegini, nitekim Mekke'den hicret ederken de Resulullah'a yardim edildigi, magarada da o, arkadasina; "üzülme, Allah bizimle beraberdir" diyordu, böylece Allah'in Resulune emniyet ve güven verdigi, simdi de ayni yardimi yapabilecegini bildirdi (et-Tevbe, 9/39, 4I). IIslâm toplumu su ayetle topluca cihata çagrildi: "Ey müminler! Güçlünüz zayifiniz hep birlikte savasa kosun. Allah yolunda mallarinizla canlarinizla cihat edin. Eger bilirseniz bu sizin için daha hayirlidir" (et-Tevbe, 9/41). SAHABENIN ORDUYA YARDIMLARI: Hz. Peygamber her gün minberine oturur ve "Allahim! Sen su bir avuç Islâm toplumunun yok olmasina firsat verirsen, artik yeryüzünde sana ibadet olunmaz" diyerek yalvarir ve müminleri mallariyla ve canlariyla cihata tesvik ederdi. Bunun üzerine servet sahibi müminler orduya yardim getirmeye basladilar. Hz. Ömer bu sefere dörtbin dirhem gümüs para (bes dirhem yaklasik bir koyun bedeli) getirmis ve Hz. Peygamber'in "Geride ne biraktin?" sorusuna "malimin yarisini" diye cevap vermistir (Ibn Esîr, Ãœsdü'l-Gâbe, III, 326-327; M. Asim Köksal, Islâm Tarihi, 2. baski, Istanbul, t.y., IX, 156, 157). Hz. Ebû Bekir de dörtbin dirhem getirince, Allah elçisinin "Aile fertleri için ne biraktin?" sorusuna; "Onlara Allah ve Resulunü biraktim" diye cevap verince, bunu isiten Hz. Ömer hayir yarisinda Ebû Bekir'i geçemeyecegini belirterek aglamistir (Vakidî, Megâzî, III, 991; Ibnü'l-Esîr a.g.e., III, 327). Abdurrahman b. Avf da sekizbin dirhem sermayesinin yarisini getirince Allah elçisi; "Allah senin getirip verdigini de, ev halkin için ayirdigini da bereketlendirsin" (Vâkîdî, Megâzî, III, 991; Taberî, Tefsir, X, 197) diye dua etmistir. Hz. Osman ise ordunun techizinde en büyük yardimi yapmisti. O, üçyüz deve, yüz at bagislamis, ayrica bin altin lirayi Resulullah'in kucagina dökünce, Allah elçisi; "Ey Allah'im! Ben Osman'dan râziyim, sen de razi ol" diye dua etmis ve Osman'in bundan sonra olmus olacak seylerden bir sorumlulugunun bulunmayacagini bildirmistir (bk. Ahmed b. Hanbel, IV, 75; Vâkidî, a.g.e., III, 991; Ibn Ishak, Ibn Hisâm, Sîre, IV, 161). Ayrica Hz. Osman'in birer altin sarfi ile onbin askeri techiz ettigi, su içtikleri kaplarin agiz baglarina ve aski iplerine kadar saglanmadik ihtiyaçlarinin birakmadigi nakledilmistir. (Vâkidî, Megâzî, III, 991; Belâzurî, Ensâbü'l-Esraf, 1, 368). Malî durumu zayif olanlar da ellerinden gelen yardimi yapiyorlardi. Hz. Peygamber; "Kim bugün bir sadaka verirse sadakasi kiyamet günü Allah katinda onun lehine sahitlikte bulunacaktir" buyurunca, bir adam basina sardigi sarigi vermis, siyah, hor görünüslü bir yoksul da çok güzel bir deveyi bagislayip gitmisti. Ebû Ukayl iki ölçek hurma karsiliginda sabaha kadar su çekmis, bir ölçegini ev ihtiyaci için ayirmis, bir ölçegini de orduya bagislamisti. Hz. Peygamber onun için de hayir ve bereketle dua etti (Taberî, Tefsir, X, 194, 195). Baska bir yoksul Ulbe b. Zeyd ise mali, mülkü, biniti olmadigi için cihata hiçbir katkisi olamayisindan çok üzgündü. Gece namazindan sonra Allah'a niyazda bulundu, imkânlarinin olmayisindan yakindi. Ertesi gün sikilarak, alay edilmeyi göze alarak çok az bir meta'i Hz. Peygamber'e getirdi. Bu da sadakalara karistirildi. Ertesi gün Hz. Peygamber az bir sadaka veren bu yoksulu davet etti ve söyle buyurdu: "Muhammed'in varligi, kudreti elinde bulunan Allah 'a yemin ederim ki, sen sadakasi kabul olunanlarin Divan'ina yazildin" (Ibn Kayyim, Zâdu'l-Meâd, Misir 139I/197I, III, 4; Vâkidî, a.g.e., III, 994; Ibn Hacer, el-Isâbe, II, 5II). Kadinlar da ellerinden gelen yardimi yapmaktan geri durmuyorlardi. Ãœmmü Sinan el-Eslemiyye söyle anlatir: "Hz. Âîse'nin evinde Resulullah (s.a.s)'in önüne serilmis bir örtü gördüm ki üzerinde bilezikler, bazubentler, halhallar, yüzükler, küpeler, develerin ayaklarini baglayacak bir takim kayislarla, kadinlar tarafindan gönderilen ve savasta ise yarayabilecek bir takim seyler bulunuyordu" (Vâkidî, Megâzî, III, 991, 992). Tebük Seferi ve Münafiklar: Münafiklar müminleri basariya götürebilecek her önemli iste oldugu gibi gerek Tebük gazvesi hazirliklari ve gerekse yolculuk sirasinda bozgunculuk yapmaktan geri durmadilar. Münafiklarin basi Abdullah b. Ubey b. Selül; "Muhammed Roma devletini oyuncak mi saniyor? Onun ashabiyla birlikte yakalanip esir olacaklarini gözümle görmüs gibi biliyorum" diyerek halka korku ve ümitsizlik vermeye çalisiyordu (Ahmet Cevdet Pasa, Peygamberlerin Kissalari ve Halifelerin Tarihleri, Istanbul 1977, I, 2I6). Münafiklardan bir topluluk hiçbir özürleri olmadigi halde Tebük seferine katilmamak için Hz. Peygamber'den izin istediler. Allah'in Resulu seksenden fazla münafiga izin verdi. Kimi münafiklar da ganimet almak için Tebük ordusuna katilmis ve gittikleri yerlerde bozgunculuk yapmaktan geri durmamislardir (Ibn Ishak, Ibn Hisam, Sîre, 16I vd.; Taberî, Tarih, III, 142 vd.; Vâkidî, Megâzî, III, 995; et-Tevbe, 9/66). Orduya özürsüz katilmayan münafiklarla ilgili çesitli ayetler indi. Bazilari sunlardir: "Onlardan bazisi peygambere: "Bana izin ver, beni fitneye düsürme" diyordu. Bilin ki onlar zaten fitne içine düsmüslerdir. Süphesiz cehennem, kâfirleri çepeçevre kusaticidir" (et-Tevbe, 9/49). "Cihatdan geri kalanlar, Allah'in Resulune muhalefet ederek oturup kalmalarina sevindiler. Allah yolunda mallariyla canlariyla cihat etmeyi hos görmediler. "Bu sicakta savasa çikmayin " dediler. De ki: "Cehennem atesi daha sicaktir". Keske bilseydiler. Yaptiklarinin cezasi olarak, artik az gülsünler çok aglasinlar" (et-Tevbe, 9/81, 82; ayrica bk. 9/42-48, 63-64, 79, 83, 86, 87, 9I, 93-96). YAHUDI SÃœVEYLIM 'IN EVININ YAKILMASI: Münafiklardan bazi kisilerin Yahudi Süheylim'in Casum mevkiindeki evinde toplanip, Tebük gazasina çikacak halki Hz. Peygamber'in etrafindan dagitmak üzere toplandiklari haber alindi. Bunun üzerine Allah elçisi Talha b. Ubeydullah'i (ö. 36/656) bazi sahabelerle birlikte onlara gönderip Süveylim'in evini atese vererek üzerlerine yikmasini emretti. Emir yerine getirildi. Dahhâk b. Halîfe evin damindan atlayinca ayagi kirildi. Ibn Ãœbeyrik ve arkadaslari ise damdan atlayip kaçtilar (Ibn Ishak, Ibn Hisâm, Sîre, IV, 16I; Diyarbekri, Hâmis, II, 124). IHMALCILIK YÃœZÃœNDEN SEFERE KATILMAYAN MÃœSLÃœMANLAR: Mümin olduklari halde ihmalcilik yüzünden sefere katilamayanlar da olmustu. Bunlar: Kâ'b b. Mâlik, Mirâre b. Rabî' ve Hilâl b. Ãœmeyye (r. anhüm) idi. Kâ'b b. Mâlik; Akabe'de Hz. Peygamber'e bey'at etmis, Bedir disinda tüm gazalara katilmisti. Tebük seferine katilmak için her türlü imkâna sahip oldugu halde sirf ihmalciligi nedeniyle bu gazaya katilamadigini söyle belirtmistir: "Hz. Peygamber bu gaza için hazirlanmaya basladilar. Ben de onlarla birlikte yol hazirligini görmek üzere sabahleyin evden çikip dolasir, hiç bir is görmeden aksam üzeri döner, gelirdim. Kendi kendime; hazirlanmak için çok vaktim var, derdim. Bu ihmalcilik bende sürdü gitti. Sonunda Resulullah ve ashabi birden yola çikiverdiler" (Vâkidî, Megazî, III, 997, 998). Diger iki sahabe de benzer ihmal içinde olup gecikmisler ve sefere katilmamislardi. Ancak daha sonra bu üç sahabe ruhen çok daraldi ve dünya kendilerine dar geldi. Onlarin bu sikintisi Kur'an-i Kerîm'de söyle açiklanir: "Ve savastan geri kalan o üç kisinin tövbesini de kabul etti. Bütün genisligine ragmen yeryüzünün kendilerine dar geldigi, ruhlari son derece sikildigi, Allah'tan baska bir siginak olmadigini anladiklari zaman tövbe etsinler diye, Allah onlari bagislamisti. Süphesiz ki, Allah, tövbeleri çok kabul eden ve çok merhametli olandir" (et-Tevbe, 9/118). ÖZÃœR NEDENIYLE SEFERE KATILAMAYANLARIN ECRE ORTAK OLUSU: Ashab-i kiramdan mesrû özürleri yüzünden Tebük gazvesine katilamayanlarin, katilan askerlerin kazandigi tüm ecre ortak olduklari hadis-i serifle sabittir. Enes b. Mâlik (r.a)'den rivayete göre Hz. Peygamber Tebük seferi sirasinda söyle buyurmustur: "Medine'de bir topluluk kalmistir ki, biz bir dag yolunda, bir vadide her yürüyüsümüzde, onlar da bizimle birliktedirler. Ashap: Yâ Resulullah, onlar nasil bizimle birlikte olur?" diye sorunca da; "Onlari burada bulunmaktan (hastalik, gücü yetmemek gibi) mesrû özürleri menetmistir" (Buhârî, Cihâd, 14I, Temennî, 9, Menâkibu'l-Ensâr, 1, 3, Megâzî, 56; Müslim, Zekât, 133, 136136; Tirmizî, Menâkib, 65; Kâmil Miras, Tecrid-i Sarîh, VIII, 299, 3II) TEBÃœK'E BÃœYÃœK YOLCULUGA IMKÂN BULAMAYANLARIN AGLAYISI: Varlikli sahabelerin yardimi ile ihtiyaçli gaziler techiz ediliyor, fakat sayi çok fazla oldugu için bu yardim da yetismiyordu. Islâm tarihinde "aglayanlar" diye anilan yedi kisi Resulullah (s.a.s)'a gelerek, bu gazveye katilmak istediklerini, fakat binit ve yiyeceklerinin bulunmadigini bildirdiler. Hz. Peygamber'in kendilerine binit kalmadigini söylemesi üzerine bu yedi kahraman aglayarak geri dönmüslerdi. Bunlar Salim b. Umeyr, Ulbe b. Zeyd, Ebû Leylâ el-Mâzinî, Seleme b. Sahr, Irbâd b. Sâriye; bir rivâyete Abdullah b. Mugaffel ve Ma'kil b. Yesâr veya Amr b. Gunme (r. anhüm)'dür. Onlarin bu hali Kur'an-i Kerim'de söyle haber verilir: "Cihada çikabilmek için binek vermen için sana geldikleri vakit: "Size verecek bir binit bulamiyorum" dediginde, savas araç ve gereçleri bulamadiklarini üzülüp gözleri yasla dolu olarak geri dönenlere de bir sorumluluk yoktur" (et-Tevbe, 9/92). Bunun üzerine bu yedi mücahidden ikisine Ibn Yamin, ikisine Hz. Abbas b. Abdilmuttalib, üçüne de Hz. Osman binit saglamistir (Ibn Ishak, Ibn Elisâm, Sîre, IV, 161, 162; Vâkidî, Megâzi, III, 994; Taberî, Tarih, III, 143). TEBÃœK YOLCULUGUNUN BASLAMASI: Hz. Peygamber (s.a.s) Tebük gazasini Medîne'den Hicretin 9. yili Recep ayinda persembe günü çikmisti. Çünkü O, cihada persembe günü çikmayi severdi. Bu, Resulullah (s.a.s)'in sonuncu gazasi oldu. Medine'de vekil birakilan Hz. Ali için münafiklarin "Muhammed, Ali'yi onda görüp hoslanmadigi bir sey için geri birakmistir" gibi dedikodular yapmasi üzerine, Hz. Ali silahlanip Cürf mevkiinde Hz. Peygamber'e yetisti. Resulullah'in gelis nedenini sormasi üzerine hakkindaki dedikodudan söz etti. Hz. Peygamber; "Onlar yalan söylemislerdir. Ben seni arkamda biraktiklarima vekil tayin ettim. Hemen geri dön, gerek benim ev halkim ve gerekse senin ev halkin içinde vekilim ol. Sen bana göre, Musa'ya göre Harun'un durumunda olmak istemez misin? Ancak benden sonra Peygamber gelmeyecektir" dedi. Hz. Ali; "Ey Allah'in elçisi öyledir" diye cevap verdi ve Medîne'ye geri döndü" (Ibn Ishak, Ibn Hisâm, Sîre, IV, 163, Ibn Sa'd, Tabakât, III, 24 25, Taberî, Tarih, III, 144, Ibnü'lEsîr, el-Kâmil, Beyrut 1385/1965, II, 278). Hz. Peygamber'in komutasindaki onbin kisilik Islâm ordusu Medine'den Tebük'e kadar onsekiz yerde konakladi, ondokuzuncu konaklama yeri Tebük oldu. Bu konaklama yerlerinde namaz kilinan yerler günümüzde de adlariyla mescit olarak bilinmektedir. Zülhusub, Feyfâ, Zülmerve, Rak'a ve Vâdilkurâ mescidleri gibi . Yolculuk sirasinda ve konaklama yerlerinde pek çok ibretli ve hikmetli olaylar vuku buldu. Allah'in elçisi yol boyunca ögütlerini sürdürdü. Bunlardan bazilari sunlardir: 1) Sekizinci konaklama yeri olan Hicr'da olanlar: Hicr, Semûd kavminin yasayip helâk oldugu yerdir. Salih Peygambere isyan eden bu toplulugu Yüce Allah korkunç bir haykirisla helâk etmisti (bk. el-A'râf, 7/73-9; el-Hicr, 15/8I-84; es-Suarâ, 26/141-159; Hûd, 11/61-68; en-Neml, 27/45-53). Hz. Peygamber bu kavmin mucizeleri gördükleri halde peygamberlerine karsi gelmelerini açikladi ve bu yerden hizli geçilmesini emir buyurdu. Hicr kuyularindan alinan sulari döktürdü ve bununla hazirlanan ekmek hamurlarinin develere yedirilmesini emir buyurdu (Vâkidî, Megâzî, III, 1II8; Ahmed b. Hanbel, II, 9: Asim Köksal, a.g.e., IX, 185 vd.). Böyle hüzünlü bir beldeye nes'eyle girilmesini, Hicr'da oturan halkla temas etmemelerini emir buyurdu (Vâkidî, Megâzî, III, 1II8; Ahmed b. Hanbel, V, 231). Allah elçisi, Hicr'da gece siddetli kasirganin kopacagini, bu yüzden kimsenin yaninda arkadasi olmaksizin disari çikmamasini ve develerin dizlerinin baglanmasini bildirdi. Kasirga çikti ve uyariya uymayan iki kisiden birisi nefes darligina ugradi, digerini firtina sürükledi. Mücahitler Hicr'da sabahlayinca siddetli susuzlukla karsilastilar. Allah elçisi özellikle Hz. Ebû Bekir'in yagmur duasi yapmasini istemesi üzerine, ellerini kaldirip yagmur için dua etti. Daha ellerini indirmeden yagmur yagmaya baslamisti (Ibn Ishak, Ibn Hisâm, Sîre, IV, 165; Taberî, Tefsîr, XI, 55; Tarih, III, 144). Bunun üzerine daha önce; "Muhammed hak peygamber olsaydi, Musa peygamber'in Allah'tan yagmur istedigi ve yagdirdigi gibi, O da yagmur ister ve yagdirirdi" diyerek dedikodu yapan münâfiklar seslerini kesmislerdi. >Hz. Peygamber'in devesi "Kasvâ"in kaybolmasi: Bir konaklama yerinde Resulullah (s.a.s)'in devesi Kasvâ kaybolmus ve aramalara ragmen bulunamamisti. Benî Kaynuka Yahudilerinden müslüman olan Zeyd b. Lusayt adli münafik; "Kendisinin peygamber oldugunu söyleyen ve size göklerden haberler veren Muhammed bugün kaybolan devesinin yerini bile bilmiyor" diyerek müminlerin kalbine süphe sokmaya çalisiyordu. Bunu haber alan Resulullah (s.a.s), Cebrail (a.s) haber vermesi üzerine devenin bulundugu yeri ve ipinin bir dala takili bulundugunu bildirdi ve "Allah'a yemin olsun ki, gerçekten ben, bir seyi Allah bana bildirmedikçe bilemem" buyurdu. Gerçekten o yana giden sahabiler deveyi bulup getirdiler (Ibn Ishak, Ibn Hisâm, Sîre, IV, 166, 167; Vâkidî, a.g.e., III, 1I1I). Zeyd b. Lusayt bu olaydan sonra, ertesi sabah kalbindeki Hz. Muhammed'in peygamberligi konusundaki süphelerinin yok oldugunu söylemistir (Vâkidî, Megâzî, III, 1I1I). Bazilari onun tövbe ettigini söylerken Hârice b. Zeyd gibi bazi sahabiler de onun tövbe ettigini kabul etmemislerdir (Ibn Ishak, Ibn Hisâm, IV, 167;Vâkidî, a.g.e., III, 1I1I). >Abdurrahman b. Avf'in imam olusu: Hicr'le Tebük arasinda bir konaklama yerinde tan yeri agardiktan sonra Allah elçisi ihtiyacini gidermek için uzak bir yere gitmisti. Cemaat günesin dogmasindan korkarak Abdurrahman b. Avf (r.a)'i öne geçirdiler. Hz. Peygamber abdest alip dönünce Abdurrahman rukû'da idi. Cemaat Resulullah'in geldigini anlayinca neredeyse namazi bozacaklardi. Abdurrahman da imamliktan çekilmek istedi. Fakat Resulullah (s.a.s)'in isareti ile namaza devam etti. Allah elçisi bir rekâti imamla, bir rekâti da selãmdan sonra ayaga kalkarak tek basina kildi. Namaz bitince de; "Güzel yaptiniz" buyurdu (Ahmed b. Hanbel, IV, 247; Vâkidî, Megâzî, III, 1I11). >Abdestte tek yikama ve mestlere meshetme: Avf b. Mâlik'ten rivayete göre, Hz. Peygamber Tebük seferi sirasinda yolcular için mestler üzerine üç gün üç gece, mukîm olanlar için bir gün bir gece süreyle meshedilmesini emir buyurmustur (Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 27). Hz. Ömer'in bildirdigine göre abdest alinirken abdest azalari birer defa yikanmakla yetinilmistir (Ahmed b. Hanbel, 1, 23). >Vaktinde kilinamayip kaza edilen sabah namazi: Yolculukta Allah elçisi uykuda iken kaldirilmamis ve sabah namazi vakti çikip günes bir mizrak boyu yükselmisti. Resulullah (a.s) Bilâl'e: "Ben sana bu gece bizi bekle ve sabah olunca uyandir" demedim mi?" buyurdu. Bilâl: "Seni uyutan beni de uyuttu" dedi. Hz. Peygamber o yerden kalkip biraz gittikten sonra, önce sünneti sonra da farzi kaza etti (Vâkidî, Megâzî, III, 1I15, 1I16). >Hz. Peygamber'in Tebük'te ashabi ile istisare etmesi: Tebük'e geldikten sonra Sam üzerine yürünüp yürünmemesi konusunda Allah elçisi ashabi ile istisare etti. Hz. Ömer: "Eger gitmekle emrolundun ise git" dedi. Hz. Peygamber: "Eger bu konuda Allah tarafindan emrolunmus bulunsaydim, size danismazdim" buyurdu. Bunun üzerine Hz. Ömer: "Ey Allah'in Resulu orada Rumlar çok fazladir, müslümanlardan tek kisi bile yoktur, senin bu derece yakina gelmen onlari korkutmustur. Uygun bulursaniz bu yil buradan geri dönülsün veya yüce Allah bu konudaki buyrugunu bildirir" Bunun üzerine Hz. Peygamber Tebük'ten ileri geçmedi (Ibn Ishak, Ibn Hisâm, Sîre; IV, 17I; Ibn Sa'd, Tabakâl, II, 166; Vâkidî, a.g.e., III, 1I19). >Diger peygamberlere verilmeyip yalniz Hz. Muhammed'e verilen bes haslet: Hz. Peygamber Tebük'te gece namazini (teheccud) çadirinin önünde kildigi bir gece, yanina gelen sahabilerle sohbet ederken söyle buyurmustur: "Benden önceki peygamberlerden hiç birisine verilmeyen su bes sey bana verilmisti: a- Önceki peygamberler yalniz bir kavme gönderilmisken, ben bütün insanlara gönderildim. b- Yeryüzü bana mescit ve temizlik araci kilindi. Bu yüzden namaz vakti nerede olursa teyemmüm edip namazimi kilarim. Önceki ümmetler ise ibadetlerini ancak Kilise ve Havralarda yapabilirdi. c- Savas ganimetleri bana helal kilindi. Halbuki önceki peygamberlere helâl kilinmamisti. d- Bana sefaat makami verildi. e- Ben bir aylik uzak yerdeki düsmanin kalbine korku salmakla yardim olundum" (bk. Buhârî, Teyemmüm, 1, Salât, 56; Müslim, Mesâcid, 3, 4, 5; Ebû Dâvud, Salât, 24; Tirmizî, Mevâkît, 119, Siyer, 5; Nesâî, Cusl, 26; Ibn Mâce, Tahâre, 9I; Dârimî, Salât, 111, Siyer, 28; Ahmed b. Hanbel, I, 25I, 3I1, II, 222, 24I, 25I, 312; Vâkidî, Megâzî, III, 1I21 vd .). Hz. Peygambere ve ümmetine ayricalik saglayan bu niteliklerin Bizans'a karsi yapilan böyle büyük bir harekât sirasinda açiklanmasi su noktalari akla getirmektedir. Çevrede en güçlü olarak bilinen Dogu Roma imparatorluguna karsi durabilecek bir güce sahip olan Islâm toplulugu, yakinda bu yöreleri ele geçirecek ve rum diyari Islâm'a girecek, böylece arap toplumlari disina çikan Islâm evrensellik özelligine kavusacaktir . Islâm ordusu yolculuk sirasinda günlerce çesitli yer ve mevkilerde, arz üzerinde farz ve nafile namazlari kilmis ve böylece ibadetin yalniz mescidlerde yapilabilecegi imaji yerine namaza evrensel bir mescid anlayisi kazandirilmistir. Abdest ve gusülde de su yerine, gerektiginde teyemmümle yetinmenin uygulamalari yapilmistir. Bu gibi askeri hareketlerde zafer sonrasi elde edilecek ganimetlerin beste biri beytülmalin, beste dördü de gazilerin hakki olmak üzere mesrû kilinmistir. Bu da savaslarda ayri bir tesvik unsurudur (bk. "Ganimet" mad .). Çevrede bir aylik uzak yerde bulunan düsman o gün için Dogu Roma Imparatorlugu ve bunlarin baskani Heraklius olmalidir. Imparatorun ve askerlerinin kalbine korku düstügü için Hicaz'a saldirip yakip yikmak üzere yola çiktiklari halde bu cesareti gösterememislerdir. Güçlü Islâm ordusunun hazirlikli, düzenli ve her çesit savas rizikosunu göze alarak Tebük'e kadar gelmesi, güç dengesini psikolojik bakimdan Müslümanlarin lehine çevirmistir. Böylece düsman için, savas olmasa bile güç hazirlamayi emreden ayetin hükmü gerçeklesmistir . Ayette söyle buyrulur: "Onlara karsi gücünüzün yettigi kadar kuvvet ve savas atlari hazirlayin ki, bununla Allah'in düsmani ve sizin düsmaninizi ve daha bundan baska sizin bilmediginiz, fakat Allah'in bildigi diger düsmanlari korkutasiniz. Allah yolunda ne harcarsaniz, karsiligi size eksiksiz ödenir, asla haksizliga ugratilmazsiniz" (el-Enfâl, 8/6I). Hz. Peygamber Tebük'te bulundugu sirada Halid b. Velid'i dört yüz atli ile bir hristiyan topluluk olan Dûmetülcendel'in krali Ãœkeydir b. Abdilmelik üzerine gönderdi. Dûmetülcendel Sam yolu üzerinde Tebük'e yakin, sulu, hurma ve ekinleri bol, büyük bir ticaret merkezi idi. Halid b. Velid az sayida bir askerle bilmedikleri bir yörede krali nasil bulacaklarini sorunca, Allah elçisi onu "yabanî sigir avlarken bulup yakalayacagini" haber verdi. Gerçekten Halid ve arkadaslari kaleye yaklastiklari sirada normal kirsal kesimde az rastlanan bir yaban sigirinin kale kapisina yaklasmakta oldugunu gördüler. Yukaridan Ãœkeydir ve ailesi de bu semiz hayvani görmüslerdi. Ãœkeydir silahlanip birkaç adami ile birlikte sigiri avlamak üzere kaleden disari çikinca da onu yakaladilar ve elleri bagli olarak kalenin önüne getirdiler . Orada Halid'le Ãœkeydir arasinda yapilan anlasmaya göre, Ãœkeydir Müslümanlara: Iki bin deve, sekiz yüz at, dört yüz zirh gömlek, dört yüz mizrak vermek ve Ãœkeydir ile kardesi Mudad Hz. Peygamber'e kadar götürülüp haklarinda Allah elçisi hüküm vermek üzere sulh oldular. Bundan sonra kaleye girilerek belirlenen ganimet mallari teslim alindi (bk. Vâkidî a.g.e., III, 1I27, 1I34; Ibn Ishak, Ibn Hisam, Sire, IV, 169 vd; Ibn Sa'd, Tabakât, II, 62, 166). Eyle, Ezruh ve Cerba Melikleri ile Sulh Anlasmasi Yapilmasi: Hz. Peygamber Tebük'te bulundugu sirada Kizildeniz'in kuzeyinde ve Akabe körfezinin sonunda deniz sahilindeki Eyle hükümdari Yuhanna b. Ru'be, gelerek yillik belirli miktarda cizye vermek üzere kendisi ile sulh anlasmasi yapti. Hz. Peygamber Yuhanna'ya su ahitnameyi yazili olarak verdi. "Bismillahirrahmânirrahîm . Bu, Allah ve Peygamberi Muhammed'den Yuhanna b. Ru'be ile Eyle halkindan denizdeki gemilerde bulunanlari ve karadaki gezen, dolasanlari için eman yazisidir: Gerek bunlar ve gerek Sam, Yemen ve deniz sahili halkindan Eylelilerle birlikte bulunanlar, Allah'in ve Resulunün himayesindedirler. Onlardan bir kötülük isleyeni yanindaki mali koruyamayacak, bu mal, alana da helâl olacaktir. Denizde, karada herkes diledigi tarafa yolculuk yapma hakkina sahiptir" (Ebu Ubeyd, el-Emvâl, Misir 1388/1968, s. 287 vd; Ibn Ishak, Ibn Hisâm, Sîre, VI, 169). Eyle krali Yuhanna ile birlikte Ezruh ve Cerba halki temsilcileri de Tebük'e gelip Hz. Peygamber'le cizye vermek üzere anlasma yaptilar. Bunlar her yil Recep ayinda saf altindan yüz dinar cizye ödemeyi kabul ettiler ve buna karsilik onlara birer emannâme (güven mektubu) verildi. Bu iki topluluk da Eyleliler gibi Yahudi toplumudur (Ibn Sa'd, Tabakât, 1, 289 vd; Ibn Ishak, Ibn Hisâm, Sîre, IV, 169; Vâkidî, Megâzî, III, 1I31). MESCID-I DIRÂR OLAYI: Hz. Peygamber Tebük'te yirmi gün kadar kaldiktan sonra, ashab-i kiramin ileri gelenleri ile istisare ederek geri dönmeye karar verdi. Çünkü Bizans ordusu saldirmaya cesaret edememis ve amaca ulasilmisti. O gün için daha fazla ileri gidip kan dökmeye ihtiyaç yoktu. Çünkü Sam yöresini fetih gibi bir amaçla yola çikilmamisti. Ãœstelik Sam yöresinde bulasici bir hastalik (tâun) oldugu da haber alinmisti. Geri dönüs için yola çikan ordu Ramazan'in ilk günlerinde Medîne'ye ulasti. Hz. Peygamber Tebük'e giderken Medine'ye bir saat uzakliktaki Ziyevan köyüne geliniginde münâfiklardan bir heyet gelerek: "Ey Allah'in Resulu! Biz hastalar ve Kuba mescidine gelemeyenler için özellikle yagmurlu gecelerde namaz kilmak üzere bir mescid bina ettik. Tesrif edip burada namaz kildirsaniz, hayir ve bereketle dua buyursaniz" dediler. Hz. Peygamber bunun dönüste olabilecegini söylemislerdi. Bunun üzerine Tebük dönüsü bu sözü Allah elçisine hatirlatip yeni yapilan mescide gelmesini rica ettiler. Bu mescid Ebû Âmir Fâsik adli bozguncu münafik ve fasigin tesviki ile münafiklarca Kuba Mescidinin cemaatini bölmek niyetiyle yapilmis ve Hz. Peygamber'e suikast düzenlemek üzere içi silâhla doldurulmustu. Hz. Peygamber bu mescide gitmeye hazirlanirken Cebrail (a.s) gelerek durumu haber verdi. Kur'an-i Kerîm'de bu mescidden söyle söz edilir: Zarar vermek, inkâr etmek, müminlerin arasini ayirmak ve daha önce Allah ve Resulune karsi savasanlara gözetleme yeri hazirlamak üzere bir mescid yapanlar; "Biz sadece iyilik yapmak istiyorduk" diye yemin ederler. Allah da sahittir ki bunlar yalancidirlar" (et-Tevbe, 9/1I7). "Ey Muhammed! Bu mescidde asla namaz kilma. Süphesiz ki, baslangicindan itibaren takva üzere kurulan mescidde (Kuba mescidi) namaz kilman daha hayirlidir. O mescidde kendilerini maddî ve manevi kirlerden temizlemeyi seven adamlar vardir. Allah temizlenmek isteyenleri sever" (et-Tevbe, 9/1I8; bk. 1I9, 11I). Bunun üzerine Hz. Peygamber ashab-i kiramdan Mâlik b. Dehsan ile Ma'n b. Adiyy (r. anhümâ)'yi Mescid-i Dirar'i yikmak üzere gönderdi. Bu sahabeler mescidi yakip yiktilar. Böylece kötü amaç için bina edilen bir mescid ortadan kaldirilmis oldu (bk. Ibn Ishak, Ibn Hisâm, Sîre, III, 71; Ibn Sa'd, Tabakât, III, 54I vd; Ibn Kesîr, Muhtasar Tefsîr, II, 169; Kâmil Miras, Tecrîd-i Sarih, X, 422). >Özürsüz cihada katilmayan üç kisinin çilesi: Resulullah (s.a.s) Tebük'ten dönüste Medîne'ye giriste dogrudan Mescidi Nebevî'ye girip iki rekat namaz kildi. Çünkü seferden dönüste bu, Resulullah (s.a.s)'in âdeti idi. Sonra mescitte oturdu. Tebük gazvesine katilamayip Medine'de kalanlar tek tek gelip özürlerini yeminle teyit ettiler. Hz. Peygamber dis görünüslerine bakarak özürlerini kabul edip, iç yüzlerini Allah'a havale etti ve haklarinda istigfarda bulundu. Bunlarin sayisi seksen kadar idi. Ancak Kâ'b b. Mâlik, Mirare b. Rabî ve Hilâl b. Ãœmeyye mesrû bir özürleri bulunmadigi halde cihada katilmamislardi. Hz. Peygamber'in huzuruna girince mazeret uydurma yoluna gitmeden dogruyu söylediler. Resulullah (s.a.s) halki bu üç sahabe ile görüsüp konusmaktan menetti. Üçü de bir köseye çekilerek elli gün süreyle yalnizliga itildiler. Dünya baslarina zindan oldu. Kirk gün geçince Hz. Peygamber bunlara Hüzeyme b. Sâbit (r.a)'i göndererek kadinlarindan da ayri durmalarini bildirdi. Böylece eslerinin cihaddan geri kalan bu sahabelere hizmeti de men edilmis oluyordu. Yalniz Hilâl b. Ãœmeyye'nin esi Allah elçisine gelerek; "Hilâl yaslidir, hizmetçisi de yoktur. Yalniz mutfak islerine yardimci olsam" diye izin istedi. Kendisine yalniz ev hizmeti için izin verildi. Elli gün tamamlaninca bu üç sahabenin magfiret edildigini bildirilen ayet indi. Bunu müjdeleyen sahabeye, Ka'b b. Mâlik sevincinden bir kat elbise giydirmisti. Mescide geldiklerinde Allah'in Resulu Ka'b b. Mâlik'e söyle buyurdu: "Annen seni dogurdugu günden beri yasadigin günlerin en hayirlisini sana müjdeliyorum". Ka'b; "Bu müjde tarafinizdan mi, yoksa Allah tarafindan mi?" diye sorunca, Hz. Peygamber; "Dogrudan Yüce Allah tarafindan" buyurdu. Bunun üzerine Ka'b, bütün servetini Allah yolunda tasadduk etmek istedigini bildirdi. Hz. Peygamber, bir bölümünü kendisine ayirmasinin daha hayirli olacagini söyledi (Kâmil Miras, Tecrîd, X, 424 vd, Hadis No: 1659; Ibn Kesîr, a.g.e., II, 175 vd.). Allah Teâlâ bu üç sahabenin halini ve affedilmelerini söyle bildirir: "Ve savastan geri kalan o üç kisinin tövbesini de kabul etti. Bütün genisligine ragmen yeryüzünün kendilerine dar geldigi, ruhlari son derece sikildigi, Allah 'tan baska bir siginak olmadigini anladiklari zaman tövbe etsinler diye, Allah onlari bagislamisti. Süphesiz ki Allah, tövbeleri çok kabul eden ve çok merhametli olandir" (et-Tevbe, 9/118). Ka'b b. Mâlik ve arkadaslari bu ilâhî iltifata, dogru sözlülükleri ve samimi davranmalari sayesinde kavustular. Ka'b bu olay üzerine, artik ömrü boyunca dogrudan baska bir söz söylemeyecegine dair Allah elçisine söz verdi. Diger münâfiklar uydurduklari yalan mazeretler yüzünden helâk olurken onlar selâmete çiktilar. Kaynak: Islam tarihi |
Tebuk Gazvesinden Dersler Tebuk, Vadi'l-Kura ile Şam arasında bir yerdir. Hicretin dokuzuncu yılının (M. 630) Receb ayında vuku bulan Tebuk gazvesi, Resulullah (s.a.s.)'in en son gazvesidir. Resulullah (s.a.s.) ashabına, Rum (Bizans)larla savaşmak için hazırlanmalarını emretmişti. Yol uzun, düşman kuvvetli, zaman yaz mevsiminin en sıcak günleriydi. Kuraklık ve kıtlık vardı. Buna mukabil hurmaların olgunlaşıp meyve vereceği, hurma ağaçlarının gölgesinde yaşandığı günlerdi. Böyle bir hayatı bırakıp aç-susuz, uzun bir sefere çıkmak zordu. Bundan dolayı Kur'an dilinde, bu seferin tesadüf ettiği zamana "zorluk zamanı", bu sefere "zorluk gazvesi", bu savaşa katılan orduya da "zorluk ordusu (ceyşu'l-usre)" denmiştir. Resulullah (s.a.s.) savaşa hazırlandığı diğer zamanlarda, nereye sefer düzenleneceğini gizli tutmasına rağmen bu kez alışılanın aksine, böyle bir ihtiyata lüzum görmeyerek Rumlar üzerine gidileceğini bildirmişti. Bunun amacı, yolun uzun, zamanın zor ve düşmanın çok olmasından dolayı, hazırlıkların ona göre yapılmasını sağlamaktı. Resulullah (s. a.s.) sefere çıkmakta kararlıydı. Ashabına yol için hazırlanmalarını emretti. Zenginleri Allah yolunda infaka teşvik edip binek hayvanları vermelerini istedi. Zengin sahabiler de bütün imkanlarını Allah yolunda seferber ettiler. Ashabın İhlas ve İnfakı Resulullah (s.a.s.)'in emri üzerine, sahabiler (r. anhum) orduya sadaka, nafaka ve binek hayvanları getirmeye başladılar. Hz. Ebu Bekir (r.a.) malının tamamı olan 40 bin dirhem altın getirdi. Resulullah (s.a.s.) ona: "Kendi ehline herhangi bir şey bıraktın mı?" diye sorunca o: "Onlara Allah ve Resulünü bıraktım" diye cevap verdi. Hz. Ömer (r.a.) malının yarısını getirdi. Resulullah (s.a.s.) ona da: "Kendi ehline herhangi bir şey bıraktın mı?" diye sorunca Ömer (r.a.): "Evet, malımın yarısını" diye cevap verdi. Abdurrahman ibnu Avf iki yüz evkiye altın, Asım ibnu Adiy yetmiş deve yükü hurma getirdi. Hz. Osman (r.a.) ise ordunun üçte birini techiz etti. İbnu Hişam'ın bildirdiğine göre Osman ibnu Affan bu sefer için büyük bir infakta bulundu; öyle ki, o zamana kadar hiç kimse bu kadar infakta bulunmamıştı. Osman ibnu Affan, Tebuk gazvesinde dar durumda olan orduya bin dinar infak etti. Bunun üzerine Resulullah (s.a.s.) mealen şöyle buyurdu: "Allah'ım! Osman'dan razı ol, çünkü ben ondan razıyım." Cihada Katılamadıklarından Dolayı Ağlayanlar Müslümanlardan yedi (diğer bir rivayette yediden fazla) kişi Resulullah (s.a.s.)'in yanına geldiler ve Resulullah (s.a.s.)'den kendilerini bindireceği ve seferde yüklerini yükleyecekleri hayvan istediler. Çünkü kendileri bu imkana sahip değillerdi. Resulullah (s.a.s.) da onlara: "Sizi bindireceğim bir binek bulamıyorum" dedi. Bunun üzerine onlar infak edilecek şey bulamamaktan ötürü üzülerek gözyaşları içinde geri döndüler. Münafıkların Yeniden Ortaya Çıkışı ve Yaptıkları Planlar Hudeybiye anlaşmasından sonra münafıklar hayli azalmıştı. Hudeybiye anlaşması ve Mekke'nin fethinden sonra İslam toplumu büyümeye başlamış, İslam ordusu yirmi kat artmıştı. Bu dönemde kendi istekleriyle İslam'ı seçenler olduğu gibi korkuyla İslam'ı seçenler de vardı. Münafıkların lideri Abdullah ibnu Ubey henüz hayattaydı ve münafıklar bloğunun yeniden yapılanmasını başlattı. Tebuk gazvesi sırasında münafıkların hareketi belirgin bir şekilde ortaya çıktı. Münafıkların seferberlik öncesi faaliyetleri, Müslümanları Resulullah (s.a.s.)'den uzaklaştırmak ve onları dünyanın aldatıcı güzelliklerine çekmek doğrultusundaydı. Bazı münafıklar, Müslümanlarla birlikte sefere çıkmamak için: "Vallahi, kavmim ensar bilir ki, ben kadınlara düşkün bir adamım. Beni Asfar'ın (Rumların) sarışın kadınlarını görünce sabır gösteremeyip bir fitneye düşerim" diyerek mazeret ileri sürdüler. Münafıklardan bir kısmı da izin istemekle kalmayıp havanın çok sıcak olduğundan bahsederek sefere iştirak eden müminleri de caydırmaya çalışıyorlardı. Münafıkların diğer bir kısmı da Resulullah (s.a.s.)'e gelerek: "Gücümüz yetseydi, sizinle beraber çıkardık" diyerek yalan söylemişlerdi. Münafıkların ordu içindeki durumları da şöyleydi: Devamlı olarak emirlere muhalefet ediyor, ordu içinde fitne çıkarmaya çalışıyorlardı. Planlarının içinde en tehlikeli olanı da Resulullah (s.a.s.)'i bir suikastla öldürme girişiminde bulunmaktı. Medine'deki münafıklara gelince, onlar sığınacakları, İslam düşmanlarına karargah olacak Dırar mescidini inşa etmişlerdi. Ayrıca Resulullah (s.a.s.)'e yahudi Süveylim'in evinde bir kısım münafıkların toplandıkları ve halkı gazadan döndürecek sözler söyledikleri bildirilmişti. Bunun üzerine Resulullah (s.a.s.) bir grup sahabiyi göndererek o evi ateşe verdi ve orada toplanan münafıkları dağıttı... Hz. Ka'b İbnu Malik ve Arkadaşlarının Durumu Hz. Ka'b ibnu Malik ile arkadaşları Hilal ibnu Umeyye ve Murare ibnu'r-Rabi'in durumu meşhurdur ve bütün kaynaklarımızda uzun uzadıya anlatılmaktadır. Burada olayın detayına girmeyeceğiz. Fakat biz, bu yazımızdaki "Dersler ve İbretler" bölümünde günümüzün davetçileri için çok önemli bulduğumuz bazı noktalara temas etmeye çalışacağız. Dersler ve İbretler Tebuk gazvesi ders, ibret ve öğütlerle doludur. Dolayısıyla günümüz davetçilerinin, Tebuk gazvesini tekrar tekrar okumaları ve ondan çıkarılacak dersler ve öğütler ışığında hizmet ve çalışmalarını sürdürmeleri gerekmektedir. Tebuk gazvesi; zengin Müslümanların fedakarlığı, fakirlerin durumu, münafıkların hile, tuzak ve planları, savaşa gitmemek için uyduruk mazeretler ileri sürerek Resulullah (s.a.s.)'den izin isteyen insanların hali, hiçbir mazeret ileri sürmeden savaşa gitmeyen ve daha sonra Resulullah'a yalan mazeretler ileri sürenlerin durumu, bazı dünyevi sebeplerden dolayı gitmeyen ve daha sonra Resulullah'a doğruyu söyleyerek hiçbir mazeret beyan etmeyen samimi Müslümanların durumu gibi çeşitli yönleri içermektedir. Tebuk gazvesinden çıkarılacak ders, ibret ve öğütleri şu şekilde sıralayabiliriz: 1. Bütün İslami çalışmalarda Resulullah (s.a. s.)'i ve sahabilerini örnek almak Resulullah (s.a.s.) ve sahabileri savaşta, barışta, darlıkta, bollukta, kısacası hayatın bütün alanlarında kıyamete kadar gelecek bütün Müslümanlara örnektirler. Dün seferin uzunluğu, düşmanın kuvvetli olması, yaz mevsiminin kızgın sıcaklığı, zamanın kuraklık, kıtlık ve meyvelerin olgunlaşma zamanı olması gibi dünyevi sebepler sahabileri Resulullah (s.a.s.)'in emrini yerine getirmekten alıkoymadığı gibi bugün de makam, mevki, görev ve iş yerleri gibi sebepler hiçbir zaman Müslümanları İslami hizmet ve çalışmalardan alıkoymamalıdır. Dünya, içindeki eşyayla birlikte fanidir. Baki olan Allah'tır. Dolayısıyla dünyanın geçici ama aynı zamanda çekici güzelliklerine kanıp Allah yolunda yapılacak hizmetlerden geri kalmamak gerekir. 2. Zor anlarda yardımlaşma ve dayanışmanın önemi Resulullah (s.a.s.) Allah yolunda infaka teşvik ve emir buyurduğu zaman zengin sahabilerin bütün imkanlarını Allah yolunda seferber ettikleri görülmektedir. Müslümanların bölük pörçük ve dağınık bir vaziyette oldukları şu asrımızda, dayanışma ve yardımlaşmaya daha fazla ihtiyaç duyulmaktadır. Maddi imkanları yerinde olan duyarlı Müslümanlar Allah yolunda infaka davet edildikleri zaman gönül hoşnutluğu içerisinde vermeleri ve kıyamete kadar gelen bütün Müslümanlara örnek olan sahabilerin Allah yolunda mallarını infak ettikleri gibi bugünün Müslümanlarının da mallarını tereddütsüz infak etmeleri gerekmektedir. Şunu unutmamak gerekir ki, malının en azından bir bölümünü Allah yolunda harcamayan bir Müslümandan hayır gelmez. 3. Sorulan sorularla kişilerin genel tavırlarının ve özelliklerinin ortaya çıkarılması Resulullah (s.a.s.) infaka katılan sahabilerin arasında Ebu Bekir ve Ömer (r.anhum)'a: "Kendi ehline herhangi bir şey bıraktın mı?" sorusunu ayrı ayrı yöneltmesi büyük önem arz etmektedir. Hz. Ebu Bekir'in: "Onlara Allah ve Resulü'nü bıraktım", Ömer'in de: "Evet malımın yarısını bıraktım" diye cevap vermeleri ayrı bir önem taşımaktadır. Bugünün dava liderleri de, kendi maiyetlerindeki şahısların genel tavırlarını ve özelliklerini anlayabilmek için onlara çeşitli sorular sorabilir ve aldıkları cevaplar doğrultusunda teşhislerini koyabilirler. 4. Allah yolunda İslami hizmetlerde harcanacak malın bulunmamasına üzülmek Maddi imkanların yerinde olması halinde infak etmek, olmaması halinde de üzülmek ve ağlamak gerçek ve samimi Müslümanların şiarıdır. Görülüyor ki, bazı Müslümanlar yoksul oldukları zaman geçimleri samimi ve fedakar Müslümanlar tarafından karşılanıyor. Ama yoksulluk devri bitip herhangi bir şekilde durumları iyileştiği zaman mallarının az bir bölümünü bile Allah yolunda harcamamak için samimi Müslümanları gıybet ve itham ederek başkalarını suçlayıcı tavırlar içine giriyor ve kendi cimriliklerini haklı çıkarmak için de uyduruk mazeretler ileri sürmeye başlıyorlar. Biz "ama", "fakat" ve "lakin"leri bırakalım ve canımızda, malımızda ve vaktimizde İslami standartlara uygun fedakarlık zırhına bürünelim. Bize yaraşan budur. Yoksa Sa'lebe'leşmenin hiçbir manası olmadığı gibi hiçbir faydası da yoktur. Hep birlikte Sa'lebe'nin yolunda değil Ebu Bekir ve Ömer'in yolunda yürüyelim. 5. Uyduruk ve yalan mazeretler ileri sürmenin münafıkların alametlerinden olması Münafıklar ve münafık olmayan ama kalpleri hasta olan bazı Müslümanlar İslami hizmetlere iştirak etmemek için yalan mazeretler uydurmakta gayet mahirdirler. Şeytanın yardımıyla da hemen mazeret uydurabilirler. Örneğin, Resulü Ekrem (s.a.s.) münafıkların liderlerinden Cid ibnu Kays'a (ki Hudeybiye'deki Rıdvan beyatına bu adamın dışında herkes katıldı. Hatta iki defa beyat edenler oldu. Ancak o beyat etmemek için develerin altında saklandı.): "Ey Cid! Bizimle birlikte Rumlar üzerine gitmek ister misin?" diye sorduğunda münafık Cid: "Ya Resulullah! Bu seferde bana izin verseniz de, beni fitneye düşürmeseniz olmaz mı? Vallahi, kavmim ensar bilirler ki ben kadınlara düşkün bir adamım. Rumların sarışın kadınlarını görünce sabredemeyip bir fitneye düşerim" dedi. Resulü Ekrem (s.a.s.) ondan yüzünü çevirerek: "Sana izin verdim" buyurdu. Bunun üzerine şu mealdeki ayeti kerime nazil oldu: "Onlardan bir de: "Bana izin ver, beni fitneye düşürme" diyen var. İyi bilin ki, onlar zaten fitnenin içine düşmüşlerdir. Cehennem de kafirleri kuşatacaktır." (Tevbe, 9/49) Yine münafıklardan bir kısmı Resulü Ekrem'e gelerek: "Gücümüz yetseydi sizinle beraber çıkardık" diyerek yalan söylemişlerdi. Bunların durumu da Resulü Ekrem'e vahyedilmiş ve onlar hakkında şu mealdeki ayeti celile inmiştir: "Eğer (savaşa) çıkmak isteselerdi onun için hazırlık yaparlardı. Ama Allah onların savaşa çıkmalarını hoş görmedi ve onları durdurdu. Kendilerine: "Oturanlarla birlikte siz de oturun" denildi." (Tevbe, 9/46) Bu her iki olay da çok anlamlıdır ve çok şeyi ifade etmektedir. Tabii ki ahiret menfaatini dünyevi menfaatlere üstün tutan aklı selim sahipleri için. Bugün İslami davayı omuzlayanların yukarıda anlatılan her iki olayı daima göz önünde bulundurmaları gerekmektedir. Belli bir sorumluluk sahibi bir Müslüman kendine verilen vazifelerde asla gevşek davranmamalı, şer'i mazeret olmadan gerekli etkinliklerden geri kalmamalı ve programını uygulamalıdır. Vazifelerinde gevşek davrandığı veya programını uygulamadığı zamanlarda da yalan ve uyduruk mazeretlere tevessül etmemelidir. Ayrıca sorumluluk sahibi diğer Müslümanları şüpheye düşürecek söz ve davranışlardan mutlaka kaçınmalıdır. Zira bu tür şeylere bulaşmak nifak kanserine yakalanmanın alametidir ve bunun kıyamet gününde vebali de büyük olur. Şu halde bu müzmin hastalığın belirtilerini taşıyan kardeşlerimize, zaman kaybetmeden bir an önce tedavi olmalarını yani tevbe edip Allah'a sığınmalarını tavsiye etmeliyiz. Şunu da unutmamalıyız ki bizim için örnek Cid ibnu Kays'lar ve İbnu Selul'ler değil, Resulullah (s.a.s.) ve sahabileri (r. anhum)dir. 6. Dünyanın çekiciliğine aldanmanın zararı ve içiyle dışının bir olmasının önemi Hz. Ka'b ibnu Malik (r.a.) savaşa katılmak niyetindeydi. Ancak atına güvendiği için "biraz geç de çıksam, arkadan yetişirim" diye düşündü ve bahçesindeki soğuk suların ve ağaçların serin gölgesinin oluşturduğu rehavete kapılarak önce orduyla birlikte sefere çıkmayı erteledi. Sonra da artık gitmesinde fayda olmayacağını düşünerek gitmedi. İslam ordusu dönünce seferden geri kalanlar Resulullah'a gelerek mazeret beyan ettiler. Ama Ka'b, hiç bir mazeret ileri sürmedi ve doğru neyse onu söyledi. Ka'b'dan önce de Bedir gazvesine katılan Hilal ibnu Umeyye ve Mürare ibnu'r-Rebi adındaki sahabiler de hiç bir mazeret beyan etmemişlerdi. Resulullah (s.a.s.) onları affetmediği gibi onlarla konuşmayı kesti ve sahabilerin de (r. anhum) onlarla konuşmamalarını emretti. Bütün ashab verilen emre uyarak onlarla konuşmayı kesti. Ka'b (r.a.) en sevdiği amcasının oğlunun yanına gidiyor selam veriyor, onunla konuşuyor ama amcasının oğlu selamını almıyor, cevap vermiyor ve ondan yüz çeviriyordu. Daha sonra Resulullah (s.a.s.) onlara haber göndererek hanımlarına yaklaşmamalarını emretti. Onlar da bu emre uydular. Böylece geniş olan dünya Ka'b'ın başına dar gelmeye başladı. Bundan da daha zoru o sırada Gassan oğulları sultanından ona bir mektup gelmesi oldu. Mektupta, Resulullah'tan ve sahabilerinden gördüğü -haşa- bunca hakareti haketmediğini, memleketinin kapısının ona açık olduğunu ve eğer gelirse ona layık olduğu değerin verileceğini ifade eden sözler yer alıyordu. Ka'b mektubu okuyunca daha bir sıkıntıya düştü. Ama imanı onun ikinci bir hataya düşmesine engel oldu. Tam elli gün süren bu zor durumdan sonra Arş-ı A'la'dan onların tevbelerinin kabulüyle ilgili ayetler indi. Sahabiler bu duruma sevinerek onları tebrik etmeye geldiler. Ka'b ve arkadaşlarının olayında, mal, mülk ve makamın zaman zaman rehavete ve hizmetten geri kalmaya sebep olması gibi dikkat edilmesi gereken bir çok önemli nokta vardır. Bu olayda ibret verici en önemli husus ise, her ne sebeple olursa olsun Ka'b'ın sefere çıkmadığı için cezai müeyyideye tabi tutulması ve onun sabretmesidir. Ka'b için en zoru İslami cemaatten ayrı kalması ve başkaları tarafından kendi saflarına davet edilmesiydi. Günümüzde İslami davaya gönül verenlerin de böyle durumlarla karşı karşıya kaldıkları zaman Hz. Ka'b'ın yolunu izlemeleri gerekir. Oysa günümüzde bazen yaptıkları yanlışlardan dolayı bir azar işitenler bile kendilerini haklı çıkarabilmek için kendilerini azarlayanları, yanlışlarını düzeltmelerini isteyenleri suçlamakta hatta bazı zayıf kalpliler iftira atma yoluna bile başvurabilmektedirler. Oysa bu hareketleriyle hem dünyalarını hem de ahiretlerini yıkıyorlar da farkında olmuyorlar. Allah cümlemizi hakkı görüp ona uyan, batılı görüp ondan sakınan kullarından eylesin. Sadullah Ergün |
DÛMETÜ'L-CENDEL OLAYI Dûmetü'l-Cendel, Tebük'e yakin, Sam'a bes gecelik mesafede bir yerdir. Hz. Peygamber Sam'da hristiyan Araplar'in ve Bizans imparatoru Herakleios'un destekledigi Rum askerlerinin Medîne'ye saldiri için hazirlik yaptiklarini ögrenince, onlardan önce davrandi ve otuz bin kisilik bir Islâm ordusu ile hicretin dokuzuncu yilinda Tebük'e kadar geldi. Gerek Rum'dan ve gerekse Araplar'dan bir hareket görülmeyince orada durdu. Ayrica Sam'da bulasici tâûn (veba) hastaliginin bulundugu haberi de gelmisti. Allah Rasûlü, ashabi ile istisare ederek bir süre Tebük'te kaldi. Iste Hz. Peygamber Tebük'te bulundugu sirada Hâlid b. Velid (ö. 21/641)'i çagirdi ve yanina dörtyüz atli asker verip, kendisini Dûmetü'l-Cendel'de bulunan Ükeydir b. Abdilmelik'e gönderdi. Ükeydir Kindeliler'den olup, onlarin krali idi. Ve hristiyandi. Halid, emrindeki güçlerle birlikte gece vakti Ükeydir'in kalesine yaklasti. Ükeydir o sirada bazi adamlariyle birlikte yaban sigiri avlamak amaciyle kale disina çikmisti. Hz. Hâlid ve adamlari Ükeydir'e saldirip, onu yakaladilar. Kardesi Hassan çarpismaya devam etmek isteyince öldürüldü. Digerleri kaçip kaleye girdiler. (Ibn Hisam, Sîre, Beyrut 1391/1971, IV,161,170; Ibn Sa'd, Tabakât, Beyrut 1376/1957, II, 165, 167; Vâkidî, Kitabü'l-Megâzî, Kahire 1965, III, 1025, 1026, 1027, 1031; et-Tevbe, 9/117; Buhârî, Câmiu's-Sahîh, Istanbul, Âmire 1329, V, 128; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 75, VI, 387; Dâre Kutnî, IV, 195-196) Hâlid b. Velid ile Ükeydir arasinda kale halkinin durumu ile ilgili olarak yapilan anlasmaya göre, Hâlid'e, 1) Iki bin deve, 2) Sekiz yüz at, 3) Dört yüz zirh gömlek, 4) Dört yüz mizrak, verilecek; 5) Ükeydir'le kardesi Mudad, Hz. Peygamber'e kadar götürülüp, haklarinda orada hüküm verilecekti (Vâkidî, Megâzî, III, 1027; Ibn Sa'd, Tabakât, II,166). Ükeydir, kardesi ve ganîmetler Tebük'e getirildi. Hz. Peygamber ganîmetlerin beste birini beytü'l-mâl için ayirdiktan sonra, beste dördünü mücahidler arasinda bölüstürdü. Rasûlullah (s.a.s.) Ükeydir'le kardesini Islâm'a davet etti. Fakat yanasmadilar, cizye ödemeye razi oldular. Kendileri serbest birakildi. Onlara emân ve sulh maddeleri ihtiva eden bir yazi verildi. Ükeydir Tebük'ten tekrar Dûmetü'l-Cendel'e döndü (Vâkîdî, Megâzî,III,1030; Ibn Hisam, Sîre, IV, 170). Dûmetü'l-Cendel akar suyu, hurmalik ve ekinleri bulunan, büyük bir panayir ve ticaret merkezi idi. Arap kabilelerinin birer birer müslüman olduklarini görünce, Dûmeliler, Hz. Peygamber'den korkmaya baslamislardi. Ancak bu olaydan sonra da Islâm'a girmek yerine cizye ödemeyi tercih ettiler. Hamdi DÖNDÜREN |
VEDA HUTBESI -------------------------------------------------------------------------------- Hz. Peygamber'in, hicri 10. yilda yaptigi Veda Hacci'nda sayilari yüz on dört bini bulan haciya hitaben irad ettigi hutbe. Peygamber (s.a.s) bu son hutbesinde, bundan sonra bir daha haccedemeyecegini bildirip vefatinin yaklastigini ima ettigi, sonraki gelen günler de onun bu sözlerini dogruladigi için bu hacca Veda Hacci, bu hac esnasinda irad ettigi hutbeye de Veda Hutbesi adi verildi. Veda Hutbesi her ne kadar tek bir hutbe imis gibi kabul edilmekteyse de, gerçekte bu hutbe, Arafat ta, Mina da ve bir gün sonra yine Mina'da olmak üzere arafe günü ile bayramin birinci ve ikinci günlerinde parça parça irad edilmistir (Tecrid-i Sarih, Terc. X, 396). Degisik yer ve zamanda irada buyuruldugu için de hutbe, birçok kisi tarafindan birbirinden farh sekillerde rivâyet edilmis; kisinin ya da grubun duydugunu digerleri isitmediginden, hutbenin tamaminin biraya toplanmasinda bu farkli rivâyetlerden yararlanilmis ve daha sonraki yillarda bu üç ayn yer ve zamanda buyurulan hutbe tek bir hutbe olarak biraraya getirilmistir. Rasûlüllah'in bu son haccindan bir yil önce nâzil olan Tevbe sûresinde, müsriklerin pis oldugu ve bu yildan sonra Mescid-i Haram'a yaklasmamalari (et-Tevbe, 9/28) emredildigi için, Veda Hacci'nda Mekke'de sadece Müslümanlar vardi, hutbeyi de yalnizca Müslümanlar dinlemisti. Zaten Mekke'in fethinden sonra müsriklerin sayisi parmakla sayilacak kadar azalmisti. Rasûlüllah, Medine'den kendisiyle birlikte yola çikan yüzbin civarindaki ashâbiyla Mekke'ye haccetmek için geldiklerinde bir yil önceki uyari sebebiyle Mekke'de müsrik kalmamisti; çogunluk Müslüman olurken Mekke'yi terkedenler de vardi. Rasûlüllah, haccin bütün erkâmin bizzat kendisi yaparak Müslümanlara ögretmis, Islâm'in hac konusundaki emirleri de böylece tamamlanmisti. Islâm'in tamamlandigini bildiren bazi âyetler de bu Veda Hacci'nda nâzil oldu. Cahiliye döneminde disaridan gelen hacilar Arafat'ta vakfeye dururken, Kureys esrafi diger insanlardan üstün olduklarini belli edercesine Arafat yerine Müzdelife'de vakfeye dururlardi. Rasûlüllah cahiliye döneminin bu sinif üstünlügüne dayali âdetini ortadan kaldirdi ve bütün hacilar gibi Arafat'ta vakfeye durdu. Rasûlüllah'a orada bu dinin tamamlandigi su âyet-i kerimeyle müjdelendi: "Ey Mü'minler, su küfreden müsrikler bugün dininizi söndürmekten ümidlerini kesmislerdir. Artik bundan böyle onlardan korkmayiniz; ancak benden korkunuz. Bugün dininizi kemale erdirdim; ve size ihsan ettigim nimetimi tamamladim. Din olarak da size Islâm'i seçtim"(el-Mâide, 5/3). Dinin kemale erdirilmesine bütün Müslümanlar sevinirken yalnizca Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer, bunun, Hz. Peygamber'in vefatinin yaklastigina delalet ettigini anlamislar ve gözlerinden yaslar akmisti. Gerçekten de bundan sonra Rasûlüllah seksen iki gün yasamis ve vefat etmistir. Arafat'ta yüz binin üzerindeki haciya hitaben bir hutbe irad eden Rasûlüllah sesinin bütün hacilar tarafindan isitilmesi için belli mesafelerde gür sesli sahabilerden bazilarini görevlendirdi. Rasulüllah'in sözlerini tekrar eden bu kisiler hutbenin bütün hacilar tarafindan duyulmasini sagliyorlardi. Devesi Kusva'nin sirtinda oldugu halde Rasûlüllah su hutbeyi irac etti: "Ey insanlar! Sözümü iyi dinleyiniz. Bilmiyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada ebedi olarak bir daha bulusamayacagim. Ey Insanlar bu günleriniz nasil mukaddes bir gün ise, bu aylariniz nasil mukaddes bir ay ise, bu sehriniz nasil mübarek bir sehir ise; canlariniz, mallariniz, irzlariniz da öyle mukaddestir, her türlü saldiridan emindir. Ashabim! Yarin Rabbinize kavusacaksiniz ve bugünkü her hal ve hareketinizden sorulacaksiniz. Sakin benden sonra eski dalâletlere dönüp birbirinizin boynunu vurmayin. Bu vasiyetimi burada bulunanlar bulunmayanlara bildirsin Olabilir ki bildirilen kimse, burada bulunup da isitenden daha iyi anlayarak muhafaza etmis olur. Ey ashabim! Kimin yaninda bir emanet varsa onu sahibine versin. Fa izin her çesidi kaldirilmistir, ayagimiz altindadir. Lakin borcunuzun aslin vermek gerekir. Ne zulmediniz ne de zulme ugrayiniz. Allah'in emriyle faizcilik artik yasaktir. Cahiliyetten kalma bu çirkin âdetin her türlüsü ayagimin altindadir. Ilk kaldirdigim faiz de Abdulmuttalib'in oglu (amcam) Abbas'in faizidir. Ashabim! Cahiliyet devrinde güdülen kan davalari da tamamen ortadan kaldirilmistir,' ilk kaldirdigim kan davasi da Abdulmuttalib'in torunu (yegenim) Rebîa'nin kan davasidir. Ey Insanlar! Bugün seytan sizin su topraklarinizda yeniden nüfuz ve saltanat gücünü ebedi surette kaybetmistir. Fakat bu kaldirdigim seyler haricinde küçük gördügünüz islerde de ona uyarsaniz bu da onu memnun edecektir. Dininizi korumak için bunlardan sakininiz. Ey Insanlar! Kadinlarin haklarina riayet etmenizi ve bu hususta Allah' tan korkmanizi tavsiye ederim. Siz kadinlari Allah'in emaneti olarak aldiniz. Ve onlarin namuslarini ve ismetlerini Allah adina söz vererek helal edindiniz. Sizin kadinlar üzerindeki hakkiniz; onlarin, aile serefini koru mallari ve evlerinizi sizin hoslanmadiginiz hiç kimseye açmamalari, çignenmemeleridir. Eger onlar, razi olmadiginiz herhangi bir kimseyi evinize alirlarsa onlari hafif bir sekilde dövebilir, azarlayabilirsiniz. Kadilarin da sizin üzerinizdeki haklari; örfe göre her türlü giyim ve yiyeceklerini temin etmenizdir. Ey mü'minler, size bir emanet birakiyorum ki siz ona simsiki sarildikça yolunuzu hiçbir zaman sasirmazsiniz. O emanet Allah'in kitabi Kur'ândir. Ey mü'minler! Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi muhafaza ediniz. Müslüman müslümanin kardesidir ve bütün Müslümanlar kardestir. Din kardesinize ait olan herhangi bir hakka tecavüz, baskasina helal degildir. Ancak gönül hosluguyla verilen baska. Ashabim! Nefsinize de zulmetmeyiniz. Nefsinizin de üzerinizde hakki vardir: Ey insanlar! Cenab-i Hak her hak sahibine hakkini vermistir. Varis için vasiyete gerek yoktur. Çocuk kimin döseginde dogmussa ona aittir. Zinakâr için mahrumiyet cezasi vardir. Babasindan baskasina nesep iddia eden soysuz yahut efendisinden baskasina uymaya kalkan nankör, Allah'in gazabina, meleklerin lanetine ve bütün Müslümanlarin düsmanligina ugrasin. Cenab-i Hak bu insanlarin ne tevbelerini ne de sehadetlerini kabul eder." Rasûlüllah sözlerinin burasinda dinleyenlere sordu: "Ey insanlar! Yarin beni sizden soracaklar. Ne dersiniz?" Ashab-i Kiram cevap verdi: "Allah'in risâletini teblig ettin; risalet görevini yerine getirdin, bize vasiyyet ve nasihatte bulundun diye sehadet ederiz." Rasûlullah sehadet parmagini göge kaldirarak üç kez "Sahit o! ya Rab! Sahit o! ya Rab! Sahit ol ya Rab!" buyurarak Arafat'taki hutbesini bitirdi. Hz. Peygamber günes batincaya kadar vakfede durdu. Tam buradan inmeye karar verecegi bir anda yukarida zikredilen Mâide sûresinin üçüncü âyeti nazil oldu. Daha sonra devesine binen Rasûlüllah yavas adimlarla Arafat'tan inerek Müzdelife'ye geldi. Burada bir ezan iki kamet ile aksam ve yatsi namazlarini birlestirerek kildi. Ve istirahata çekildi. Sabah olunca cemaatle birlikte sabah namazini kaldi ve ortalik iyice agardiktan sonra Müzdelife'den Cemretü'l Akabe mevkiine geldi. Seytan taslamadan sonra Mina'ya geçen Rasûlüllah burada da Veda Hutbesi'nin diger bölümünü irad etti. Allah'a hamdü senadan sonra devamla: "Ey insanlar! Sizi Allah'in kitabina baglayan peygamberinizin sözlerini iyi dinleyiniz, ona itaat ediniz. Hac ibadetinizin bütün hareketlerini benden gördügünüz gibi ifa ediniz. Öyle saniyorum ki, ben bu seneden sonra bir daha haccedemem. " Rasûlüllah bundan sonra halkla sorulu cevapli sürdürdügü hutbesini: "Ey insanlar! Aylarin yerini degistirerek geri birakmak inkârda asiri gitmektir. Kafirler böyle yapmakla dogru yoldan saptilar. Allah'in haram kildigi aylarin sayisini uygun yapmak için, bir yil haram ayini helal, diger yil onu haram sayarlar. Böylece Allah'in haram kildigini helal kabul ederler. Zaman, Allah'in gökleri ve yeri yarattigi gün gibi ayni duruma döndü. Allah'in katinda aylarin sayisi on ikidir. Bunlarin dördü mukaddes (haram) aylardir ki üçü arka arkaya gelen Zilkade, Zilhicce ve Muharrem, dördüncüsü de Cemaziyelahir ile Saban'in arasindaki Receb'tir. Ey mü'minler! Bu ay hangi aydir?"-Allah ve Rasûlü daha iyi bilir."-Zilhicce ayi degil midir?"-Evet Zilhiccedir."-Bu içinde bulundugumuz belde hangi beldedir?"-Allah ve Rasûlü daha iyi bilir.-Mekke Sehri degil midir?"-Evet Mekke'dir."-Bugün hangi gündür? -Allah ve Rasûlü daha iyi bilir."Yevmü'nnahr (kurban kesme günü) degil midir?"-Evet yevmünahr'dir. Bu diyalogdan sonra Rasûlüllah sahabelere dönerek "Su halde iyi bilin ki; bu sehrinizde, bu beldenizde, bu gününüzün mukaddes (haram) oldugu gibi birbirinize kanlarinizi dökmek, mallarinizi haksiz yere olmak, namuslarinizi kirletmek de haramdir, her türlü saldiridan masumdur. Muhakkak ki, siz Rabbinize kavusacaksiniz, o zaman bütün bu islerden sorulacaksiniz. Ey Insanlar! Aklinizi basiniza alinda benden sonra birbirinizin boynunu vuracak sekilde dalâlete, vahsete düserek cahiliye devrine dönmeyin. Ey insanlar! Bu nasihatlerime kulak verip bunlari burada hazir bulunanlariniz burada bulunmayanlara teblig etsin. Olabilir ki, kendisine tebligi edilen kimse burada bulunup isiten bir kisim kimseden daha iyi anlayip bellemis olur" ardindan Rasûlüllah iki kez:"- Teblig ettim mi?" buyurdu.Sahabîler:-Evet ettin, deyince O;"Sahit ol ya Rab!" dedi ve tekrar hatirlatti: "Burada bulunanlar bulunmayanlara teblig etsin. " Rasulüllah Mina'daki bu hutbesinden sonra kurban kesim yerine gelerek önceden hazirlanan yüz devenin altmis üçünü bizzat kendi kurban etti digerlerini de Hz. Ali kestikten sonra her deveden birer parça et alinarak pisirilip yenildi. Daha sonra tras olan Hz. Peygamber ihramdan çikti ve Kabe'yi tavaf etti. Ögle namazini da orada kildiktan sonra Zemzem suyunun yanina gitti ve kendisine sunulan bir bardak suyu içtikten sonra tekrar Mina'ya döndü. Rasûlüllah Mina'da geçirdigi tesrik günlerinde seytan taslama görevini yerine getirmis, bu arada çevresinde bulunan insanlara hutbeler irad buyurmustu. "Allah'in yardimi ve fetih geldigi ve insanlarin dalga dalga Allah'in dirine girdiklerini gördügün zaman Rabbini överek tesbih et. O'ndan magfiret dile. Çünkü o tevbeleri çok kabul edendir" (en-Nasr, 11I/1-3) mealindeki Nasr sûresinin nâzil oldugunu duyan Müslümanlara, hem yeni nâzil olan bu sûreyi okumus hem de kendilerine nasihat ettigi hutbelerinden birini irad buyurmustur. Bu hutbesinde de yine Müslümanlarin mal, can, namus emniyetinden bahseden Rasûlüllah insan haklarinin temelini olusturan bu üç hakki tekrar tekrar ümmetine hatirlatmisti. Degisik yer ve zamanda irade edilen bu hutbeler, tek bir hutbe seklinde bütünlestirilmistir. Hutbenin toplum hayatina getirdigi prensipler: Incelendigi zaman Veda Hutbe'sinde Peygamber (s.a.s)'in baslica su noktalara degindigi görülür: 1- Her iste daima Allah'a hamd-ü sena etmek gerekir. 2- Nefis, insani her zaman serre yöneltmek ister. Bu sebeple nefislerin ser-inden de Allah'a siginmak lâzimdir. 3- Can, mal ve irz kutsaldir. Yasama hakki tabii bir haktir. Irz, seref, haysiyet, hürriyet ve mülkiyet saldiridan korunmus haklardir. 4- Cahiliye gelenekleri kaldirilmistir. Insanlar alisa geldikleri kötü seyleri körü körüne yapmaktan vazgeçmelidirler. 5- Faiz haramdir. 6-Kan davasi gütmek haramdir. 7- Emânetler yerlerine verilmelidir. Emânete hiyanet edilmemelidir. 8- Küçük büyük önemli-önemsiz her iste seytana uymaktan sakinilmalidir. 9- Kadinlarin ve erkeklerin karsilikli hak, vazife ve sorumluluklari vardir. Kadinlara nezâketle davranilacaktir. 1I- Hem kadin hem de erkekler zinadan siddetle kaçinacaklardir. 11- Köle ve hizmetçilere iyi davranilacaktir. 12- Bütün Müslümanlar kardestir. Her türlü sinif farklari ve ayricaliklar kaldirilmistir. Üstünlük fazilet iledir. 13- Zulümden sakinmak gerekir, halkin mali haksiz yere yenemez, birine ait bir sey sahibinin izni olmadikça baskasi için helâl olmaz. 14- Müslümanlar birbirleriyle savasmaktan sakinacaklardir. 15- Allah'in Kitâb'ina ve Peygamber'in sünnetine uyanlar asla sapikliga düsmezler. 16- Islâm sadeliginden ayrilmamak, asiriliklara sapmamak gerekir. 17-Hak Teâlâ'ya ibadet olunacak; bes vakit namaz kilinacak, oruç ayinda oruç tutulacak, Hz. Peygamber'in tavsiyelerine uyulacaktir. Bunlari hakkiyla yerine getirenlerin mükâfati cennettir. Kaynak: Islam tarihi |
Bismillahirrahmanirrahim "Ey insanlar! "Sözümü iyi dinleyiniz! Bilmiyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada bir daha bulusamiyacagim. "Insanlar! "Bugünleriniz nasil mukaddes bir gün ise, bu aylariniz nasil mukaddes bir ay ise, bu sehriniz (Mekke) nasil mübarek bir sehir ise, canlariniz, malariniz, namuslariniz da öyle mukaddestir, her türlü tecâvüzden korunmustur. "Ashabim! "Muhakkak Rabbinize kavusacaksiniz. O'da sizi yapti olayi sorguya cekecektir. Sakin benden sonra eski sapikliklara dönmeyiniz ve birbirinizin boynunu vurmayiniz! Bu vasiyetimi, burada bulunanlar, bulunmayanlara ulastirsin. Olabilir ki, burada bulunan kimse bunlari daha iyi anlayan birisine ulastirmis olur. "Ashabim! "Kimin yaninda bir emanet varsa, onu hemen sahibine versin. Biliniz ki, faizin her cesidi kalidirilmistir. Allah böyle hükmetmistir. Ilk kaldirdigim faiz de Abdulmutallib'in oglu (amcam) Abbas'in faizidir. Lakin anaparaniz size aittir. Ne zulmediniz, ne de zulme ugrayiniz. "Ashabim!" "Dikkat ediniz, Cahiliyeden kalma bütün adetler kaldirilmistir, ayagimin altindadir. Cahiliye devrinde güdülen kan davalari da tamamen kaldirilmistir. Kaldirdigim ilk kan davasi Abdulmuttalib'in torunu Iyas bin Rabia'nin kan davasidir. "Ey insanlar! "Muhakkak ki, seytean su topraginizda kendisine tapinmaktan tamamen ümidini kesmistir. Fakat siz bunun disinda ufak tefek islerinizde ona uyarsaniz, bu da onu memnun edecektir. Dininizi korumak icin bunlardan da sakininiz. "Ey insanlar! "Kadinlarin haklarini gözetmenizi ve bu hususta Allah'tan korkmanizi tavsiye ederim. Siz kadinlari, Allah'in emaneti olarak aldiniz ve onlarin namusunu kendinize Allah'in emriyle helal kildiniz. Sizin kadinlar üzerinde hakkiniz, kadinlarin da sizin üzerinizde hakki vardir. Sizin kadinlar üzerindeki hakkinizi; yataginizi hic kimseye cignetmemeleri, hoslanmadiginiz kimseleri izininiz olmadikca evlerinize almamalaridir. Eger gelmesine müsade etmediginiz bir kimseyi evinize alirlarsa, Allah, size onlarin yataklarinda yalniz burakmaniza ve daha olmasza hafifce dövüp sakindirmaniza izin vermistir. Kadinlarin da sizin üzerinizdeki haklari, mesru örf ve adete göre yiyecek ve giyeceklerini temin etmenizdir. "Ey mü'minler! "Size iki emanet burakiyorum, onlara sarilip uydukca yolunuzu hic sasirmazsiniz. O emanetler, Allah'in kitabi Kur-ân-i Kerim ve Peygamberin (a.s.m) sünnetidir. "Mü'minler! "Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi belleyiniz! Müslüman Müslümanin kardesidir ve böylece bütün Müslümanlar kardestirler. Bir Müslümana kardesinin kani da, mali da helal olmaz. Fakat malini gönül hoslugu ile vermisse o baskadir. "Ey insanlar! "Cenab-i Hakk her hak sahibine hakkini vermistir. Her insanin mirastan hissesini ayirmistir. Mirasciya vasiyet etmeye lüzüm yoktur. Cocuk kimin döseginde dogmussa ona aittir. Zina eden kimse icin mahrumiyet vardir. Babasindan baskasina ait soy iddia eden soysuz yahut efendisinden baskasina intisaba kalkan köle, Allah'in, meleklerinin ve bütün insanlarin lanetine ugrasin. Cenab-i Hakk, bu gibi insanlarin ne tevbelerini, ne de adalet ve sehadetlerini kabul eder. "Ey insanlar! "Rabbiniz birdir. Babaniz da birdir. Hepiniz Adem'in cocuklarisiniz, Adem ise topraktandir. Arabin Arap olmayana, Arap olmayanin da Araap üzerine üstünlügü olmadigi gibi; kirmizi tenlinin siyah üzerine, siyahin da kirmizi tenli üzerinde bir üstünlügü yoktur. Üstünlük ancak takvada, Allah'tan korkmaktadir. Allah yaninda en kiymetli olaniniz O'ndan en cok korkaninizdir. "Azasi kesik siyahî bir köle basinza amir olarak tayin edilse, sizi Allah'in kitabi ile idare ederse, onu dinleyiniz ve itaat ediniz. "Suclu kendi sucundan baskasi ile suclanamaz. Baba, oglunun sucu üzerine, oglu da babasinin sucu üzerine suclanamaz. "Dikkat ediniz! Su dört seyi kesinlikle yapmaycaksiniz: Allah'a hicbir seyi ortak kosmayacaksiniz. Allah'in haram ve dokunulmaz kildigi cani, haksiz yere öldürmeyeceksiniz. Zina etmeyeceksiniz. Hirsizlik yapmayacaksiniiz.. "Insanlar Lâilahe illallah deyinceye kadar onlarla cihad etmek üzere emrolundum. Onlar bunu söyledikleri zaman kanlarini ve mallarini korumus olurlar. Hesaplari ise Allah'a aittir. "Insanlar! "Yarin beni sizden soracaklar, ne diyeceksiniz?" Saheb-i Kiram birden söyle dediler: "Allah'in elciligini ifa ettiniz, vazifenizi hakkiyla yerine getirdiniz, bize vasiyet ve nasihatta bulundunuz, diye sehadet ederiz!" Bunun üzerine Resul-i Ekrem Efendimiz (S.A.V.) sehadet parmagini kaldirdi, sonra da cemaatin üzerine cevirip indirdi ve söyle buyurdu: "Sahid ol, yâ Rab! Sahid ol, yâ Rab! Sahid ol, yâ Rab!" Hazirlayan : Ekrem Yolcu |
Peygamberimizin mektubu Doç. Dr. Ahmed Akgündüz 1987 yilinin baslarinda dergimizi aradiginda ZAFER tarihinde dönüm noktasi olacak bir sayinin müjdesini daha büyük bir müjde ile beraber veriyordu. Peygamber Efendimiz' in (S.A.V.) yalanci peygamber Müseylime'ye gönderdigi mektup, Topkapi Sarayi Müzesi'nin Mukaddes Emanetler Dairesi'nde ortaya çikarilmisti. Hadis âlimleri ve çesitli islâm kaynaklari tarafindan muhtevasi günümüze kadar aktarilan, fakat simdiye kadar bulunamayan bu mukaddes vesika ilk defa ZAFER vasitasiyla bütün dünyaya ilân ediliyordu. Mektubun orijinali Peygamberimiz, hicretin 7. senesinde, basta Dogu Roma (Bizans) imparatorlugu olmak üzere dünyanin en büyük devletlerine teblig mektuplari göndermis ve kendilerini islâmiyete dâvet etmisti. Efendimizin tesebbüsü, sonunda beklenen neticeyi verdi ve insanlar, akin akin müslüman olmaya basladi. Bu gâye ile Medine'ye gelen Benî Hanife kabilesinin temsilcileri arasinda, Müseylime adinda birisi vardi. Edebî yönü oldukça kuvvetli olan bu sahis, Müslümanlari gördükten sonra onlara karsi duydugu kiskançligi, kendisini büyük bir felâkete sürükleyecek sekilde izhâr etti ve peygamber oldugunu ileri sürerek, kavminin Efendimize degil de kendisine tâbi olmasini istedi. Müseylime'nin bu iddiasi bazi münâfiklarin da yardimiyla kuvvet buldu ve Benî Hanife kabilesinin birçogunu dininden döndürdü. Yalanci Peygamber Müseylime, sonralari daha da ileri giderek Efendimiz'e (S.A.V.) su meâlde bir mektup yazdi: "Allah'in Resulü Müseylime'den, yine Allah'in Resulü Muhammed'e, Sana selam olsun. Ben, seninle biriÃ*kte peygamberlik vazifesine ortagim. Yeryüzünün yarisi bize, yarisi da Kureys Kabilesine âittir. Ancak Kureys haddini asan bir kavimdir." Peygamberimiz bu satirlari okuyunca, onu getiren elçilere: "Eger elçilerin öldürülmeyecegine dâir bir kâide olmasaydi, sizin boynunuzu vurdururdum" demis ve Ubeyy bin Kaab'a yazdirdigi asagidaki mektubu, Müseylime'ye göndermistir. (Mektubun son cümlesi, tam olarak okunamamistir.) "Rahman ve Rahim olan Allah' in adiyla; Allah'in Resulü Muhammed'den, yalanci peygamber Müseylime-tül-Kezzab'a . Selâm, hidayete tâbi kimseler üzerine olsun. Bundan sonra bilesin ki, yeryüzü Allah' indir. Onu, kullarindan diledigine ihsan eder. Hüsn-ü akibet ise, müttakilerindir.(Allah'tan korkan mümin kullara aittir.) Sen ve beraberindekiler eger tövbe eder seniz, Allah da seni ve seninle beraber tövbe edenleri affeder." ··· MÃœSEYLIME' NIN SONU: Uhud harbinde Hz. Hamza'yi sehid eden Hz. Vahsi, sonradan müslüman olmus ve Hz. Ebubekir zamaninda Halid Bin Velid komutasindaki bir orduda yer alarak Müseylime' nin askerleri ile çarpismisti. Hz. Vahsi, bu savasta Hz. Hamza' yi sehid ettigi mizragi kullanarak Müseylime'yi öldürmüs ve Hz. Hamza'ya mukabil olmasini istedigi bu hareketiyle Allah'tan affini istemistir. Zafer dergisi, Sayi 200 , 1993 |
Hz.Peygamber s.a.v. devrinde basin Genel olarak basinin iki türlü tezahürü vardir: Birincisi toplumu dünya hadiselerinden haberdar etmek; ikincisi de, toplumu egitmektir. Ne var ki, basinin bu her iki yönlü çalismasi da, içinde bulunduklan ortamin sosyal ve siyasal yapisi yüzünden sinirli olmustur. Dünya tarihindeki büyük olaylarin hemen hepsinde basin çok büyük rol oynamistir. Ancak bu rol her zaman müsbet degil, bazan da menfi yönde olmustur. Büyük ideolojilerin müsbet veya menfi manadaki bu müsbet veya menfilik izafi olup insandan insana degisir en büyük silahlari süphesiz basindir. Ancak, biz basini bu manada alirken, yayin'i da içine aliyoruz. Miladi 7.yüzyilin en büyük hadisesi, Hz.Muhammed s.a.s'in Islam'i bütün insanlara teblig etmek üzere Allah tarafindan peygamberlikle görevlendirilmesidir.Tabiidir ki, Mekke ve daha sonra Medine basini bu büyük hadiseye bigane kalamazdi. Hz.Peygamber s.a.s. temeli putlara ve heykellere tapicilik olan Mekke Devletini yikip, yerine tevhid inancina dayali olan îslâm Devleti'ni kurmak istediginden, daha baslangiçta, tasarrufu Mekke hükümetinin elinde olan basinin saldirisina ugradi. Miladi 7.yüzyil Mekke'si için, pek tabiidir ki, gazete, dergi veya radyo, televizyon söz konusu degildir. Basin organlari nelerdi? Sairler! Evet basin isini sairler yürütüyordu. Herhangi bir konuda komu oyu olusturulacaksa, bu is için sairler görevlendiriliyor, mukabilinde külliyetli miktarda para ödeniyordu. Mamafih, sairlerin bu isi menfaat karsiligi yapmadiklari da oluyordu. Savas hazirliklarinda olsun savas meydanlarinda olsun, en büyük silah siirdi. Resulüllah s.a.s'in Mekke döneminde olsun, hicretten son raki Medine döneminde olsun; bu sairler Islâm ve Onun Peygamberi Hz.Muhammed s.a.s.'in aleyhinde siirler söylemisler kamu efkarini Islâm aleyhine çekmek için çalismislardir. Mekke dönemi inancin tebligi sabir ve yetisme dönemi oldugundan, Hz.Peygamber s.a.s. Mekke basininin bu amansiz saldirisina sabretmistir. Medine döneminde ise; cihada yani Allah'in buyruklarini yeryüzünde ikame etmek için savasa izin verildiginden, durum baskadir. Sairlerin çogu yahudi idiler Medine döneminde, Islâm'la alay eden, ona hakaret eden sairlerin çogu yahudi idiler. Baska bir deyisle Medine'de Islâm düsmanligi yapan basin yahudilerin elinde bulunuyordu. Bu yahudi sairler, siirlerinde Islâm'la alay ediyor; Hz. Pey gamber ve Müslüman kadinlarini küçük düsürücü istihzalarda bulunuyorlardi. Bu Siir (yani o günün gazete, dergi makaleleri, lradyo, televizyon programlari) kisa zaman içinde sehirde yayiliyor, Islâm aleyhinde kamuoyu olusturuyordu. Her ne kadar Müslümanlar bu yalanci sairlerin (gazetecilerin) dedikodularina kulak asmiyor idiyseler de, bu dedikodular, psikolojik bir rahat sizlik vesilesi oluyordu. Çünkü bir Müslüman, Allah'a, Islâm'a, Peygamber'e ve onun ümmetine hakaret edilmesine razi olamaz, hareketsiz kalamazdi. Bu menfi basin organlari olan yahudi sairler, adeta Islâm'a savas açmis her türlü hakareti yapiyorlardi. Hem peygamber, hem Devlet Baskani olan Hz.Peygamber s.a.s. diger Islâm düsmanlanyla oldugu gibi bu düsman organlariyla da mücadale etti. Bu gazetecilerin en azililarindan birisi Asma binti Mervan adindaki saire kadindi. Kendisine görev verilmis gibi, isi gücü Islâm aleyhinde haber üretmek, siirlerinde (gazetelerinde) Islâm düsmanligini, Peygamber düsmanligmi, islemekti.1 Bu saire kadini öldüren ve dolayisiyla fesad saçan gazetesini kapatmis olan sahabi Umeyr hakkinda Resulullah s.a.s. söyle buyurdu: "Allah'a ve Resulü'ne giyaben yardim eden birisini görmek istiyorsamz Umeyr'e bakin!" Bu sekilde Islâm'a ve Hz.Peygamber s.a.s.e saldiran yahudi sairlerinden birisi de Ebû Afek adindaki fitneciydi. Sâlim b.Umeyr adindaki sahabi de bu Islâm düsmam yahudi sairi öldürerek, fesat saçan gazetesini kapatmis oldu.2 Islâm düsmanhgina en ileri gidenlerden birisi de, yahudi sair Ka'b ibnu'l-Esrefdi. Özellikle Bedir savasinin zaferinden sonra hirçinlasan ibnu'l-Esref, Islâm'a her türlü hakareti yapmaya basladi. îbnu'l-Esref ve onun gibiler kahroldular, Bedir Islâm Zaferi karsisinda söyle söyleniyordu yahudi gazeteci: "Bugün yerin alti üstünden yegdir!" Bu sözleriyle de sakinlesmeyen yahudi Ka'b, Mekke'ye giderek, Mekke Hükümeti'yle birlikte yas tuttu. Bedir için... Mekke Devlet'ni Müslümanlara saldirmak için; agitlar söyledi Islâm kiliciyla öldürülmüs olan Mekke Devleti ulularina! Islâm'a karsi müsrikle yahudi yanyana gelmislerdi. Yahudi gazeteci, Islâm düsmanligi için putperestlerin safinda yer almisti! Bu ne biçim ehli kitab'likti? Medine'ye dönüp, Islam düsmanligina devam eden ibnu'l-Esref o kadar ileri gitti ki, Hz.Peygamber s.a.s. Allah'a söyle dua etti: "Ya Rabbi, beni Ka'b ibnu'l-Esrefden ve onun siirinden (gazetesinden) kurtar."3 Bundan sonra da, sahabi Muhammed b.Mesleme'ye emrederek bu müfsid yahudi gazeteciyi öldürttü ve Müslümanlar onun gazetesinin serrinden kurtulmus oldular. Ertesi gün, îbnu'l-Esref'in haksiz yere öldürüldügünü savunmak için gelen yahudilere Hz.Peygamber s.a.s. söyle dedi: "O suçsuz degil; bizi hicvetti. Islâm ve Müslümanlar aleyhinde siirler söyledi. Aranizdan her kim ayni fiili islerse, onun da kafasi kesilecektir. Bunu böyle bilin ve bir daha Islâm aleyhinde söylemeyin!"4 Degerlendirme Yukaridaki yazimizdan, Islâm'in düsünce ve inanç hürriyetine karsi oldugu anlasilmasin. Bilakis, Islâm insana en büyük düsünce hürriyetini vermistir. Onun kabul etmedigi ve karsisinda mücahede ettigi sey, Islâm ve Allah düsmanligidir. Peygamber dönemi yahudi sair gazetecilerin Islâm'i yikmaya matuf hedefleri ne ise, bugünkü siyonist basinin (Hürriyet, Milliyet, Sabah, Cumhuriyet vs., M.F.) da hedefi odur. Dipnotlar: 1- Ibn Sa'd, Tabakat, II, 27 2- Teferruat için bkz. Ihsan Süreyya Sirma, Hz. Peygamber s.a.s'in öldürttügü sairler, Yeni Devir Gazetesi,Istanbul 8 Mayis, 1982 3- el-Vakidi Megazi, I, 190. 4- A.e., I, 192 |
RIDDE SAVASLARI Rasûlüllah (s.a.s)'in vefatindan sonra dinden dönüp Islâm devletine savas açanlarin isyanlarinin bastirilmasi için yapilan askerî harekâtlar. Rasûlüllah (s.a.s)'in vefat haberini duyan Yemen ve Necid bölgelerindeki bazi kabileler özellikle zekât ödemeyi reddederek isyan ettiler. Ayrica Rasûlüllah (s.a.s)'in vefati ile ortaya çikan karisik ortamdan istifade etmek Isteyen bazi kimseler de peygamberliklerini itan etmisler ve kendilerine inandirdiklari kalabaliklari peslerine takarak Islâm hükümranligini tehdit etmeye baslamislardi. Rasûlüllah (s.a.s)'in sagliginda onun hakimiyetine boyun egmek zorunda kalarak müslüman olan, ancak imanin kalplerine nüfuz edip yerlesmedigi bu bedevî topluluklar, onun vefatiyla cesaretlenmis ve kalplerinde gizlediklerini açiga çikarmislardi. Aslinda onlarin bu durumu bilinmiyor degildi. Zira Allah Teâlâ onlar için bir âyet-i kerimede söyle buyurmaktadir: "Ey Muhammed! Bedevi ler "Iman ettik" derler. Sen onlara söyle de: "Hayir! Iman etmediniz. Siz ancak, müslüman olduk deyin. Çünkü iman henüz kalbinize girmemistir" (el-Hucurât, 49/ 14). Irtidat hareketlerinin baslamasiyla baskent Medine her taraftan düsmanlarla kusat Ilmis bir duruma geldi. Öte taraftan Yahudi ve Hristiyanlar, ortaya çikacak firsatlari degerlendirmek için müslümanlarin durumunu izlemeye basladilar. Tarihçiler müslümanlarin o zaman içinde bulunduklari dehset verici durumu; "Müslümanlar, peygamberlerini kaybetmeleri ve azliklari ve düsmanlarinin çoklugu yüzünden sanki siddetli soguk, yagmurlu karanlik bir gecede sahrada kaybolmus koyun sürüsüsün durumunu andiriyordu" (Taberî, Tarih, Beyrut ty, III, 225; Ibnül-Esir, Tarih, Beyrut 1979, II, 333) seklinde ifade etmektedirler. Medine'nin bu sekilde ciddi olarak tehdit altinda bulunmasini ileri süren bazi kimseler, Rasûlüllah (s.a.s)'in vefatindan az önce yola çikan Usame'nin ordusunu bu seferden alikoymasi için Ebu Bekir (r.a)'a müracaat ettiler. Islâm devletinin basina henüz geçmis olan Hz. Ebu Bekir son derece net ve kararli bir ifade ile bu tavsiyeyi yapanlara; Bilsem ki kurtlar burada beni parçalayacak; Usame'nin ordusu için Rasulullah (s.a.s)'nin emretmis oldugu seyi uygulayacagim" (Taberi, a.g.e., III, 225, 228; Ibnül-Esir, a.g.e., ayni ver) dedi ve bu orduya yoluna devam etmesi için emir verdi. Ilk dinden dönme hareketi Peygamber (s.a.s)'in sagliginda Yemen'de ortaya çikmisti. Kendisinin peygamber oldugunu iddia eden Esved el-Ansî, topladigi kuvvetlerle önce Necran bölgesini, pesinden de San'ayi, Vali Sehr ile yirmi bes gün savasarak ele geçirdi. Hz. Peygamber'in Amil ve muallimi olarak bölgeye gönderdigi Mu'az b. Cebel, Ma'rib'de bulunan Ebu Musa el-Esari'ye iltihak etmis daha sonra Ikisi birlikte Hadramevt'e gitmislerdi (Taberi, III, 229-230). Ibnül-Esir'in ifadesiyle, "Esved'in çikarmis oldugu fitne bir alev gibi, Hadramevt'ten Taif, Bahreyn ve Ahsa'dan Aden'e kadar her yeri kaplamisti" (Ibnül-Esir, II, 338). Hadramevt'te toplanan müslümanlar endiseli bir sekilde beklerken, durumu haber alan Rasûlüllah (s.a.s)'in, Yemen bölgesinde bulunan müslümanlarin tamamina yönelik, Esved'e karsi savasIlmasi emri bölgeye ulasti. Veber b. Yuhannis vasitasiyla gönderilen mektubta; dinin korunmasi, mürtedlere karsi savasIlmasi, Esved el-Ansî'nin açikça savasilarak veya gizli bir tertiple ortadan kaldirIlmasi ve bu emrin Islâm'da sebat eden bölgedeki bütün müslümanlara ulastirIlmasi gibi talimatlar yer almaktaydi (Taberi, III, 231; Ibnül-Esîr, II, 338). Rasûlüllah (s.a.s)'in emri San'a'daki müslümanlara ulastigi zaman, planlanan bir suikast ile Esved el-Ansî, Firûz adindaki biri tarafindan öldürülmüs ve Kenan bölgesi tekrar Islâm'in hâkimiyetine girmisti. Onun öldürüldügü haberi Medine'ye Rasûlüllah (s.a.s)'in vefat ettigi günün sabahinda ulasmisti (genis bilgi için bk. Taberî, III, 227 vd.). Peygamber (s.a.s)'in ölüm haberi üzerine, Müseyleme ve Tuleyha, peygamberlik iddiasiyla ortaya çiktilar, Tay ve Esed kabileleri Tuleyha'ya tabi olarak dinden döndüler. Gatafan ise, Uyeyne b. Hisn'in baskanligi altinda isyan etti. Uyeyne: "Esed ve Gatafandan bir peygamber, bize Kureysten olan bir peygamberden daha sevimlidir. Muhammed öldü. Tuleyha ise hayattadir" diyerek, Tuleyha'ya tabi oldu (Ibnül-Esîr, II, 342). Havazinliler ise zekâtlarini ödemeyeceklerini bildirdiler. Her taraftan irtidat haberleri Medine'ye ulastigi zaman Ebu Bekir (r.a), elçiler göndermek suretiyle Islâm'a dönmelerini saglamaya çalisti ve Usame'nin ordusunun dönüsünü bekledi. Ancak, Abslar'la, Zubyanlar'in Medine'ye saldirmalari üzerine bu tehlikeyi yok etmek için faaliyete geçmek zorunda kaldi. Bu arada diger bir takim kabilelerin elçileri Medine'ye gelerek, namazi kilacaklarini, ancak zekât'i ödemeyeceklerini bildirdiler. Ve bu durumun kabul edIlmesini Istediler. Ebu Bekir (r.a) elçilere; "Zekat olarak vereceginiz hayvanlarin, baglanacaklari ipleri vermediginiz taktirde bile sizinle savasacagim" seklinde sert bir cevap verdi (Taberi, III, 244). Hz. Ebu Bekir (r.a) tarafindan Istekleri reddedilen bu elçi heyeti dönüslerinde, Medine'de bulunan müslümanlarin azligini kabilelerine bildirerek Medine'ye yürümek için onlari heveslendirdiler. Ebu Bekir (r.a) sayilarinin azligini ögrenen mürtedlerin Medine'ye saldirabileceklerini anladigi için bir takim tedbirler aldi. Yakinda olan düsman birliklerinin sehre girisini önlemek için Ali (r.a), Talha (r.a), Zübeyr (r.a) ve Ibn Mes'ud (r.a)'i sehre giren yollara yerlestirdi ve herkesin mescidde toplanmasini Istedi. Nitekim o, düsüncesinde yanIlmamis ve üç gün sonra mürtedler gece vakti harekete geçmislerdi. Ancak yollari bekleyen birlikler onlarla savasarak sehre girmelerini engellediler ve durumu Hz. Ebu Bekir'e bildirdiler. Ebu Bekir (r.a) mesciddekilerle birlikte hemen harekete geçerek onlari geri püskürttü ve Zahusa'ya kadar onlari takip etti. Burada mürted askerlerin uyguladiklari bir yöntemle müslümanlarin develeri ürkmüs ve geri dönmüslerdi. Mürtedler, müslümanlarin korkarak geri döndükleri zannina kapildilar ve Zül-Kassa'da toplananlara haber göndererek kendilerine katIlmalarini bildirdiler. Öte taraftan Ebu Bekir (r.a), geceyi savas hazirligi ile geçirdi ve sabaha yakin, sag kanatta Numan b. Mukarrin, sol kanatta Abdullah b. Mukarrin, ortada Suveyd b. Mukarrin seklinde bir tabya düzeni ile yola çikti. Merkezinde Ebu Bekir (r.a)'in bulundugu ordu yaya olarak (sadece araci birlikte süvariler vardi) hizli bir yürüyüs yapti ve fecirde düsmanin bulundugu yere geldi. Onlar hiçbir seyden habersiz olarak dururken, müslümanlarin ani saldirisi karsisinda çok sayida ölü birakarak kaçmak zorunda kaldilar. Hz. Ebu Bekir, kaçanlari Zül-Kassa'ya kadar takip etti. Numan b. Mukarrin'i bir miktar askerle orada birakarak Medine'ye döndü. Irtidat eden Absogullari ile Zubyanogullari, aldiklari bu yenilginin acisiyla kabileleri içerisindeki müslümanlari öldürmeye ve çevrede bulunan diger müslümanlara saldirmaya basladilar. Bu haber Ebu Bekir (r.a)'a ulastigi zaman o, müthis bir sekilde hiddetlendi ve müslümanlari çesitli sekillerde öldüren mürted kâfirlerin, öldürdükleri müslümanlara karsilik olarak korkunç bir sekilde öldürüleceklerine dair yemin etti (Taberî, III, 246; Ibnül-Esîr, II, 345). Bu olaydan sonra, müslümanlarin moralleri düzeldi ve kabileler içerisinde irtidat eden kimselerin bir bölümü tekrar Islâma dönmeye ve yeniden zekat mallarini Medine'ye göndermeye basladilar. Ibnül-Esir'in kaydina göre de kirk gün sonra Usame b. Zeyd seferden dönerek Medine'ye geldi. Hz. Ebu Bekir onlari sefer yorgunlugunu üzerlerinden atmalari için Medine'de birakti ve tertip ettigi kuvvetlerin basina geçerek, Necd yönünde bulunan Zül-Kassa'ya dogru hareket etti. Bu nazik ortamda Hz. Ebu Bekir (r.a)'in bizzat savasa çikmasini dogru bulmayan bazi kimseler ona müracaat ederek Medine'de kalmasini Istediler. Bu kimseler, eger Halife Ebu Bekir (r.a)'a bir sey olursa, içinde bulunulan kritik durumun müslümanlar için bir felakete dönüsmesinden endise ediyorlardi. Ebu Bekir (r.a); müslümanlari bizzat koruyacagini söyleyerek bu teklifi reddetti (Taberî, III, 247). Yolda kendisine katilan komutanlarindan Mukarrinoglu Numan, Abdullah ve Suveyd kardeslerle birlikte Rebezelilerin toplandigi Ebrak denilen yere kadar ilerledi ve burada yapilan savasta maglup olan ve komutanlarini kaybeden Abslar ve Benu Bekr'ler dagilarak suratli bir sekilde bölgeden uzaklastilar. Günlerce Ebrak'da kalan Ebu Bekir (r.a), Benu Zübyan'lari maglup etti ve topraklarini ganimet olarak degerlendirerek bu arazileri Benu Zübyan'lar için yasak bölge ilan etti. Onun bu galibiyeti üzerine mürtedlerin çogunlugu tekrar Islâm'a döndü. Ebu Bekir (r.a), itaat altina aldigi bu kimselere karsi Rasûlüllah (s.a.s)'in sünnetine uyarak oldukça yumusak davranmistir. Öte taraftan, dagilan Abs ve Zübyan kuvvetleri peygamberlik iddiasinda bulunan Tuleyha'nin yanina gittiler. Tuleyha, Sumeyra'dan hareket ederek Buzaha'ya yöneldi ve burada karargâh kurdu. Medine'ye dönen Ebu Bekir (r.a) savas hazirliklarina giristi ve orduyu on bir kisma ayirarak her birine bir bayrak verip görev sahalarini belirledi. Buna göre, Halid b. Velid, Buzaha'da bulunan yalanci peygamber Tuleyha ile savasacak, pesinden Butah'da bulunan Malik b. Nuveyre üzerine yürüyecek, Ikrime b. Ebi Cehl Müseyleme ile mücadele edecek, Muhâcir b. Ebî Ümeyye, Esved el-Ansî'nin baglilarina karsi harekete geçecek, pesinden de Kays b. Maksuh ve onu destekleyen diger Yemenliler'e karsi, Ebnalar'a yardim edecek ve sonra Kindelileri te'dip için Hadramut'a yönelecek. Halid b. Said, Suriye taraflarina; Amr b. el-As, Kuzâ'aya karsi yürüyecek; Huzeyfe b. Mihsan, Deba halkiyla savasacak; Arfece b. Herseme, Mehre kabilesiyle; Tureyfe b. Haciz, Benî Süleym'i ve onlarla birlikte hareket eden Havazinliler'i itaat altina alacak; Süveyd b. Mukarrin, Yemen'in Tihame bölgesine; Alâ b. el-Hadramî, Bahreyn'e gidecekti. Halife, Surahbil b. Hasane'yi de, Ikrime b. Ebî Cehl'in arkasindan göndererek, Ikrime'nin Yemen'den ayrilip Kuzâ'alilar üzerine yöneldigi zaman ona iltihak etmekle görevlendirdi (Taberî, III, 248-249). Ebu Bekir (r.a), orduyu Zül-Kassa'da taksim etti ve görevlendirdigi komutanlar birliklerini alarak görev bölgelerine dogru harekete geçtiler. Hz. Ebu Bekir irtidat eden kabilelere elçilerle, ordularin önünden mektuplar göndererek onlari Islâm'a dönmeye davet ediyor ve tavirlarinin doguracagi sonuçlar hakkinda onlari uyariyordu (Bu belgenin tam metni için bk. Taberi, Tarih, III, 249-251). Öte tarafta, mürtedlere karsi gönderdigi komutanlara da, düsmanla karsilasildigi zaman nasil hareket etmeleri gerektigi konusunda talimatlar verdi. Bu talimatlar; Allah'dan korkmalari, Allah'in emri disina çikanlarla savasmada gayretli olmalari; savastan önce düsmanin Islâm'a davet edIlmesi; karsi tarafa fayda ve zararlarina olan herseyin açikça izah edIlmesi; emirlere uyanlarin açikladiklari sözlerinin kabul edilerek iyi muamelede bulunulmasi; ganimetin ser'i kurallara göre taksimi ve müslümanlara her hal ve durumda iyi davranIlmasi gibi maddeleri içeriyordu. Halid b. Velid'in Tuleyha meselesini Çözümlemesi Tuleyha, Beni Esed b. Huzeyme'ye mensup olup, Rasûlüllah (s.a.s)'in son zamanlarinda peygamberlik iddiasinda bulunmustu. O, bagli bulundugu Esedogullarina kendisine Cebrail'in geldigini söyleyerek bazi tuhaf seyler uyduruyor ve onlardan kendisine tabi olmalarini istiyordu. Kendisine tabi olanlara namaz kilarken secde etmeyi yasakliyor ve Allah'in buna ihtiyaci olmadigini ve, O'nu ayakta zikretmelerini emrediyordu. Ibnül-Esir; "Kabilecilik taassubundan dolayi çok sayida Arap ona tabi oldu" demektedir (Ibnül-Esir, a.g.e., II, 344). Bu yüzden ona bagli olanlarin çogu Esed, Gatafan ve Tay kabilelerine mensuptular. Fezare ve Gatafanlilar Taybe'nin güneyinde toplanmis, Tay kabilesi ise kendi topraklarinin sinirda beklemekte idiler. Tuleyha'nin mensup bulundugu Esed ogullari ise Sumeyra'da toplanmisti. Abs, Sa'lebe ve Mürreliler ise Rebeze dolaylarinda, Ebrek'de beklemekteydiler. Onlarin bir kismi burada kalmis, diger bir kismi da Zül-Kassa'ya giderek Medine'yi tehdit etmislerdi. Bizzat halifenin basinda bulundugu kuvvetler tarafindan, önce Zül-Kassa'da sonra da Abrek'de yenilgiye ugrayan grup Sumeyra'dan ayrilip, Gatafan ve diger kabilelerle birleserek Tay kabilesi arasinda bir su kenari olan Buzaha'da karargah kuran Tuleyha'ya iltihak etti. Bu olay üzerine Tuleyha Tay kabilesinin Cedile ve Gavs boylarina adam göndererek kendisine iltihak etmelerini emretti. Onlarin bir bölümü acele olarak onun yanina hareket ettiler; arkada kalanlara da gelmelerini söylediler. Ebu Bekir (r.a), Halid b. Velid'e Ilk önce Eknaf'da bulunan Taylilarin üzerine yürümesi, pesinden Buzaha'da toplananlarla savasmasi, sonra da Butah'a yönelmesi talimatini verdi. Halid'den önce, Adiy b. Hatem et-Taî Medine'den kabilesinin yanina giderek onlari üzerlerine gelen orduyla korkuttu ve Halife'ye itaate çagirdi. Onlar, bu çagriya uyarak, Adiy'den kendileri için Halid'den eman almasini ve kendilerine mühlet vermesini Istediler. Onlar, Buzaha'da bulunan kabilenin diger mensuplarini, Tuleyha'nin öldürmesinden korkuyorlardi. Adiy, durumu Halid'e bildirdi. O da onlara zaman tanidi. Taylilar, Tuleyha'nin yaninda bulunan akrabalarina haber gönderdiler. Onlar da oradan ayrilarak Halid'le birlestiler. Daha sonra Adiy'in tesebbüsü ile Cedileliler de Islâm'a dönüp Halid'e iltihak ettiler. Tay ve Cedilelilerden bin besyüz kisinin iltihakiyla daha da güslenen Halid, Buzaha'ya Tuleyha'nin üzerine yürüdü. Benu Amirliler etraftan, hangi tarafin galip gelecegini gözetlemekte idiler. Halid b. Velid Tuleyha ile savasa tutustu. Tuleyha'nin yaninda Uyeyne b. Hisn komutasinda yedi yüz kisilik Fezareli asker bulunmaktaydi. Savasin siddetlendigi bir sirada Uyeyne bir kaç defa Tuleyha'nin yanina gidip kendisine Cebrail'in savasin sonucu hakkinda haber verip vermedigini sordu. Tuleyha sonunda ona; "Evet geldi ve bana; "bir gün düsmanlarinla karsilasacaksin. Baslangiçta aleyhinde de olsa sonunda savasi kazanacaksin. Degirmen gibi Insan ögüten kanli bir savas... Ve Iste unutamayacagin bir söz" diye haber getirdi" dedi. Uyeyne ona; "unutamayacagin bir sözmüs..." dedi ve askerlerine; "Ey Fezareliler! Bu adam bir yalancidir. Savasi birakip geri dönün" emrini verdiginde adamlari ona uydu. Savasi kaybeden Tuleyha, atina binerek Suriye'ye kaçti. Sonra da Kelb kabilesinin yanina gitti. Esed ogullari ve Gatafanlilarin tekrar Islâm'a döndügünü duydugu zaman o da iman etti. Hz. Ebu Bekir (r.a) vefat edinceye kadar, Kelblilerin arasinda yasamaya devam eden Tuleyha ancak onun vefatindan sonra Medine'ye gitmis ve Ömer (r.a)'a bey'at etmisti. Tuleyha Hz. Ömer döneminde vukubulan Kadisiye ve daha sonraki savaslarda akil almaz kahramanliklar göstermis ve bu sefer gerçekten iman ettigi Islâm için hayatini sürekli tehlikelere atarak hizmet etmekten geri kalmamistir. Benü Âmir, Havazin ve Suleymlilerin Irtidadi Benü Âmirler, Tuleyha'nin komutasinda savasan Esed ve Gatafanlilarin durumunu gözetliyorlar ve tereddüt içinde bulunuyorlardi. Tuleyha maglup oldugu zaman, Kurre b. Hubeyre, Ka'b ogullarinin; Alkame b. Ulase ise, Kilabogullarinin basina geçerek kendilerine katilan diger kimselerle Ka'bogullari arazisine gelerek kamp kurmustu. Alkame, Rasûlüllah (s.a.s) zamaninda müslüman olmus, pesinden irtidat ederek Suriye'ye kaçmisti. Onlarin irtidat haberi ve hazirliklari Ebu Bekir (r.a)'a ulastigi zaman Ka'ka b. Amr'i bir birlikle üzerlerine gönderdi. Ka'ka', Alkame'nin bulundugu yere geldigi zaman, o kaçmayi tercih etti ve pesinden takip edenlerden kurtulmayi basardi. Ka'ka' ise, onun esini, çocuklarini ve orada bulunan diger kimseleri yakalayarak Medine'ye döndü. Onlar, Alkame'ye yardim etmediklerini, dolayisiyla irtidatla suçlanamayacaklarini ileri sürdüler. Ebu Bekir onlari serbest birakti. Alkame de Medine'ye gelerek Islâm'a girdigini açikladi (Taberî, III, 261-262). Benü Âmirler ise Tuleyha'nin Buzaha bozgununu gördükleri vakit, birbirlerine; "Döndügümüz dine girelim. Allah'a ve Rasûlüne iman edelim" dediler. Onlar Halid b. Velid'e giderek ona zekat vermek de dahil Islâm'in her rüknüne uyacaklarina dair bey'at ettiler. Ancak Halid, Esed, Gatafan, Tay, Suleym ve Âmirlerden, irtidat durumunda iken müslümanlari yakarak öldüren, onlara müsle yapan ve Islâm'a düsmanlikta bulunan kimselerin teslim edIlmesinden önce bu kabilelere eman vermedi. Onlar Halid'in bu Istedigini yerine getirip bu suçlari isleyenleri ona teslim ettiler. O da müslümanlara karsi isledikleri cinayetlerin benzerlerini onlara tatbik ederek cezalandirdi (Ibnül-Esîr, II, 350). Kaynak: Samil Islam ansiklopedisi |
HZ. ÖMER'IN HALIFE TAYIN EDILMESI Hz. Ömer (r.a.)'in hilafete gelmesinde, Islam cemiyetinde yeni bir tayin veya seçim tarzi görüyoruz. Hz. Ebu Bekir (r.a.)'in halifeligi olayinda, ortada birkaç aday vardi ve sonunda Hz. Ebu Bekir (r.a.) seçildi. Bu bir nevi seçim idi. Hz. Ömer (r.a.) için ise tayin mevzubahistir. Kesin olarak tayin edilmistir ve iktidara nasil geldiginin detaylarim biraz sonra belirtecegiz. Ilk müslümanlarin ne kadar büyük insanlar olduklarina dair bir hadis-i serif vardir. Hasta olarak yatan ve ölecegini bilen Hz. Ebu Bekir (r.a.), katibini çagirir, bu katip de Hz. Osman (r.a.)'dir. Hz.Ebu Bekir (r.a.), Hz. Osman (r.a.)'a «Benim söyleyeceklerimi yaz» diyor ve baslamak için besmele, Hz. Peygamber (s.a.v.)'e salavatlar yazdirmaya basliyor. Devam ediyor: «Allah'in kulu olan Ebu Bekir bu dünyadaki son dakikada ve diger dünyaya intikal edecegi ilk dakikada sizden, asagidaki hususlari istiyor». Bu dünyadaki son dakika ile diger dünyaya intikal olan ilk dakika, öyle bir andir ki kafirler bile inanir, en kötü insan bile tevbe eder.» Hz. Ebu Bekir (r.a.), bu ifadelerle bu anda yalan söyleyemeyecegini ifade etmek istiyor. Ondan sonra yazdirmaya devamla, «Ben sizin su sahsa biat etmenizi istiyorum...» diyor ve sahsin ismini söyleyemeden bayiliyor. Hz. Ebu Bekir (r.a.) bayildigi için, Hz. Osman (r. a.) cümleyi tamamlayamiyor. Sonra Hz. Osman (r.a.) cümleyi kendiliginden tamamliyor ve bos birakilan yere «Ömer» adini yaziyor. Birkaç dakika sonra Hz. Ebu Bekir (r.a.) ayiliyor. Muhtemelen Hz; Osman (r.a.), Hz. Ebu Bekir (r.a.)'in vefat ettigini sanmisti. Hz. Osman devlet sekreteri oldugu için halifenin vasiyetnamesini tamamlamis ve onu mühürleyip, halka göstermeyi amaçlamisti. Ve burada Hz. Osman (r.a.)'in karakterinin büyüklügünü görüyoruz. Çünkü o kendi adim yazabilirdi. Fakat Hz. Osman (r.a.), baskasinin adim yani Hz. Ömer (r.a.)'in adini yazmistir. Hz. Ebu Bekir (r.a.), uyaninca Hz. Osman (r.a.)'a ne yazdigim sorar. Hz. Osman (r.a.) cümleyi okur: «Ben ölürsem, Hz. Ömer (r.a.)'e biat edin.» Hz. Ebu . Bekir bundan çok mütehassis olur ve Hz. Osman (r.a.)'a, «Sen halifenin bütün sartlarim haizsin, kendi adini yazabilirdin, fakat Ömer'in adim yazdin, Allah senden razi olsun» der. Sonra Hz. Ebu Bekir (r.a.) vasiyetnameyi tamamlar ve Hz. Osman (r.a.)'a bunu hilafet mührü ile mühürlemesini söyler, vasiyetname, mühürlenir ve kapatilir. Bundan sonra emniyet müdürünü çagirirlar. Emniyet müdürü geldiginde, Hz. Ebu Bekir (r.a.) ona söyle der: «Bu zarfi al, disari çik ve müslümanlari çagirarak onlara de ki, bu kapali zarfla, Ebu Bekir'in vasiyetnamesi ve O'nun yerine geçecek olan halifenin adi yazilidir. Bu adi yazili olan halifeye biat edin» Filhakika, bu kagitta kimin adinin yazili oldugunu emniyet müdürü dahi bilmiyordu. Bunu sadece Halifenin sekreteri olan Hz.Osman (r.a.) biliyordu. Ve bu böyle oldu. Yani emniyet müdürü, Halifenin vasiyetim söyleyince, bütün müslümanlar, seçilen fakat ismi bilinmeyen Halifeye biat ettiler. Çünkü onu Hz. Ebu Bekir (r.a.) seçmisti. Ve o müslümanlar dediler ki: «Madem ki bunu Hz. Ebu Bekir (r.a.) seçti, o kim olursa olsun, o bizim halifemiz olacaktir». Kaynak: Prof.Dr.Muhammed Hamidullah, Islam Müesseleri, Türkçesi: Prof.Dr.Ihsan Süreyya SIRMA |
KUDÃœS'ÃœN FETHI: KUDÃœS KIMLERE AGLIYOR Ahmet Miroglu Muaz b. Cebel r.a. rivayet ediyor: Allah Rasulü s.a.v. söyle buyurdu: “Ey Muaz, Allah benden sonra Aris’ten Firat’a kadar Sam bölgesini size nasib edecek. Oranin erkekleri, kadinlari ve dullari kiyamete kadar sinir bekçisidirler (murabit). Herhangi biriniz Sam sahillerinden birini yahut Beyt-i Makdis’i (Kudüs) seçerse kiyamete dek cihad halindedir.” EY KILIÇTAN DAHA ZALIM MERHAMET! Hicretin 14. yili. Yani miladî 636. Peygamber Efendimiz s.a.v.’in dünyasini degistirmesinin üstünden koskoca dört yil geçmis. Hz. Ebu Bekir r.a.’in vefatindan sonra ise iki yil... Hz. Ömer r.a. hilafete geleli de henüz iki yil olmus. Islâm ordulari, Suriye, Irak, Filistin ve Misir cephesinde Hz. Muaviye’nin abisi Yezid b. Ebu Süfyan, asere-i mübessereden Ebu Ubeyde b. Cerrah ve Allah’in kilici Halid b. Velid r.a. komutasinda zaferden zafere kosuyor. Hilafet merkezi nurlu Medine’ye neredeyse her gün yeni bir zafer ve fetih haberi ulasiyor. Fethedilen topraklarda halk Islâm kahramanlarini birer kurtarici olarak karsiliyor. Çünkü yillardir Bizansli valilerin doymak bilmez istahlarini doyurmaga çalismaktan bezmis, günden güne artan ve her gün bir yenisi yürürlüge konan vergilerden yilmis, bin türlü yokluk ve yoksulluk içinde ugradigi haksizliklarin, zulümlerin sona ermesini beklemektedir. Ve beklenen ilâhi yardim gelmistir. Halk, isterse gelenlerin dinine giriyor ve derhal onlarla esit haklara sahip oluyor. Isterse kendi dininde kaliyor. Fatihler, halka insan muamelesi yapiyorlar. Asla zulmetmiyor, ezmiyor, zerre kadar haksizlik yapmiyorlar. Canlari, mallari, haysiyetleri, seref ve namuslari güvence altina aliniyor. Her sey kurallara bagli. Hiçbir sey rastgele degil. Yillar sonra bir hiristiyan rahip-bilim adami bu durumu söyle degerlendirecektir: “Ey kiliçtan daha zalim merhamet!..” Rahip, kendi bakis açisindan haklidir. Gerçekten müslümanlarin adaleti, sefkat ve merhameti, fethedilen topraklardaki ahalinin Islâm’a girmesi gibi bir tabii sonuç vermistir. Rahip, Islâm’in merhametine hayiflanmasin da ne yapsin?! KUDÃœS YOLUNDA IKI GARIP YOLCU Iki yolcu... Sadece bir binitleri var. Binite sirayla binmek üzere anlasmislar. Bir beriki binecek, bir öteki. Hayvanin hakkini da unutmamislar. Nöbetlese bindikten sonra hayvani bir binis süresi bos yürütecekler. Çünkü onun da dinlenmeye hakki var. Allah’in selami her birinin üzerine olsun, Ibrahim, Ismail, Ishak, Yakup ve Yusuf... Davud, Süleyman, Musa, Harun, Isa ve elbette Muhammed Mustafa... ve kim bilir adini bildigimiz, bilmedigimiz daha nice peygamberin gelip geçtigi, hatta defnedildigi Filistin topraklarinda Ilya’ya, yani Kudüs’e dogru ilerliyorlar. Konusmalardan anlasildigi kadariyla bu iki yolcudan biri efendi, digeri köle... Fakat efendinin efendiligi, ona kölenin insanligini, hayvanin hakkini unutturmuyor. Nihayet sehre hakim yüksek bir tepeye ulasiyorlar. Efendi binekte, köle yürüyor. Efendi, nöbet sirasinin bittigini belirtmek için tekbir getiriyor. Tepe, hemen o gün, orada el-Cebelü’l-Mükebber (Tekbir Dagi) adini aliyor ve hâlâ bu adla anilmakta. Binme sirasi kölede... Itiraz ediyor. “Efendim...” diyor, “ne sen in, ne de ben bineyim. Bir sehre girmek üzereyiz. Orada besili, egerli atlar, altinla süslenmis arabalar var. Sehre ben binekte, sense benim bindigim hayvanin yularini tutmus vaziyette girecek olursak bizi alaya alir, küçümserler. Bu da zaferimize gölge düsürür.” Efendi israrli. “Ama sira senin...” diyor; “sira benim olsaydi inmezdim. Sira seninse senindir. Ben inmeliyim, sen binmelisin.” Köle çaresiz... Hayvana biniyor. Efendisi hayvanin yularindan tutuyor. Sehre böyle giriyorlar. ZULMÃœN HAKIMIYETI BIR ANDIR, ADALETINKI KIYAMETE KADAR Hiristiyan halk, sehirlerini teslim almaya gelen devlet baskanini karsilamak üzere Sam Kapisi’nda toplanmis. Baslarinda Patrik Sophronius... Halk, köleyi hayvanin üstünde görünce saygilarini sunmak üzere önünde secdeye kapaniyor. Köle, elindeki asa ile onlara dürtüyor “Yaziklar olsun size...” diye haykiriyor, “kaldirin basinizi. Allah’tan baskasina secde edilmez.” Ve halka haber veriyor ki, kendisi köledir, devlet baskani yulari tutan kimsedir... Patrik Sophronius bir köseye çekilip aglamaya basliyor. Misafir devlet baskani üzülüyor. Gönlünü almak, teselli etmek için patrigin yanina gidiyor. “Ãœzülme. Degmez. Dünya böyledir. Bir güldürür, bir aglatir.” diyor. Sophronius “Saltanati kaybettigim için mi agladigimi zannediyorsun? Tanri’ya and olsun ki bunun için aglamiyorum. Sirf sizin hakimiyetinizin sonsuza dek kesintisiz devam edecegini anladigim için agliyorum. Zira zulmün hakimiyeti bir andir. Adaletin hakimiyeti ise kiyamete kadardir. Ben sizi fethedip geçen, sonra yillar içinde kaybolup giden bir yönetim zannetmistim.” diye cevap veriyor. Burada kendisinden efendi olarak söz edilen sahis, müminlerin emiri, müslümanlarin ikinci halifesi Hz. Ömer r.a.’dan baskasi degildir. Ebu Ubeyde b. el-Cerrah r.a. komutasindaki Islâm ordulari Kudüs’ü kusatmis, sehrin düsecegini anlayan patrik bir sartla teslim olabileceklerini belirtmisti. Islâm ordularinin daha önce fethettikleri yerlerdeki halka verdigi eman üzere teslim olacaklardi. Fakat bu islemi bizzat emirleriyle gerçeklestirmek istiyorlardi. Ebu Ubeyde r.a., “Emir benim. Buyurun sartlari görüselim.” demisti. Sophronius “Hayir ordu komutanina degil, sehri bizzat devlet baskaniniza teslim edebilirim.” diye israr etmisti. Bunu haber alan Hz. Ömer r.a., Medine’de yerine Hz. Ali r.a.’i vekil birakip yola çikmisti. Iste simdi Kudüs’teydi. Hz. Ömer r.a., patrigi teselli ettikten sonra “Ey Ilyalilar, lehimize olan lehinize, aleyhimize olan aleyhinizedir...” diye baslayan bir konusma yapti. Sonra Sophronius, Hz. Ömer r.a.’i Kiyame Kilisesi’ne davet etti. Kiliseyi gezerlerken namaz vakti girdi. Hz. Ömer r.a., patrige “nerede namaz kilayim?” diye sordu. Rahip, “oldugun yerde.” dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer r.a.: “Ömer, Kiyame Kilisesi’nde namaz kilmaz. Sonra pesimden gelecek müslümanlar, Ömer namaz kildi diyerek burada mescit insa ederler.” diye karsi çikti. Bir tas atimi uzaklasti ve abasini yere sererek namaz kildi. Hakikaten daha sonra müslümanlar onun namaz kildigi yere bir mescid insa ettiler. Bu mescid o günden beri hâlâ ayaktadir ve Mescid-i Ömer adiyla anilmaktadir. Hz. Ömer r.a. namazini kildiktan sonra Patrik Sophronius’tan kendisine Mescid-i Aksa’nin yerini göstermesini istedi. Mescid’in çöplük haline getirildigini gören Hz. Ömer r.a., abasini yere serip çöpleri doldurmaya ve götürüp uzaklara dökmeye basladi. Bunu gören müslümanlar da onun gibi yaparak mescidin yerini temizleyip üzerine bir mescit insa ettiler. Bu olayi tarihçilerimiz (Taberî, Yakubî, Belazurî, Ibnü’l-Esir) yaklasik böyle anlatirlar. Ama biz 1948 Arap-Israil Savasi komutanlarindan, Askeri Komiser Abdullah et-Tell’in Kudüs’te bir Hiristiyan mabedinde buldugu eski ve önemli bir Yunanca tarihi yazmadan aktarmayi tercih ettik. KIM MEDENI, KIM VAHSI? Iste Kudüs müslümanlar tarafindan böyle teslim alinmisti. Hz. Ömer r.a. zamaninda henüz konvansiyonel silahlar kesfedilmemisti, kitalararasi füzeler yoktu. Tanklar, toplar gürlemiyor, büyük küçük bombalar patlatilamiyordu. Ama müslümanlar isteselerdi manciniklarini kurarak sehri bombardimana tutabilirlerdi. Arradelerini isletebilirler, kapilari bombalarla degilse bile kebs denilen koç basliklariyla paramparça edebilirlerdi. Cinayet islemek veya katliam yapmak için 21. yüzyilin gelismis silahlarina ihtiyaç yoktu. Pekala o günün silahlariyla ve imkanlariyla da toplu katliamlar, cinayetler islenebilirdi. Nitekim dünyanin baska yerlerinde isleniyordu. Fakat müslümanlar, bugün evlerimize ve odalarimiza her biri bir hüzün bombasi gibi düsüveren televizyon görüntülerini yasatmadilar o günün Kudüslülerine. Çünkü onlar ne haçli sürüsüydüler, ne de yahudi kasaplar... Evet... Yahudilerden önce de haçlilar gelmislerdi. Papanin tesvikiyle yola çikan 600 bin kisilik ilk haçli ordusu 1099 yilinin Temmuz ayinda Kudüs’e girdiginde komutanlari Goldfrei de Buillon, Kiyame Kilisesi’ne gitmek için sehri savunan 70 bin müslümanin cesedini çigneyerek ve kan deryasina gömülerek geçmek zorundaydi. Ikinci Haçli Seferi, ordunun Kudüs’e varamadan Sam’dan geri dönmesiyle sonuçlandi. Bu arada Suriye ve Misir topraklarinda meshur Eyyubî Devleti kurulmustu. Devletin azimli sultani Selahaddin Eyyubî’nin odasindaki mum geceler boyunca sönmedi, hep yandi durdu. Bir gün veziri bütün cesaretini toplayarak bunun sebebini sordu. Selahaddin Eyyubî dedi ki “Allah Rasulü’nün s.a.v. miraca çiktigi, yillarca müslümanlara kiblegâh olmus, üçüncü harem düsmanin elinde iken bana uyumak yarasir mi hiç?” Selahaddin uyumadi. Adim adim ilerleyerek sonunda Kudüs kapilarina dayandi. Fakat bu mukaddes sehre kan dökerek girmek istemiyordu. Sehir halkina “Sizin gibi ben de kesin olarak inaniyorum ki, Kudüs Allah’in mukaddes beytidir. Bu beytullaha saldirarak hürmetini ihlal etmek istemiyorum.” diye haber saldi. Teslim sartlarini da sunmustu. Fakat sehrin azililari direnme karari aldilar. Müslümanlar, bir haftalik siki bir kusatmayla sehre girdiler. Fakat kan deryasinda yüzerek degil... Selahaddin Eyyubî, hiristiyanlara sehri terk edebilmek için kirk günlük bir süre tanimisti. Tarihle biraz olsun ilgilenen herkes, dünya tarihinde yahudilere ve hiristiyanlara insan onuruna yakisir biçimde muamelede bulunanlarin sadece müslümanlar oldugunu bilir. Zaten, Sevgili Peygamberimiz s.a.v., “zimmiye eziyet veren bana eziyet vermistir.” buyurarak Islâm tebasina giren gayri müslime insanca muamele yapilmasini emir buyurmusken, nasil baska türlü davranilabilirdi ki?.. BITMEYEN SAVAS: HAÇLI SEFERLERI Bati dünyasi Kudüs’ün yeniden müslümanlara yar olmasina çok sinirlenmisti. Hiristiyanlar, Alman Imparatoru I. Frederick, Fransiz Krali Philiph August ve Ingiltere Krali Richard komutasinda yeni bir haçli seferi düzenlediler. Bu sefer de basarisiz oldu. Fakat yilmadilar. Dördüncü, besinci, altinci... derken dokuzuncu haçli seferini düzenlediler. Dokuzuncu Haçli Seferi, resmi haçli seferlerinin sonuncusu idi güya. Ama herkes biliyor ki, yeni bir haçli seferi her Batilinin içinde bir ukdedir. Siyasi mahfilleri, “spor baris ve kardesliktir” sloganina ragmen spor karsilasmalari dahil, her alanda firsat buldukça maskeli bir haçli seferini yürütmeye her an hazirdir. Haçli savaslari, sömürge savaslari, siyonizm, eski sömürgecilik, yeni sömürgecilik, askeri sömürgecilik, iktisadi ve kültürel sömürgecilik, vs. vs... Hepsi aslinda ayni bütünün parçalaridir. O bütünün adi ise, küfrün Islâm’a karsi birlikteligidir. 13. yüzyilin sonunda bu mukaddes diyar, güçlü bir koruyucuya, yani Osmanli’ya kavusmustur. 13. yüzyildan 19. yüzyilin ortalarina kadar Kudüs huzur dolu bir hayat yasadi. Çünkü Osmanli, savasi Kudüs önlerinden Avrupa içlerine tasimisti. Birakin Filistin’i, Suriye’yi, Anadolu’yu, Trakya’yi; hiristiyanlarin Balkanlari bile geçmeye mecali yoktu artik. Ancak Viyana önlerinde savunma savasi veriyorlardi. KOVULMUS BIR MILLETE AÇILAN SEFKAT KOLLARI Bu sirada yahudiler Avrupa’da yüzyillarca var olma mücadelesi verdiler. 1290’da Ingiliz Krali I. Edward, Ingiliz topraklarindaki yahudilere sürgün cezasi vermisti. 1306’da Fransiz Krali Philip de Bell yahudilere ayni cezayi uygun görmüstü. 1498’de XII. Louis, yahudileri Fransiz topraklarindan sürülmekle Hiristiyanliga girmek arasinda serbest birakmisti. Almanya, Rusya ve öteki Avrupa ülkelerinde de yahudiler, daima istismar edilmis, asagilanmis, insanca muameleye hasret bir hayat sürmüslerdi. Yahudiler, siyasi ve dinî haklarini, olusumuna katkida bulunduklari 1789 Fransiz Ihtilali’nden yillar sonra ancak 1874’de elde edebilmislerdi. Bu birkaç örnekten de rahatça anlasilabilecegi gibi, Orta çagda ve Modern çagda yahudiler Avrupa’da ezilirken, Islâm topraklarindan baska siginak bulamamislardi. Yahudileri, Engizisyon mahkemelerinde cayir cayir yakilmaktan Kemal Reis komutasindaki Osmanli donanmasi kurtarmis ve dönemin sultani II. Bayezid daha 1493’te yahudilere insanca muamele edilmesini emreden bir ferman yayinlamisti. Bu ferman sayesinde onlar, kisa vadede ülkenin bütün ticari ve iktisadi hayatina hakim olmuslardi. Sultan Bayezid, yahudilere su ilâhi emir çerçevesinde Ehl-i Kitap muamelesi yapiyordu: “Allah, sizinle din ugrunda savasmayan ve sizi yurtlarinizdan çikarmayanlara iyilik yapmanizi ve onlara adil davranmanizi yasaklamaz.” (Mümtahine, 8) Fakat daha sonralari Osmanli yöneticileri, yahudilerin Islâm topraklari üzerinde milli devlet kurmaya tesebbüs ettiklerini anlayinca tavirlarini degistirmislerdir. Mesela, yahudilerin 1876’da zirai alan olusturma bahanesi altinda Filistin’den arazi satin alma girisimi ve 1882’de Filistin’e yapilmasi plânlanan yahudi göçü, Osmanli yönetimi tarafindan engellenmistir. 1876-1888 yillari arasinda Kudüs mutasarrifligi yapan Rauf Pasa, Filistin topraklarina gayri kanuni yollardan yerlesen yahudileri tespit edip attirmistir. Devlet iç ve dis meselelerle bogusurken bile denetimi ihmal etmemistir. 1882’de Babiali, Kudüs mutasarrifindan Rus, Romen ve Bulgar pasaportu tasiyan Yahudilerin sehre girisini engellemesini istiyordu. Hatta 1888’de yahudilerin baska bir ülkenin vatandasiymis gibi bölgeye sizmasini önlemek için Filistin’i ziyaret etmek isteyen turistlerin üzerlerinde dini kimliklerini belirten bir sefer izni bulundurmasini sart kosmustu. Ne zaman ki Osmanli bölgeden çekildi, sömürgeci Ingiliz ve Fransiz yönetimi bölgeye hakim oldu... Iste Filistin ve Kudüs o gün kaybetti. Ve o günden beri ariyor Kudüs. Kiliçtan keskin müslüman merhametini ariyor.. KUDÃœS NOTLARI... Kudüs’ün ve Mescid-i Aksa’nin Islâm dini nazarindaki yeri ve önemi büyüktür. Her seyden önce Mescid-i Aksa müslümanlarin ilk kiblesidir. Peygamber Efendimiz s.a.v. ve müslümanlar, kible Kâbe’ye döndürülünceye kadar yillarca Mescid-i Aksa’ya yönelerek namaz kilmislardir. Peygamber Efendimiz s.a.v. sadece üç mescid için yolculuk sikintisina katlanilabilecegini belirtmistir. Bunlardan ilki Mekke’de, ortasinda Kabe’nin yer aldigi Mescid-i Haram, ikincisi Medine’deki Mescid-i Nebevî ve üçüncüsü Mescid-i Aksa’dir. Ve yine Peygamber Efendimiz s.a.v. Mescid-i Aksa’da kilinan bir namazin baska bir mescidde kilinacak namazdan bin, Mescid-i Nebevî’de kilinan bir namazin Mescid-i Aksa’da kilinandan bin, Mescid-i Haram’da kilinan bir namazin da Mescid-i Nebevî’de kilinandan bin kat daha sevap oldugunu haber vermislerdir. Mescid-i Aksa, Peygamberimizin s.a.v. Mirac yolculugundaki ilk duragi olmasi bakimindan da ayrica önemlidir. SULTAN ABDÃœLHAMID VE YAHUDI HERZL Osmanli Devleti’nin bütün dis borçlarini kapatmaya karsilik, kendisinden Yahudilere Filistin’de azicik toprak vermesini isteyen Theodor Herzl baskanligindaki heyete, Sultan II. Abdülhamid’in verdigi cevap altin suyu ile yazilip çerçeveletilecek türdendir: “Bu konuda sakin bir adim daha atmayin. Ãœlkemin bir çakil tasini bile satamam. Çünkü o benim degil, halkimindir. Bu devlet onu kani pahasina aldi, kani pahasina yasatti. Birilerinin gasbetmesine izin vermeksizin kanimiz pahasina da koruruz. Iki tabur askerimiz Suriye ve Filistin’de savasti. Askerlerimiz Plevne’de bir bir sehit edildi. Çünkü teslim olmaktansa savas meydaninda ölmeyi tercih ettiler. Osmanli Devleti benim degil, milletindir. Hiçbir parçasini veremem. Yahudiler milyonlarini saklasinlar. Devlet parçalanirsa, Filistin’i karsiliksiz da alabilirler. Su kadar var ki, bu devlet cesetlerimiz çignenmeden parçalanamaz. Ne için olursa olsun, biz ölmeden kimse bizi birbirimizden ayiramaz.” HZ. ÖMER'IN KUDÃœS HAKKINDA VERDIGI EMANNAME Bismillahirrahmanirrahim. Bu, Allah’in kulu, Müminlerin Emiri Ömer b. el-Hattab’in Ilya (Kudüs) halkina verdigi emandir. Bu emani, canlarina, mallarina, kilise ve mabetlerine, hastalarina, sagliklilarina ve sair halka vermistir. Kiliseleri müslümanlarca kullanilmayacak ve yikilmayacaktir. Kiliseden ve arsasindan, hiristiyanlarin haçindan ve mallarindan hiçbir sey eksiltilmeyecektir. Din degistirmeleri için baski yapilmayacak, hiçbiri bu ugurda zorlanmayacaktir. Ilya’da onlarla birlikte hiçbir yahudi oturmayacaktir. Ilya halki Medain halki gibi cizye verecektir. Buradan ayrilarak Rum’a (Bizans) ve Lusut’a (Lusus) gitmekte serbesttirler. Ayrilan kimsenin cani ve mali gidecegi yere varincaya kadar güvendedir. Sehirde kalanlar da güvendedirler. Ilya halkindan mabetlerini ve haçlarini birakip mallariyla birlikte Rum’a gitmek isteyenlerin canlari, mallari ve haçlari gidecekleri yere varincaya kadar güvencededir. Falan savastan önce, orada oturan herhangi bir kimse de, dilerse Ilya halki gibi cizye vermek sartiyla orada kalabilir, dilerse Rum’a da gidebilir. Allah’in ahdi ve Rasulü’nün, halifelerin ve müminlerin zimmeti, üzerlerine düsen cizyeyi verdikleri sürece burada yazildigi sekildedir. Halid b. Velid, Amr b. el-As, Abdurrahman b. Avf ve Muaviye b. Ebû Süfyan buna sahittir. Hicri 15. yilda kaleme alinmistir. (Taberî, Tarihu’l-ümem ve’l-Mülûk) Kaynak: Semerkand dergisi, 06/2002 |
Bizans ordusunun Müslüman olan komutani George Hz. Peygamber s.a.s'in vefatindan sonra, Islam Devleti'nin idâresini Hz.Ebû Bekir r.a. yüklendi. Hz. Peygamber s.a.s'in vefatiyla beraber, Islam'in gerçeklerini anlayamamis olan birtakim Müslümanlar, irtidât ettiler; yâni Islam esaslarina inanmadiklarini ilân ettiler. Islâm'da mürtedin, yâni dinden çikanin cezasi ölüm oldugundan, Halife Hz.Ebû Bekir r.a., bu insanlarin üzerine ordular göndererek, onlara gereken cezayi verdi. Bu arada birtakim Müslümanlar da söyle dediler: "Biz Islam'in dört sartini kabul ediyoruz: Kelime-i sehâde-ti söyleriz, namaz kilariz, oruç tutariz, hacca gideriz; fakat ze-kât vermeyiz". Islam'in dört sartini yerine getirip, sadece bir tek sartini ifâ etmeyeceklerini söyleyen bu Müslümanlar üzerine de, Hz.Ebû Bekir r.a. cihâd ilân etti. Bu, son derece mühim bir karardi: Müslümanlara cihâd ilân etmek! Hz.Ömer r.a.; o sertligiyle, siddetiyle ün salmis olan insan, gelmis Hz.Ebû Bekir r.a.'a yalvariyor ve ona söyle diyor: "Sen, Resûlullah s.a.s'in, "Ben insanlar lâ ilâhe illallah Muhammedun Resûlullah' deyinceye kadar onlarla savasmakla emrolundum. Kim bunu derse mali ve cani emniyette olur, hukuku ve hesabi Allah'a kalir" dedigini duydugun halde, nasil Müslümanlara, "zekât vermiyorlar" diye savas açarsin"(1). Hz.Ebû Bekir r.a. söyle cevap verdi: "Vallahi, namaz'la zekâtin arasini açanlarla savasacagim; çünkü zekât malin hakkidir". Daha sonra Hz.Ömer r.a. söyle demistir: "Vallahi, Allah'in, Ebu Bekir'in gögsünü ferahlattigini gördüm ve anladim ki, o haklidir"(2) Hz.Ebû Bekir r.a., bu karari aldiktan sonra, Halid b. Velid'i, Islam'in bes sartindan herhangi birisini terkedenlerle savasmaya gönderdi (3). Yâni Hz.Ebû Bekir r.a. Islamin bes sartindan bir tanesini dahi terk edeni Müslüman saymiyor ve onlara cihâd ilân ediyor. "Islam bir bütündür" diyor; bir kismi terkedilince, o Islam'dan baska bir sey olur diye kabul ediyor ve Islâm'i bu sekilde anlayanlara savas açiyor. Halid b. Velid, Esed ogullari ve Gatafân'dan bu gibi insanlarla savasip büyük bir kismini öldürdü; geriye kalanlar da, ya esir oldular veya Islam'in bes sartina harfiyyen uyacaklanm söyleyerek Müslüman oldular. Ve anladilar ki, bu isin sakasi yok! Halîfe, Islam'in bir tek sartini terkedeni öldürüyor!.. Halid b. Velid, Medine'ye geri döndükten sonra, Halife Hz.Ebû Bekir r.a. onu ordusuyla beraber kuzey cephesinde bulunan Bizans üzerine gönderdi. Bizans üzerine sefer Hz.Peygamber s.a.s., Islam'm payidar olmasi ve insanligin kurtulmasi için, milâdi 7. yüzyilin iki emperyalist süper gücü olan Bizans ve Iran Imparatorluklarin çökmesi gerektigine isaret etmis ve daha hayatta iken, buralara savas açmistir. Bizans ve Iran: Bugünün Rusya ve Amerika'si, Avrupa'si ve Çin'i... Bizans köyleri, kasabalari, sehirleri, teker teker Islâm Devleti'nin egemenligine giriyor: Halid b. Velid'in elinde teslim oluyorlardi... Resulullah s.a.s'in duasi gerçeklesmis, Halid Allah'in kilici (Seyfullah) olmustu... Koca Bizans kaleleri, âdeta onun ki liciyla yerle bir oluyordu. Bunlar hikâye de degildi... Nitekim iki süper devletten Bizans, her gün biraz daha küçülüyor, topraklarini, vatandaslarini Islam adaletine, yâni Allah'in kanunlarina terkediyordu. Bu sekilde, tek gayeleri Allah'in kanunlarini her tarafa ha kim kilmaya matuf olan (4) Islam ordusu, bugünkü Ürdün sinirlari içerisinde bulunan ve o zamanlar Bizans'in elinde bulunan Yermuk'a varmisti. Islam ordusunda, 100'ü Bedir savasina istirak etmis olan (Bedrî) bin kadar sahabî vardi (5). Iki ordu karsilasiyor Islam ordusuyla kâfir ordusu karsi karsiya gelmislerdi. Her iki tarafin ordu komutanlari, ordularinin savas düzenine sokuyor, son taktiklerini veriyorlardi. Her iki ordu bu sekilde karsi karsiya gelince, Bizans ordu komutani George ordusunun saflarindan ayrilarak, her iki ordu arasinda durdu ve Islam ordu komutani Halid'i istedi. Halid, yerine Ebû Ubeyde Ibnu'l-Cerrâh'i birakarak, atini George'ye dogru sürdü. Her iki komutan birbirlerine o kadar yaklastilar ki, atlarinin boyunlan birbirine degiyordu (6). Iki davanin, ideolojinin, dünya görüsünün temsilcileri karsi karsiya gelmislerdi: Bir yanda Islam, öbür yanda Sirk ve Küfr!.. Her iki komutan birbirlerine aman verip konusmaya basladilar. George söyle dedi: - Yâ Halid, bana dogruyu söyle ve yalan söyleme! Çünkü hür olan yalan söylemez. Bana oyun oynamaya da kalkma, çünkü asîl olanlar, Allah rizasi için konusmak isteyene oyun yapmaz- lar. Allah'in sizin Peygamber'e gökten bir kiliç indirdigi ve Peygamber'in de onu sana verdigi, ve o kilici üzerlerine çekip savastigin her kavmi maglub ettigin dogru mu? Halid: - Hayir! dedi. George tekrar sordu: - O halde, niçin Seyfullah (Allah'in kilici) diye adlandinldin? Halid su cevabi verdi: - Allahu teala bize Peygamberini gönderdi. O bizi Islam'a davet etti. Biz ise, ondan nefret edip, ondan uzaklastik. Sonra bir kismimiz ona inanip, tabi oldu, bir kismimiz da onu yalanlayip uzaklasti. Ben, onu yalanlayip, ondan uzaklasan ve onunla savasanlar arasindaydim. Daha sonra Allah kalplerimize hidayet verdi ve ona inandik. O zaman bana, "Sen, Allah'a baska güçleri ortak kosanlar -yâni O'na inandiklarini söyledikleri halde O'nun kanunlarina degil, kendi yaptiklari kanunlara tabi olanlar- üzerine çekilmis olan Allah kiliçlarindan bir kiliçsin!" dedi ve muvaffak olmam için dua etti. Böylece bana "Seyfullah" dendi. Ve ben, Allah'in yaninda baska güçler taniyan, onlara tabi olanlara karsi en siddetli savasan Müslümanlardan biriyim. George: - Dogru söylüyorsun, dedi ve devam etti: - Yâ Halid, beni neye davet ediyorsun? Halid söyle dedi: - Allah disinda, itaat edilecek hiç bir ilâh, yani güç, yâni put, yâni makam, yâni kisi tanimadigina; Muhammedin, O'nun hem kulu, hem de Peygamberi olduguna inanmak ve bunu herkese karsi açikca ilân edip sehâdet etmek; Peygamber vasitasiyla Allah'tan gelen kanunlari ikrar edip uymak! George söyle sordu: - Peki bu dediklerini kabul etmeyenlere ne yaparsimz? Halid su cevabi verdi: - Teslim olurlarsa, onlardan cizye alir, inançlarina karismayiz ve Islam Devletine tabi olurlar. George devam etti: - Cizye vermezlerse? Halid söyle dedi: - Onlara savas açacagimizi söyler ve onlarla savasiriz! George tekrar sordu: - Bugün dininizi kabul edip size katilanlarin Allah katinda mevkisi ne olur? Halid su cevabi verdi: - Allah'in bize farz kildigi gibi, mevkisi bizimkiyle ayri olur. Güçlü olanimiz, zayif olanimiz; önce Müslüman olanimiz; sonra Müslüman olanimiz, hepimizin mevkisi birdir. George yine sordu: - Yâ Halid, bugün sizin dininize girenin sevabi ile sizinki aynidir, demek mi istiyorsun? Halid: - Evet, hatta bizden de üstündür! George: - Nasil sizinle bir olur ki, siz ondan önce Müslüman oldunuz? Halid: -Biz bu dine girip, Peygamberimiz s.a.s.'e biat ettigimizde, o aramizda yasiyordu. Ona Allah'tan haberler geliyor, o da bize teblig ediyordu. Bize öyle deliller gösteriyordu ki, bizim gördüklerimizi görenlerin, duyduklanmizi duyanlarin Müslüman olup, biat etmeleri tabii bir seydi. Size gelince; siz bizim gördüklerimizi görmediniz, duyduklanmizi duymadimz ve onda müsahe de ettigimiz harikalara sahit olmadiniz. Onun için, aranizdan, kim samimi bir niyet ve ihlâsla dinimize girse, o bizden üstün olur! George söyle dedi: - Billâhi bana dogru söyledin, yalan söylemedin ve beni kendi fikrine çekmek için bir sey söylemedin. Halid: - Billâhi sana dogru söyledim. Benim, ne senden ve ne de siz-en olan hiçbir kimseden korkum yok! Sana söylediklerimin dogru olduguna da Allah kefildir. Bizans komutani Müslüman oldu Bunun üzerine George,, "dogru söyledin" dedikten sonra, kalkanini ters çevirdi ve Halid'e yaklasarak, "bana Islam'i ögret" dedi. Halid, George'yi karargâhina götürerek, üzerine bir tulum su döküp guslettirdi. Daha sonra da iki rekât namaz kildi. George'nin Müslümanlar tarafina geçmesini hücum sanan Bizans askerleri saldiriya geçti ve savas basladi. George Müslüman olmus, Halid'in yaninda, biraz önce komutani oldugu Bizans ordusuna karsi savasiyordu. Savas aksama kadar sürdü ve Islam ordusunun zaferiyle son buldu (7). Savas meydaninda binlerce ölü ve sehit... Müslüman sehitleri ve kâfir ölüleri... Bir degillerdi tabii. Sehitler Allah için; ölüler ise Allah düsmani, yâni Islam nizamina düsmanlar için savasmisti. Ayni kefeye konamazdi bunlar! Kâfir ölüsüne nasil sehit, Müslümanla savasan kâfire nasil gazi denir? Müslüman sehitle, kâfir ölü, Müslüman gazi ile, savastan sag kurtulan kâfir askeri ayni ise, niçin savasiyorlar bunlar?.. dertleri ne bunlarin? Elbette ki biri Müslüman, digeri kâfir; Biri sehit, digeri ölü; biri gazi digeri kâfir firarisidir; "Müsrikler hoslanmasalar da". Allah'in, birbirmin ziddi olarak gösterdigi sehitle kâfir ölüsünü, hangi insan hangi hakla bir tutabilir? Farkli bir sehid Müslüman sehitleri arasinda, bir tanesi vardi ki, farkliydi öbürlerinden. Peygamber'i görmemis, Kur'an-i duymamisti o... Zekât nedir bilmiyor, Hac 'dan habersizdi o... Ayet okumamis, oruç tutmamisti o... Bu farkli sehidin adi George idi. Halid'e bakarak kildigi iki rekat namazdan baska namaz kilmadi. Adini bile Müslüman adina çevirmeye firsati olmadi. Bir tek sey bildi George: Kendini Allah davasina fedâ etmek... Buram buram sehadet kokuyordu George. Cennet görevlileri onu cennette agirlamak için yarisiyorlardi âdetâ... Allah'in kilici Halid, Müslüman olusu henüz bir günü doldurmamis olan bu sehide gipta ile bakiyor, Allah'in hikmet ve kudreti karsisinda, sevinç ve sükür gözyaslari döküyordu. George, "kâlü belâ"dan beri, Allah davasi için sehid olmus, en güzel insanlar arasina giriyordu... Ne mutlu ona ve onun gibi olanlara!.. Dipnotlar: (1) Suyûti Tarihul-Hulefa, Misir, 1964, s. 74-75 (2) Ay. es. s.75. (3) Ay. yer. (4) Bk. Kuran-i Kerim. Bakara sûresi, 193 (5) Taberi Tarihul-Umemi ve'l-Mulûk, Beyrut, 1962, III. 397 (6) Taberi, a.g.e III. 398. (7) Savasin ayrintilari için bk. Taberi a.g.e III. 398-401 |
Hz. Ömer (r.a.)'in Askerî Siyaseti Hz. Ömer (r.a.)’in devlet baskanligi ve bu devlet baskanligi sirasinda gerek Müslüman, gerekse gayri müslim olan reayasina uyguladigi adalet, tarihin örnek sahifelerinden birini teskil etmistir. Bu küçük yazimizda, onun mümtaz kisiliginden, Islâm’i uygulamasindaki tavizsiz siyâsetinden ve de bütün hayati boyunca Allah için göstermis oldugu cesaret ve fedâkârliktan sözetmiyecegiz. Bu hususlar basli basina birer kitap olacak niteliktedir. Bütün insanlarin bas düsmani olan seytan, sadece taviz vermeyen Müslümana yaklasamaz ve ondan çekinir. Seytanin, bu tavizsiz Müslümanlardan Hz. Ömer'e karsi olan tutumunu, Resulullah (s.a.s.). söyle anlatiyor: "Gökte Ömer'e saygi duymayan bir melek ve yerde ondan korkmayan bir seytan yoktur" (1). Hz. Ebu Bekir (r.a.), ölmeden önce, onu yerine Halife, yâni Devlet Baskani olarak seçti. Hz. Ömer (r.a.), Islâm'in Devlet Baskani olunca, devletinin, gerek iç, gerekse dis siyasetinde, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in ve Hz. Ebu Bekir (r.a.)’in izini takibetti. Askerî cihadi, yani îslâm'in savasla olan tebligini de, onlarin biraktigi yerden devam ettirdi. Bilindigi gibi, Hz. Peygamber (s.a.s.), daha Islâmî tebligin Mekke dönemindeyken, Müslümanlara su hedefi gösteriyordu: "Lâ ilâhe illallah deyin, Iran ve Bizans'in saraylari sizin olacak!" (2). Yani, Allah disindaki güçlere, iktidarlara karsi çikarak Islâm'i kabul edin, insanligi sömürmekte olan Iran ve Bizans devletleri yikilacaktir!... Hz. Peygamber (s.a.s.)., Islâmî tebligin Medine döneminde, bu iki süper devletten Bizans'in sinirlarini zorlamis, Tebuk seferiyle (3), Islâm Devletinin sinirlarini bugünkü Ãœrdün topraklarina kadar vardirarak, Islâm kanunlarinin oralarda da hükümfermâ olmasini saglamistir. Hz. Peygamber (s.a.s.)’in vefâtindan sonra, onun cihâdini Hz. Ebu Bekir (r.a.) sürdürdü ve Irak'in güneyine kadar olan Bizans topraklarinin tamami fethedildi. Hz. Ebu Bekir (r.a.) vefat ettiginde, Halid b. Velid komutasindaki ordulari, Fihl ve Sam kalelerini zorluvor, insanlari Islâm'a davet ediyorlardi. Ordunun sultalasmamasi için Hz. Ömer (r.a.), Islâm Devlet Baskani olur olmaz, bazi mülahazalarla, Islâm ordulari Baskomutani olan Halid b. Velid'i degistirerek, yerine Ebu Ubeyde b. Cerrah'i tayin etti. Hz. Ömer'in, Halid b. Velid'i görevden almasi, bazi dedikodulara sebep olduysa da, Devlet Baskani Hz. Ömer, bu kararindan vazgeçmedi ve bu kararinda gayet hakliydi. Hz. Ömer (r.a.), Halid b. Velid'in üstüste kazandigi zaferlerden dolayi, esas görevi devlete hizmet olan ordunun, simararak sultalasmasini istemiyordu. Zira böyle bir durumda, Islâm'm tatbikati için varolan devletin, ordunun emrine girme ihtimali belirebilirdi ki bu, Islâm Devletinin bekasi noktai nazarindan fevkalade tehlikeli bir husustu. Baska bir deyisle Hz. Ömer (r.a.), Islâm kanunlarinin harfiyyen ve de tavizsiz uygulanmasi için mevcut olan devlet otoritesinin kaybolarak, yerine Ordu Baskomutaninin, hattâ Devlet Baskaninin sahsî despotizminin yeralmasini istemiyordu. Yoksa, onun Halid b. Velid'i görevden almasi, sahsî bir meseleden, ya da Halid'in herhangi bir yolsuzlugundan kaynaklanmiyordu. Nitekim, komutanliktan azlinin sebebini ögrcnmek için baskent Medine'ye giden Halid'e, Hz. Ömer (r.a.), "Yâ Halid, sen benim yanimda çok degerlisin ve seni çok severim'‘ dedikten sonra, Devletin bütün valilerine su tamimi gönderdi: "Ben, Halid'i bir öfkesinden, ya da ihanetinden dolayi azletmedim. Fakat insanlar onu o kadar büyüttüler ki, Allah'i birakip ona tevekkül edeceklerinden korktum. Ben onlara, bütün bu basarilarin Allah'tan geldigini bilmelerini istedigim için böyle hareket ettim" (4). Devlet baskani Hz. Ömer'in bu hassasiyetini gören Halid b. Velid, Medine'de kalabilme imkâninin olmasina ragmen, ordusuna dönerek, Ebu Ubeyde b. Cerrah'in maiyetinde cihada devam etti. "Dünya seni de helâk etmesin" Hz. Ömer (r.a.), ordu komutanlarinin azlinde gösterdigi titizligi, onlarin tayininde de gösteriyordu. Nitekim Halid'in yerine tayin ettigi yeni komutan Ebu Ubeyde b. Cerrah'a da söyle yaziyordu: "Ben sana, tek kalici sey olan Allah'in takvasini tavsiye ediyorum ki, ondan baska hiçbir seyin degeri yoktur. O Allah ki, bizi dalâletten hidâyete, karanliklardan aydinliga çikardi. Seni Halid b. Velid'in ordusuna komutan tayin ettim. Onlarin hakki ne ise, ona göre davran! "Ganimet alacagim" düsüncesiyle, Müslümanlan helâke götürme! Araziyi iyice kesfetmeden onlan oraya sevketme! Muhafizsiz birlikler gönderme! Müslümanlari felâketlere götürmemen için seni uyariyorum. Allah seni benimle, beni de seninle imtihan edecek. Gözünü ve kalbini dünyadan çevir, dünyaya dalma! Dikkat et ki bu dünya, senden evvelkileri oldugu gibi, seni de helâk etmesin..." (5). Hz. Ömer (r.a.)’n, normal vatandasa oldugu kadar, komutan ve askerlerine karsi da bu kadar hassas olmasinin tek sebebi, onlarin hak hukuklari hakkinda Allah'a verecegi hesabin kendisine yüklemis oldugu agir mesuliyetti. Nitekim o, sürekli olarak kendi kendisini muhasebe etmekle mesguldü. Günümüz sosyolog, psikolog ve felsefecilerinin efkâri umumiyyeye empoze etmeye çalisip, bir türlü ne kendi nefîslerinde, ne de toplumun hiçbir kesiminde uygulayamadiklari meshur otokritik müessesesi, Müslümanlar tarafindan bu sekilde gerçeklestirilmistir. Bunun baska yolu da yoktur. Nitekim Peygamberimiz (s.a.s.). söyle buyuruyor: "Hikmetin basi, Allah korkusudur" Baska deyisle, insanhgin ölçüsü, Allah'a ve O'nun kanunlarina olan bagliliktadir. Hz. Ömer (r.a.), özel olarak görevlendirdigi postacilar vasitasiyla, günü gününe ordusundan haber aliyor, âdeta onlarin yaninda savasiyormus gibi, ordusunu sevk ve idare ediyordu. Nitekim komutanlarina göndermis oldugu emirlerde, hergün durumlanin bildirir mektuplar yazmalarini, bu mektuplan postayla Medine'ye göndererek, Devlet merkezini olup bitenden haberdar etmelerini istemistir (6). "Hz. Peygamber'in dayisi olman seni yaniltmasin!' Islâm ordulari, Suriye fethinde Bizans ordulariyla çarpismaya devam ederken; Hz. Ömer (r.a.), Iran cephesindeki cihadi da hizlandirdi. Hz. Ömer (r.a.), Iran'in fethi için, Islâm ugruna ilk defa kan döken (7) ve Hz. Peygamber (s.a.s.)’n cennetle müjdeledigi on kisiden biri olan Sa'd b. Ebi Vakkas’i görevlendirdi. cephesi Baskomutanligina tayin edilen Sa'd b. Ebi Vakkas’a da, Devlet Baskani Hz. Ömer söyle tavsiye ediyordu: ‘‘Ey Sa’d, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in dayisi ve onun sahabisi olman seni yaniltip Allah'tan uzaklastirmasin! Allah, kötülügü kötülükle degil, iyilikle yok eder. Allah ve insanlar arasinda, O’na itaatte baska hiç kimse yoktur. Allah katinda bütün insanlar esittir. Allah onlarin Rabbi, onlar da O'nun kullaridirlar. Onlara verilen hayat için, O'nu zikrederek, O'nun kanunlarina tabi olarak, O'na hamdederler. Resulullah (s.a.s.)’den gördügün gibi hareket et!.." (8). Hz. Ömer (r.a.), bu tavsiyesiyle, gayelerinin insanlara kötülük yapip onlari öldürmek olmadigini, bilakis, Allah davasini insanlara teblig ederek, onlari Allah'in kanunlari altinda birlestirmek oldugunu vurgulamak istiyordu. Hz. Ömer dönemindeki Islam devleti Hz. Ömer (r.a.)’dan son emirleri aldiktan sonra, Sa'd b. Ebi Vakkas Iran üzerine yürüdü. Sa'd'in komutasinda birlesen Islâm ordulari, kazandiklari Kadisiyye savasindan sonra Iran'i tamamen fethedecekler ve Hz. Ömer (r.a.) vefât etmeden önce Iran Müslüman olacaktir. Hz. Ömer (r.a.), Kadisiyye öncesi, komutani Sa'd'a gönderdigi mektupta, sadece ona dinî vaazlarda bulunmuyor, en ince teferruatina kadar askerî talimatlarini bildiriyordu. Mektubunun bir bölümünde söyle diyordu Hz. Ömer: "Durumunuzu araliksiz olarak ve bütün tafsilatiyla bana yaz. Nasil hareket ettiginizi; sizin düsmana, düsmanin da size olan nisbet ve harekât tarzini öyle yaz ki, mektuplarindan âdeta savasi izleyeyim..!' (9). Bu talimatlardan sonra, Islâm askerinin parolasini bile veriyordu. Hz. Ömer; "Savas baslayip, bitene kadar herkes ‘Lâ ve lâ kuvvete illâ billâh' diyecek!.." Müslüman askerinin kolu kiliç sallayarak, dili de Allah'i zikrederek Rablerine kulluk edecekler. Baska deyisle, biri digersiz olmaz. Kadisiyye savasi arefesinde, Iran ordu komutaniyla görüsen ve her savas öncesi oldugu gibi düsmani Islâm'a davet eden Müslüman elçi, Müslümanlarin gayesini Iranlilara söyle anlatiyordu: "Bizim arzumuz dünya degil. Bizim arzu ve istegimiz Ahirettir. Allah bize bir Peygamber göndererek ona söyle dedi: Ben su taifeyi, benim kanunlarimla amel etmiyenlere musallet ettim. Bunlar vasitasiyle, benim kanunlarima karsi gelenlerden intikam alacagim. Bu tâife (yani Müslümanlar), benim kanunlarima bagli olduklari sürece onlari galib kilarim. Bu hak dindir. Ondan yüz çeviren hiç kimse yoktur ki zillete, ona baglanan hiç kimse yoktur ki izzete kavusmasin." "Bu dinin esasi, Allah'in birligine ve Muhammed (s.a.s.)’in Onun Peygamberi olduguna inanip sehâdet etmek ve Allah katindan gelen her seyi noksansiz ikrar etmektir." "Dinimizin gayesi, insanlari, insanlari kulluktan kurtarip, onlari Allah'a kul etmektir" (10). Degerlendirme 1. Hz. Ömer (r.a.)’in da siretiyle göstermis oldugu gibi, Islâm inancina göre esas olan, ne devlettir, ne ordu ve ne de Ordu komutanlari; degismez esas olan, Islâm'in tavizsiz ve noksansiz tatbikatidir. Onun için Hz. Ömer, çok sevdigi ve gerçekten hayatini Islâm'a adamis olan Halid b. Velid’i, yukarida belirttigimiz gibi, Islâm yararina görevinden aliyor. Kisacasi, Hz. Ömer, kim olursa olsun, insanlarin putlasmasini istemiyor. 2. Hz. Ömer, komutanlarini, kendi sahsî kaprisleri degil, Islâm'in emirleri dahilinde hareket etmeleri hususunda uyariyor. Yani Islâm'a göre, "her seyi ben bilirim, herkes benim emrimde olacak, emir komutayi ben veririm, kimse bana karisamaz" gibi keyfî davranislar yasaktir. Islâm neyi gerektiriyorsa o yapilir. 3. Hz. Ömer (r.a.) en küçük rütbeli askerine kadar her tebaasini düsünüyor, onlara en ufak bir hakaretin, haksizligin yapilmasina müsaade etmiyor. Islâm’a aykiri davranislarda bulunan olursa, isterse bu kisi vali, ya da komutan olsun kamçisiyla düzeltir ve de düzeltmistir. 4. Ganimet almak için cihad yoktur. Cihad, Allah ahkâmini bildirmek içindir. Insanlari, insanlara kul olmaktan kurtarip, onlan Allah'a kul yapma mücadelesidir cihad!... 5. Kilicin yaninda degil de, Allah'i devamli zikrederek kullugunu ifâ edecek. Yani Islâmî kulluk ki, biz buna ibadet diyoruz, bir bütündür. Namazi, oruçtan; cihadi, Hac'dan; Allah'in hakkini, kul hakkindan ayri düsünmek, kullugu dinamitlemek demektir. |
HZ. OSMAN'IN HALIFE SEÇILMESI Hz. Ömer (r.a.), bir halife seçmeye mecbur edilince, yani bir düsman tarafindan sirtindan hançerlenip, ölüm dösegine düsünce, bir sey yapmali idi. Filhakika, kendisini ziyarete gelen birçok sahabi O'na, bir halife seçmesinin zorunlu oldugunu söylemislerdi. «Çünkü Hz. Ebu Bekir (r.a.) bunu yapti» demisler ve ilave etmislerdi: «Sayet sen kendine bir veliahd seçmezsen, karisikliklar olabilir ve belki de bir iç savas çikabilir.» Gelen müslümanlardan bazilari, Hz. Ömer (r.a.)'in kendi oglu, Abdullah b. Ömer'i seçmesini teklif ettiler. Çünkü Abdullah b. Ömer, çok iyi bir müslümandi. Alimdi, mütedeyyin idi ve Halife olmak için, bütün sartlara sahip idi. Hz. Ömer (r.a.) bu teklife çok kizmis ve yanlis hatirlamiyorsam, bu teklifte bulunani tokatlamis ve söyle söylemisti: «Sen benim cehenneme gitmemi mi istiyorsun?» Daha sonra devam etmisti «Ne yapacagimi bilemiyorum. Sayet birini tayin edersem, benden önce, benden daha iyi olan birisi, yani Hz. Ebu Bekir (r.a.), bunu yapmisti. Sayet kimseyi seçmezsem, bunu da benden önce ve benden çok daha iyi olan Hz. Peygamber (s.a.v.) yapmisti. Su halde, her iki sekilde de hareket edebilirim.» Hz. Ömer, «Bu dünyada oldugu gibi, öbür dünyada da sizi idare etmenin mes'uliyeti altina girmek istemiyorum» diyordu. O demek istiyordu ki «Ben bir veliahd tayin edecek: olursam, dolayli olarak, öldükten sonra da sizi idare etmis olacagim ve bu veliahdin vasitasiyla ben mes'ul olacagim; bunu istemiyorum». Ve sonunda Hz. Ömer söyle demisti: «Hz. Peygamber (s.a.v.) vefat ettiginde, O'nun en çok sevdigi on kisi vardi, hatta Hz. Peygamber (s.a.v.) bunlarin öldükten sonra cennete gideceklerini müjdelemisti (asere-i mübessere). Iste bunlar arasindan kendinize bir halife seçin.» Bu arada, bu on kisiden üçü vefat etmisti. Daha dogrusu iki kisi ölmüs ve Hz. Ömer (r.a.) de yaraliydi. Geriye yedi kisi kaliyordu. Fakat bu yedi kisiden, sadece altisi Medine'de bulunuyordu. Yedincisi seyahatte idi. Iste, Hz.Ömer bu alti kisinin toplanip aralarinda halîfe seçmelerini istedi. Fakat bunda bir güçlük ihtimali vardi. Sayet üç kisi bir tarafta, üç kisi diger tarafta olacak olursa, seçim imkani olamazdi. Hz. Ömer (r.a.) bu güçlügü düsündü. Mesele çok mühimdi. Halife'nin hemen seçilmesi icap ediyordu. Yedinci olan sahabi beklenecek olursa, karisikliklar olabilirdi. ve onun ne zaman dönecegi belli degildi. Bunun için Hz.Ömer (r.a.), bu alti kisilik heyete, bazi sartlarda dahil olmak üzere, yedinci bir sahis seçti: Abdullah b. Ömer. Sartlar sunlardi: O, halife olarak seçilemeyecekti. Sayet seçimde ekseriyet temin edilirse, mesele, dörde karsi iki gibi, bu durumda Abdullah b. Ömer, ekseriyete uyacak ve sahsi görüs serdetmiyecekti. Sayet her iki tarafta, esit olarak üçer kisi olursa Abdullah, Abdurrahman b. Avf hangi tarafta ise, reyini o tarafa kullanacakti. Kaynak: Muhammed Hamidullah, Islam müesseseleri |
HZ. OSMAN'IN VE VERGÃŽ Hz. Osman'in hilafetinin bütün yönlerim incelemek ayri bir arastirma konusudur.. Yalniz sunu belirtmeliyim ki, O'nun hükümeti «Pedersahi» idi. Yani o bir baba gibiydi. Çok mertti ve birçok vergiyi ilga etti ve hakki oldugu halde, hilafet maasi olarak bir tek kurus dahi almadi. Bu husustaki bütün teferruati vermek istemiyorum. Bunlardan, sadece bir tanesini belirtmek istiyorum. Bu da zekat meselesidir. Hz. Peygamber (s.a.v.) ve ilk halifeler Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer zamaninda zekat, devlet memurlari tarafindan toplaniyor ve bu zekati hükümet dagitiyordu. Zekat deyince bugün baska bir sey anlasiliyor ki, Hz, Peygamber (s.a.v.) zamaninda bu daha farkli anlasiliyordu. Zekattan bugün anlasilan sey sudur: Mesela, benim iki yüz liram varsa ve bu para üzerinden bir yil geçmisse benim bunun %2.5'unu fakirlere vermem gerekir. Bugünkü müslümanlar, zekatlarini, araya hükümet memurlari girmeksizin direkt olarak fakirlere verirler. Hz. Peygamber'(s.a.v.) zamaninda ve ilk iki halife zamaninda sadece buna degil, diger bütün vergilere zekat deniyordu. Tüccarlar vergi veriyordu ve buna «Ticaret zekati» deniyordu. Ziraatçilar da vergi veriyordu ve buna «Toprak zekati (Zekatu'l-Ard) deniyordu. Madenler isletiliyor; bunlarin vergisine de «Maden Zekati» (Zekatu'l-Meadin) deniyordu. Koyun, deve gibi sürüler vardi ki, bunlardan da vergi aliniyordu ve buna «Hayvan zekati» (Zekatu'l-Mevasi) deniyordu. Ayni sekilde, kervanlarin getirdigi mallar üzerinde de haklar vardi ki, bütün bunlara zekat deniyordu. Hülasa olarak, Kur'an-i Kerîm'de geçen, «Zekat», «Sadaka», «infak fisebilillah» vs. gibi vergiler, Islam Devletinin müslümanlara taalluk eden vergileri idi. Gayr-i müslimlerden alinan vergiler, bundan ayriydi. Bunlara zekat denilmiyordu. Bizim bugün zekat dedigimiz sey, o zaman da zekatti. Fakat bu, zekat çesitlerinden sadece biri idi. Biraz önce dedigim gibi, Hz. Peygamber (s.a.v.) ve ilk iki halife Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer zamaninda, bütün bu zekat çesitlerim, bugün bizim zekat dedigimiz ve zekat demedigimiz bütün vergileri, bu memurlar topluyordu ve hepsine de zekat deniyordu. Hz. Osman zamaninda, Islam topraklari, yildirim hiziyla ve sasirtici bir süratte genisledi. Hicrî 2. Senede, Hz.Osman'in bir ordusu Avrupa'da, Ispanya’ya girerken, diger taraftan baska bir ordusu Çin'e girdi. Her iki uç arasinda Çin'den Ispanya’ya kadar üç kitaya yayilmis olan topraklar, Islam devletini olusturuyordu. Bazen, ispanya fethinin, Emeviler zamaninda Tarik b. Ziyad'le basladigini söylüyoruz. (Bu dogru degil, Ispanya’nin bir kismi, daha Hz. Osman zamaninda fethedilmistir. Bu husustaki kaynagimiz Taberi; bu ordunun Tarik b. Ziyad zamanina kadar Ispanya’da kaldigim yaziyor. Yani bu ordu Ispanya’ya girdikten sonra geri çikmamis, bilakis orayi fethetmisler ve oraya yerlesmislerdir. Netice olarak söyleyeyim ki, benim gayem bu fetihleri degil, fakat bu fetihlerin zekat için olan ehemmiyetinden bahsetmektir. Üç kitaya yayilmis olan bu büyük devlette, müslümanlarin sayisi ne kadardi, bunu bilmek lazimdir. Çünkü zekat, müslümanlara taalluk eden bir vergidir. Üç kitaya yayilmis olan Islam devletinde, milyonlarca gayr-i müslim vardi. Fakat bunlarin zekat ile alakalari yoktu. Bu gayr-i müslimlerden de vergi aliniyordu. Fakat bu vergilere zekat degil, haraç, vs. gibi baska isimler veriliyordu. Hz. Osman -diyelim ki, maliye bakaninin tavsiyesi üzerine- bugün bizim anlattigimiz manadaki zekatla, diger zekatlari birbirinden ayirmak istiyor. Niçin? Hz. Osman diyor ki: «Evin disinda olan seylerin zekatini toplamak kolaydir. Koyun, deve, maden vs. gibi mallar, kolayca tesbit edilir ve zekati alinir ve bu kolaydir. Fakat zekat memurlarinin, her müslümanin evinde ne kadar para oldugunu bilme imkani yoktur. Bunun için, bu zekat çesitlerini birbirinden ayirmak lazimdir». Bunun üzerine Hz. Osman, müslümanlarin bizim bugün anladigimiz zekati (yani evde olup, üzerinden bir sene geçen, parayi), bundan böyle hükümet'e direkt olarak vermeye mecbur olmadiklarini ve bunu bizzat kendileri, fakirlere dagitabileceklerine dair bir emir veriyor. Iste bu tarihten itibaren, bu sekilde verilen zekata zekat denmis ve digerlerine zekat degil, vergi, gümrük, vs. denmistir. Hz. Osman'in niçin bu sekilde karar verdigine dair bir iki söz söyleyeyim: Görünüste bu karar Hz. Peygamber (s.a.v.), Hz.Ebu Bekir (r.a.) ve Hz. Ömer (r.a.)'in tatbikatlarina aykiri idi. Su halde Hz. Osman (r.a.) niçin bunu degistirdi? Ben bunun devletin menfaati geregi yapildigi kanaatindeyim. Çünkü Islam devleti, Ispanya’dan, Çin'e kadar uzaniyordu. Ve buna karsi, müslümanlarin sayisi çok azdi. Bu hususta nüfus sayimi yapilmamistir. Fakat bazan 100 km2 de bir tek müslümandan fazla kisi bulunmuyordu. Bunun üzerine tasavvur buyurun ki, Ispanya’dan Çin'e kadar her 100 km2 ye bir tahsildar gidip, bir müslüman bulacak, üstelik bazen buldugu bu müslümanda zekat veremeyecektir. Çünkü evinde nisabi dolduracak kadar parasi olmayabilirdi. Bu müslümanin evi veya baska bir seyi olabilir, fakat zekat verecek kadar parasi olmayabilir. Netice olarak karsimiza su durum çikabilir. Zekat memurlarina verilecek olan para, toplanacak olan zekattan daha fazla olabilir. Iste böyle bir seyi, bir maliye bakani kabul etmez. Bunun için, müslümanlarin, bizzat kendilerinin bu zekati vermeleri serbest birakiliyor. Müslümanlar zekatin bir farz oldugunu, Allah'in emri oldugunu bildikleri için, herhangi bir murakabeye ihtiyaç duyulmaksizin, onlarin suuru, onlara bu farzi yerine getirmelerini emrediyor. Mesela; namaz, oruç gibi ibadetlerde, hükümet beni zorlamiyor, fakat benim suurum bana emrettigi için bu ibadetleri yapiyorum. Ayni sekilde zekati da murakabesiz verebilirim, çünkü suurum emrediyor. |
Hz. Ali r.a.'in hilafet hakkindaki görüsü Hz.Peygamber (s.a.s.). vefat edince, Müslümanlar kendilerini idâre etmek üzere Hz.Ebû Bekir r.a'i Devlet Baskanligina getirdiler. Bilindigi gibi, Hz.Peygamber (s.a.s.), iki görevi birden üstlenmisti: Birisi, Allah'tan gelen vahyi, yâni ilâhi emirleri insanlara teblig etmek; ikincisi, bu vahiy hükümlerine göre, baskani bulundugu devleti yönetmekti. Onun vefatiyla sadece vahiy degil, Peygamberlik de son buldu. Artik Peygamber gelmiyecek, inanan insanlar, son peygamber vasitasiyla gelen Kur'an'la ve bu son peygamber'in Sünnetiyle kendi yasamlarina yön verecek, düzenlerini kuracaklardir. Baska deyiçle, inanmak isteyen insanlar, yâni Müslümanlar, yasantilarinin her yönünü bu iki kaynaga göre tanzim edecekler, bu iki kaynaga ters düsen hayat kanunlarini tanimayacaklardir. Bu iki kaynagin özü olan Islâm'i Allahu te'âlâ tek nizam kabul etmis ve bunun disinda kalan sistemleri tanimayacagini söyle ferman buyurmustur: "Kim Islâm'dan baska bir din (top yekün bir hayât nizami) ararsa ondan asla kabul olunmaz ve o, ahirette de en büyük zarara ugrayanlardandir"(1) Hz.Peygamber (s.a.s.)'in vefatiyla, kanun degil, kanunun tatbikçisi olan Hz.Muhammed (s.a.s.). Müslümanlar arasindan ayrilmistir. Dolayisiyle, onun ölümünden sonra, Müslümanlar yeni kaynaklara degil; zaten mevcut olan kaynaklari tatbik edecek bir insana, bir idâreciye muhtaçtilar. Yâni vakia, kanun boslugu veya yoklugu degil, lider yokluguydu; bu lideri bulmak lazimdi ki, bu ihtiyaci da, baslarina "Halife dedigimiz devlet baskanlarini getirerek giderdiler. Halife seçimi Hz.Peygamber (s.a.s.). kendi vefatindan sonra, Müslümanlari yönetmek üzere, sarahaten bir halife seçmek istemediginden çünkü buna yeteri kadar vakti vardi, halife seçim isi Müslümanlarin insiyatiflerine birakilmis; onlar da, Peygamber'lerinin vefatindan sonra, kendilerini yönetmek üzere Hz.Ebû Bekir r.a'i seçip biat' etmislerdir. Hz.Ebû Bekir r.a'a biat etmis olmasina ragmen, daha sonraki senelerde, bazi grublar Hz.Ali r.a'i ona karsi göstermek istemisler ve maalesef bu sekilde baslatilan ihtilâf asirlarca sürmüs, binlerce Müslümanin ölümüyle neticelenen savaslara sebebiyet vermistir. Halbuki bunlar, dava arkadasi, cihâd ve siper ortaklariydilar. Bunlar, hayatlarini Allah'a hizmette yaristirmis olan insanlardi. Iste, bu konuyu en güzel bir sekilde tahlil ettigine inandigimiz, Hz.Ali r.a'in bir konusmasiyla açiklamak istiyoruz. Hz.Osman r.a'in sehid edilmesiyle baslayan ve Islâm tarihinde "el fitnet'ül kübrâ" (en büyük fitne) diye adlandirilan hareketten sonra, halife seçilmis olup, hilâfetini tanimayanlarla savasmak üzere Basra'ya gitmis olan Hz.Ali La'a, Ibnu'l Kevva' ve Kays b. Ibâd Basra'ya gidisinin sebebini sorup söyle dediler: Bu konuda Resulullah'in bana bir ahdi yoktur "Müslümanlarin karsi karsiya gelip birbirlerini öldürecekleri bu gelisin, Resulullah (s.a.s.)'in sana olan bir ahdi veya emriyle midir?" Hz.Ali r.a. su cevabi verdi: "Bu konuda Resulullah (s.a.s.)'in bana bir ahdi olup olmadigini soruyorsunuz. Bana verilmis böyle bir ahid yoktur. Vallahi ona ilk inanan ben oldugum gibi, ona ilk defa yalan isnâd eden ben olmayacagim. Sayet bu konuda Resulullah (s.a.s.)'in bana bir ahdi olsaydi, Ebû Bekir ve Ömer'in onun minberine çikmalarina müsaade etmezdim, elimle onlarla savasirdim (Resulullah (s.a.s.)'in emri oldugu için. Fakat Resulullah (s.a.s.). ne öldürüldü, ne de aniden öldü. Hastaligi bir kaç gün ve gece devam etti. Müezzin ona namaz vaktini bildirmek içÃ*n geldiginde, O Müslümanlara namaz kildirtmak için Ebû Bekir'e emrederdi. Kaldi ki, benim orada oldugumu da görüyordu. Hanimlarmdan birisi (2) Hz. Peygamber (s.a.s.)'e, bu görevi Ebû Bekir'den almasini söyleyince kizdi ve "siz kadinlar Hz. Yusufun basini derde sokanlarsiniz, Ebû Bekir'i geçirin Müslümanlara namazi kildirsin!" dedi. Allah, Peygamberinin ruhunu alinca, isimize baktik ve Resulullah (s.a.s.)'in dinimiz için lâyik gördügünü dünyamiz için seçtik. Namaz, Islâm'in aslidir; o dinin emri, dinin diregidir. Biz (bunun için) Ebû Bekir'e biat ettik ve o bu isin ehliydi. Içimizden iki kisi dahi ona muhalefet etmedi. Ebû Bekir'e hakkmi edâ ettim ve ona itaat etmesini bildim. Onunla beraber askerleri için de cihad ettim. Bana verdigini aldim, savasa gönderince gittim; onun emriyle had cezalarini kendi kamçimla yerine getirdim. Ölünce, yerine Ömer geldi ve arkadasinin (yâni Ebû Bekir'in) yolunu takib etti, onun gibi hareket etti. Böylece Ömer'e biat ettik ve içimizden iki kisi dahi ona muhalefet etmedi. Hiç birimiz de baskasini ona tercih etmedik. Ömer'e hakkim edâ ettim ve ona itaat etmesini bildim. Onunla beraber askerleri içinde cihad ettim. Bana verdigini aldim, savasa gönderince gittim; onun emriyle had cezalarini kendi kamçimla yerine getirdim. Ölünce Hz. Peygamber (s.a.s.)'e olan akrabaligimi, Islâm'da önceligimi ve selefiyyetimi ve bu ise liyâkatimi düsünerek bu konuda baskasinin bana tercih edilmeyecegini sandim. Öldükten sonra, onun yüzündcn halifenin bir günah islememesi ve kendini mesuliyetten kurtarmak için Ömer hilâfeti çocuguna yasakladi ve yeni halifeyi seçmek üzere alti kisilik bir heyet seçti ki ben onlardan biriyim. O isteseydi oglunu seçebilirdi; yapmadi. Heyet toplaninca, kimsenin bana tercih edilmeyecegini sandim. Abdurrahman b. Avf, kimi halife tayin ederse (3) ona kesinlikle itaat edilecegine dair bizden söz aldiktan sonra Osman b. Affan'in elini tutarak, eline vurdu ve biat etti. Ben de isime baktim. Ona itaatim ise, biatimdan önce oldu. Böylece Osman'a biat ettik. Ona hakkini edâ ettim ve itaat etmesini bildim. Onunla beraber askerleri içinde cihâd ettim. Bana verdigini aldim, savasa gönderince gittim; onun emriyle had cezalarini kendi kamçimla yerine getirdim. Vurulunca, kendi isime baktim. Resulullah (s.a.s.)'in iki halifesi gitmis, birisi de vurulmustu. Haremeyn'deki (Mekke ve Medine'deki) ve iki bölgedeki Müslümanlar bana biat ettiler. Bunun üzerine birisi ortaya atildi ki, dengim degil; ne Resulullah (s.a.s.)'e olan akrabaligi benimki kadar yakin, ne ilmi benim ilmime denk ve ne de Islâm'daki önceligi benimki gibi eskiydi. Dolayisiyle ben bu ise ondan (yâni Muaviye'den) daha lâyiktim!"(4) Degerlendirme 1. Hz. Peygamber (s.a.s.)., hilâfet konusunda kesin bir tavir takinmamis, kimseyi halife seçmemistir. Nitekim Hz. Ali'nin yukarida buyurdugu gibi, o bu konuda bir emir vermis olsaydi, onun emri kanun oldugundan, mutlaka yerine getirilirdi. 2. Namaz Islâm'm aslidir. Asilsiz, yâni temelsiz hiç bir sey düsünülemedigi gibi, namazsiz bir Islâm tasavvur edilemez. Hz. Ali r.a. bunu delil kabul ederek, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in namaz için seçtigi imâmi, yâni devlet baskani olarak kabul ediyor. 3. Hz. Ali, kendinden önce biat ettigi halifelere kesin bir itaatla baglidir. 4. Hz. Ali, Hz. Muaviye'den de kendisine ayni sekilde itaat istiyor ve hilâfete kendisinin lâyik oldugunu söylüyor. 5. Asirlardir Müslümanlara kabul ettirilmeye çalisildigi gibi, Hulefayi rasidin birbirine düsman degillerdir. Öyle olsaydi, yâni Hz. Ali, Hz. Ömer'i sevmeseydi ona kizi Ãœmmü Gülsüm'ü verir miydi? Allah'in aslani olan Hz. Ali'nin korkudan "takiyye" yapip kizini Hz. Ömer verdigini düsünmek en azindan haksizlik olur. 6. O örnek halifelerin bir tek endisesi vardi: Islâm'in geregi gibi tatbiki! |
CEMEL VAK'ASI 36/656 tarihinde dördüncü halife emirü'l-Müminin Hz. Ali ile Hz. Âise taraftarlari arasinda Basra dolaylarinda meydana gelen çatisma. Üçüncü Rasid halife Hz. Osman (r.a.)'in sehit edilmesinden sonra üç-bes gün anarsi hüküm sürdü. Hz. Osman'i sehit eden âsiler ortama hâkimdiler. Bunlar bir an önce, Hz. Osman'in yerine birini hilâfete getirmek istiyorlardi. Fakat kime müracaat ettilerse hep red cevabi aldilar. Hz. Ali de, kendisine geldikleri zaman onlari huzurundan uzaklastirmisti: Âsiler hayrete düsmüsler, ne yapacaklarini sasirmislardi. Devlet baskani tayin olunmadan dönecek olurlarsa ihtilafin çok daha fazla alevlenecegini biliyorlardi. Bunun üzerine Medine ahalisini toplayarak, onlara bir halife seçmelerini, aksi takdirde Hz. Ali, Talha, Zübeyr ve daha baska kimseleri de öldüreceklerini söyleyerek, onlara bir gün mühlet verdiler. Bunun üzerine Medine halki Hz. Ali'ye müracaat edip, ona bey'at etmek istediklerini bildirdiler. Hz. Ali, Muhâcirler'le Ensâr'in bu teklifini reddetmek istediyse de devamli israrlar karsisinda bunu kabul etmek zorunda kaldi. Neticede Hz. Ali'ye bey'at edildi ve âsiler Hz. Talha ile Hz. Zübeyr'i de getirterek onlarin da Hz. Ali'ye bey'at etmelerini sagladilar. Bu sûretle, hicretin otuzbesinci yili yirmibir Zilhicce Pazartesi günü Hz. Ali'ye bey'at edildi. Hz. Ali'ye bey'at edildikten sonra yapilacak ilk is; Hz. Osman'in katillerini bulmak ve bunlarin cezalarini vermekti. Bu hususta tahkikata baslanmisti. Fakat katiller kesin olarak belirlenemedigi için, ser'an cürüm sabit olamamisti. Bu durum karsisinda bir sey yapilamazdi. Hz. Talha ile Hz. Zübeyr, Hz. Ali'yi ziyaret ederek ondan katillerin yakalanmasini istemislerdi. Hz. Ali, onlara durumu izah etmis, fakat ikisi de ikna olmamislardi. Ortam son derece karisikti. Bu arada Numan b. Besir, Hz. Osman'in sehadeti esnasinda giydigi gömlek ile o sirada zevcesi Nâile'nin dogranan parmaklarini alip sam'a götürdü. Muaviye, bu kanli gömlegi ve kesik parmaklari teshir ederek, herkesin galeyanini kat kat artirmak maksadiyla mescide asti. Diger taraftan Hz. Osman'in katline sebep olanlar hâlâ Medine'de bulunuyorlardi. Bunlarin bir an evvel oradan uzaklastirilmasi gerekiyordu. Hz. Ali'nin karsi karsiya kaldigi zorluklar gerçekten çok büyüktü. Diger taraftan Medine'de toplanan âsilerin mühim bir kismi "Sebeiyye" firkasina mensuptu. Bu islâm düsmani grubun reisi olan Abdullah b. Sebe, islâm'i içinden yikmayi hedef alan bir Yahudi dönmesi idi. Bunun maksadi; islâmiyet'in saf, berrak, akil ve kalbi tatmin eden akidelerini ifsat edip müslümanligi çigirindan çikarmak müslümanlari türlü türlü gruplara ayirarak birbirleriyle didismeye ve bogusmaya sevketmekti. Hz. Osman (r.a.) devrindeki karisiklik, bu müfsidin ifsatlari için uygun bir zemin teskil etmisti. Hz. Ali'nin âsileri dagitmak istemesi ibn Sebe taraftarlarinin hosuna gitmedigi için bunlar Hz. Ali'nin emrine muhalefet etmisler; diger Araplar da onlara uymuslardi. Bu karisik durum karsisinda problemleri artiran ve buhranin vehâmetini doruguna vardiran bir hareket daha basladi. Hz. Âise, hac farizasini ifâ etmek üzere Medine'den Mekke'ye gitmis, hac ibadetini ifâ ederek Medine'ye dönerken, Hz. Osman'in sehit edildigi haberini almisti. Bunun üzerine Medine'ye gidecegi yerde Mekke'ye geri döndü. Çünkü Medine'de facianin dogurdugu karisikliklar, bocalamalar devam ediyordu. Mekkeliler, Hz. Âise'ye durumu sorduklari zaman, Hz. Âise, Hz. Osman'in mazlum olarak öldürüldügünü, Medine'de fesat ocaginin bütün ufku karartacak sekilde tüttügünü, mazlum ve sehit Osman'in kaninin heder olmamasi gerektigini, katillerin mutlaka cezaya çarptirilmalari ve ser'i hüküm ve kisas emirlerinin uygulanmasinin icap ettigini söylemisti. Hz. Talha ile Hz. Zübeyr de Mekke'ye gelmisler, Medine'deki durumu Hz. Âise'ye anlatmislardi. Bu olaylar Hz. Âise'nin fikir ve kanaatini kuvvetlendirmis, o da mazlum ve sehid Hz. Osman'in intikamini almak için herkesi toplanmaya ve bir araya gelmeye çagirmisti. Hz. Ali, muhaliflerinin Mekke'deki hazirliklarindan haberdar olunca, onlardan evvel Irak'a varmak, Irak'a hâkim olmak, Beytû'l-Mal'in muhalifler eline düsmesini engellemek istedi. Ensâr, Hz. Ali'nin Medine'den ayrilmasini uygun görmüyordu. Hz. Ali, muhâlifler kendisinden önce Irak'a girecek olurlarsa yeni yeni problemlerin ortaya çikmasindan endise ettigini, Irak'in nüfuzca kesif ve beytü'l-mâl'inin zengin olmasindan ötürü bir müddet orada bulunmanin daha iyi olacagini söylemisti. Bundan sonra Hz. Ali yola çikmis, Zukar mevkiine geldigi zaman, Hz. Talha ile Hz. Zübeyr'in Basra'ya yaklastiklarini, Benu Saad kabilesi ile hemen hemen bütün Basra'nin onlara iltihak ettigini haber almisti. Hz. Ali, Zukar'da kalarak oglu Hasan'i Ammâr b. Yâsir ile birlikte Kûfe'ye gönderdi. Hz. Hasan, Kûfe'ye varinca, vali Ebû Musa el-Es'arî onu iyi karsiladi. Hz. Hasan, mescidde minbere çikarak Hz. Ali'nin dâvâsini müdafaa etti ve Talha ile Zübeyr'in ona bey'at ettiklerini söyledi. Bu konusmasinin sonunda kendisinin Basra'dan gidecegini, katilmak isteyenlerin onunla birlikte gelebilecegini ilân etti. Hz. Hasan, kendisine iltihak eden dokuz bin kisilik bir kuvvetle geri döndü. Bu dönüs ve hareket esnasinda karsilikli mücadeleler, siddetli tartismalar meydana gelmisti. Hz. Ali, ordusunu bu sekilde takviye ettikten sonra Zukar mevkiinden Basra'ya dogru hareket etti. Hz. Ali, maiyetinde olan el-Ka'ka' b. Amr'i çagirarak Basra'ya gönderdi. Ona iki taraf arasinda mücadele ve çatismanin meydana gelmesine engel olacak çareyi bulmasini tavsiye etti. el-Ka'ka' b. Amr, Hz. Âise, Talha ve Zübeyr ile görüsmüs, onlari ümmetin birligini bozmama konusunda ikna etmisti. Hz. Âise ile Hz. Talha ve Hz. Zübeyr, el-Ka'ka'in önerilerini kabul ettiler. Hz. Ali de bu fikirdeyse, bu isin baris ile neticelenecegini söylediler. Hz. Ali, el-Ka'ka'in bu basarilarindan son derece memnun oldu. Diger taraftan bu sirada Basralilar Kûfelilerle temas etmis, iki tarafta da baris ve fitneyi yok etme düsüncesi hakim olmustu. Ertesi gün, Hz. Ali hareket ederek Abdülkaysogullari kabilesine ugradi. Bu kabile de ona ittihak etti. Oradan Zaviye'ye vardi. Zaviye'den de Basra'ya hareket etti. Esasen herkes barisi gayet tabii bir durum olarak görüyordu. Onun için Hz. Ali'nin Basra'ya gelisi, barisin tahakkukuna yönelik bir hareket olarak telakki olunmus, herkes son derece huzurlu bir sekilde uyumustu. ibn Sebe ile yandaslari, herkes uyuduktan sonra Hz. Âise'nin tarafina hücum etti. iki taraf ta kendilerini karsi hücumuna ugramis gibi görmüslerdi. Hz. Ali, her tarafa memurlar gönderdi. Ne oldugunu anlamak istiyordu. Diger taraftan Kâab b. Sûr Hz. Âise'yi uyandirmis, Hz. Âise, devesine binerek çarpismalarin basladigi yere gelmisti. Hz. Ali kendi tarafini savasmaktan alikoyuyor, Hz. Âise kendi tarafini teskin etmeye çalisiyordu. Fakat bir kere ok yaydan firlamis bulunuyordu. Vurusmanin en hararetli aninda Hz. Ali atini sürerek savas meydaninin ortasina geldi. Hz. Zübeyr'i çagirip, ona Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)'in: Bir gün Ali ile Zübeyr arasinda bir ihtilafin meydana gelecegini ve bu ihtilafta Zübeyr'in haksiz olacagini" söyledigini hatirlatmisti. Bunun üzerine Hz. Zübeyr geri çekildi. Hz. Talha da Zübeyr'in bu davranisi üzerine çatisma meydanindan çekilmek istemisti. Onun savas alanindan uzaklasmasi üzerine kendisine zehirli bir ok atilmis ve bu ok Hz. Talha'nin ölümüne neden olmustu. Nihayet ortalikta yalniz Hz. Âise ile etrafinda bulunan bir grup kimse kalmisti. Çatismalar siddetle devam ediyordu. Bütün bu kanlarin dökülmesine neden olan münafiklarin hedefi; bizzat Hz. Âise idi. Bunlar Hz. Âise' ye kadar ilerleyerek onu tevkif etmek, ona hakarette bulunmak istiyorlardi. Sebeîlerin bu maksadini anlayan Dâbbeogullari Hz. Âise'yi son derece büyük fedakârliklarla korumuslardi. Bekr b. Vâil, Ezd ve Dâbbeogullari kabîleleri Hz. Âise ile beraberdiler. Bunlarin onu korumada gösterdikleri cesaret herkesi hayrete düsürmüstü. Hz. Âise'nin devesini koruyanlardan biri yere düstükçe bir baskasi onun yerini aliyor, o da ayni fedakârlik ve ayni kahramanlik ile dövüsüyordu. Hz. Âise'nin önünde sehit düsenlerin sayisi yetmise varmisti. Bu çatismalara bir son vermek için birisi deveye arkasindan saldirarak onu yere yikmis, bu arada da, Hz. Ebu Bekir'in oglu Muhammed, Hz. Ali tarafindan kosarak Hz. Âise'nin korunmasina hizmet etmisti. Hz. Ali de Hz. Âise'nin yanina gelerek hatirini sormus, birkaç günlük istirahatten sonra onu, kardesi Muhammed b. Ebu Bekir ile birlikte Medine'ye göndermisti. Hz. Âise ile beraber Basra'nin ileri gelen ailelerine mensup kirk kadar kadin refakat etmisti. Hz. Âise Basra'dan ayrilirken, kendisi ile Hz. Ali arasindaki mücadelenin yanlis anlasilmadan ileri geldigini söyledi. Hz. Ali de Rasûl-i Ekrem'in muhterem haremine her türlü tazim ve hürmeti göstermenin bir görev oldugunu belirtti. Hz. Âise, hicretin otuzaltinci yili Recep ayinda Medine'ye dogru. hareket etti. Nihayet Hz. Ali 4 Aralik 656 tarihinde bu problemi de atlatti. Bu olaydan sonra hilâfet merkezini Kûfe'ye tasiyarak, sehadetine kadar orada kaldi. (Bu konuda genis bilgi için bk. ibnü'l-Esir, el-Kâmil fi't-Tarih, Beyrut 1965, III, 205-263). |
SIFFIN SAVASI Dördüncü Rasid Halife Hz. Ali (r.a) ile ona isyan eden Suriye valisi Muaviye b. Ebu Süfyan arasinda M. 657 yilinda, Firat'in sag kiyisina yakin Rakka'nin dogusunda bulunan Siffin'da yapilan savas. Hz. Ali'nin Cemel vak'asinda karsi grubu yenmesinden sonra onun hilafetine muhalif olarak, Suriye bölgesini idare etmekte olan Muaviye ve taraftarlari kalmisti. Hz. Ali'ye isyan edenler, davalarinin, Hz. Osman (r.a)'in intikamini almak oldugunu iddia ediyorlardi. Öte taraftan Hz. Ali'yi, Osman (r.a)'i sehid edenleri korumak ve onlari cezalandirmamakla suçluyorlardi. Halbuki Hz. Ali (r.a), fitne ve kaynasmanin yatistirIlmasindan sonra suçlulari cezalandiracagini vadetmekteydi. Cemel vak'asindan sonra Kufe'ye yönelen Hz. Ali (r.a), Cerir b. Abdullah el-Bâcelî'yi Muaviye'ye göndererek, muhâcirlerin ve ensârin kendisine bey'at ettiklerini; onun da muhacirler ve ensâr gibi bey'at edip itâatini bildirmesini Istedi (Ibnul-Esîr, el-Kamilu't-Tarih, Beyrut 1979, III, 276). Muaviye, kendisine elçi olarak gelen Cerir b. Abdullah'i oyalayarak Amr b. el-As ile istIsarede bulundu. Amr ona, Ali (r.a)'dan, Osman (r.a)'in kanini Istemede israr etmesini, katilleri derhal cezalandirmayi reddettigi takdirde, Suriye ordusuyla onun üzerine yürümesini söyledi. Cerir b. Abdullah, Hz. Ali'nin yanina dönerek durumu ona bildirdi. Öte taraftan, Medine'den Sam'a götürülen Hz. Osman'in kanli gömlegi ve hanimi Nâile'nin kesik parmaklari Muaviye tarafindan caminin minberine asildi. Askerler onun önünde toplasarak agliyorlardi. Orada toplananlar Hz. Osman'in intikamini alincaya kadar yataklarinda uyumayacaklarina ve yikanmayacaklarina dair yemin ettiler. Suriye ordusu Muaviye'den bol maas ve bahsisler almaktaydi. Muaviye bu sekilde orduyu tesvik ve tahrik ettikten sonra, seksen bes bin kisilik bir orduyla Sam'dan yola çikti. Hz. Ali (r.a) ise doksan bin kisiden olusan ordusuyla Küfe'den Siffin'e dogru harekete geçti. Muaviye, Firat kiyisindaki düzlükte karargâh kurmustu. Hz. Ali'nin ordusunun karargâh kurdugu yer ile nehir arasinda Muaviye'nin askerleri oldugu için Ilk geceyi susuz geçirdiler. Ancak, yapilan bir saldiri ile Sam ordusuna bagli birlikler nehirden uzaklastirildi. Ordusu susuz kalan Muaviye, Ali (r.a)'a adam göndererek nehirden su almalarina izin vermesini Istedi. Hz. Ali (r.a) bunun üzerine onlarin su almalarina engel olmadi. Hz. Ali, Muaviye'ye elçiler göndererek, onu birlige ve müslümanlarin topluluguna girmege davet ederek isyandan vazgeçirmeye çalisti. Ancak olumlu bir cevap alamadi. Iki ordu birlikleri arasinda bazi ufak çarpismalardan sonra, H. 37 senesi Muharrem ayinin sonuna kadar mütâreke yapildi ve elçiler gidip gelmeye basladi (Ibnul-Esîr, a.g.e., III, 289 vd.). Ancak bu elçilerin karsilikli gidip gelmeleri Iki grup arasinda baris yapIlmasi yolunda bir gelisme saglamamisti. Safer ayinin Ilk günü savas tekrar basladi. Ilk yedi gün Iki taraftan birer komutanin mubarezeleri ile geçti. Pesinden Hz. Ali (r.a), orduya toplu saldiri emrini verdi. Savas bir kaç gün olanca siddetiyle devam etti. Ammâr b. Yasir'in sehid edIlmesine çok üzülen Hz. Ali'nin siddetli bir taarruzu ile Sam ordusu dagIlma noktasina geldi. Savas kazanIlmak üzereydi ki, Amr b. el-Âs, Suriyeli askerlere "Her kimin yaninda mushaf varsa onu mizraginin ucuna takarak yukari kaldirsin" dedi. Bu emri yerine getiren askerler karsi tarafa, "Aramizda Allah'in kitabi hakem olsun" diye seslendiler. Amr b. el-Âs'in hilesi tutmus, Irakli askerler: "Allah'in kitabina yapilan çagriya icabet edelim" demeye baslamislardi. Amr.b. el-Âs, bu hile ile, Sam ordusunu kesin bir maglubiyetten kurtardigi gibi, karsi tarafin gücünü de kirmisti. Hz. Ali (r.a) bir Halife ve bir ordu komutani olarak bunun bir savas hilesi oldugunu askerlerine anlatmaya çalistiysa da basarili olamadi. Ali (r.a), onlara söyle diyordu: "Bu bir hiledir. Bununla sizin araniza ayrilik düsürmek ve birliginizi bozmak istiyorlar". Ancak, Iraklilar, Isteklerinde direttiler ve savasa devam etmekte olan komutan Ester'e adam gönderip savasmayi biraktirmasini Istediler. Hz. Ali Ester'e savasi birakmasi için adam göndermek zorunda kaldi. Ester, gelen adama: "Simdi mevziden ayrilacak an degildir. Ben simdi kesin zafere ulasacagimi umuyorum, acele etme" diyerek karsilik verdi. Gönderilen adam Hz. Ali'nin yanina gelmeden, Ester'in savasan askerleri arasinda çalkalanma oldu ve sesler yükseldi. Onlar daha bir sevkle savasi sürdürüyorlardi. Bunun üzerine Iraklilar, Ali (r.a)'a: "Vallahi bir, senin Ester'e birakmasi için degil, savasa devam etmesi için adam gönderdigini saniyoruz" dediler. Hz. Ali'nin gönderdigi Ikinci kesin emirle Ester, savasi birakmak zorunda kaldi. Hz. Ali (r.a), Es'as b. Kays'i Muaviye'ye göndererek onun ne düsündügünü anlamak Istedi. Muaviye ona, "Istedigimiz, aramizda Allah'in kitabini hakem kIlmaktir. Her Iki taraftan birer hakem seçIlmesini ve onlardan Allah'in kitabina uygun bir karar vereceklerine dair ahd alip taraflarin onlarin verecegi karara uymalaridir" dedi. Hz. Ali (r.a)'in taraftarlari bunu memnuniyetle karsiladilar. Samlilar hakem olarak zeki ve kurnaz bir kimse olan Amr b. el-Âs'i seçtiler. Iraklilar ise Ebu Musa el-Esari'yi hakem tayin etmek Istediler. Hz. Ali (r.a), Ebu Musa'nin daha önce kendisine muhalefet ettigini ve halki kendisinden ayirmaga çalistigini, dolayisiyla onun hakemligine itimat edilemeyecegini söylediyse de Iraklilar onun hakem olmasi konusunda direttiler. Amr b. el-Âs' ile Ebu Musa el-Es'ari, 37. yilin Safer ayinda Dumetul-Cendel'de bir araya gelerek, karar verirken esas alinacak prensipleri içeren "tahkimnâme"yi kaleme aldilar (Metin için bk. Taberi, Tarih, IV, 2930. Hakemlerin bulusmasi ve gelisen olaylar için bk. Hakem olayi mad.). Ömer TELLIOGLU |
HAKEM OLAYI Hz. Ali ve Hz. Muaviye taraftarlari arasinda meydana gelen Siffin savasinda daha fazla müslüman kaninin akitilmamasi amaciyla düsünülen, Hz. Ali'nin Ebû Musa el-Es'âriyi Hz. Muaviye'nin ise Amr b. el-Âs hakem olarak tayin ettikleri ve adi geçenlerin H. Ramazan 37/M. Subat 657 tarihinde ortak bir karara varmak amaciyla biraraya gelip bu konuda hüküm vermek üzere anlastiklari olayin adi. Hz. Osman'in sehid edilmesiyle ortaya çikan karisikligin, Hz. Ali'nin halife tayin edilmesiyle nisbeten hafifledigi görülmüs ve müslümanlar çogunlukla Hz. Ali'ye bey'at etmislerdi. Hz. Aise, Zübeyr, Tâlha ve Sam valisi Muaviye, Hz. Ali'ye bey'at etmeyenlerin basinda geliyorlardi. Bunlarin Hz. Ali'ye bey'at etmemelerinde Osman'in öldürülmesi olayinin Hz. Ali taraftarlarinca gerçeklestirildigi görüsü rol oynuyordu. Ancak Hz. Ali bu olaylarla uzaktan yakindan bir iliskisinin olmadigini, hatta zorla, istemedigi halde tahdit sonucu halife seçilmis oldugunu ileri sürülerek kendisine bey'at etmeyenlerin müslümanlar arasina nifak soktuklarini ifade etti. Hattâ daha sonra meydana gelecek olan Cemel vak'asinda dahi savastan eser yokken, gece vakti nifakçilarin Hz. Aise tarafina saldirmalari neticesi savas çikmis, Hz. Ali bu savasta sehid olan Hz. Zübeyr'e; "Ey Zübeyr, hatirlamiyor musun bir gün Ganemogullari mahallesinde beraberken Hz. Peygamber (s.a.s)'le karsilasmistik. Bize söyle demisti; "Ey Zübeyr bir gün Ali b. Ebî Talib'le savasacaksin ve o savasta sen ona karsi haksiz durumda bulunacaksin". Bunun üzerine Hz. Zübeyr, 'Vallahi hatirladim, seninle savasmayacagim' diyerek savastan vaz geçmeyi düsünmüs, ancak oglu Abdullah Onu zorlamisti (Ibnül-Esîr, el-Kâmil Fit-Tarih, terc. Ahmed Agrakça, III, 284, 349; Ebu'l-Fidâ, el-Muhtasar fî ahbâri'l-Beser, I, 173). Bundan da Hz. Ali'nin bu olayda hakli oldugu ve kendisine beyat edilmesinin gerektigi sonucu çikmaktadir. Nitekim Hz. Aise de bu savastan sonra gerçegi anlayarak Medine'ye evine dönmüstür. Cemel Vak'asindan sonra Hz. Ali, Cerir b. Abdullah el-Becili'yi, kendisine bey'at etmeyen Muaviye'ye beyat almak amaciyla göndermis ve müslümanlarin Cemel vak'asindaki durumundan örnekler vererek kan dökülmemesini istemistir. Muaviye, Cerir'i bir süre oyalayarak Sam halkinin görüslerine basvurdu. Samlilar Hz. Osman'in kanini dökenlerle savasincaya kadar uyumayacaklarina ve intikam almaya dair yemin etmis olduklarini söylediler. Diger taraftan Muaviye Hz. Osman'in kanli gömlegini Dimask'ta mescide asarak halka teshir etti. Muâviye, danismani Amr b. el-Ass ve Sam ileri gelenleriyle görüserek Hz. Ali'ye beyat etmeyecegini söylemis ve Cerir b. Abdullah'i geri göndermisti (Ibn Kesîr, el-Bidâye, VII, 254). Cerir, Hz. Ali'ye gelerek olanlari anlatti. Muaviye'nin kendisi aleyhine hazirlik yaptigini hatirlatarak Hz. Ali'yi bu konuda uyardi. Bunun üzerine Hz. Ali Medine'deki müslümanlari ve onlara tabi olanlari toplayarak Muaviye üzerine hareket etti. Iki ordu Siffin ovasinda karsilastilar. Hz. Ali, Besir b. Amr el-Ensârî, Saîd b. Kâys el-Hemdâni ve Sebes b. Rabî' et-Temimi'yi göndererek itaat etmesini bildirmelerini söyledi. Ancak Muaviye, itaate yanasmayarak diretti. Hicri 36 yili zilhicce ayina kadar savas öncü birlikler ve mübarezeler seklinde devam etti (Ibnü'l-Esîr, a.g.e, III, 285; Ebu'l Fida, el-Muhtasar, I,175). Haftalarca karsilikli elçi gönderme seklinde geçen olaylar Hz. Ali'nin Muaviye'nin beyat etmeyecegine kanaat getirerek muharrem ayindan sonra hakka su ilani yaptirmasiyla son buldu: "Mü'minlerin emiri der ki: Hakk'a dönmeniz ve ona yönelmeniz için sizi tesvik etmek istedim. Size, Allah'in kitabiyla delil getirdim ve ona davet ettim. Siz ise taskinliktan, azginliktan vazgeçmediniz. Hakk'a icabet etmediniz. Ben de size ayni sekilde ahdimi bozdum. Zira Allah hâinleri sevmez" (Ibnu'l-Esir, a.g.e, III, 298). Bu ilan sonunda Sam halki emir ve reislerine sigindilar. Yüzon gün boyunca devam eden bu bekleyis, safer ayinin dördüncü günü baslayan savasla son bularak Hz. Ali taraftarlarinin saldirisiyla alevlenmisti. Ester en-Nehâî'nin basarisi Hz. Ati taraftarlarinin Muaviye'nin karargâhina kadar varmalarini saglamis ve beyat edenleri üstün bir duruma geçirmisti. Bu sirada Ammâr b. Yâsir Sehid düsmüs, bunu Veysel el-Karanî izlemisti. Bunlarin sehid oldugunu duyan Muaviye'nin bas komutani Amr b. el-Ass, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in "Ammâr âsîler tarafindan öldürülecek" (Buhârî, Salât 63; Müslim, Fiten 70, 72, 73; Tirmizî, Menâkib 34) hadisini hatirlayarak savastan vazgeçmeyi düsündü. Ancak Muaviye'nin baskisiyla vazgeçti ve Muaviye ona sonlarinin kötüye gittigini, Hz. Ali'nin kendilerini öldürecegini söyleyerek derhal bir seyler yapip Ali safindaki müslümanlari durdurmasini söyledi: "Haydi bakalim maharetini göster ey Ibnü'l-Ass, yoksa mahvolduk demektir" diyerek Amr'i önledi. Bunun üzerine Amr da Muaviye askerlerine "Ey nâs! Kimin yaninda Mushaf varsa mizraginin ucuna takarak havaya kaldirsin" diye hitab etti (Hasan Ibrahim Hasan, Târih'ul-Islâmü's-Siyâsî, I, 400). Amr, bu hareketinin Hz. Ali taraftarlari üzerinde büyük bir etki gösterecegini biliyordu ve nitekim öyle oldu. Müslümanlar Kur'ân'a karsi gelemezlerdi. Basra kurrâsindan Mis'ar b. Fedeki ile el-Esas b. Kays'in baskanliginda bir grubun baskisiyla Hz. Ali de savasi birakmak zorunda kalmisti. Hatta tehdit edilerek kendisine söyle denildi: "Allah'in kitabina çagrildiginda ona uy, yoksa seni kalabaliga birakiriz veya Osman'a yaptigimiz gibi yapariz!..." Bunun üzerine Hz. Ali "Ey Allah'in kullari: Hakkinizi almaya ve dogru olan isinizi yapmaya devam edin. Zirâ Mu'âviye, Amr bin-Ass, Ibni Ebi Muaye, Habib b. Mesleme, ibni Ebi Seher ve Dahak b. Kays dine ve Kur'ân'a sahip ciddi ve samimi insanlar degillerdir. Ben onlari sizden daha iyi bilirim..." Fakat bu tür konusmalari bir fayda vermedi. Askerler: "Biz Kur'ân'a karsi kendimizi ortaya atip meydan okuyamayiz, Hz. Ali'nin sözlerini kabul edemeyiz" diyerek savasmaktan vazgeçtiler (Ibnu'l-Esîr a.g.e. 321, 322, Dogustan günümüze büyük Islâm tarihi, II, s. 244; Irfan Abdulhamit, Islâm'da itikâdî mezhepler ve Akaid esaslari, tic. M. Saim Yeprem s., 82). Böylece sulhun akdedilmesi konusunda, Kurrâ ehlinin büyük tesiri olmustur. Kurrâ ehli, müslümanlarin arasindaki sorunun çözümünde Kur'ân'i hakem olarak kabul ve tavsiye ediyorlar, herkesi de bu görüse göre yönlendirerek Hz. Ali'nin de bu görüsü benimsemesi için ona baski yapiyorlardi. Sonunda Hz. Ali, Muâviye'ye elçi olarak gönderdigi komutani Ester'i geri çagirarak; "yaziklar olsun! Ester'e söyleyin geri gelsin. Zira fitne çikti: Artik harbi birakmaktan baska çare yok" diyerek sulhe ister istemez razi oldu... Sonra Muaviye'ye Es'as b. Kays'i göndererek ne istedigini ögrenmesini söyledi. Hz. Muâviye gelen elçiye; "Siz ve biz Allah'in kitabinda emrettigi seye dönecegiz. Sizden, razi oldugunuz bir kisiyi gönderiniz, biz de bir kisi göndeririz ve bu kisilerin Allah'in Kitabinda olan hükümle karar vermelerine, Kitaptan sasmamalarina dair onlardan söz aliriz. daha sonra da anlastiklari seye uyariz (Ibnü'l-Esîr a.g.e; 323), diyerek planini açikladi. Es'as bu teklifi alarak disariya çikti ve bazen bizzat kendisi okumak suretiyle bazen de halka verip okutmak suretiyle ilân etmeye basladi. Nihayet Temim ogullarindan bir gruba götürdü. Aralarinda Urve b. Üdeyye'nin de bulundugu bu grup, sözkonusu mektubu okuyunca Urve b. Üdeyye "Allah'in emri dururken tutup ta baska sahislari mi hakem tayin ediyorsunuz? Oysa Allah'tan baska hiç kimsenin hüküm verme yetkisi yoktur" (La hükme illa lillah) dedi. Hakemlerin seçimi konusunda Muâviyenin tayin edecegi kisi belli idi ki bu Amr b. el-Âs'dan baskasi olamazdi. Ancak Hz. Ali taraftarlarindan Es'as ve ona tabi olanlar da "biz Ebû Musa el-Esâri'ye raziyiz" dediler. Bunun üzerine Hz. Ali "siz daha isin basinda bana isyan ettiniz, su an bana karsi gelmeyiniz" diyerek Ebû Musa hakkindaki endisesini açikladi ve onlara ihtarda bulundu. Hz. Ali'ye göre Ebû Mûsa el-Es'ârî insanlari Muâviye tarafina yönlendirerek kendi sirlarini onlara anlatiyordu Ancak taraftarlari Ebû Musa üzerinde direttiler. Hz. Ali de bunlarin görüslerine istemeyerek de olsa uymak zorunda kaldi. Hz. Ali'nin bu kanaati ise Hâricilerin ortaya çikmasi neticesinde dogrulanmis oluyordu. Onlarin da yanlis davranislari hem yeni bir sapik firkanin dogmasina hem de bir çok kimsenin itikadinin bozulmasina yol açti (Taberî III; Ibnü'l-Esir a.g.e 330-331). Iki taraf, arasinda hakem tayini ile ilgili sözlesmeyi yazarak bunun kabul ve tasdikini garanti altina aldilar. Sözlesmenin özeti söyle idi: "Bismillahirrahmanirrahim". Bu, üzerinde Ali b. Ebi Talib ve Muâviye b. Ebi Süfyan'in anlastigi bir metindir, Allah'in hükmüne ve Kitabina göre hareket edecegiz. Bizi Allah'in kitabindan baskasi birlestiremez. Allah'in Kitabi bastan sona kadar elimizde oldugundan, onun dirilttigini bir de diriltir; terkettigini biz de terkederiz. Her türlü hükmünü kabul ederiz. Iki hakem; Ebû Musa Abdullah b. Kays el-Es'ârî ve Amr b. el-Âs el-Kureysî, Allah'in kitabinda ne bulurlarsa onunla amel edeceklerdir. Allah'in kitabinda bulamadiklarini, bir araya getirici âdil sünnette arayacaklardir. Ali ve Muâviye, Allah'a karsi ahid ve misak içindedirler. Her biri derler ki: "Ben bu sahifedeki seye raziyim." Abdullah b. Kays el-Es'arî ve Amr b. el-Âs, Allah adina yemin etmislerdir. Karâri Ramazan ayina ertelemislerdi. Sonra ikisi, bu sayfada olan sey üzerine: bu husuta zulüm ve saptirmak isteyen ve bu sahifede olan seyi terkeden kimseye karsi sâhitlerin yardimci olacaklarina dair sehadetlerini yazarlar. Onbes safer, hicrî 37." Iki hakem yetkilerini gösteren sahifeleri alarak Ramazan 37 H. (M. 657)'de bir araya geldiler. Erzuh'ta Dumetü'l-Cendel'de her iki taraftan dörtyüzer kisilik birer grup hakem kararini almak üzere toplantiya katildi. Iki hakem önce niçin toplandiklarini konusarak karara vardilar. Bunun amaci halkin arasindaki gerginligi azaltmakti. Önce Amr söz aldi. "Hz. Osman'in haksiz olarak öldürdügü fikrine katiliyor musun?". Ebû Musa "evet" diyen Amr, el-Isrâ suresi 33. âyette haksiz yere insan öldürülemeyecegini gösteren delilini ileri südü. O halde ey Ebû Musa! Seni Hz. Osman'in velisi Muâviye'ye karsi çikaran nedir? O Kureystendir deyince Amr da Hz. Ali'nin Peygamber (s.a.s.)'in soyundan oldugunu ve damadi olarak Muâviyeden önce geldigine isaret etti. Bu tür çekismeler uzun bir süre daha devam etti. Onlar sulhün böyle devam edemeyecegini, hem Hz. Ali hem de Muâviye'ye bey'at edilmemesi gerektigine inanarak fikir birligine vardilar. O halde yeni halife müslümanlar tarafindan seçilmeliydi. Simdi yapilacak is bu kararlarini müslümanlara bildirmeye gelmisti. Bu karari cemaate açiklamak üzere Ebû Musa minbere çikti ve Allah'a hamd ve senadan sonra "Ey nas! Biz ümmetin durumunu düsünüp bir formül bulmakta epey zorlandik. Hem benim, hem de Amr'in görüsü sudur: Hz. Ali ve Muâviye'yi hilâfetten uzaklastirmak ve ümmetin kendisinin istedigi birisini hafife tayin etmelerini saglamak gerekir. Bundan dolayi ben, Hz. Ali ve Muâviyeyi hilâfet görevinden aliyorum" dedi. Sira Amr'a gelince O da minbere çikti ve söyle konustu; "Süphesiz Ebû Musa'nin söylediklerini duydunuz. O Ali'yi görevden almistir. Ben de onun yerine Muâviye'yi halife tayin ettim" deyince herkes saskinliktan ne yapacagini, ne diyecegini bilemedi. Bu karara Ebû Musa derhal itiraz ederek " Sana ne oluyor ki anlasmaya ihanet ediyorsun, sen facir oldun. Allah seni basariya ulastirmasin" diyerek orayi terketti. (Ibnü'l-Esîr a.g.e 340). Ebû Musa bu olaydan duydugu utanç ve üzüntü üzerine insanlardan uzaklasmak amaciyla Mekke'ye giderek orada yalniz basina yasamayi tercih etti. Bu olay üzerine müslümanlar dagilmis, Muâviye kendisini mesrü halife ilan ederek Islâm tarihinde çift halife dönemi baslamistir. Bu durum Hz. Hasan'in elinden halifeligin alinmasina kadar devam etmistir. Ancak Hz. Ali hiç bir zaman Muâviye'yi mesru halife olarak tanimamis, sehîd edilinceye kadar Sam hariç bütün müslümanlarca halife olarak kabul edilmistir. Naci YENGIN |
HZ. HASAN’IN HILAFETI - MUAVIYE’YE DEVRININ ARKAPLANI M. Mahfuz SÖYLEMEZ* Genel bir bakis Hz. Hasan dönemi, Islam tarih yaziciligi açisindan problemli bir dönemdir. Söz konusu zaman dilimi ile ilgili yeterli arastirma yapilmamistir. Mevcut çalismalarda da çogu zaman mezhepsel kaygilar ön plana çikmistir. Bu durum dönemin aydinlatilmasi bir yana, sorunun daha da giriftlesip içinden çikilmayacak bir hal almasinda etkili olmustur. Özellikle Sia ve Ehl-i Sünnet, söz konusu devreyi, bir birinden oldukça farkli sekillerde insa etmislerdir. Bu iki düsünce ekolünün, Hz. Hasan ile ilgili tarihi verileri kendi görüsleri dogrultusunda kurguladiklari ve buna uygun bir tarih insaina çalistiklari görülmektedir. Sia, Tanri tarafindan belirlenen ikinci imam olarak kabul ettigi Hz. Hasan ile ilgili kutsal bir hâle olusturarak, kurgulamasini bu eksen üzerinden yaparken,[1] Ehl-i sünnet ise bir taraftan Hz. Peygamberin torunu Hasan imajini zedelemeden ve onu rencide etmeden Sia’ya karsi durmaya çalismak, diger taraftan ise Muaviye’ye yapilan asiri elestirilerin, en azindan bir kismini, gögüslemek gibi bir paradoksla karsi karsiya kalmistir. Ehl-i Sünnet, Muaviye’nin gerek Hz. Ali gerekse Hz. Hasan karsisindaki tutumunu temelde yanlis ve haksiz bulmasina ragmen fazla elestirmeme egilimindedir. Her iki grup da Hz. Hasan’in hilafeti Muaviye’ye teslim etmesini dogru bulmama noktasinda ortak bir paydada bulusuyorlarsa da, fiilen aksi gerçeklesmis olan imametin, Muaviye’ye devri hadisesini mesru kilacak tarzda, te’vil etme yolunu tercih etmislerdir. Ehl-i Sünnet bu noktada “Benim bu oglum seyyiddir. Umulur ki Allah bununla iki Müslüman kitlenin arasini bulacaktir. ”[2] hadisine dayanarak, Hasan’in Muaviye ile barismasini mesru bir zemine oturtma çabasina girisirken, Sia ise Hz. Hasan’i hakli göstermek için hadiseye ilahi bir yön veya veche verme gayretindedir. Hz. Hasan’in hilafeti Muaviye’ye devretmesi ile alakali muazzam bir hadis külliyati uydurulmustur. Bu durum söz konusu ideolojik kurguyu göstermesi açisindan önem arzetmektedir. Biz, çogunlugu Sia tarafindan uydurulmus olan bu hadislerden sadece bir kaçini zikretmekle yetinecegiz: Muaviye’yi Hz. Peygamberin minberinde görmeye tahammül edemeyen Siîler, bir taraftan Peygamberin Muaviye’yi lanetledigini ve “Onu minberimin üzerinde görürseniz, öldürünüz” dedigini aktarirlarken[3] diger taraftan, “Resulullah rüyasinda Ãœmeyyeogullarinin birbiri ardinca minbere çiktiklarini gördü. Bu rüya onu üzdü kendisini teselli etmek için yüce Allah Kevser suresini nazil buyurdu” iddiasinda bulunmaktadirlar. Bir birinden iki ayri durusu ifade eden bu haberlerden ilki, daha erken döneme ait iken, ikinci haber ise Emevî hanedanina mensup halifelerin pes pese iktidara geldikleri bir döneme aittir. Nitekim rivayetteki teslimiyet havasi Emevîlerin güçlü oldugu dönemlerde uydurulmus oldugunu göstermektedir. Ibnu’l-Esîr, hilafeti Muaviye’ye teslim ettiginden dolayi elestirilen Hz. Hasan’in kendisini savunmak için bu haberi kullandigini söylemektedir.[4] Bu durum, daha sonraki dönemlerde Peygamber’in torununu temize çikarmak amaciyla bu uydurma rivayetten Ehl-i Sünnet’in de yararlanmak istedigini ortaya koymaktadir. Siîlerin kendi aralarindaki tartismalarin da zaman zaman uydurulan hadislere katildigini görmekteyiz. Nitekim Peygamber’e söylettirilen “Hasan ve Hüseyin huruc etmeseler de etseler de imamdirlar”[5] haberi aslinda Sia’nin kendi içerisindeki tartismalar ile alakalidir. Hz. Hasan ile Hüseyin’in Emevîler karsisindaki farkli tutumlari, Hz. Hasan’in imametini tartismali hale getirince, böyle bir hadis uydurularak imameti kurtarilmistir!. Yine ayni düsünce ekolü tarafindan uydurulan “Ilim anlamindaki ars, öncekilerin dördü, sonrakilerin de dördü tarafindan tasinir. Önceki dört selam üzerlerine olsun Nuh, Ibrahim, Musa ve Isa’dir. Sonrakiler de Allah’in salati üzerlerine olsun Muhammed, Ali, Hasan ve Hüseyin’dir”. [6] haberi ashabin en aliminin kim oldugu ve imametin ümmetin en alimine ait oldugu tartismalara, yani hicri ikinci asra ait çekismelerle yakindan iliskilidir. Bilindigi gibi Sia ümmetin en alimi olarak Hz. Ali’yi kabul etmekte ve Imametin Hz. Ebûbekir’in degil onun hakki oldugunu iddia etmekteydi. Nebi (as) Ali, Fatima, Hasan ve Hüseyin’e söyle demistir: “Sizinle savasan kimsenin düsmani, sizinle baris halinde olanin dostuyum”.[7] Hadisi ise yine Siîler tarafindan uydurulmus bir haber olup Cemel, Siffin ve Kerbela’da Hz. Ali, Hasan ve Hüseyin ile savasmis olan Emevîleri toptan cehenneme gönderme amacina matuf olarak uydurulmustur. adli eserde bulunan asagidaki hadise ise Siîler tarafindan bu konuda uydurulan hadislerde artik mantigin bile yok oldugunu göstermesi açisindan son derece çarpicidir.“Hüseyin (as) Aise’nin [Hz. Hasan’in dedesinin yanina defnedilmesine müsaade etmemesi] üzerine kendisine gitti ve onun talakini verdi. Çünkü Resulullah, kendi eslerini bosama yetkisini kendisinden sonra Emiru’l-mü’mîn’e [Hz.Ali] vermisti. O da kendisinden sonra Hasan (as)’a vermisti. Hasan da Hüseyin (as)’e vermisti. Resulullah [bu yetkiyi verirken de] söyle buyurmustu: Eslerimin içinde Kiyamet günü beni görmeyecek olanlar, vasilerim tarafindan talaklari verilmis olanlardir”.[8] “Benim bu oglum seyyiddir. Umulur ki Allah bununla iki Müslüman kitlenin arasini bulacaktir.” Siyasî hadiseler ile hadis iliskisi konusunda bir çalismasi bulunan Mehmet Hatipoglu bu hadisin mevzu oldugunu söyledikten sonra söyle demektedir: Ehl-i Beyte asiri derecede bagli olan kimseler, onun maddi menfaat karsiligi mukaddes davadan yüz çevirmis olmasini hazmedememisler, hatta onu, “mü’minlerin yüz karasi” olarak ilan etmeye karar vermislerdir. Hasan’in hareketini mazur görmeye çalisan çevreler ise, onun müdafaasini Hz. Peygambere yaptirmaktan baska çikar yol bulamayacaklardir. Hz. Peygamber, iki büyük ordunun birbirini kirmasina mani olup sulhu ikame eden bu torununun tutumunu yerinde bulacak, hatta övecektir.[9] Yezîd b. Humeyr b. Abdurrahman b. Cubeyr’in agziyla Hasan’a söylettirilen “Araplarin çogunlugu bana itaat etmekteydiler. Istedigim ile savasiyor, istedigim ile baris imzaliyorlardi. Ama ben bütün bunlara ragmen hilafeti Allah rizasi ve ümmetin kaninin dökülmemesi için terkettim”[10] ifadesi de yukaridaki hadisi tamamlamasi için insa edilmis gibidir. Yukarida sadece bir kaçini aktarmis oldugumuz haberlerden de anlasildigi gibi, Hz. Hasan dönemi sonraki kusaklar tarafindan bir çok kez restorasyona tabi tutulmus ve “tarih kurgulayicilari” tarafindan birden fazla kurgulanmistir. Iste “tarihin geriye dönük olarak okunmasi”nin en güzel örnegi olan, bu kurgu tarih içerisinden dogruyu bulup çikarmak Islam tarih yazicisinin önündeki en büyük problemlerden biri olarak durmaktadir. Biz bu çalismamizda yukarida saydigimiz iki farkli ideolojik durustan herhangi birinin tuzagina düsmeden Hz. Hasan’in hilafeti Muaviye’ye devretmesinin nedenlerini tartismak istiyoruz. Elde ettigimiz malzemenin hem lehte hem de aleyhte olanlarini dikkate alarak bir sonuca varmaya çalisacagiz. ------------------ *Gazi Ãœniversitesi Çorum Ilahiyat Fakültesi [1] Sia Hz. Hasan’in yaptigi her seyin Allah tarafindan emredildigini, onun da Allah’in emrini yerine getirdigini söylemektedir. Konu ile ilgili Kuleynî sunlari aktarmaktadir: “Ebû Abdullah rivayet etmektedir; Vasiyet, yazili bir metin olarak Muhammed’e indi. Vasiyet ile ilgili bu yazili metin disinda Muhammed’e gökten mühürlü hiçbir metin indirilmemistir. Cebrail dedi ki: “Bu Ehl-i Beyt’ine ümmet hakkindaki vasiyetindir.... Muhammed’in ölümünden sonra Ali o mektuptan ilk mührü açti onunla amel etti. Sonra Hasan ikinci mührü açti onunla amel etti. Onun ölümünden sonra Hüseyin üçüncü mührü açti, orada sunun yazili oldugunu gördü; savas, öldür ve öldürül, insanlari kendinle beraber sahadet için götür. Sen olmaksizin onlara sahadet yoktur. Hüseyin ölünce mektubu Ali b. Hüseyin’e verdi....” Kuleynî, Usulu Kafi, I-IV, (Farsça’ya trc. Seyid Cevad Mustafa), Tahran ?, II, 28-29 [2] Bu hadis bir çok meshur hadis mecmualarinda da yer almaktadir. Örnek olarak bkz. Buharî, VII, 74; Tirmizî, 3775; Nesaî, III, 107; Ebû Davud, 4662, Taberanî, 2588; Semsuddin Muhammed b. Ahmed b. Osman ez-Zehebî, Siyer A’lam en-Nubela,(thk. Suayb el-Arnavud-Hüseyin el-Esed) I-XXIII, Beyrut 1984-1988, III, 251; Zehebî, Tarihu’l-Islam ve Vefeyâtu’l-Mesâhîr ve’l-A’lâm –Ahdu Muaviye b. Ebî Süfyân 41-60, (thk. Ömer Abdusselam Tedmurî), Beyrut 1993, 34; Ibn Teymiyye, Sualun fi Muaviyye b. Ebi Süfyan;(trc. M. Mahfuz Söylemez, Ideolojik Tarih Okumalari’nin içerisinde) Ankara 1999, 119; Sihabuddin Ahmed b. Abdulvahhab en-Nuveyrî, Nihâyetu’l-Ereb Fi Funûni’l-Edeb, (thk. Muhammed Ebû’l-Fadl Ibrahim) Kahire 1975, XX, 230. [3] Allame Ibn Mutahhar Hillî (726/1326), Kitabu Minhâcu’l-Kerâme fi Ma’rifeti’l-Imâme, (thk. Muhammed Resâd Sâlim), Kahire 1962, 113 [4] Ibnu’l-Esîr aynen söyle demektedir: “Hz. Hasan Kûfe’den ayrildiginda adamin biri ona hücum ederek “Ey Müslümanlarin yüzünü kara çikartan adam” diye bagirmis, Hz. Hasan da ona söyle cevap vermisti: “Beni kinama! Resulullah rüyasinda Ãœmeyyeogullarinin birbiri ardinca minbere çiktigini gördü. Bu rüya Peygamberi çok üzmüstü, Ancak yüce Allah bunun üzerine su ayeti indirdi “Biz sana Kevser’i verdik. Arkasindan indirdigi kadir suresinde söyle buyurdu: “Biz onu Kur’an’i kadir gecesinde indirdik... (o gece) bin aydan daha hayirlidir.” Senden sonra Ãœmeyyeogullari bu göreve geleceklerdir. Bkz. el-Kâmil, III, 416 [5] Seyh Razî Ali Yasin, Sulh-i Imam Hasan –por sokveterin-i nermes-i kahrumânâne-i tarih, (Farça’ya trc. Seyyid Ali Hameneî), Tahran 1365, 269; Muhammed Beyumî Mehran, el-Imam Hasan b. Ali, Beyrut 1990, 44 [6] Ebû Ca’fer Muhammed b. Ali b. Babeveyh el-Kumî (Seyh Saduk), Risâletu’l-I’tikadiyeti’l-Imâmiyye: Siî Imamiyye’nin Inanç Esaslari, (Türkçe’ye trc. Ethem Ruhi Figlali), Ankara 1978, 47 [7] Seyh Saduk, 125. Bu rivayetin Hillî’deki versiyonu ise “Ey Ali seninle savasan benimle savasmis, seninle anlasan benimle anlasmis olur” seklindedir. Bkz. Hillî, 115-116 [8] Mesudî’ye atfedilen Isbatu’l-Vasiyye li Imam Ali b. Ebî Talib, Beyrut 1988, 173 [9] Bkz. Mehmet Hatipoglu, Hz. Peygamberin Vefatindan Emevîlerin Sonuna Kadar –Siyasî-Ictimaî Hadiselerle Hadis Münasebeti, Basilmamis Doçentlik Tezi, Ankara, 41 [10] Zehebî, Tarih (muaviye) 38 Kaynak: Islami arastirmalar dergisi, 3-4, 2001 |
HZ. HASAN’IN HILAFETI - MUAVIYE’YE DEVRININ ARKAPLANI Hz. Hasan’in Hilafete Getirilisi Hz. Ali ile Hz. Fatima’in ilk çocugu olan Hz. Hasan, Medine’de 625 tarihinde dogdu. Taberistan’in ve Kuzey Afrika’nin fethinde bulundu. Hz. Osman’in asiler tarafindan kusatildigi dönemde, kardesi Hüseyin ile beraber, onu korumak amaciyla kapisinda nöbet beklemesi disinda, babasinin hilafetine kadar hiçbir siyasî hadisede yer almadi. Hz. Ali döneminde ise Hz. Aise’nin ordusuna karsi savasmak üzere, asker toplamak amaciyla, Kûfe’ye, ünlü sahabi Ammâr b. Yâsir ile beraber gönderildi.[1] Babasinin hilafeti döneminde cereyan eden savaslarin tamamina istirak etti. Hz. Ali’nin vefatindan sonra hilafete getirilen Hz. Hasan’in seçilis biçimi ile Hz. Ebubekir’in göreve getirilisi arasinda bir benzerlik bulunmaktadir. Bir farkla ki Hz. Ebubekir’in hilafete gelisinde Ensarin, Sa’d b. Ubâde’yi halife seçmek amaciyla, daha önce bir takim hazirliklar yaptigi anlasilmaktadir.[2] Bu durum sahabenin tamamen hazirliksiz olmadigini, en azindan bir kisminin Hz. Peygamberin hastaligi esnasinda, onun vefat edecegi gerçekligine kendisini hazirladigini ortaya koymaktadir. Hz. Hasan’a gelince; Kûfelilerin Hz. Ali’den sonra kimin halife olacagi hususunda hiçbir hazirlik yapmadiklari anlasilmaktadir. Çünkü Hz. Ali’nin sehit edilmesi ani bir gelismedir. Kûfeliler bu duruma tamamen hazirliksiz yakalanmislardir. Ancak Hz. Ali’nin yaralanmasi ile beraber kimin halife olacaginin tartisilmaya baslandigini görmekteyiz. Tartisma Hz. Ali’ye kadar getirilmis, kendisinden sonra halifelik yapacak bir sahsi tayin etmesi istenmistir.[3] Hz. Hasan disinda, kaynaklarimiz tarafindan zikredilmemis olmasina ragmen, baska adaylar da bulunmus olmalidir. Babasinin vefatindan iki gün sonra kendisine biat edilmis olmasi bu ihtimali kuvvetlendirmektedir.[4] Ancak Hz. Hasan, bu adaylar arasindan siyrilip ön plana çikmistir. Onun ön plana çikmasinin bir takim nedenleri olmalidir. Kendisini hilafete tasimada önceki basarilarinin rolünün olmadigini biliyoruz. Zira daha önce hilafete gelebilecek kadar büyük bir basari elde edemedigi gibi katildigi savaslarda da kayda deger bir varlik gösterememistir. Nitekim hilafeti onun hakki olarak görenler de kendisine böyle bir basari atfetmemektedirler. Dolayisiyla Hz. Hasan’i hilafete tasiyan nedenleri baska yerde aramak gerekmektedir. Sia, Hz. Hasan’i hilafete tasiyan nedenin ilahî oldugu kanisindadir. Onlara göre Hz. Hasan, babasindan sonraki imam olarak Tanri tarafindan belirlenmistir. Dolayisiyla Hz. Ali, Tanrinin bu emrine dayanarak, oglunu kendisinden sonraki imam olarak açiklamis ve halkin ona biat etmesini emretmistir. Bu hadiseden sonra da Kûfeliler, Hz. Hasan’a biat etmislerdir. Siî müellif Kuleynî, bu olayi anlatirken, söyle demektedir: “Ali (as) hasta oldugu zaman onun yerine namazi oglu Hasan kildirdi. Imam Ali kitabini ve silahini ona vererek onu kendi yerine imam tayin etti ve söyle dedi: “Yavrum! Allah Resulü benden sonra seni vasi tayin etmem ve kitabim ile silahimi sana vermemi emretti. Peygamber beni kendisine vasi tayin edip kitabini ve silahini verdigi gibi, benim de seni vasi tayin etmemi ve ömrünün sonlarina dogru bunlari kardesin Hüseyin’e vermeni buyurmami emretti... ”[5] Isbatu’l-Vasiyye adli eserde de Hz. Ali’nin on iki oglunu bir araya toplattigini, kendilerine Hasan ve Hüseyin’i vasi tayin ettigini söyledigini, bundan sonra da Hz. Hasan’a biat edildigini aktarmaktadir.[6] Ibn A’sem Hz. Ali’nin vefatindan sonra Kûfeliler “önce Hasan’in, arkasindan da Hüseyin’in imam olmasini kabul ettiler”[7] demektedir. Ancak Siî kaynaklar disindan gelen rivayetler Hz. Hasan’in bu sekilde veliaht olarak atandigina dair yeterli bilgi sunmamaktadir. Aksine tarafsiz rivayetlerin büyük bir kismi Hz. Ali’ye kendisinden sonra kimi halife tayin edeceginin soruldugunu, onun da hiçbir beyanda bulunmadigini aktarmaktadir. Örnegin Islam Tarihinin önemli kaynaklarindan biri olan Belâzûrî tarafindan aktarilan Cündeb b. Abdullah’in Hz. Ali’ye geldigi ve oglu Hasan’i halife seçmek istediklerini, bu konudaki fikrini sordugunu, Hz. Ali’nin de “size emretmeyecegim gibi sizi bundan da alikoymam”[8] rivayeti bunlardan sadece birisidir. Öyle anlasiliyor ki Hz. Ali kendisinden sonraki halifeyi belirlemek istememistir. Nitekim kendisine bu talepte bulunanlara Hz. Peygamberi örnek almak istedigini ifade ederek hiç kimseyi halife olarak zikretmeyecegini söylemistir.[9] Bilindigi gibi Hz. Peygamber de kendisinden sonra hiç kimseyi halife tayin etmemis, ümmeti kendi halifesini tayin hususunda özgür birakmisti. Hz. Ebûbekir ve Ömer ise kendilerinden sonraki halifeyi bir sekilde belirlemislerdi. Hz. Ömer, Hz. Osman’in halife seçildigi sûrâ’yi belirlerken oglunu da dahil etmis, fakat seçilemeyecegini sart kosmustu. Iste Hz. Ali bu hadiseye de vurgu yaparak Hasan’i halife olarak belirlemeyecegini, hilafetine de engel olmayacagini açiklamisti. Adnan Demircan’in da belirttigi gibi belki de Hz. Ali, açik bir sekilde dile getirmemis olsa da, oglunun halife olmasini istemistir. En azindan oglunun da diger insanlar kadar hak sahibi oldugunu düsünmüs olmalidir.[10] Zaten Abdullah b. Cündeb’in kendisiyle görüsmesinden hemen sonra oglunu çagirip nasihatlerde bulunmasi da halife seçilecegini bekledigini göstermektedir.[11] Hz. Ali’in vefatindan iki gün sonra halk yeni halifeyi seçmek üzere Kûfe Cuma mescidinde toplandi.[12] O ana kadar da halifenin kim olacagi hususunda halk arasinda bir ittifak bulunmuyordu. Bunu bilen Kays b. Sa’d b. Ubâde el-Ensârî, mescitte bir konusma yaparak, babasinin faziletlerini ve Hz. Hasan’in meziyetlerini zikretmis, ona biat etmeleri hususunda Kûfelilere telkinlerde bulunmus ve hiç zaman kaybetmeden kendisine biat eden ilk kisi olmustur. Onun biat etmesiyle Kûfeliler de biat etmeye baslamislardi.[13] Dönemin ileri gelenlerinden biri olarak kabul edilen Kays b. Sa’d b. Ubâde’yi Hz. Hasan’a biat hususunda bu denli acele ettiren neden ise Kûfe’nin yapisinda aranmalidir. Zira Kûfe çok farkli etnik unsurlari barindiran bir kent idi.[14] Hilafet tartismalari ile, bu etnik unsurlarin karsi karsiya gelebilecegi endisesinin Kays’i acele ettirmis olmasi yüksek bir ihtimaldir. Böylece Kays’in, gerek Kuzey Araplari gerekse de Güney Araplari tarafindan kabul edilebilecek birine biat ederek, Kûfelilerin birbirlerine girmesini, bir iç savasin patlak vermesini engelledigini söylemek mümkündür. Siî temayüllü olan Isfehanî, Hz. Hasan’a ilk biat edenin Abdullah b. Abbas oldugunu söylemektedir.[15] Ancak Abdullah b. Abbas, Hz. Ali’nin Basra valisi idi ve o anda Kûfe’de olmayip görevinin basinda bulunuyordu.[16] Zaten Isfehanî Hz. Hasan’a ilk biat eden sahsin Abdullah b. Abbas oldugunu söyledikten sonra Muaviye tarafindan Hz. Hasan’in hakimiyetinde bulunan kentlere casuslarin gönderildigini, Kûfe’ye gönderilen casusun Hz. Hasan, Basra’ya gönderilen casusun da Basra valisi Abdullah b. Abbas tarafindan yakalanarak idam edildigini belirtmektedir.[17] Böylece Isfehanî de daha önce verdigi bilgiyi yanlislamakta, Abdullah b. Abbas’in o tarihte Basra’da oldugunu kabullenmektedir. Ibn A’sem’in de Abdullah b. Abbas’in Basra’dan Hz. Hasan’a mektup yazip, Muaviye ile savasa devam etmesini tavsiye ettigini söylemesi de[18] Abdullah’in, Hz. Hasan’a biat ettigi tarihte Kûfe’de olmadigi gerçegini ortaya koymaktadir. Burada üzerinde durulmasi gereken bir baska husus ise Hz. Hasan’a yapilan biatin sekli ile ilgilidir. Kaynaklar bu konuda birbiri ile çelisen iki ayri rivayet kümesi zikretmektedirler. Birinci rivayet kümesi Kûfelilerin, Hz. Hasan’a, Muaviye ile savasmasi sarti ile biat etmek istedigini ve Hz. Hasan’in Kur’an ve Sünnet yeter diyerek bunu reddettigini belirtmektedir.[19] Kaynaklarimizda bunlarin kimlikleri ile ilgili net bilgiler verilmese de savas hususunda bu kadar istekli olan bu grubun Haricîler oldugu kanaatindeyiz. Eger Hz. Hasan’a biat etmis olanlarin tamami, “Muaviye ile savasmak” sartyla onun hilafetini taniyacaklarini ileri sürmüs olsalardi, biraz sonra anlatmaya çalisacagimiz süreçte, savas hususunda bu kadar gevsek davranmaz ve savasmamak için bu kadar mücadele etmezler, aksine Muaviye ile canla basla savasirlardi. Oysaki hadiseler Kûfelilerin ne kadar isteksiz olduklarini, savastan ziyade barisi düsündüklerini ortaya koymaktadir. Taberî, Kays b. Sa’d b. Ubâde’nin de Muaviye ile savasmak sarti ile biat etmek istedigini, ancak Hz. Hasan’in bu sarti kabul etmedigini söylemektedir.[20] Fakat hadiseyi Kûfeli tarihçi Avvâne b. el-Hakem’den (ö.148) den aktaran Belâzûrî, Kays’in sartli biat ettigine dair bir bilgi aktarmamaktadir.[21] Zaten Kays’in sartli biat etmek istemesi olayin akisi ile uyumlu degildir. Ikinci rivayet kümesi ise Hz. Hasan’in barisi saglamak veya kendisine bir takim çikarlar elde etmek amaciyla hilafete gelmek istedigini, hilafete seçilirken “baris yaptigi ile baris, savas yaptigi ile savas yapmak” sarti ile biat aldigini, [22] böylece hilafeti Muaviye’ye devretmek için hazirlik yaptigini söylemektedir. Nitekim bu rivayetler Hz. Hasan’in Muaviye ile savasma niyetinde olmadigini, tek amacinin kendisine bir takim çikarlar sagladiktan sonra hilafeti Muaviye’ye teslim etmek oldugunu belirten Zührî kanaliyla gelmektedir.[23] O bu kurgusunu, söz konusu sahislar arasinda hiçbir hadise meydana gelmemiscesine, Hasan’in Muaviye’ye yazarak ondan bir takim seyler talep ettigini, bunlarin verilmesi durumunda biat edebilecegini söyledigi iddiasi ile tamamlamaktadir.[24] Zühri Emevî yanlisi bir tarihçidir. Nitekim bu hanedan ile yakin iliskileri bulunmakta idi. Abdulmelik b. Mervan fetva hususunda ona basvururdu.[25] Emevî halifesi Hisam döneminde ise bu hanedaninin neredeyse bir parçasi haline gelmis, onlardan hiç ayrilmamistir. Bu dönemde halifenin çocuklarinin da hocaligini yapmistir.[26] Dolayisiyla Zührî tarafindan aktarilan bu rivayetin Hisam dönemindeki Imam Zeyd b. Ali hareketiyle de yakin iliskisinin bulunma olasiligini göz ardi etmemek gerekir. Bilindigi gibi Hisam b. Abdulmelik’e isyan eden Zeyd b. Ali döneminde de bir takim ekonomik nedenler gündeme gelmis ve Zeyd b. Ali hadisesi bu ekonomik sorunlardan dolayi patlak vermis idi.[27] Hz. Hasan’in hilafeti para karsiliginda sattigini söyleyen yukaridaki rivayetler, ayni zamanda Zeyd b. Ali’yi karalamak için kullanilmis olmalidir. Böylece bu ailenin öteden beri para düskünü oldugu, ilkelerinin bulunmadigi ima edilerek, Zeyd b. Ali’yi halkin gözünden düsürme amaciyla ileri sürülmüs olmasi muhtemeldir. Bu rivayetler ayni zamanda Hz. Hasan’in böyle bir sart ileri sürdügünde, biat etmekte olan halkin tereddüt geçirdigini, Muaviye ile anlasmak niyetinde oldugundan süphelendiklerini ve bu tutumunu kinadiklarini aktarmaktadir.[28] Fakat biraz sonra aktaracagimiz hadiselerden de açik bir sekilde anlasilacagi gibi Kûfeliler hiç de bu kanaatde degillerdi. Aksine onlar savasmayi istemiyorlardi. Kendisine h. 40 yilinin Ramazan ayinda biat edilen Hz. Hasan’in halife olarak ilk icraati babasinin katili olan Abdurrahman b. Mülcem’e kisas uygulamasi oldu.[29] Rivayetler Hz. Hasan’in bu ilk sinavini hiç de iyi vermedigini aktarmaktadir. Zira bu rivayetlerin önemli bir kismi Abdurrahman b. Mülcem’in iskence ile öldürüldügü hususunda hemen hemen ittifak halindedir. Bunlardan kimisi ise Ibn Mülcem’e müsle yapildigini; yani önce elleri, sonra ayaklari, arkasindan kulaklari ve burnu kesildikten sonra öldürüldügünü söylemektedir.[30] -------------------------------------------------------------------------------- [1]Hz. Hasan ve Ammâr b. Yasir’in Kûfe valisi Ebû Musa el-Esarî ile tartismalari meydana gelmis, bu tartismalarin akabinden ancak 7000 kisilik bir kuvvet Hz. Ali’nin ordusuna katilmistir. Genis bilgi için bkz. Halife b. Hayyat, Tarihu Halife b. Hayyat, (thk. Süheyl Zekkar), Beyrut 1993, 137-138; Ebu Cafer Muhammed b Cerîr et-Taberî, Tarihu'l-Ãœmem ve'l Mulûk, I-XIII, Beyrut 1987, V, 508; Mesûdî, Murûcu’z-Zeheb, I-V, Kum 1984, II,368 [2] Peygamberin cenazesi kaldirilmadan Ensar’in Sakifetu Beni Saide’de toplanarak Sa’d b. Ubâde’yi halife seçmeye çalismalari, onlarin Hz. Peygamberden sonra kimin halife olacagi hususunda bir takim hazirliklar yaptigini göstermektedir. [3] Bkz. Ibn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihaye, (thk. Ahmed Ebû Mülhim ve arkadaslari), I-XIV, Beyrut ?, VIII, 16 [4] Bkz. Mesudî, Murûc, III, 4 [5] el-Kuleynî, Usul el-Kafî, II, 65. Kuleynî tarafindan aktarilan bu rivayet kendisinden sonraki kaynaklarin tamaminda yer aldigi gibi, bu gün dahi Siî kökenli arastirmacilar ayni argümani kullanmaktadirlar. Örnek olarak bkz. Razi Ali Yasin, Sulh-i Imam Hasan, 76-77 [6] Bkz. Isbatu’l-Vasiyye, 165 vd. [7] Bkz. Ebû Muhammed Ahmed b. A’sem (314/926), el-Fütûh, I-VIII, Beyrut 1986, III/IV, 284 [8] Belâzûrî, Kitâbu Cumel min Ensâbi’l-Esrâf, (thk. Süheyl Zekkâr-Riyâd Ziriklî) III, 262; Taberî, VI, 73 [9] Bkz. Ibn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihaye, VIII, 16 [10] Bkz. Adnan Demircan, Islam Tarihi’nin ilk Asrinda Iktidar Mücadelesi, Istanbul 1996, 40 [11] Bkz. Belâzûrî, III, 262 [12] Bkz. Mesudî, Murûc, III, 4 [13] Belâzûrî, III, 278; Taberî, VI, 73 [14] Kûfe’nin demografik yapisi ile ilgili olarak bkz. M. Mahfuz Söylemez, Bedevîlikten Hadarîlige Kûfe, Ankara 2001, 95-171 [15] Ebû’l-Ferec el-Isfehanî (356/966), Mekâtilu’t-Talibiyyîn, (thk. Ahmed Sakar), Beyrut 1987, 52 [16] Bkz. Ali Yasin, 122 [17] Bkz. Isfehanî, Mekâtil, 54 [18] Bkz. Ibn A’sem, III/IV, 285 [19] Ibn Kuteybe konu ile ilgili sunlari söylemektedir: “Kûfelilerden bazisi Hz. Ali’nin vefatindan sonra Hz. Hasan’in yaninda yer aldilar. Bunlar ona Muaviye ile savasmasi sarti ile biat etmek istediler. Ancak o, söz konusu gurubun bu sekilde biatini kabul etmedi. Bunun üzerine Hz. Hasan’dan ayrilarak Hüseyin’e gittiler ve ona biat etmek istediler. Fakat Hüseyin, agabeyi dururken kendisinin biat almasinin mümkün olmadigini belirtince, ondan ayrildilar tekrar Hasan’a geldiler ve kendisine biat ettiler.” Bkz. Ibn Kuteybe, el-Imame, I/II, 163 [20] Bkz. Taberî, VI, 73 [21] Bkz. Belâzûrî, Ensâb, III, 279 [22] Belâzûrî, Ensâb,III, 279; Taberî, VI, 77; Ibn A’sem, III/IV, 285; Müfid, Muhammed b. Muhammed b. Nu’man, (413/1022) el-Irsâd, (shh. Seyyid Kâzim el-Musevî), Kum 1377, 169; Nuveyrî, XX, 224 [23] Bkz. Ibn Sihâb ez-Zührî, el-Megâzî en-Nebeviyye, (thk.Süheyl Zekkâr), Beyrut 1981, 157; Zührî kanaliyla gelen bu bilgiler ayni sekilde Taberî [VI, 73-74] ve Ibnu’l-Cevzî [el-Muntazam fi Tevârihi’l-Mulûk ve’l-Ãœmem, I-XII, (thk. Süheyl Zekkâr), Beyrut 1995, III, 406] tarafindan da eserlerine alinmistir. [24] Bkz. Taberî, VI, 77 [25] Hatta Kaderiye mezhebine mensup bir takim insanlar onun verdigi fetva sonucunda öldürülmüstü. Bkz. Abdulkahir el-Bagdadî, Mezhepler Arasindaki Farklar, (trc. Ruhi Figlali), Ankara 1991, 289 [26] Bkz. Michael Lecker, “Biografical Notes on Ibn Sihab al-Zuhrî” Jurnal of Semitic Studies, XLI/I spring 1996, 22 vd; Ayrica bkz. Talat Koçyigit, “Zührî”, IA, XIII, 643-647 [27] Imam Zeyd hadisesi ile ilgili genis bilgi için bkz. Muhammed b. Sa’d, Tabakâtu’l-Kübra, I-IX, Beyrut trs, IV, 326; Muhammed b. Ali b. Tabataba b. Tiktaka, el-Fahri fi Adâbi’s-Sultaniyye ve’d-Duveli’l-Islamiyye, Beyrut trs., 133; Ibnu’l-Cevzî, Muntazam, IV, 673 vd. [28] Bkz. Nuveyrî, XX, 224 [29] Yakubî, Tarihu Yakubî, I-II, Beyrut 1992, II, 216; Ibn Kuteybe, el-Meârif, 240; Taberî, VI, 73; Muhammed b. Hibbân, Kitabu's-Sikât, I-IX, Haydarabad, 1975, II, 305; Kalkasandî ve Nuveyrî Hz. Hasan’a babasinin katledildigi ilk gün biat edildigini söylemektedir. Bkz. Ahmed b. Ali el-Kalkasandî, Subhu’l-A’sa fi Sinaati’l-Insa, I-XV, (srh. Muhammed Hüseyin Semsuddin), Beyrut 1987, III, 266; Meâsiru’l-Inâfe,106; en-Nuveyrî, XX, 224 [30] Bkz. Ebû Muhammed Abdullah b. Müslim b. Kuteybe ed-Dineverî (276/889), el-Im*âme ve’s-Siyâse, I-II, Kum 1363, I/II, 161 |
Muaviye Ile Mücadelenin Baslamasi Ibn Mülcem’in kisas edilmesinden hemen sonra, Hz. Hasan, Muaviye ile baslayacagi mücadelede Kûfelilerin destegini almak için harekete geçti ve atâlarini yüzer dirhem artirdi.[1] O, Kûfelilerin her ne kadar babasinin yaninda yer aliyor gibi görünseler de onu sevmediklerinin farkindaydi. Zira gerek Siffin savasinda, gerekse Nuhayla, Nehrevan ve devamindaki savaslarda bu sehirden önemli sayida insan ölmüstü. Ölenlerin fazlaligini anlatmak için kaynaklar, sehirde agit sesinin yükselmedigi hiçbir evin olmadigini aktarmaktadirlar. Tüm bu insanlarin, yakinlarinin öldürülmesini gönül huzuru içerisinde kabullendiklerini söylemek safdillik olur. Bunun bilincinde olan Hz. Hasan,[2] Muaviye ile yapacagi mücadelede bunlarin destegini saglamak istedi ve maaslarini artirdi. Bu taktigin geçici bir süre için dahi olsa ise yaradigi anlasilmaktadir. Nitekim Belâzûrî, Kûfelilerin Hz. Hasan’i babasindan daha çok sevdiklerini aktarmaktadir.[3] Biat tamamlandiktan sonra yeni halife Hz. Hasan, babasinin öldügünü, kendisinin onun yerine halife seçildigini, babasinin valilerine bildirdi ve biat istedi. Babasinin atadigi valilerinin tamami ona biat ettiler. Hz. Hasan bu valilerden hiç birini degistirmeyerek görevlerinin basinda birakti. Böylece kendisine sadece Muaviye’nin kontrolünde bulunan Misir ve Suriye biat etmemis, bunun disindaki yerlesim birimlerinin tamami biat etmis oldu. Daha önce babasinin kontrolünde bulunan yerlesim birimlerinin biatini alan yeni halife, hiç zaman kaybetmeden Muaviye’ye mektup yazarak biat istedi.[4] Fakat Muaviye bunu reddetti. Çünkü o Hz. Ali’nin ölümü ile avantajli bir konuma yükseldiginin farkinda idi. Artik karsisinda genç ve deneyimsiz biri duruyordu. Onunla mücadele etmek daha kolay olacakti. Dolayisiyla hiç zaman kaybetmeden kendisini halife ilan etti ve biat almaya basladi.[5] Böylece Islam aleminin, ilk defa, iki halifesi olmus oldu. Artik Muaviye mesru halifeye biat etmeyen bir vali degil, kendisine, Islam aleminin en azindan bir bölümünde, biat edilmis olan bir halife konumuna yükseldi. Simdi Hz. Hasan’i ikna etmek veya en azindan hareket alanini daraltmak gerekiyordu. Bu amaçla Muaviye ilk olarak Hasan’i kendi tarafina çekmek için her zaman uyguladigi taktik olan kesenin agzini açti ve ona aslinda hilafete layik olmakla beraber genç ve tecrübesiz oldugunu, devlet islerinin deneyim gerektirdigini bildirdi ve kendisine katilmasi durumunda ona Irak Beytu’l-Malinda bulunan tüm parayi ve istedigi bölgenin haracini tahsis edecegini yazdi.[6] Fakat Hasan, buna razi olmayarak babasinin baslattigi mücadeleyi sürdürme niyetinde oldugunu ortaya koydu. Muaviye’nin mektubunu Hz. Hasan’a getiren Cundeb b. Abdullah, Samlilarin kendisine karsi savasmak için ordu hazirlamakta olduklarini bildirerek, bu ordunun gücü ve sayisi hakkinda bilgi verdi, bir an önce hazirlanmasini önerdi.[7] Bu hadiseden kisa bir süre sonra Muaviye’nin 60.000 kisilik bir ordunun basinda Sam’dan Irak’a dogru hareket ettigi, yerine vekil olarak da ed-Dahhâk b. Kays el-Fihrî’yi atadigi haberi geldi.[8] Rivayetlere göre; Hz. Hasan, Muaviye’nin ordusunun Irak’a hareket ettigi haberini almis olmasina ragmen harekete geçmemistir.[9] Büyük bir ihtimalle Muaviye’nin saldiracagi yerin netlesmesini beklemistir. Kaynaklarimiz Suriye ordusunun, Cisru Menbiç’e geldigi haberi üzerine Hz. Hasan’in basta Hucr b. Adiyy, Kays b. Sa’d b. Ubâde ve Abdullah b. Abbas olmak üzere danismanlarinin uyarilarini dikkate alarak orduyu hazirlamak için harekete geçtigini ve Kûfe mescidinde halka bir konusma yaparak onlari Muaviye’ye karsi savasa çagirmakla yetinmedigini bunun bir cihat oldugunu ilan ettigini aktarmaktadirlar.[10] Hz. Hasan’in mescitte yapmis oldugu bu konusma, onun Muaviye ile mücadeleye bakisini yansitmaktadir. Cihad çagrisi içeren bu konusma baris yanlisi birinin yapacagi bir hitap degildir. Eger Hz. Hasan, Muaviye ile savasmak, ya da Demircan’in ifadesi ile “Müslümanlar arasinda meydana gelebilecek bir savasin sorumlulugunu üstlenmemek” [11] amacinda olsaydi, hadiseye cihad olarak bakmasi anlamsiz olurdu. Bu durum rivayetlerin aksine Muaviye ile ciddi bir sekilde savasma niyetinde oldugunu göstermektedir. Halife savasa istekli olmasina ragmen Kûfeliler onun ile birlikte savasa gitme niyetinde degillerdi. Nitekim Belâzûrî ve Isfehanî, Kûfe mescidinde Hz. Hasan’in halki cihada davet ettiginde hiç kimsenin olumlu cevap vermedigini, herkesin susup kaldigini söylemektedir.[12] Hz. Hasan’in asker toplamakta zorlandigini gören Hz. Ali taraftarlarindan Tay Kabilesi’nin lideri Adiyy b. Hatem et-Taî, Kays b. Sa’d b. Ubâde, Ziyâd b. Sa’sa’ et-Teymî, Ma’kil b. Kays er-Riyâhî devreye girerek mescitte halka yaptiklari konusmalarla Kûfelileri halifeye destek vermeye çagirdilar. Burada vurgulanan tema ise imamlarini yalniz birakmamalari gerektigi idi.[13] Ama Kûfeliler, hiç de bu kanaatte degillerdi. Onlar, yukarida da arzetmeye çalistigimiz gibi artik bu kabil savaslardan yorgun düsmüs ve barisin bir an önce gelmesini arzulamaktaydilar.[14] Öte taraftan Hz. Hasan, Kûfelilerin kendisine destek vermek istemediklerini anlayinca amillerine yazarak asker talebinde bulundu. [15] Bütün bunlardan sonra Kûfe ve bagli yerlesim birimlerinden 40.000 kisilik bir kuvvet olustu.[16] Adi geçen bu sehrin askeri potansiyeli dikkate alindiginda söz konusu rakamin çok da büyük olmadigi anlasilmaktadir. Rivayetlerin aktardigi rakamlarin en yüksegi olan 40.000 kisinin dogru olduguna inansak bile bu rakamin içerisinde çevre yerlesim birimlerinden gelen askerlerin varligini da kabul etmemiz gerekir. En kötü ihtimalle bunun 1/4’ünün disardan geldigini varsaysak bile Kûfe kökenli askerlerin 30.000 kisi oldugu gerçegi ile karsi karsiya gelmis oluruz. Bu rakam da Kûfe’nin asker potansiyelinin ancak yarisini teskil etmektedir.[17] Toplanan askerlerin hepsinin de Hz. Hasan’i destekledigini, onun basarili olmasini istedigini veya ayni hedefe varmaga çalistigini söylemek de mümkün degildir. Aksine Hz. Hasan’in ordusu birbirinden oldukça farkli kitlelerden olusmaktaydi. Bu kitlelerin ilkini Muaviye ve Haricîlerle yapilan savaslarda yorgun düsen, yakinlarini bu savaslarda kaybeden ve artik savasmak istemeyen kitle olusturuyordu ki bu kitle ordunun çogunlugunu teskil etmekteydi. Ordusunun ikinci önemli kuvvetini ise haricîler olusturmaktaydi.[18] Sayilari hakkinda net bilgilere sahip olmamakla beraber, bunlarin Sabât’ta[19] çikardiklari karisikligi dikkate alacak olursak, önemli bir kuvvet olduklarini düsünebiliriz. Bu orduda yer almalarinin nedenine gelince; Muaviye’yi kafir olarak gördükleri için onunla savasmak istiyorlardi. Babasi Hz. Ali’yi tekfir etmis olmalarina ragmen yeni halifeyi kafir olarak hala degerlendirmiyor, en azindan onun hakkinda henüz bir karara varamadiklari anlasiliyor. Sabat’ta baristan bahsettigi esnada Haricîlerin kendisine daha önce babanin sirke girdigi gibi sen de sirke girdin demeleri[20] de bu kanaatimizi destekliyor. Eger onu daha önce kafir olarak degerlendirmis olsalardi böyle bir cümleyi sarf etmelerinin bir anlami kalmazdi. Ordudaki üçüncü kitleyi ise Hz. Hasan’i yürekten destekleyen kimseler olusturuyordu. Sayilari Muaviye ile savasin kaderini tayinde etkili olamayacak kadar az olan bu insanlar çogunlukla Hemdân kabilesi ve Rebia’nin bazi kollarina mensup idiler. Nitekim Hz. Hasan, Sabat’ta saldiriya ugradiginda bunlar tarafindan korunmustur. Kûfe ve bagli yerlesim birimlerinden gelen bu askeri güçten sonra, Hz. Hasan, yukarida zikrettigimiz sorunlarin da farkinda olarak, Mugire b. Nevfel b. el-Hâris b. Abdulmuttalib’i Kûfe’de yerine vekil birakarak[21] Muaviye ile savasmak üzere sehirden ayrildi. Deyru Abdurrahman’a geldiginde 12.000 kisilik bir öncü birligi olusturdu ve basina da Ubeydullah b. Abbâs’i geçirdi[22] ve kendisine Enbâr yöresine gitmesini, Muaviye’yi orada karsilamasini, yaptigi her iste Kays b. Sa’d b. Ubâde ve Saîd b. Kays el-Hemdânî’ye danismasini, her gün kendisine haber göndermesini, öldürülmesi durumunda yerine Kays b. Sa’d’in geçmesini, onun da öldürülmesi durumunda Saîd b. Kays’in yerine geçmesini emretti.[23] Öncü kuvvetlerinin hemen arkasindan hareket eden Hz. Hasan, Deyru Ka’b’i geçerek oradan da Medâin’e yöneldi. Sabat’a gelinceye kadar ordusunu sürekli gözledigi ayni amaca sahip olmayan böyle bir ordu ile savasmanin kendisini basariya götürmeyecegi sonucuna vardigi anlasilmaktadir. Bu yürüyüs esnasinda zihninde baris fikri de, bir ihtimal olarak, belirmis olmalidir. Gerek hazirlik asamasinda, gerekse Sabât’a gelince kadar yolda geçen zaman zarfinda hiç baristan bahsetmemis olmasi bu ihtimalin yolculuk esnasinda düsünüldügünü göstermektedir. Burada yaptigi konusmada bu ihtimali dile getirmesi,[24] Haricîlerin, küfrüne hükmetmelerine neden olmustur. [25] Hatta rivayetler bu konusma üzerine haricîlerin birbirlerine “Hasan daha önce babasinin küfre girdigi gibi küfre girdi” dedigini aktarmaktadir.[26] Hz. Hasan’in küfrüne hükmeden Haricîlerden, içlerinde Abdurrahman b. Abdullah b. Ebî Cu’âl el-Ezdî’nin de bulundugu bir gurup onun çadirina saldirip, esyasini yagmalamakla yetinmemis[27] kendisini de öldürmeye çalismistir.[28] Bu saldiri esnasinda bir taraftan da “Daha önce babanin sirke girdigi gibi sirke girdin ey Hasan.” diye bagirmaktan da geri durmuyorlardi.[29] Birinci suikast girisiminden sag kurtulmayi basaran Hz. Hasan’i bu gurubun sag birakma niyetinde olmadigi anlasilmaktadir. Çünkü atina atlayip olay yerinden uzaklasmak isterken, Haricîlerden el-Cerrâh b. Sinân adindaki bir sahis tarafindan durdurulmus, atinin yularina yapisilarak babasi gibi dinden çiktigi yüzüne haykirilmistir. Bununla da yetinmeyen Cerrah, Hz. Hasan’a saldirmis onu atindan düsürmüs, kiliçla öldürmeye yeltenmistir. Hasan, orada bulunanlarin yardimiyla bu suikast girisiminden ancak yarali olarak kurtulabilmistir.[30] Hz. Hasan kendisine düzenlenen suikast girisiminden Hemdan ve Rebia kabilelerine siginarak kurtulabilmistir. Bu kabileler onun etrafinda canli bir kalkan olusturarak kendisini, Muhtar es-Sekafî’nin amcasinin valilik yaptigi, Medain’e[31] getirmislerdi.[32] Nevbahti ve Isfehanî, Hz. Hasan’a suikast girisiminde bulunuldugunu, yarali olarak kurtuldugunu ve yarasinin Medain’de tedavi edildigini söylerken burada ne kadar kaldigi hakkinda bilgi vermemektedirler.[33]Bu bosluk Bagdadî tarafindan doldurulmustur. Bagdadî onun Medain’de 40 gün kadar kaldigini söylemektedir.[34] Bu hadiseye ragmen kaynaklarimiz Haricîlerin Hz. Hasan’in ordusundan ayrildigina dair en ufak bir bilgi aktarmamaktadirlar. Dolayisiyla Hz. Hasan’in Medain’e gitmeye karar vermis olmasi Haricîleri bir beklentiye sevk etmis olmalidir. Belki de onlar, gelisen bu son durumdan sonra Hz. Hasan’in Muaviye ile savasa devam edecegini tahmin etmekteydiler. -------------------------------------------------------------------------------- [1] Isfehanî, Mekâtil, 55. Bu durum Hz. Hasan’in Muaviye’ye karsi savasma isteginin bir kaniti olarak degerlendirilebilir. Nitekim iddia edildigi gibi Hasan, gözünü ilk günden itibaren Kûfe beytu’l-malina dikmis olsa idi, mukatilenin atâlarini artirmasi anlamsiz olurdu. Kûfe’de o tarihte 80.000 civarinda bir mukatilenin bulundugunu biliyoruz, [Bkz. Söylemez, Kûfe, 95] bu beytu’l-maldan 8.000.000 dirhem çikmasi anlamina gelmektedir. [2] Nitekim Hz. Hasan, hilafeti Muaviye’ye devrederken Kûfelilere yaptigi konusmada kendisini terk etmelerinin nedeni olarak Siffin ve daha sonraki savasta ölenlerin öcünü almak istemeleri oldugunu söylemektedir. Bkz. Ibnu’l-Esîr, III, 414 [3] Bkz. Belâzûrî, Ensâb,III, 291 [4] Belâzûrî, Ensâb,III, 281; Ibn A’sem, III/IV, 286-287; Isfehanî, Mekâtil, 55. Ayrica bkz. Ibrahim Sariçam, Emevî-Hâsimî Iliskileri –Islam Öncesinden Abbasîlere Kadar-, Ankara 1997, 281 [5] Bkz. Ibn Hibbân, II, 305. Muaviye, Hz. Ali’nin vefat ettigi tarihte Kudüs’te bulunmaktaydi. Hz. Ali’nin vefat haberini alir almaz kendisine biat almaya baslamistir. Bkz. Ibn Kuteybe, el-Imâme, I/II, 162. Ayrica bkz, Irfan Aycan, Saltanata Giden Yolda Muaviye b. Ebî Süfyan, Ankara 1990, 176; Sariçam, 281 [6] Belâzûrî, Ensâb,III, 281 [7] Belâzûrî, Ensâb,III, 281 [8] Bkz. Ebû Bekr Ahmed b. Ali b. Hatib el-Bagdadî, Tarihu Bagdad ve Medinetu’s-Selâm, I-XIV, Beyrut trs, I, 208 [9] Belâzûrî, Avâne b. el-Hakem’den aktardigi bilgiye göre Hz. Hasan 50 gün hiç savastan bahsetmeden durmustur. Bkz. III, 279 [10] Belâzûrî, Ensâb,III, 279-280; Isfehanî, Mekâtil, 61 [11] Bkz. Demircan 67 [12] Bkz. Belâzûrî, Ensâb, III, 281, Isfehanî, Mekâtil, 66 [13] Konu ile ilgili genis bilgi için bkz. Belâzûrî, Ensâb,III, 281 vd.; Isfehanî, Mekâtil, 62 [14] Nitekim Muaviye iktidara geldikten sonra bas gösteren Haricî isyanlarinin bastirilmasinda da Kûfeliler yer almak istememisler, onun tehditlerinden sonra istemeyerek katilmislardi. Genis bilgi için bkz Taberî, VI, 81; Yakubî,. II, 217. Ibnu’l-Esîr, el-Kâmil, III, 418; Nuveyrî, XX, 273 [15] Belâzûrî, Ensâb,III, 280; Ibn A’sem, III/IV,289; Isfehanî, Mekâtil, 61 [16] Bkz. Kalkasandî, Measiru’l-inafe, 108 [17] Ziyâd b. Ebihi döneminde Kûfe’de 80.000 kisinin devletten atâ aldigi, yani asker oldugu bilinmektedir. Hz. Hasan döneminde de sehirdeki asker sayisi bundan çok farkli degildir. Genis bilgi için bkz. Söylemez, Kûfe, 95 [18] Bkz. Müfid, 171; Ali Yasin, 175 [19] Sabât; Medâin’e yakin bir yerlesim yeridir. Bkz. Yakut el-Hamevî, Mu’cemu’l-Buldân, I-V, Beyrut 1975, III, 166 [20] Bkz. Belâzûrî, Ensâb, III, 282 [21] Belâzûrî, Ensâb, III, 282; Kalkasandî ise yerine Ammâr b. Hassân’i vekil olarak birakip gittigini söylemektedir. Bkz. Measiru’l-inâfe, 108 [22] Zührî’nin Emevî yanlisi tavri bu hadisede de kendisini göstermekte ve diger kaynaklardan farkli bilgiler vermesine neden olmaktadir. Ona göre Hz. Ali vefat etmeden önce Muaviye ile savasmak üzere 40.000 kisilik bir kuvvet olusturmus ve basina da Kays b. Sa’d b. Ubâde’yi geçirmisti. Hz. Ali sehid edilip yerine Hz. Hasan geçmistir. Hasan, ta basindan beri Muaviye ile anlasmayi düsünmekteydi. Tek amaci ise bir takim menfaatler elde etmek idi. Bu istegini onaylamayacagini bildigi Kays b. Sa’d b. Ubâdeyi görevden alarak yerine Ubeydullah b. Abbas’i getirdi. Ubeydullah, Hasan’in bu niyetini bildigi için Muaviye tarafindan kendisine teklif edilen parayi hiç çekinmeden kabul etti ve ona katildi. [Bkz. Zührî, 157] Fakat Belâzûrî, bazi sahislarin ordunun basina Kays b. Sa’d’in geçtigini söylediklerini, ancak bununun dogru olmadigini söylemektedir. [Bkz. Belâzûrî, III, 281] Bu da Zührî tarafindan aktarilan bilgilerin dogru olmadigini ortaya koymaktadir. [23] Belâzûrî, Ensâb,III, 281; Yakubî, Tarih, II, 214; Isfehanî, Mekâtil, 62 [24] Belâzûrî, Ensâb,III, 282; Ebû Hanife Ahmed b. Davud (282/895), Ahbâru’t-Tivâl, (thk. Abdulmünim Âmir-Cemalettin es-Seyyâl), Kahire 1960, 216; Ibn A’sem, III/IV, 289; Ayrica bkz. Sariçam, 283. Ismail b. Râsid ise bu huzursuzlugun kaynaginin ordu arasinda gezen Kays b. Sa’d’in öldürüldügü haberi oldugunu söylemektedir. [Bkz. Taberî, VI, 74. Ayni bilgiler Nuveyrî tarafindan da aktarilmaktadir. Bkz. XX, 225.] Yukarida öncü kuvvetlerinin basinda Kays’in bulunmadigini belirttik, dolayisiyla bu rivayet kendiliginden geçerliligini yitirmektedir. Siîler de Hz. Hasan’a karsi düzenlenen bu saldiriyi söz konusu konusmaya baglamakta, fakat amacinin farkli oldugunu ileri sürmektedirler. Nitekim Siîlerin önemli yazarlarindan Müfid, Hz. Hasan tarafindan yapilan bu konusmanin yegane amacinin ordusunu denemek oldugunu iddia etmektedir. Bkz. Müfid, 172. [25] Bkz. Dineverî, 216. Nitekim Haricî kaynaklar da Hz. Hasan’in Muaviye ile anlasmasindan önceki durumu ile ilgili hiçbir beyanda bulunmazken, onun Muaviye ile anlasmasindan dolayi küfre girdigini ifade etmektedirler. Bkz. Ahmed b. Said b. Abdulvahhid es-Semmâhî, Kitâbu’s-Siyer, (thk. Ahmed b. Suûd es-Siyâbî) I-II, Umân 1987, I, 55 [26] Bkz. Dineveri, 216 [27] Belâzûrî, Ensâb,III, 282 [28] Belâzûrî, Ensâb, III, 282; Yakubî, Tarih, II, 214; Taberî, VI, 74; Isfehanî, Mekâtil, 63; Nuveyrî, XX, 226 [29] Belâzûrî, Ensâb, III, 282. Dineverî, 216 [30] Belâzûrî, Ensâb, III, 283; Dineverî, 217; Isfehanî, Mekâtil, 64; Ibn A’sem, III/IV, 290; Ufak degisikliklerle bkz. Nuveyrî, XX, 226 [31] Muhtar es-Sekafî de burada bulunmaktaydi. Muhtar’in, amcasina Hz. Hasan’i yakalayip, Muaviye’ye, Cuhâ’nin haracini ömür boyu kendilerine tahsis etmesi karsiliginda teslim etmeyi teklif etmis oldugu, amcasinin ise kendisine bu teklif karsisinda sen Resulullah’in ogluna buna yapmami nasil teklif edersin? diyerek onu azarladigi rivayet edilmektedir. Belâzûrî, Ensâb,III, 283; V, 214; Taberî, VI, 74; Nuveyrî, XX, 226; Muhammed Bakir el-Meclisî, Bihâru’l-Envâr, I-CX, Beyrut 1983; 44, 28 [32] Isfehanî, Mekâtil, 63 [33] Ebû Muhammed Hasan b. Musa en-Nevbahtî, Firaku’s-Sia, Necef 1936, 24; Isfehanî, Mekâtil, 64 [34] Bkz. Bagdadî, Tarih, I, 149 |
Hz. Hasan’in Muaviye ile Baris Imzalamasi Muaviye’nin Irak’a gelisi, zaten bir arada zor duran Hz. Hasan’in ordusunun maneviyatini daha da bozmustur. Çünkü bu ordu yukarida da vurgulamaya çalistigimiz gibi bir birine düsman ve aralarinda bir çok savas meydana gelmis olan farkli kümelerden olusuyordu. Kûfeli askerlerin bu özelligini gayet iyi bilen Muaviye, Irak’a gelir gelmez bu orduyu dagitmanin yollarini aramaya basladi. Buna Hz. Hasan’in öncü kuvvetleri komutani Ubeydullah b. Abbas ile baslamayi uygun buldu ve kendisini yarisi pesin, yarisi Kûfe’de ödenmek üzere 1.000.000 dirhem karsiliginda saflarina katmayi basardi.[1] Yakubî, Ubeydullah’in Muaviye’nin saflarina sekiz bin kisilik bir grup ile katildigini söylemektedir.[2] Isfehanî ise tek basina ve gece gizlice katildigini, sabahleyin ordunun sabah namazina kalktiginda kendilerine imamlik yapmak üzere onu aradiklarini ve bulamadiklarini, bunun sonucunda da Muaviye’ye katildigini anladiklarini, daha sonra kendilerine Kays b. Sa’d’in namaz kildirdigini belirtmektedir.[3] Ubeydullah’in Muaviye’nin ordusuna katilmasi Hz. Hasan’in ordusundaki çözülmeyi hizlandirmistir. Ubeydullah, Hz. Hasan’in yakin akrabasiydi, Hz. Ali’nin amcasinin ogluydu. Yakin akrabasinin Hasan’a ihanet edip saf degistirmesi, gönülsüz olarak bu mücadelede yer almis olan, fakat kaçmanin yolunu arayan kitle üzerinde etkili olmus, Muaviye’nin saflarina katilmalarina neden olmustur. Ya’kubî’nin Ubeydullah ile 8000 kisinin Muaviye’ye katildigini söylemesi de bu çözülme ile alakalidir. Kaynaklar Kays ile beraber 4000 kisinin kaldigini söylemektedirler. Öncü kuvvetlerinin tamami ise yukarida da ifade ettigimiz gibi 12.000 kisi idi. Dolayisiyla Muaviye’ye 8000 kisi katilmis olmaktadir ki bu Ya’kubî’yi dogrulayan bir rakamdir. Ubeydullah’in Muaviye’nin saflarina katilmasiyla Hz. Hasan’in ordusunun öncü kuvvetlerinin basina Kays b. Sa’d geçmisti. Kays, ordusunun hizli bir sekilde dagildigini görmüs, bunun önüne geçmek için [4] Ubeydullah’i ihanetle suçlamis agir hakaretlerde bulunmustur.[5] Ancak Kays’in bu girisimleri hiçbir ise yaramamistir. Irak ordusunda Muaviye’nin bekledigi çözülme hizla sürmektedir. Kays’in ordusunda bulunan sadece siradan askerler degil, Kûfe’nin ileri gelenleri de Muaviye’ye giderek ona biat etmislerdir. Hatta bunlardan bazisi temsil ettikleri kabileler adina biat etmekteydiler.[6] Kûfe’deki durum da savas alanindan çok farkli degildi. Meclisî, savasa gitmeyip Kûfe’de kalan insanlarin da Muaviye’ye mektuplar yazarak onu sehre davet ettigini söylemektedir.[7] Dolayisiyla Hz. Hasan sadece ordusunun üzerindeki kontrolünü yitirmekle kalmamis, ayni zamanda Kûfe’yi de yitirmisti. Zaten bunu anlamasi da çok fazla sürmeyecektir. Öte taraftan Ibn A’sem el-Kûfî’nin de belirttigi gibi Kays b. Sa’d, bütün gayretlerine ragmen, ordusunun yasadigi çözülmenin önüne geçmeyi basaramayinca durumu Hz. Hasan’a bildirdi.[8] Kays’dan gelen mektup, Hz. Hasan’in moralini daha da bozdu ve Kûfelilere asagidaki konusmayi yapti: “Ey Iraklilar babam Ali’yi savasa ve tahkime zorlayanlar sizlerdiniz. Sonra ona muhalefet edenler (yine) sizler oldunuz. Sonra bana geldiniz. Muaviye gelince ileri gelenleriniz ona biat ettiler. Beni kendim ve dinim hususunda aldatmayiniz”[9] Ibn A’sam’a göre ise konusmanin metni su sekildedir: “Ey Iraklilar siz benimle ne yapmak istiyorsunuz. Iste Kays’in mektubu, sizin ileri gelenlerinizin Muaviye’ye katildiklarini yaziyor. Vallahi bu sizin tek kötülügünüz degildir. Babami tahkime zorlayanlar [yine] sizlerdiniz. Bunu kabul edince de ona muhalefet ettiniz. Sizi Muaviye ile ikinci kez savasmaya çagirinca buna yanasmadiniz. Sonra ona, Allah’in kendisine uygun gördügü sey oldu. Sonra bana itaat edip isyan etmeyeceginize dair biat edenler yine sizlerdiniz. Biatinizi aldim ve bu amaçla hareket ettim, bu hareketimde neyi amaçladigimi Allah bilir. Olan yine sizden oldu. Ey Iraklilar sizden çektigim yeter. Bana dinim hususunda eziyet etmeyiniz. Ben Müslüman bir kimseyim. Hilafeti Muaviye’ye birakiyorum”.[10] Bu konusmanin içeriginden Hz. Hasan’in içinde bulundugu haleti ruhiyenin ipuçlarini yakalamamiz mümkündür. Yine yukaridaki ifadeler Hz. Hasan’in Sabât’ta yaptigi konusmanin sadece bir ihtimali dile getirdigini göstermektedir. Öte taraftan Ubeydullah’i kendi tarafina çeken Muaviye, Hz. Hasan’in ordusuna son darbeyi vurmak için Busr b. Ebî’l-Ertât komutasinda bir orduyu Kays b. Sa’d’in üzerine sevk etmisti.[11] Kays ile Busr arasinda meydana gelen savasta, Busr büyük bir yenilgiye ugramakla kalmamis, Samlilardan pek çok kimse öldürülmüstü.[12] Bunun üzerine Muaviye, Ubeydullah b. Abbas’i saflarina kattigi metotla, Kays’i da kendisine baglamak istedi ve ona da Ubeydullah’a yaptigi teklifin aynisini yapti. Ancak Kays, bu teklifi kabul etmeyip, siddetle reddetti.[13] Kays’i kendi tarafina çekmeyi basaramayan Muaviye, onun komutasindaki 4000 kisilik kuvveti büyük bir ordu ile kusatti. Dineverî, Muaviye’nin Kays b. Sa’d’i kusattigi esnada, Abdullah b. Âmir’in de Medain’de bulunan Hz. Hasan’i kusattigini, Hz. Hasan’in kusatmayi yarmak amaciyla harekete geçmek istedigini, ancak askerlerini savasa gönderemedigini ve onlarin isteksizligini gördükten sonra da Abdullah b. Âmir’e, Muaviye ile sulh yapmak istedigini belirttigini aktarmaktadir.[14] Bagdadî ise Hz. Hasan’in bütün bu olanlara ragmen bu zor karari yalniz basina vermedigini ordusunun ileri gelenleri ile istisarede bulunduktan sonra Muaviye ile baris yapmanin hem kendisi ve hem de askerleri için daha dogru olacagi neticesine vardigini ve onunla anlasmak için harekete geçtigini söylemektedir.[15] Ibnu’l-Esîr, Bagdadî’nin belirttigi bu istisareyi aktarmakta ve Hz. Hasan’in arkadaslarina asagidaki konusmayi yaptigini söylemektedir: “Andolsun, Samlilar hakkindaki kanaatimiz eskisi gibi devam ediyor ve hiçbir süphe ve pismanlik duymus degiliz. Samlilar ile selamet ve sabirla çarpisip duruyoruz. Ancak sonunda selamet büyük bir düsmanliga dönüsecektir. Bu sabir da zaten [simdiden]eleme dönüstü. Çünkü sizler Siffin savasina giderken dininizi dünyanizin önüne almis bulunuyordunuz. Bunun arkasindan siz öldürülen iki kisi arasinda kaldiniz. Bir kesim Siffin’de öldürüldü ve siz onlarin da intikamini almaya çalisiyorsunuz. Geri kalanlariniz ise zaten kaçip gitmistir. Aglayanlariniza gelince; onlar da bize isyan etmis durumdadir. Biliniz ki Muaviye bizi hiçbir izzet, seref ve adalet yönü bulunmayan bir hususa çagirmistir. Eger ölümü tercih edecek olursaniz hemen Muaviye’nin bu teklifini kesinlikle reddeder ve onu Allah’in hükmü ve kiliçlarinizin agziyla muhakeme ederiz. Eger dünya hayatini tercih edecek olursaniz bu hususta rizanizi aliriz” Hz. Hasan’in bu konusmasi üzerine orada bulunanlarin hepsinin bir agizdan, hayatta kalmak istediklerini bagirdiklari rivayet edilmektedir.[16] Bu konusma sonrasinda oradakilerin verdigi cevaplar da Hz. Hasan’in arkasindaki destegi tamamen yitirdigini, baris disinda yapacagi bir seyinin kalmadigini ortaya koymaktadir. Hz. Hasan’in arkasindaki destegi yitirdigi için hilafeti Muaviye’ye devretmek zorunda kaldigini bize gösteren baska veriler de bulunmaktadir. Sadece Sünnî kaynaklar degil Siî kaynaklar da Hasan’in hilafeti devretmesinin en önemli nedeninin, arkasindaki destegi yitirmis olmasi gerçegi oldugunda hem fikirdirler. Örnegin Siî dünyanin en önemli bilginlerinden biri olan Müfid, Hz. Hasan’in etrafinda hemen hemen hiç kimsenin kalmadigini, tam bu esnada Muaviye’nin kendisine baris teklif ettigini söylerken,[17] Tabersî de buna katilmaktadir.[18] Yine bir baska Siî müellif olan Meclisî de hilafet devrinin temel nedeninin güç kaybi oldugunu vurgulamakta ve asagidaki haberi aktarmaktadir: Hz. Hasan kusatma altinda iken “Zeyd b. Vehb el-Cüheynî, kendisine bundan sonra ne yapmayi düsündügünü sordugunda cevabi söyle olmustur: Vallahi Muaviye’nin benim için bu insanlardan daha hayirli oldugunu düsünüyorum. Bu insanlar benim taraftarim olduklarini söylüyorlar, fakat beni öldürmek istiyorlar, malimi yagmaliyorlar. Vallahi Muaviye’den kendim ve ailem için bir güvence alip, canimizi ve malimizi kurtarmam savasmamdan daha hayirlidir. Vallahi Muaviye ile savasacak olursam, bunlar beni bogazimdan tutarak kendisine teslim edeceklerdir.”[19] Yillar sonra Medine’ye gelenler Hz. Hasan’i, iktidari Muaviye terk ettigi için elestirince onun baris antlasmasinin gerekçesi olarak “Kûfelilerin savasmak istememeleri”ni zikretmesi[20] söz konusu antlasmasinin yegane nedeninin güç kaybi oldugunu açik bir sekilde ortaya koymaktadir. Ibn Miskeveyh, Hz. Hasan’in arkasindaki destegi yitirmesi kadar Kûfe’de kalanlara da güvenmemesini gerekçe olarak zikretmektedir. Ona göre; Hz. Hasan, hilafeti Muaviye’ye teslim etmeden kisa bir süre önce ordusuna yapmis oldugu asagidaki konusma da bunu ortaya koymaktadir. “Ey Iraklilar! Sizden gördügüm üç sey beni yaralamistir. Babami öldürmeniz, beni yaralamaniz ve malimi zorla gasp etmeniz”[21] Bütün bu gerçeklere ragmen kimi tarih yazicilari olaya tamamen dinî bir veche kazandirmaya çalismaktadirlar. Örnegin; Ibn Arabî Müslümanlar arasinda bir savasin meydana gelmemesi için Hz. Hasan’in, hilafeti Muaviye’ye devrettigini söyledikten sonra, Hz. Peygamber’in “Benim bu oglum seyyiddir. Allah bununla iki Müslüman kitlenin arasini bulacaktir. ” dedigini aktarmakta ve onun bu gaybî habere binaen savasmak istemedigini ve bu yüzden Muaviye ile baristigini söylemektedir. Kalkasandî de bu anlasma ile Hz. Peygamberin bir mucizesinin gerçeklestigini söylemekte,[22] söz konusu hadise atifta bulunmaktadir.[23] Ancak yukarida da ifade etmeye çalistigimiz gibi eger Hz. Hasan gerçekten böyle bir hadisi bildigini ve bu hadis ile amel edip bunun sonucu olarak, Muaviye ile savasmak niyetinde olmadigini kabul etsek, savas için asker toplamasini, askerlerini Muaviye’nin üzerine göndermesini, hatta bu iki ordu arasinda savasa meydan vermesini ve bu savasta bazi insanlarin ölümüne sebep olmasini izah edemeyiz. Bize göre; Hz. Hasan’i temize çikarmak için ortaya atilmis olan bu iddia dogru olmus olsaydi, onun Kûfe’den hiç hareket etmeksizin hilafeti Muaviye’ye devretmesi gerekirdi. Nitekim, Hz. Hasan’in ta Medain’e kadar gelip hilafeti burada Muaviye’ye teslim etmesinin hiçbir mantiki gerekçesi bulunmamaktadir. Yine Kûfelilere hitaben yapmis oldugu konusmalar bizim bu kanaatimizi hakli çikarmaktadir. Hz. Hasan basindan beri vurgulamaya çalistigimiz gibi son derece zeki, akli basinda ve gelecegi görebilen bir devlet adami idi. Binlerce insanin ölümüne veya eziyet ve sikinti çekmesine engel olmak için hilafeti Kûfe’de Muaviye’ye teslim etmek ona en uygun düsen tavir olacakti. Evet Hz. Hasan hilafeti Muaviye’ye devretme niyetinde olmadigi ve onunla savasi düsündügü gibi bunda basarili olabilecegi ümidi de tasiyordu. Ama sartlar onu baris masasina oturmak zorunda birakmistir. -------------------------------------------------------------------------------- [1] Belâzûrî, Ensâb, III, 284; Yakubî, Tarih, II, 214; Taberî, VI, 79; Isfehanî, Mekâtil, 65; Kesî, Ricâl, I-II, (thk. Es-Seyid Mehdî er-Reaî), Kum 1404, I, 330; Isterabadî (Kesî’nin Ricâl’i ile bir arada), I, 269. Nuveyrî Ubeydullah b. Abbas’in Hasan’in Muaviye ile sulh yapma niyetinde oldugunu anlayinca kendisi için bir takim menfaatler elde etmek amaciyla Muaviye’nin saflarina katildigini söylemektedir. XX, 289. [2] Bkz. Yakubî, Tarih, II, 214 [3] Bkz. Isfehanî, Mekâtil, 65 [4] Ibn Sa’d, VI, 53; Yakubî, Tarih, II, 214; Isfehanî, Mekâtil, 73; Kesî, 330; Nuveyrî, XX, 289; Isterabadî, I, 269 [5] Belâzûrî, Ensâb, III, 284 [6] Halid b. Muammer, Rebîa kabilesi adina, Affâf b. Sureyhbil, Temîm kabilesi adina Muaviye’ye biat ettiler.Bkz. Belâzûrî, Ensâb, III,284-285. Ayrica bkz. Müfid, 172 [7] Bkz. Meclisî, 44, 43 [8] Bkz. Ibn A’sem, IV, 157 [9] Belâzûrî, Ensâb, III, 285 [10] Ibn A’sam, III/IV, 391 [11] Belâzûrî, Ensâb, III, 284 [12] Belâzûrî, Ensâb, III, 284; Isfehanî, Mekâtil, 73 [13] Belâzûrî, Ensâb, III,284; Yakubî, Tarih, II, 214; Taberî, VI, 79; Isfehanî, Mekâtil, 74 [14] Dineverî, 218 [15] Bkz. Bagdadî, Tarih, I, 139 [16] Bkz. Ibnu’l-Esîr, Tarih, III, 414 [17] Müfid, 173 [18] Bkz. Ebû Mansûr Ahmed b. Ali b. Ebî Talib et-Tabersî, (ö.6.yy), el-Ihticâc, I/II, (thk. Muhammed Bakir el-Musevî el-Horasanî), Beyrut 1981, 289 [19] Meclisî, 44/20 [20] Bkz. Dineverî, 221 [21] Bkz. Ibn Miskeveyh er-Razi,(421/1030), Tecâribu'l-Ãœmem, I-II, (thk. Ebû'l-Kasim Imamî), Tahran, 1987, I, 388 [22] Kalkasandî, Meâsiru’l-Inâfe, 108 [23] Demircan “Hz. Hasan’in ümmetin selameti mülahazasiyla hilafeti Muaviye’ye teslim etmesinin hakikat payi tasidigini söyledikten sonra, bu nedenin tek basina hadiseyi açiklamak için yeterli olmadigini da ilave etmektedir. Bkz. Demircan, 69 |
BARIS SARTLARI Baris antlasmasi konusunda da yukarida zikrettigimiz siyasî gruplar farkli sartlarin bulundugunu ileri sürmüslerdir. Her grubun zihninde çok degisik meziyetlere sahip bir Hz. Hasan portresi bulundugu için söz konusu gruplar zihinlerindeki Hasan’a uygun sartlari antlasma metninde var oldugunu iddia etmislerdir. Baris müzakereleri esnasinda Abdullah b. Âmir b. Kureyz ve Abdurrahman b. Semure,[1] Muaviye adina; Abdullah b. el-Hâris b. Nevfel b. el-Hâris b. Abdulmuttalib ise Hz. Hasan adina elçilik görevi yürütmüslerdir.[2] Antlasma sartlari ile ilgili en detayli bilgiler Belâzûrî tarafindan aktarilmaktadir. Adi geçen yazar, biri Muaviye’den Hz. Hasan’a, digeri ise Hz. Hasan’dan Muaviye’ye olmak üzere iki mektubun bulundugunu kaydetmekte ve bunlari oldugu gibi nakletmektedir. Daha muahhar olan diger kaynaklarda bulunan bilgiler de asagi yukari buna yakindir. Önce Belâzûrî’nin naklettigi mektuplari, sonra da büyük bir ihtimal ile Belâzûrî kaynakli olan, diger eserlerdeki bilgileri aktaralim: “Bismillahirrahmanirrahim. Hasan b. Ali’ye Muaviye b. Ebî Süfyan’dan Ben seninle, benden sonra hilafetin sana ait olmasi hususunda anlastim. Bu konuda Allah ve Peygamberi aramizda kefil gösteriyor ve sana söz veriyorum. Sana karsi hiç bir entrika çevirmeyecek ve düsmanlik yapmayacagim. Kim sözünden dönerse Allah’in en siddetli azabi onun üzerine olsun. Sana beytulmaldan yilda 1.000.000 dirhem ile Fesâ[3] ve Derâbcird’in[4] haracini verecegim, simdiden oraya görevlilerini gönder senin için çalissinlar. Abdullah b. Âmir, Amr b. Selem el-Hemedânî, Abdurrahman b. Semure, Muhammed b. Es’âs el-Kindî sahit olup, mektup h.41 yili Rebiulevvel ayinda yazildi.”[5] Belâzûrî, ikinci mektubun Hz. Hasan tarafindan gönderildigini söylemektedir. Ona göre; Hz. Hasan Muaviye’nin kiz kardesinin oglu olan Abdullah b. el-Hâris b. Nevfel b. el-Hâris b. Abdulmuttalib’i Muaviye’ye göndererek, kendisine biat edecegini bildirmistir.[6] Muaviye Hz. Hasan’a alti imzali olan bos bir kagit göndermis ve sart olarak üzerine yazacagi her seyi kabul etmeye hazir oldugunu belirtilmistir.[7] Hz. Hasan da Muaviye tarafindan gönderilen kagida sunlari yazmistir: “Bismillahirrahmanirrahim. Hasan b. Ali ile Muaviye arasinda (hilafete geçtikten sonra) Muaviye’nin Allah’in kitabi, Resulünün sünneti ve Hulefa-i Rasidîn’in sireti üzere amel etmesi, kendisinden sonra veliaht tayin etmemesi ve kendisinden sonraki halifenin sura ile belirlenmesi, insanlarin mallarina, canlarina ve ailelerine eman vermesi (dokunmamasi), Hasan b. Ali’ye gizli veya açik hiç bir entrikada bulunmamasi ve dostlarindan hiç birine hiç bir sey yapmayacagi sartiyla ona hilafeti teslim edecegine dair yapilan anlasmadir. Buna Abdullah b. el-Hâris ve Amr b. Seleme sahittir”[8] Yukarida adini zikrettigimiz yazara göre; Hz. Hasan tarafindan yazilan bu mektup Muaviye’ye ulasinca, tüm sartlari kabul ettigini bildirmis, bunun üzerine bu iki sahis Kûfe’de bir araya gelmisler ve Hz. Hasan ona H. 41 yilinin Rebiulahir ayinda biat etmistir.[9] Belâzûrî konuya dair yukarida zikredilen bu iki mektup disinda ilave hiçbir bilgi aktarmamaktadir. Ibn Miskeveyh ve Kalkasandî ise, Hz. Hasan’in Muaviye’ye su üç sarti ileri sürdügünü belirtmektedirler: 1.Irak Beytu’l-Malinda bulunan paranin kendisine verilmesi 2.Derâbcird’in haracinin kendisine verilmesi 3.Ali’ye lanet edilmemesi.[10] Ibn Miskeveyh bunlari söyledikten sonra Basralilarin Derâbcird’in kendilerine ait oldugunu söyleyerek, buranin haracini Hz. Hasan’a vermediklerini de ilave etmektedir.[11] Belâzûrî de bunu dogrulamaktadir. Ona göre Muaviye’nin emri üzerine Abdullah b. Âmir Basralilari organize etmis ve söz konusu iki yerlesim biriminde bulunan Hasan’in görevlilerini oradan çikartmistir.[12] Ibn A’sem ve Nuveyrî ise Hz. Hasan’in, Muaviye’den sonra hilafetin kendisine birakilmasini sart kostugunu aktarmaktadirlar.[13] Ibn A’sem disindaki Siîlere gelince; Sia’nin en muteber hadis bilginlerinden biri olarak kabul edilen Kesî, Hz. Hasan’in sart olarak sadece Hz. Ali taraftarlarina iyi davranilmasi, onlarin geçmiste yaptiklarindan dolayi cezalandirilmamalarini ileri sürdügünü aktarmaktadir.[14] Meclisî ise Hz. Hasan’in Derâbcird’in haracini istedigini kabul etmekle beraber bu istegin Cemel ve Siffin’de yakinlarini kaybeden ailelere yardim amaçli oldugunu söylemektedir. Ancak bunun neden Hz. Ali tarafindan, Derâbcird kendisine bagli iken, yapilmadigini ise izah edememektedir.[15] Meclisî daha sonra Hz. Hasan’in sart olarak “Muaviye’nin Kur’an ve sünnete uymasi, hilafeti kendisinden sonra suraya birakmasi, Ali’ye sövülmemesi, her yil kendisine 50.000 dirhem verilmesi ve herkese hakkettigi atâlarin ödenmesini sart kostugunu” iddia etmektedir. [16] Yine Siî temayüllü olarak taninan Dineverî daha farkli sartlarin bulundugunu belirtmektedir. Ona göre yukaridakilerden farkli olarak Hz. Hasan su sartlari ileri sürmüstür. “Iraklilardan hiç birine hile yapilmayacak, siyah beyaz herkese eman verilecek, Ahvaz’in yillik haraci her yil kendisine verilecek, her yil kardesi Hüseyin’e 200.000 dirhem verilecek, Hasimogullari atâ ve namazda Ãœmeyyeogullarina öncelenecektir”.[17] Yine Siî müelliflerden Isfehanî ise antlasma sartlarini çok farkli tespit etmektedir. Ona göre Hz. Hasan, Muaviye’den sonra hilafetin kendisine birakilmasini, Kûfe Beytu’l-Malinda bulunan her seyin kendisine verilmesini, adi belirlenen bir yerin haracinin kendisine birakilmasini ve buranin haracinin her yil ona gönderilmesini, Hz. Hasan’a danisilmadan hiçbir seye karar verilmemesini sart kosmustur ki[18] bizce bunlar abartili iddialardir. Zira hem halifeye biat etmek hem de bir anlamda da onu kendine bagimli kilmak anlamina gelen bu sartlar pek de tutarli görünmemektedir. Siî müelliflerden Müstevfi el-Kazvinî ise Sia’nin, Imamlarin imametlerini gizlemelerinin nedeni olarak sürekli aktarmakta oldugu “can emniyeti teorisine” basvurmaktadir. O, “Hz. Hasan, Muhtar b. Ebî Ubeyd es-Sekafi tarafindan yakalanip Muaviye’ye teslim edilecegini anlayinca, onunla baris yapmanin daha makul oldugu sonucuna vardi ve kendisi ile anlasti” demektedir.[19] Kanaatimizce antlasmanin büyük bir ihtimalle Ehl-i Sünnet ve Sia’nin ortak olarak aktardiklari kismi dogru, aykirilik arzeden yanlari tarafli ve yanlistir. Farklilik ve birbiriyle çeliskiler arzeden kisimlar tarihi süreç içerisinde kurgulanmis ve daha erken bir döneme yerlestirilmistir. Ehl-i Sünnet ve Sia’nin ittifak ettigi sartlar ise sunlardir: 1.Hz. Hasan, ailesi ve taraftarlarina eman verilecektir. 2.Hasan’a hayatini idame ettirecek bir gelir saglanacaktir Bunun disindaki sartlari dikkatle tahlil ettigimizde dönemin kosullarina pek de uygunluk göstermediklerini de anlariz. Simdi farklilik arzeden bu sartlari gözden geçirelim. Belâzûrî’nin aktardigi her iki mektupta sart olarak Muaviye’den sonra hilafetin ne olacaginin gündeme geldigi aktarilmaktadir. Birinci mektuba göre Muaviye hilafeti kendisinden sonra Hasan’a birakmakta, ikinci mektuba göre ise veliaht tayin etmeyecegi ve kendisinden sonra hilafeti sûrâya birakacagi sarti kabullenmektedir. Belâzûrî’deki bu bilgilere yakin rivayetler Nuveyrî tarafindan da aktarilmaktadir.[20] Antlasma esnasinda böyle bir sartin gündeme gelmis oldugunu dogrulayan farkli bilgilere sahip degiliz. Aksine kaynaklar Muaviye’nin hicri ellilere kadar hilafetin kendinden sonraki durumunu hiç düsünmedigini, bu dönemde Mugire b. Su’be’nin telkinleri ile oglu Yezid’i veliahd tayin etmeye karar verdigini aktarmaktadirlar.[21] Yine Muaviye’nin oglu Yezid’i veliaht tayin ettigi zaman Islam aleminde aylarca süren tartismalarin meydana geldigi de aktarilmaktadir. Bu tartismalar esnasinda Muaviye’ye yöneltilen suçlama ise hilafeti saltanata dönüstürme istegidir.[22] Bazi rivayetler Hz. Hasan ile Sa’d b. Ebî Vakkas’in, hilafeti Yezid’e birakmak isteyen Muaviye tarafindan, ona rakip olabilecekleri gerekçesi ile zehirletilerek öldürüldügünü belirtilmektedir. Ancak hiçbir rivayet Hz. Hasan’in Muaviye’ye benim hakkimi ogluna veremezsin dedigini aktarmamaktadir. Aksine kimi rivayetlere göre; Kûfeli Süleyman b. Surad ve diger bazi kimseler Hz. Hasan’i antlasma metnine böyle bir sart yazdirmadigi hususunda suçlamislardir.[23] Bütün bunlar, bize göre, Hz. Hasan ile Muaviye’nin baris görüsmeleri esnasinda hilafetin Muaviye’den sonrasini müzakere etmediklerini açik bir sekilde ortaya koymaktadir. Dahasi Hz. Hasan’in zihninde Muaviye’nin kendisinden sonra oglu Yezid’i veliaht birakacagina dair herhangi bir kuskunun olduguna dair en ufak bir bilgi kirintisina rastlanmamaktadir. Aksine gerek Islam öncesi kabile reislerinin seçiminde gerekse ilk halifelerin hilafete gelislerinde böyle bir sistem uygulanmadigi için Hz. Hasan’in Muaviye’den süphelenerek böyle bir sart koydurmasi da pek makul degildir. Isfehanî’nin aktardigi “Hz. Hasan’in Muaviye’nin yaptigi her seyi önce kendisine danismasini istemesi” sarti ise gerçege hiç uymamaktadir. Çünkü bu cümle Hz. Hasan’in Muaviye’nin üstünde bir konum kazanmasi, en azindan kendisinden görev bekledigi anlamina gelmektedir. Oysaki Hz. Hasan böyle bir beklentinin içinde olmadigi gibi Muaviye tarafindan kendisine önerilen görevleri siddetle reddetmis,[24] Medine’ye dönerek hayatinin geri kalan kismini son derece sade bir sekilde geçirmistir. [25] Muaviye’nin politikalarindan memnun olmayanlar onu sürekli isyana tesvik ettilerse de Hz. Hasan hiçbir zaman bu oyuna gelmedi, Muaviye’ye biat ettigini, o yasadigi sürece biatini bozup, ona ihanet etmeyecegini söyleyerek, bu tür insanlarin beklentilerini bosa çikardi.[26] Sonuç olarak Kûfelilerin biatini aldiktan sonra halife olarak tarih sahnesindeki yerini alan Hz. Hasan, Hilafete geldikten sonra Muaviye ile mücadele etmek için harekete geçmis, ancak ordusu tarafindan yalniz birakildigi için onunla anlasmak zorunda kalmis ve hilafeti kendisine devretmistir. Hilafeti devrettikten sonra Medine’ye yerlesmis, siyasî hadiselerin hiç birinin içerisinde yer almamistir. Onun bu tarihsel tutumu sonraki kusaklar tarafindan yeniden kurgulanmis, degisik boyutlariyla veya tek tarafli yaklasimlarla ele alinarak kullanilmaya çalisilmistir. -------------------------------------------------------------------------------- [1] Belâzûrî, Ensâb, III, 286; Taberî, VI, 74; Isfehanî, Mekâtil, 74; Nuveyrî, XX, 227; Yakubî, ise Abdullah b. Âmir’in yaninda Mugire b. Su’be ile Abdurrhman b. Ãœmmi’l-Hakem’in de bulundugunu söylemektedir. Bkz. Tarih, II, 214 [2] Belâzûrî, Ensâb, III, 286 [3] Fars bölgesinin önemli kentlerinden biri olan Fesa, Ibnu’l-Belhî’ye göre Isfehan’in birkaç kati büyüklükte idi. Fesa kenti ve çevresinde zengin su kaynaklari bulundugu için bol miktarda tarim yapilmaktaydi. Havasinin uygun olmasi nedeniyle sicak bölgelerde yetisen meyvelerin yani sira soguk bölgelerde yetisen meyvelerin de yetistirildigi kaydedilmektedir. Ibnu’l-Belhî her bahçede ceviz, narinciye, üzüm, incir gibi farkli iklimlerde yetisen meyveleri görmenin mümkün oldugunu belirtmektedir. [Genis bilgi için bkz.Ahmed b. Ali b. Ahmed b. Ali Ibnu’l-Belhî, Kitabu Farsnâme, (nsr.G.L.Strange-R.A.Nicholson), Londra 1921, 129-130] Himyerî ise Fesa’yi Siraz kenti ile karsilastirmakta ve Fesa’nin Siraz’in büyüklügünde bir kent oldugunu, ancak havasinin Siraz’in havasindan daha güzel, pazarlarinin da daha canli oldugunu söylemektedir. Ona göre Fesa’nin ekonomisi büyük ölçüde tarima dayanmaktaydi. Burada yas sebze ve meyve, hububat, tuz, ceviz, ayva, turunç, iyi cins seker kamisi üretilmekteydi. [Bkz. Muhammed b. Abdulmün’im el-Himyerî, Revdu’l-Mi’târ fi Haberi’l-Aktâr, (thk.Ihsan Abbas), Beyrut 1980, 442] Makdisî, Fesa’da Islam aleminin hemen hemen her yerine ihraç edilen ince ipek elbiselerin yani sira sergi ve havlu çesitleri ve degerli mendillerin üretildigini söylemektedir. Bkz. Ibnu’l-Besârî el-Makdisî, Ahsenu’t-Tekâsim fi Ma’rifeti’l-Ekâlim, (thk. Muhammed Mahzûm), Beyrut 1987, 337 [4] Fars bölgesinin önemli yerlesim birimlerinden biri olan Derâbcird, genis tarimsal sahasinin yaninda, bol maden yataklarina da sahip idi.[Bkz. Yakut, II, 446] Bu durum söz konusu yerlesim biriminden Emevîler döneminde büyük miktarda haraç gelirinin elde edildigini göstermektedir. [5] Belâzûrî, Ensâb, III, 286. Nuveyrî, mektubu bu kadar teferuatli vermemesine ragmen 5.000.000 dirhemi bulan Kûfe Beytu’l-Mal’indaki parayi, Fars bölgesindeki Derâbcird’in haracini ve bulundugu yerde Hz. Ali’ye sövülmemesini sart olarak kostugunu aktarmaktadir. Bkz. XX, 227 [6] Belâzûrî, Ensâb, III, 286. Meclisî ise bu mektubun Cündep b. Abdullah el-Ezdî tarafindan Muaviye’ye götürüldügünü söylemektedir. Bkz. Meclisî, 44, 39 [7] Belâzûrî, Ensâb, III, 286; Nuveyrî, XX, 227 [8] Belâzûrî, Ensâb, III, 286 [9] Belâzûrî, Ensâb, III, 287 [10] Ibn Miskeveyh, I, 386-387; Kalkasandî, Measiru’l-Inâfe, 108; Hamdullah b. Ebî Bekir b. Muhammed b. Nasr b. Mustafa el-Kazvinî, el-Müstevfi, Tarih-i Güzide, (nsr. Abdulhüseyin Nevâî), Tahran 1339, 199 [11] Ibn Miskeveyh, I, 388 [12] Bkz. Belâzûrî, III, 290 [13] Bkz. Ibn A’sem, III/IV, 292; Nuveyrî, XX, 229 [14] Bkz. Kesî, I, 285 [15] Bkz. Meclisî, 44/3 [16] Meclisî, 44/56 [17] Dineverî, 218 [18] Isfehanî, 58 [19] Bkz. el-Müstevfi, Tarih, 199 [20] Büyük bir ihtimalle bu bilgiler Belâzûrî’den alinmistir. Çünkü Belâzûrî’nin, Nuveyrî’nin en önemli kaynaklarindan biri oldugu bilinmektedir. [21] Ibnu’l-Esîr, h 56 yili hadiselerini anlatirken bu yilda Muaviye’nin Yezid’i veliaht tayin ettigini söyledikten sonra bunu hazirlayan nedenlere deginmekte ve Muaviye’nin oglu Yezid’i veiahd tayin etmeyi hicri ellilerden önce düsündügünü vurgulamaktadir. Ona göre; Mugire b. Su’be, Kûfe valiliginden azledilecegini anlayinca Sam’a gitmis, Muaviye’ye kendisinden sonra oglu Yezid’i halife tayin etmesini önermis idi. Muaviye “bunu basarabilir miyiz?” diye sorunca da Kûfe’yi kendisine birakmasini, buranin biatini alacagini söylemistir. Böylece Kûfe emirligini kurtarmis olan Mugire, sehre geldikten sonra Yezid lehine biat almistir. Bu konuda ciddi bir tepki ile de karsilasmamistir. Ibnu’l-Esîr, III, 504 [22] Nitekim Mervan b. el-Hakem, Medine Mescidi’nde Muaviye’nin kendisinden sonra veliahd olarak oglu Yezid’i tayin ettigini bildirince; Hz. Ebûbekir’in oglu Abdurrahman, Mervan’a ümmetin hayrini düsürmek için böye bir ise kalkismadiklarini, aksine Bizans yönetimini örnek aldiklarini, yönetimi babadan ogula geçirmek istediklerini söyler. Orada bulunan Hz. Hüseyin, Hz. Aise, Abdullah b. Ömer ve Abdullah b. Zübeyr de ayni gerekçelerle biat etmeyi reddederler. Bkz. Ibnu’l-Esîr, III, 507 [23] Bkz. Belâzûrî, III, 291 [24] Hz. Hasan hilafeti Muaviye’ye teslim ettikten sonra Medine’ye gitmek için yola çiktiginda, yeni halife kendisine haber göndererek onu Haricîler ile savasa göndermek istemis, ancak Hz. Hasan Muaviye’nin bu istegine karsi çikmistir. Genis bilgi için bkz. Belâzûrî, Ensâb, III, 289; Ibnu’l-Esîr, el-Kâmil, III, 417; Nuveyrî, XX, 273 [25]Taberî, VI, 80; Kalkasandî, Subhu’l-A’sa, III, 266; Ibnu’l-Esîr, el-Kâmil, III, 415; Nuveyrî, XX, 232. Hz. Hasan, Medine’ye döndükten sonra buradan hiç ayrilmadi, hiçbir siyasi hadisenin içerisinde de yer almadi. [Kalkasandî, Meâsiru’l-Inâfe, 109] Medine’de vefat eden Hz. Hasan, Abbas b. Abdulmuttalib’in kabrinin yaninda Baki mezarligina defnedildi. Hz. Hasan’in vefat nedeni ise tartisilmaktadir. Rivayetler esi Ca’de bnt. el-Es’as tarafindan zehirlendigini belirtmektedir. [Kalkasandî, Meâsiru’l-Inâfe, 107] Bu iddiaya sahip olan rivayetlerin büyük bir kismi Muaviye b. Ebî Süfyan’in bu hadisede dahli oldugu yönünde kanaat serdederler. Bkz. Müstevfi, 200 [26] bkz.Ibn Kuteybe, el-Imame, I, 164 |
HARRA OLAYI Emevî yöneticisi Yezid b. Muaviye devrinde Medine'de Ashab çocuklarinin yönetime karsi kiyamlari neticesinde Medine'nin yagmalanmasi ve bir çok kimsenin öldürüldügü olay. Yezid'in birçok kimsenin muhalefetine ragmen veliahd olup basa geçmesinden sonra yönetimden razi olmayan fakat Dimask'ta ne olup bittigini ögrenmek isteyen bazi müslümanlar vardi. Bunlar ashabin ileri gelenlerinin çocuklari idi. Gasîlü'l Melâike diye bilinen Hanzala'nin oglu Abdullah ve Mahsunogullari kabilesinden Abdullah b. Hafs ile Münzir b. Zübeyr Medine halkinin ileri gelenlerinden kalabalik bir hey'et olusturup Dimask'a Yezid b. Muaviye'yi ziyarete gittiler. Bunlar Yezid'in huzuruna vardiklarinda Yezid'den büyük iltifatlar gördüler. Yezid onlara bol ikram ve ihsanlarda bulunup cömertçe hediyeler verdi. Son derece adil, kibâr, haysiyetine düskün olan Abdullah b. Hânzala, Yezîd'in verdigi yüz bin dirhem ile yaninda bulunan ogullarina verdigi on bin dirhemi reddetmeden kabul etmisti. Bu hey'ete katilanlarin hemen hemen çoguna ayni hediyeler takdim edildi. Ancak onlar Dimask'a giderken orada nasil bir yönetimin hüküm sürdügünü ve Yezid'in neler yaptigini ögrenmek için gitmislerdi. Bu hey'et Dimask'tan Medine'ye geri dönmek üzere yola koyuldugunda bunlardan Münzir b. ez-Zübeyr Irak'a Ubeydullah b. Ziyad'a gitmis ve bir müddet orada kalmisti. Medine'nin ileri gelenlerinden tesekkül eden bu hey'et Dimask'ta görüp isittiklerini anlatmak üzere Rasûlullah'in sehrine varinca bütün orada gördüklerini ve Yezîd'in nasil bir hayat sürdügünü müslümanlara aynen aktarmaya basladilar. Söyle diyorlardi: "Bizler Islâmî hiç bir hayati olmayan bir adamin yanindan geldik. Bu adam mü'minlerin halîfesi sifatini kullaniyor, fakat saraf içiyor; tanbur çaliyor; huzurunda câriyeler sarki söylüyor; maymun ve köpeklerle ugrasiyor ve geceleyin de ülkenin haydutlariyla bir araya gelip sohbet ediyor. Sahit olunuz ki biz daha evvel kendisine yapmis oldugumuz bey'ati geri aldik ve onu hilafet makamindan azlettik." Sonra Hanzala'nin oglu Abdullah bu konusmalara sunlari ilave etmisti: "Biz öyle bir adamin yanindan geldik ki su çocuklarimin disinda hiç kimseyi bulamayacak olsam bile onlari yanima alir ve ona karsi cihada çikarim. Evet o bana hediyeler verdi, ikramda bulundu, hediyelerini ancak bana gerekli ve yetecek kadariyla kabul ettim." Bu haberler üzerine bütün Medine halki Yezid'e daha evvel yapmis olduklari bey'atlerini bozarak herkesin itimadini kazanmis olan Abdullah b. Hanzala'ya bey'at ettiler ve onu mü'minlerin emiri olarak basa geçirdiler. Diger taraftan Ubeydullah b. Ziyad'in yanina varmis olan Münzir b. ez-Zübeyr'e gelince; onun bu olaydan sonra rahatlikla tutuklanabilecegi bilindiginden dolayi, Yezid b. Muaviye tarafindan Ubeydullah'a yazilan mektupta derhal tutuklanip Dimask'a gönderilmesi isteniyordu. Ancak Ibn Ziyad, babasinin eski bir dostu ve ayni zamanda o an için kendi misafiri olan Münzir'i yakalamayi istememisti. Nihayet bir hile ile onu Kufe'den çikartip Medine'ye gitmesini Münzir b. Zübeyr saglayarak tutuklamisti. Medine'ye varinca gerçekten o da Yezid'e karsi insanlari kiskirtmaya basladi. Söyle diyordu: "O bana yüz bin dirhem para hediye etti. Ancak onun bana yaptigi bu iyilik benim sizlere onun içinde bulundugu durumu anlatmama engel olamaz. Allah'a yemin ederim ki, Yezid b. Muaviye sarap içiyor, namaz kilamayacak hale gelinceye kadar sarhos oluyor." Daha sonra da onun ve yönetimde bulunan diger arkadaslarinin içine düstükleri o kötü durumlarini, kusurlarini ve Islâm ile bagdasmâyan tavirlarini bir bir anlatmaya basladilar. Medine'de Yezid'e yapilan bey'atin geri alindigi ve müslümanlarin Abdullah b. Hamala'ya bey'at ettikleri haberi Dimask'a ulasinca Yezid b. Muaviye derhal Ensar'in ileri gelenlerinden Nu'man b. Besir'i Medine'ye göndererek buna engel olmasini ve halki bundan vazgeçirmeye çalismasini istedi. Nu'man b. Besir Medine'ye giderek onlara böyle bir kiyamdan vazgeçmelerini, Samlilara karsi koymanin mümkün olmadigini, onlarin büyük ordu ve süvarilerinin oldugunu söyleyip durdu. Ancak Nu'man b. Besir'e karsi çikan Medineliler bu kararlarindan dönmeye pek niyetli görünmediler. Nu'man b. Besir Yezid'in böyle bir davranisi asla affetmeyecegini, çok kötü bir sekilde sehre saldirilarak halkin perisan edilecegini, hanimlara dahi kiliç çekilecegini ve Medine'nin hareminin çignenecegini söyledigi halde hiç kimse onu dinlememisti. Medineliler bu Abdullah b. Hanzala'ya bey'at ettikten sonra Yezid'in yeni tayin etmis oldugu genç ve tecrübesiz vali Osman b. Muhammed b. Süfyan, sehrin disina çikarilarak Ümeyyeogullarini muhasara altina aldilar. Ümeyyeogullari o gün Medine'de yasayanlar olarak kendilerine bagli olanlarla birlikte yaklasik bin kisi idiler. Bunlar Mervân b. el-Hakem'in evine yerleserek durumu çok acele bir sekilde Yezid'e bir mektupla bildirdiler ve durumun ciddi oldugunu da eklediler. Gönderdikleri elçi Yezid'in yanina vardiginda Yezid Ümeyyeogullarinin bu yardim talebini hayretle karsiladi 've elçiye söyle sordu: "ümeyyeogullari taraftarlariyla birlikte yaklasik bin kisi civarinda degil miydi?" Elçi olumlu cevap verince Yezid: "Peki onlar hiç olmazsa biraz da olsa kiliçlarina sarilip savasmadilar mi?" dedi. Yezid bu isyani bastirmak ve zor durumda olan Ümeyyeogullarini kurtarmak üzere yine kendilerinden bir fert olup Hicaz valiliginden yeni azledilmis olan Amr b. Saîd'i çagirarak ona Medine'den akrabalarinin gönderdigi mektubu okumus ve derhal yanina asker alip Medine üzerine gitmesini emretmisti. Ancak Amr b. Said böyle bir görevi yüklenmek istememis, bundan âffedilmesini talep etmisti. Yezid b. Muaviye Medine üzerine Ubeydullah b. Ziyad'i gönderme karari verdi. Fakat daha önce bu isyanlari bastirmak üzere kendisini görevlendirdiginde Rasûlullah'in torununu Kerbelâ'da sehid edip Yezid'i millete rezil ettigi için onu bundan uzak tutmustu. Amr b. Said Medine üzerine gitmeyi kabul etmeyince Yezid bu isi becerebilecek biraz da insaftan yoksun birisini düsünüp dururken, hatirina bir hayli yaslanmis bulunan ve halk arasinda "müsrif" diye bilinen Müslim b. Utbe geldi. Ona haber göndererek Medine üzerine gitmesini istedi. Ancak Müslim b. Utbe, Ümeyyeogullarinin Medine'de bu isyancilara karsi koyabilecek yeterli sayida olduklari ve neden çarpismadiklarini sormus, Yezid'in bunlari düsmana karsi çarpistirarak onlari yoruncaya kadar savasmaya devam etmelerini emretmesini tavsiye etmisse de Yezid, Ümeyyeogullarinin öldürülmelerinden sonra yasamanin bir anlami kalir mi? anlaminda Müslim'e serzeniste bulunarak derhal askerlerinin basina geçip Medine üzerine yürümesini istemisti. Özellikle Yezid'in Müslim b. Utbe üzerinde durmasinin asil sebebi kaynaklarin ifadesine göre babasi Muaviye Medine'de herhangi bir karisikli çikacak olursa bunun üzerine Müslim b. Ukbe'yi gönder; emin bir kimse olup sana samimiyetle yardim edecektir, seklinde bir tavsiyesinden kaynaklanmaktadir (Ibnü'l-Esir, el-Kâmil fi't-Tarih, IV,112). Iste Medine halkinin Yezid'e karsi kiyam etmeleri üzerine Müslim b. Ukbe'nin emrine verilen çapulcu bir asker kitlesi Medine üzerine yola çikarildi. Bunlar Kuzey Afrika ve Suriye'nin kenar bölgelerinden toplanmis on iki bin kisilik bir ayak takimi grubu idi. Müslim b. Ukbe bu orduyu alip Medine üzerine yürüdü. Yezid'in ondan istedigi su idi: Medine halkina üç defa ikazda bulunacak, itaat ettikleri takdirde onlari kendi haline birakip bey'atlerini yenilemelerini isteyecekti. Aksi takdirde derhal onlara karsi savasarak üç gün üç gece müddetle sehri yagmalamalarini Müslim'e emretti. Bu yagma ve talan sirasinda Rasulullah'in beldesinde bulunan her türlü mal, binek, silah ve yiyecek malzemesi tamamen askerlerin olacakti. Bu arada Medine'de meydana gelen bu kiyam sirasinda Kerbala'da karsilasmis oldugu büyük zulum ve izdiraplari bir daha asla yasamak istemeyen Hz. Hüseyin'in olu Ali Zeynelabidîn gönderdigi bir mektupta kendisinin bu kiyama katilmadigini ifade ederek eman istediginden dolayi Yezid Medine üzerine gönderdigi kumandani Müslim'den, Ali b. Hüseyin'e dokunmamasini, ona eman vermesini istemisti. Medine halkinin kiyami sirasinda Ümeyyeogullarinin o gün Medine'de yasayanlarinin en yaslisi ve reisi durumunda olan Mervan b. Hakem kendi aile efradini garanti altina almak için onlari Yezid'den eman almis bulunan Hz. Hüseyin'in oglu Ali'nin aile efradina katarak Yenbu' civarina göndermisti. Kur'ân ve sünnet çerçevesinde Islâmî devletin yönetilmesini arzulayan Rasûlullah'in yardimcilari o gün hayatta kalan Ensâr ve Muhacir çocuklari Rasûlullah'in sünnetini ihya etmek için giristikleri bu iyi niyetli ve tertemiz tesebbüs Yezid'in askerlerinin saldirisiyla önlenecekti. Müsfim b. Ukbe, ordusunu alip Medine yakinlarina gelerek Kureys'ten bazi kimselerle ve özellikle Ümeyyeogullariyla görüsmek istemisti. Ancak bu arada Ümeyyeogullarina eman verilmis ve Onlar Medine'nen disina çikarak adeta kendilerini koruma altina almislar; fakat Suriye'den gelecek orduya katilmayacaklarina ve ona asla bilgi vermeyeceklerine söz vererek Medine'den çikip gitmislerdi. Müslim b. Ukbe, Hz. Osman b. Affan'in oglu Amr'i yanina çagirarak Medine'de neler olup bittigini ve ne yapmasi gerektigini kendisine danismis, Amr b. Osman b. Affan ise söyle demisti: "Kesinlikle sana bu konuda yardimci olamam. Çünkü Medinelilere bir söz ve ahid vermis bulunuyoruz. Onlarin düsmanlarina asla yardimci olmayacak ve herhangi bir konuda onlara yol göstermeyecegiz." Yezid'in kumandani Müslim, Hz. Osman'in ogluna son derece sert bir çikis yaparak, eger Osman'in oglu olmamis olsaydi derhal kendisini öldürecegini söylemisti. Arkasindan Mervan b. Hakem'in oglu Abdülmelik ile karsilasinca Abdülmelik verdigi bu sözü tutmus gibi görünerek ona bazi hususlarda ögütler vermis ve Medinelilerle çarpismak üzere Medine'nin dogusuna geçmesini ve sabah erkenden çarpismalara giristiginde günesi arkasina alarak Medinelilere saldirmasini ögütlemisti. Böylelikle onlar kendisine saldirinca günes yüzlerine vuracak ve gözlerini kamastirip arzu ettikleri sekilde çarpisamayacaklardi. Bundan son derece memnun olan Müslim b. Ukbe böyle akilli bir Ümeyyeogullari mensubu ile karsilastigi için memnuniyetini ona ve babasina açiklamisti. Müslim b. Ukbe derhal Medine halki üzerine saldiriya geçmek üzere Mervan b. el-Hakem'in oglu Abdülmelik'in tarif ettigi Harra bölgesine kadar ilerlemis ve burada durup Medine halkina üç gün müddet verdigini, bu müddet içinde kendisine itaat ederlerse onlara eman verecegini; aksi takdirde onlarla savasacagini, fakat buna ragmen kanlarini da akitmak istemedigini; bunun için itaat etmenin kendi lehlerine olacagini söylemisti. Bu verilen üç günlük müddet sona ermisti. Medine halki asla teslim olmayip savasmaktan yana bir tavir takindilar. Yapmis olduklari bey'ati koruyacaklari hususunda samimi olduklarini da ortaya koyarak Yezid'in bu tehdidine ragmen yönetiminden asla razi olmadiklarini ve böyle bir yönetimi de istemediklerini davranislariyla, tavirlariyla, kiyamlariyla ilan etmislerdi. Nihayet Müslim b. Ukbe bir daha onlara söyle demisti: "Savasmaktan vazgeçin, bize itaat edin. Böylece bütün gayret ve gücümüzü bütün bu isyankâr ve fasiklari her yerde etrafina toplamis bulunan su Mekke'deki inkarci Ibn-i Zübeyr'in üzerin yöneltelim." Medinelilerin ise bu söze daha çok canlari sikilmis ve Müslim'in suratina inen bir samar gibi su sözleri söylemislerdi: "Ey Allah'in düsmanlari, sizler oraya gitmek isteyecek olursaniz biz sizi birakmayacagiz. Biz sizin Allah'in beytu'l-Haram'ina giderek oranin halkini korkuya düsürmenize, oranin ihtiramini sarsmaniza asla izin veremeyiz. Allah'a yemin ederiz ki Mekke'ye saldirma imkâni bulamayacaksiniz; karsiniza bizler dikilecegiz ve Abdullah'a yardimci olacagiz." Medineliler Harra bölgesinde sehri korumak üzere bir hendek kazmis ve bu bölgede bütün kuvvetlerini dörde bölerek dört ayri ordu olusturmuslardi. Bunlarin her biri bir tarafta sehri savunmayi üstlenmis bulunuyordu. Nihayet Müslim b. Ukbe, bütün askerlerini ve o çapulculari biraraya getirerek onlari kendisine mü'minlerin emiri sifatiyla bey'at edilmis bulunan Hz. Hanzala'nin oglu Abdullah'in üzerine yöneltti. Abdullah b. Hanzala yanindaki müslümanlarla birlikte bu Suriye ordusuna karsi koymaya çalismis ve bir hayli direnis göstermisti. Bu arada Abdullah b. Hanzala'nin yakin arkadaslarindan ve Rasulûllah'in amca çocuklarindan Fadl b. Abbas b. Rabia b. Haris b. Abdulmuttalib, kumandan Abdullah'in yanina varmis ve onunla birlikte sonuna kadar çarpisacagina, atini mahmuzlayarak su zalim ve gaddar ordunun basinda bulunan Müslim b. Ukbe'nin yanina kadar varip onu öldürecegine dair söz vermisti. Fadl b. Rabia, yanina aldigi yirmi kadar Medineli müslümanlar ile birlikte hamle üstüne hamle yapip Müslim b. Ukbe'nin bulundugu karargaha kadar ilerledi. Müslim etrafinda bes yüz kadar piyade ile kendini koruyordu. Bunlar dizleri üzerine çökmüs, mizraklariyla karsidan geleceklere karsi hazir vaziyette bekliyorlardi. Ama bu bes yüz mizrakliya ragmen Fadl b. Rabia büyük bir cesaretle atini sancagin bulundugu yere kadar kosturmus ve sancagi elinde tutan adamin kafasina indirdigi kiliç darbesiyle onu öldürmüs ve: "Kâbe'nin Rabbine yemin ederim ki bu azginlarin baslarini öldürdüm" diye bagirmisti. Ancak Müslim, ona yanildigini ve kendisinin hayatta oldugunu söylemisti. Bu öldürülen kisi Bizansli bir genç olup Müslim'in ordusunda yer almis bulunuyordu. Bu Bizanslinin Medine'de acaba ne isi vardi. Gerçekten müslüman olmus bir kisi mi yoksa bir çapulcu veyahut da parayla tutulan bir asker miydi? Nihayet Samlilarin bu sekilde karargahina kadar ilerleyen Fadl b. Rabia b. Abbas, Yezid'in askerleri tarafindan öldürüldü. Bu arada Abdurrahman b. Avf'in oglu Zeyd de bu gelenler arasinda bulundugundan o da hayatini kaybetmisti. Bu arada Suriye ordusu, süvari ve piyadeleriyle ve bütün gücüyle Müslim b. Ukbe'nin tesvikleriyle Abdullah b. Hanzala'nin bulundugu noktaya dogru hamle ederek saldiriya geçti. Medineli müslümanlarin üzerine saldirip, onlari tavuk keser gibi dograyip duruyorlardi. Bu arada Abdullah b. Hanzala arkadaslarini da tesvik etmeye çalisarak onlara söyle diyordu: "Su anda tam olarak düsmanla karsi karsiya gelmis ve savasin en sert anini yasiyorsunuz. Ben savasin basladigi andan itibaren bir saat içinde durumun ya lehimize ya da aleyhimize neticelendigini bekliyordum. Fakat simdiye kadar sabrettiniz; Allah'in kelâminda zikrettigi Rasulünün yardimcilarinin çocuklari ve hicret yurdunun sakinlerisiniz. Ben Rabbinizin, müslümanlarin bütün sehirleri arasinda bu sehir disinda baska bir sehirden daha razi oldugunu zannetmiyorum. Yine bütün bölge sehirleri arasinda herhangi bir sehir halkinin su anda sizinle çarpismakta olanlardan dâha çok gazab ettigini de zannetmiyorum. Kesinlikle biliniz ki sizden her biriniz mutlaka ölecektir, ölüm mukadderdir. Allah'a yemin ederim ki sehîd olarak ölmekten daha üstün bir ölüm olamaz. Iste bu firsati yüce Allah önünüze getirmistir." Çarpismalar siddetlendikçe siddetlenmisti. Abdullah b. Hanzala samimiyetle çarpisan sekiz oglunu teker teker gözünün önünde kaybetti. Onlarin hepsi Rasulullah'in sehrine saldiran askerlerin eliyle sehid olmuslardi. Daha sonra kendisi de sehid edildi. Bu arada yine Medineliler arasinda ve Rasûlullah'in ashabinin çocuklarindan olan Abdullah b. Zeyd b. Asim ile Muhammed b. Amr b. Hazm el-Ensarî sehid edilmislerdi. Mervan b. el-Hakem gibi gerçekten gerçekler karsisinda insafa az gelebilecek birisi dahi Muhammed b. Amr'in öldürüldügünü ögrenince söyle demisti: "Allah rahmet eylesin onun mesciddeki bir diregin yaninda namaz kilarken uzun uzun ayakta dikildigini, Allah'in huzurunda uzun müddet ibadet ettigini çok çok görmüsümdür." Müslim b. Ukbe Medinelileri tamamen dagittiktan sonra üç gün müddetle Rasûlullah'in sehrini yagmalatti. Ashabin ve ashab çocuklarinin mallari ve esyalari bu askerler tarafindan talan edildi. Bu durumda Medine'de bulunan sahabiler bir hayli üzülmüs ve durumdan endise duyarak çok korku duymuslardi. Rasûlullah'in yakin ashabindan ve bir çok hadis rivayet eden Ebu Said el-Hudrî büyük bir korkuyla sehrin disina çikip bir magaraya gizlenmisti. Fakat Yezid'in askerlerinden birisi onu öldürmek üzere magara kapisina kadar gelmis, ancak "Ben Ebu said el-Hudrî'yim, Rasûlullah'in arkadasi Ebu Said" deyince Sanili asker onu öldürmekten vazgeçmisti. Yezid b. Muaviye Medinelilerin kanlarini, namuslarini ve mallarini Müslim b. Ukbe'ye havale etmisti. O istedigi sekilde hüküm verecekti. Üç gün müddetle zaten Medine halkini kiliçtan geçirip mallarin yagmaladiktan sonra onlardan bey'at istedi. Müslim onlara, bildiginiz sartlar ölçüsünde Yezid'e bey'at ediniz diye söyleyince Medineli ve Kureysli iki kisi söyle demislerdi "Biz sana Allah'in kitabi ve Rasulullah'in sünneti üzere bey'at ediyoruz." Bu lafi isiten Müslim b. Ukbe derhal her ikisinin boyunlarini vurdurmustu. Mervan b. Hakem insafa gelerek ona söyle söyledi: "Fesübhanallah, sen Kureys'den emân ile gelmis iki kisiyi nasil oluyor da öldürüyorsun?" deyince, Müslim elindeki sopayla Mervan'in boynunu dürterek onu, "Allah'a yemin ederim ki, sen de bu laflari söylemis olsan seni de öldürürdüm" diye azarlamisti. Evet Allah'in kitabi ve Rasulullah'in sünneti üzere bey'at ediyoruz diyenler öldürülüyordu. Allah'in kitabi ve Rasulünün sünnetine kimler karsi çikabilir ve böyle bir uygulamayi kimler yapabilir? Bu arada Makil b. Sinan, bir ara Müslim b. Ukbe ile Taberiyye yakinlarinda beraber bulunmusken Yezid'in hilafetine karsi isyan eden ve Abdullah b. Hanzala'ya bey'at eden Medinelilere yardim edecegini Ensar ve Muhacirlerin yaninda yer alarak Medine'ye vardiginda bu fasikin oglu fasika yapilan bey'ati bozacaklarina dair sözler söylemis, bundan dolayi da Müslim, onu Medine'de yakalayinca öldürmüstü. Diger taraftan Müslim bu insanlari tek tek huzuruna çagirip hep ayni sekilde sorgulamis ve çok kimsenin canina kiymisti. Bunlardan birisi de Yezid b. Vehb idi. Yezid müslümanlarin yanina gelince ona "bey'at et" denildi o da: "Kitap ve sünnet üzere bey'at ediyorum" deyince, Müslim; "Onu öldürünüz" dedi. Müslim de yine Mervan'in sefaatine ragmen Müslim tarafindan öldürüldü. Bu arada Hz. Abbas'in oglu Abdullah'in oglu Ali, bey'at ettirilmek üzere Müslim'in yanina getirilince annesinin Kinde kabilesinden olmasindan dolayi, hayatini kaybetmekten kurtulmustu. Yoksa Rasûlullah'in bir amcasinin oglu daha burada öldürülecekti. Bu arada Müslim, Ümmeyyeogullarindan herhangi bir ferdi öldürmüs degildi. Ancak yine de onlara hakaretler yapmaktan kendini alamamisti. Hz. Osman'in oglu Amr, Ümmeyyeogullarindan olmasina ragmen Medinelilerin tavrina karsi asla menfi bir davranista bulunmamis ve gönlünün onlardan yana oldugunu göstermisti. Bunun üzerine Müslim onu yanina çagirarak herkesin yaninda bir çok hakaret yaptiktan sonra sakalinin tellerini yolmus kendisine, annesine ve babasina hakaretler etmisti. Harra Olayi 28 Zilhicce 63 (27 Agustos 683) tarihinde meydana gelmisti. Bu olayda Rasûlullah (s.a.s)'in sehri yagmalanmis ve her türlü kötülük bu sehre reva görülmüstü. Isyan etmis herhangi bir Islam beldesine yapilabilmesi bir yana gayr-i müslim bir kitlenin savasa katilmasi ve isyan etmesi halinde bile onlara karsi böyle davranilamaz, masum halki kiliçtan geçirilemez ve hele hele namuslarin el uzatilamazdi. Bütün bunlar Islam savas hukukuna göre kesinlikle yasak olmasin ragmen, Hz. Peygamber'in mübarek bir harem olarak tavsif ettigi sehrine yapilmisti. Medine'nin faziletieri hakkinda Rasûlullah'in nice hadisleri vardir. O Medine'yi kurtulus ülkesi ve hicret sehri diye isimlendirirken söyle buyuruyordu: " Kim Medine hareminde kitap ve sünnete muhalif bir bid'at islerse Allah'in azabi meleklerin ve bütün insanlarin laneti o kimse üzerinde olsun" (Buhârî, Fadâilü'l-Medine,1, Müslim, el-Hacc 85/469 ve 371.) Gerek Sahih-i Buhârî ve gerek Sahih-i Müslim'de Medine'nin faziletlerine dair bir çok kimseden ve özellikle Ebu Hureyre'den hadis-i serifler rivayet edilmistir. Bu hadis-i seriflere ragmen Râsulüllah'in mübarek sehrine saldirip yagmaladilar, talan ettiler ve ashabin çocuklarinin mal ve namuslarina ellerini uzattilar. Onlarin hesabi Allah'a aittir. Onlar nasil bir sekilde cezalandiracagini Allah daha iyi bilmektedir. Fakat Muhammed b. Umara'dan nakledilen bir olay son derece ibretamizdir. Muhammed b. Umara söyle anlatiyor: "Ben ticaret maksadiyla Dimask'a gitmistim. Birisiyle karsilastim. Bana nereli oldugumu sorunca, "Medineliyim" dedim. O da dönüp Medine'nin çok kötü bir yer oldugunu söyledi. Ben ona, "Rasûlullah'in sehrine ve onun güzel bir sehir diye vasiflandirdigi yere nasil pis bir sehir diyebilirsin" diye çikistim. O; "benim orada yasadigim kötü bir hatiram vardir, bundan dolayi orayi sevmiyorum. Yezid zamaninda "Harra Olayi" meydana geldiginde benim oraya katilan askerler arasinda yer almam istendi. Ben o gece rüyamda Muhammed adinda birisini öldürdügümü ve bunun için de cehenneme atildigimi gördüm. Bu orda arasina katilmamak için çok gayret sarfetmeme ragmen zorla beni orduya kattilar. Ben rüyanin etkisiyle Medine'ye vardigimda asla kilicimi çekip. kimseye vurmadim ve kimsenin de kanini akitmadim. Zira bu rüyadan sonra bile bile cehenneme atilmaktan çekiniyordum. Ama olay bitmis ve biz de savas alaninda öldürülenler arasinda dolasirken yaralilardan birisi can çekismekte iken bana "çekil oradan ey köpek" diye seslenince "köpek" diye hitap etmesi nefsime agir geldi, kilicimi çektim ve onu öldürdüm. Sonra rüyam aklima geldi. Medinelilerden yakaladigim birini götürüp o öldürdügüm adamin kim oldugunu, bunu taniyip tanimadiklarini sordugumda, onun yerde maktul olarak yattigini gören Medineli, çok acikli bir sekilde ve hayretler içerisinde söyle dedi: "Inna illah ve inne ilayhi râciun, Bunu öldüren adam cennete giremeyecektir" Medineliye bunun kim oldugunu sordugumda bana; "Bu adam Muhammed b. amr b. Hazm'dir. Rasûlullah (s.a.s)'in döneminde dogmustu. Rasûlullah ona bizzat kendi adini vermisti." Adamin bana söylediklerini dinledikten sonra Muhammed'in ailesine gidip kisas istedim, kabul etmediler; diyet vermek istedim, reddettiler" (Ibnü'l-Esîr, el-Kâmil fi't-Tarih, IV, 121). Iste Muhammed b. Umara Dimask'ta karsilastigi bu adamin büyük bir pismanlik içerisinde naklettigi hatirasini aktardiktan sonra, Harra olayina katilanlarin Rasûlullah nazarinda nasil kimseler olduklarini söylemeye herhalde gerek kalmaz. Zira onlar hiçbir kötülük yapmamis olsalar bile, Rasûlulah'in yaptigi bu mübarek belde üzerine ordu göndermis, ashabin çocuklarindan "biz Kur'an ve sünnet çerçevesinde bey'at ederiz" diyenleri öldürmüslerdi. Kur'ân ve sünnete bagliligini ifade eden bu insanlar vahsice öldürüldükten sonra, Harra olayina sebep olanlar hakkinda düsünmek her akli basinda olan ahirete iman eden müslümanin karar vermekte hiç de zorluk çekmeyecegi bir hadisedir. Ahmed AGIRAKÇA |
ENDÃœLÃœS'E DOÄžRU - Endülüs'ün fethi M.Ä°smail Çolak Bindik katranlanmış gemilere, Allah; nefislerimizi, mallarımızı ve ailelerimizi cennet karşılığında bizden alır diye... Bu uÄŸurda birÅŸey istersek kolaylaÅŸsın bize, Hiç aldırmayız kanlarımızın akıp gittiÄŸine, Åžayet kavuÅŸursak kavuÅŸulması yüce olan ÅŸeye... Tarık b. Ziyad Sekizinci yüzyılda müslümanlar fetihlerde zirveye ulaÅŸarak, doÄŸuda ve batıda en uzak noktalara kadar ilerlemiÅŸlerdi. Kısa zamanda büyük zaferlere imza atarak, kitlelere kurtuluÅŸ yollunun açılmasına vesile olmuÅŸlardı. Bu uÄŸurda canlarını vermek, müminler için en büyük mutluluk kaynağıydı. Bu fetihlerde Ä°slâm orduları, Kuzey Afrika’nın Atlas Okyanusu kıyılarına kadar ilerlemiÅŸ, sıra Akdeniz’i Atlas Okyanusu’na kavuÅŸturan dar boÄŸazdan geçerek Avrupa içlerine doÄŸru ilerlemeye gelmiÅŸti. Komutanlığını Tarık b. Ziyad’ın yaptığı Ä°slâm ordusu, iÅŸte bu hedefe yönelmiÅŸti. Hicrî 92, miladî 711 yılında, aralarında Sahabe-i Kiram’ı görmekle ÅŸereflenmiÅŸ Tabiun’dan zatların da bulunduÄŸu Ä°slâm ordusu, gemilerle Endülüs (Ä°spanya) kıyılarına geçiyordu. Geri dönüş yok Tarık b. Ziyad dört gemiyle, daha sonra kendi ismiyle anılacak olan Cebel-i Tarık boÄŸazından ordusunu karşı kıyıya geçirdi. Bu nakil iÅŸi hiçbir zorlukla karşılaşılmadan tamamlandı. Çünkü bu iÅŸ için kullanılan gemiler ticaret gemileri idi ve halk bu gemilerden inen insanların yeni tüccarlar olduÄŸunu zannediyordu. Kimse bu gemilerin Ä°spanya’yı asırlar boyunca hakikatle diriltecek, dünya tarihini etkileyecek kuvvetleri taşıdığını bilmiyordu. Tarık b. Ziyad, bütün askerlerini karşı kıyıya geçirdikten sonra son seferde gemiye binerek kendisi de Endülüs kıyılarına geçti. Ordusunu biraraya toplayıp, önce üzerinde bulundukları dağın stratejik konumunu inceledi ve ani saldırılara karşı hazırlıklı olmak için ordugâhın etrafına tarihçilerin “Arap Surları” diye adlandırdıkları surları çektirdi. Ve buram buram kahramanlık kokan, ilahî çoÅŸkuyla dolu emrini verdi: “Åžimdi gemileri yakın!” Artık dönüş yoktu. Önde düşman, arkada deniz. Ä°spanyolların “ülkemize gökten mi indiklerini yoksa yerden mi çıktıklarını bilemediÄŸimiz bir kavim geldi” dedikleri Ä°slâm ordusu, kılıçtan baÅŸka silahı ve düşmandan ele geçirecekleri yiyecekten baÅŸka erzakları olmamasına raÄŸmen, tevhidi ÅŸanına layık ÅŸekilde yüceltip yaymak uÄŸruna canlarını ortaya koymuÅŸlardı. Tarık b. Ziyad, öncü birlikleri keÅŸif için ileri mevzilere göndererek ilerleyecekleri yolların güvenliÄŸini saÄŸladı. Daha sonra kendisi bütün ordusuyla birlikte deniz sahili yoluyla kuzeye, Kurtuba’ya yöneldi. Müslümanlar burada Ä°spanyol kralı Rodrich’in yeÄŸeni Bencio komutasındaki bir orduyla karşılaÅŸtılar. Bencio’nun öldürülmesine kadar direnen Ä°spanyollar’ı dağıtan Ä°slâm ordusu, Ä°spanya içlerine doÄŸru ilerlemesine devam etti. Müslüman güçlerin zaferlerle kuzeye doÄŸru ilerlediÄŸi haberleri kendisine ulaÅŸan Rodrich, ülkesinin bütün kuvvetlerini toplamaya baÅŸladı. Ãœlkenin ileri gelenlerine bütün kuvvetleriyle gelmeleri için haberciler çıkardı. Kısa zamanda yüzbin kiÅŸilik bir ordu toplayarak güneye doÄŸru harekete geçti. Tarık b. Ziyad’ın emrindeki çoÄŸunluÄŸu piyade olan onikibin kiÅŸilik ordu da kuzeye doÄŸru ilerliyordu. Ä°ki ordu Guadalete (Bekka) vadisinde karşılaÅŸtılar. Ä°ki taraf da savaÅŸ vaziyeti aldı. Komutanlar askerlerine cesaret vermeye çalışıyor, moral kazandırıcı sözler söylüyorlardı. Rodrich, düşman karşısında tek vücut olarak ülkeyi korumak için bütün eÅŸraf ve ileri geleni bu savaÅŸta bulunmaya çağırmıştı. Çünkü ülkenin geleceÄŸi bu savaÅŸa baÄŸlıydı. “Kahramanlar içinden siz seçildiniz” Tarık b. Ziyad da askerlerine heyecanlı konuÅŸmalar yapıyor, zafer kazanmakla elde edecekleri sevap ve ganimetten bahsediyordu: “Askerlerim! Görüyorsunuz ki, arkanızda deniz, önünüzde düşmanlar ve kaçacak hiçbir yeriniz yok. Vallahi, sabır ve sebattan baÅŸka yapacağınız bir ÅŸey de yok. Düşmanımızın bütün gücüyle üzerimize geldiÄŸi apaçık ortada. Ãœstelik yiyecek ve techizatı da bol. Halbuki bizim kılıçtan baÅŸka silahımız ve düşmanın elinden alacağımız yiyecekten baÅŸka erzağımız da yoktur. Hiçbir ÅŸey yapmadan ÅŸu durumumuz birkaç gün devam etse kuvvetten kesiliriz. Bizden korkan düşman da halimizi görüp bize karşı cesaretlenir. Bu kötü akıbete düşmekten kendinizi koruyarak ÅŸu azgın düşmana karşı görevinizi gereÄŸince yapınız. Müstahkem ÅŸehirler ve güçlü düşman karşınızdadır. Ölümden korkmazsanız bu fırsatı deÄŸerlendirmek ve zafere ulaÅŸmak mümkündür. Åžunu kesinlikle biliniz ki, bu savaÅŸta ben de sizden daha fazla emniyette deÄŸilim. Yine iyi biliniz ki, eÄŸer ÅŸu zorluklara biraz sabrederseniz daha müreffeh bir hayata kavuÅŸursunuz. En ucuz malın can olduÄŸu bu pazara sadece sizi sürmüyor, bilâkis önce kendi canımdan baÅŸlıyorum. Canınızı düşünerek benden yüz çevirmeyiniz. Siz de benden daha fazla bir zorluÄŸa katlanmayacaksınız. Sizin payınıza da bana düşenden fazlası düşmeyecek. Hepimiz aynı kaderi paylaşıyoruz. Müminlerin emiri, kahramanları içinden sizi seçti. Çünkü sizin savaÅŸtan korkmadığınıza, kahramanları ve süvarilerle çekinmeden vuruÅŸacağınıza ve sizin bu yaptığınız cihattan gayenizin Ä°lây-ı Kelimetullah olduÄŸuna, dolayısıyla bu uÄŸurda sevap kazanacağınıza güveni sonsuzdur. Böylelikle Ä°slâm dinini bu ülkeye yerleÅŸtireceÄŸinize inanıyor. Elde edeceÄŸiniz ganimetin tamamı sizindir. Allah yardımcınız olsun. Ä°ki cihanda sizin bahadırlığınız anılacaktır. Biliniz ki, sizi davet ettiÄŸim ÅŸeye ilk icabet eden ben olacağım ve kesinlikle bilin ki iki ordu savaÅŸa baÅŸlayınca bizzat kendim Rodrich denilen azgına hücüm edip inÅŸaallah onu öldüreceÄŸim. Siz de benimle birlikte saldırın. EÄŸer onu öldürdükten sonra ben de ölürsem sizi ondan kurtarmış olurum. Başınıza itaat edeceÄŸiniz bir kahramanı getirmekten aciz deÄŸilsiniz. EÄŸer ona yetiÅŸemeden ölürsem, bu arzumu terk etmeyin ve onun üzerine yüklenin. Onu öldürmek suretiyle bu ülkenin fethini tamamlayın. Düşman askerleri o öldükten sonra dağılırlar ve bir daha toparlanamazlar.” Ä°ki ordu birbiriyle karşılaÅŸtığı zaman gece olmak üzereydi. Tarık b. Ziyad, ordusuna ihtiyatı elden bırakmadan gece istirahat etmelerini söyledi. Sabah olunca iki ordu savaÅŸ vaziyeti aldı. Rodrich, tacını giydi ve bütün ziynetlerini taktı. Tahtına oturup, uÅŸaklarına kendisini savaÅŸ meydanına götürmelerini emretti. Ä°pek gölgelikler altında bayrak ve sancak ormanını andıran bir kalabalıkla, önünde savaÅŸcılarıyla müslümanlara doÄŸru ilerledi. Tarık b. Ziyad ise atına binmiÅŸ, ordusundaki herhangi bir asker gibi harekete geçmiÅŸti. Müslümanların büyük kısmı piyadeydi. Zırhlı asker azdı. BaÅŸlarında beyaz sarık, ellerinde yay, kılıç ve mızraklar bulunuyordu. Ä°lk hücum müslümanlardan geldi. Kendilerden kat be kat büyük orduya saldırırken, Ä°spanya’nın tarihini deÄŸiÅŸtirecek savaşı baÅŸlatmış oluyorlardı. Sekiz gün süren ÅŸiddetli çatışmalar oldu. Müslümanlar bu ölüm-kalım savaşında büyük kahramanlıklar gösterdiler. Her iki tarafın da kayıpları büyük oldu. SavaÅŸta ölenlerin cesetleri uzun süre ortada kaldı. Sonunda Ä°spanyol ordusu dağıldı. Kral Rodrich, geri kalan az sayıda askeriyle kaçtı. Ancak kaçarken düştüğü bataklıkta boÄŸularak öldü. Bu savaÅŸ sonunda Endülüs yolu müslümanlara açılmış oldu ve uzun bir süre Ä°slâm’ın nuruyla aydınlandı bu topraklar. Onların hedefi Allah’ın rızasıydı ve bir kez daha anlaşıldı ki, zafer geri dönmemek üzere azmedenlerindi. Åžimdi o mübarek komutanın aziz hatırası, o meÅŸhur emrinin deyime dönüşmesiyle dilimizde yaÅŸamakta: “Gemileri yakmak.” Ya kalbimizde?.. Kaynak: Semerkand dergisi, 09/2000 |
Selahaddin Eyyubi, Kudüs ve Haçlilar M. Ismail Çolak - Temmuz - 2002 Yeni Dünya-104 Kudüs ve Filistin, Nazilere sapka çikarttiran gaddar Siyonistlerin ve azmettiricisi Batili emperyalistlerin zulmüne ve soykirimina sahne olmaktan ne yazik ki kurtulamiyor.Osmanli'nin elinden çiktigindan beridir kutsal topraklarin hüzün ve esâreti bitmek bilmiyor. Zuhur eden yürek parçalayici hâdiseler dün oldugu gibi bugün de Müslümanlara sürekli Selâhaddin-i Eyyûbî'yi hatirlatiyor ve ona mersiyeler ve serenatlar yagdirmaya vesîle oluyor. Biz de bu münâsebetle, "Sark'in en sevgili Sultani" Selâhaddin'in Kudüs'e olan müthis tutkusunu, Onu Haçli tasallutundan kurtarmak gâyesiyle tesebbüs ettigi büyük cihâdini, Dogu ve Bati Alemi'nde efsânelesen kahramanligini, dillere destan seciyesini ve hâsili bunlarin günümüze mâtuf mânâ ve ibret dolu yansimalarini, biraz daha derinlemesine kaleme almaya çalisacagiz. Kudüs'ün Fethine Giden Yol Selâhaddin-i Eyyûbî, 1167'de amcasi Sirkuh (Musul Atabeyi Nureddin Mahmud b. Zengi'nin önemli bir komutani) ile beraber Siî Fâtimî hâkimiyetine son vermek amaciyla çikilan Misir Seferinde, onun yardimcisi sifatiyla kendini ilk kez tarih sahnesinde göstermisti. Sefer esnâsindaki el-Bâbeyn Meydan Muharebesi ve Iskenderiye Muhasarasinda sergiledigi basarilarla göz dolduran Selâhaddin, ilerisi için büyük ümitler vâdeden bir emir oldugunu herkese ispatlamasini bilmisti. 1169'da Mahmud Zengi, büyük bir orduyla Kahire'yi fethedip, idâreyi vezir tâyin ettigi Sirkuh'a birakacakti. Ancak Sirkuh çok yasamayacak; yerine 26 Mart 1169'da ittifakla Selâhaddin Eyyûbî getirilecek ve ayni zamanda Nureddin'in ordu komutani da olacakti. Iste bu tarihten sonra Selâhaddin, kendisinden tarihin bekledigi esas rolleri îfâ etmeye baslayacakti. Eylül1171'de Nureddin'in emriyle, Misir'da Fâtimî hâkimiyetini ve hilâfetini nihâyeteerdirecek ve Islâm Dünyasi'ni tehdit eden/bölen Siî-Bâtinî tehlikesini bertaraf edecekti. Ayrica, Câmiü'l-Ezher'deki Fâtimilerin propaganda merkezini kapatarak, Sünnî akideyi yaymak için medreseler açma yoluna da gidecekti. Bu arada Selâhaddin, hep Nureddin adina hareket ediyor ve tâbiiyetini sürdürüyordu. 15 Mayis 1174'te Nureddin ölünce, devlette saltanat kavgasi bas göstermis; Emirler, Haçlilarla mücadele edecek yerde birbirlerine düsmüstü. Selâhaddin, Sam'dan gelen dâvet üzerine Ekim 1174'te Misir'dan ayrilacakti. Muhaliflerini saf disi ettikten sonra 6 Mayis 1175'te istiklâlini ilan edecek ve adina hutbe okutup para bastiracakti. Böylelikle, kendisinin ve kurucusu oldugu Eyyûbî Devleti'nin siyasî gelecegi yeni bir dönüm noktasina girecekti. 1186 yili Mart ayina kadar Halep ve Musul Atabeyliklerine hükümranligini kabul ettirmesiyle Trablusgarp'tan Hemedan'a kadar olan Islâm topraklari Selâhaddin'in hâkimiyetine geçecekti. Nureddin Zengî'nin ölümüyle parçalanan Islâm birligi böylece daha da kuvvetlenmis olarak yeniden saglaniyordu. Artik sartlarin olgunlasmasiyla, Kudüs'ün fethi için de yavas yavas kapi aralanacakti. Selâhaddin'in Kudüs'e Meftûniyeti Hiristiyan Bati Alemi, Kudüs'ü kurtarmak gâyesiyle, tarihin o en barbar taarruzu olan "Haçli Seferleri"ne start vermekte gecikmemisti. Haçlilar, Hz. Ömer'in 638'deki Yermuk Zaferinden 460 yil sonra, I. Haçli Seferi sonunda (1099) Kudüs'ü ele geçirip, bir krallik kurmaya muktedir olacaklardi. Vahsî Haçlilar, geçmiste bir benzeri daha görülmemis canavarlik numunelerini gösterime sunmaktan zerrece çekinmemislerdi. Yapilan hunharliklar sirasinda, sehrin su tanklari kana bulanacak kadar sokaklarda 3 gün boyunca oluk oluk kan akmis, mâbetlerde bile yüz binlerce Müslüman acimasizca katledilmis ve pek çok yerde ölüler dev piramitler hâlinde yigilip yakilmisti. Kisacasi, irtikap edilen vahsîlikler, yamyamlari dâhi hicâba sevk edecek ölçüde korkunç ve târifsizdi. Selâhaddin Eyyûbî, aradan 88 yil geçmesine ragmen, Kudüs'ün Haçlilarin tahakkümü altinda bulunmasini bir türlü içine sindirememisti. Islâm'in ilk kiblesi ve Kâinatin Efendisi Hz. Muhammed'in (s.a.v.) Miraç'a yükseldigi mukaddes beldenin, Haçli sultasinda bulunmasini kabullenemiyordu. O kadar ki, Sultan Selâhaddin'in âdetâ bir mecnun gibi dolastigi; yemegi ve uyumayi unuttugu; gülmeyi, zevk ü sefâyi kendine haram ettigi ve Kudüs'ün fethine dek hep çadirda kaldigini tarih hazin bir biçimde kaydetmistir. Bahaüddin b. Seddad, Selâhaddin'deki bu derin hicrani su muhtesem sözlerle sâhikalastirmisti: "O, Kudüs hakkinda o kadar gamli idi ki, onun bu gam ve kederini daglar kaldiramazdi. O, çocugunu kaybetmis bir ana gibi sasirmis kalmisti. Atini bir yerden bir yere kosturup Müslümanlari, Kudüs'ü kurtarmak için cihâda davet ediyordu. Dâimâ hüzünle gözyasi döküyor, göz pinarlari hiç kurumuyordu. Hele Akka'ya baktigi zaman, kendine bir türlü hâkim olamiyor, halkina yapilan zulüm ve iskenceleri hatirlamak istemiyordu. Bogazina bir türlü yemek girmiyordu. O söyle diyordu: "Kudüs ve Mescid-i Aksa, Haçlilarin isgâlinde oldugu müddetçe, ben nasil olur da gülebilirim, sevinebilirim, istedigim gibi rahat yemek yiyebilirim ve hele gözüme uyku girebilir?!" Hittin'deki Büyük Zafer ve III. Haçli Hezîmeti Selâhaddin, Kudüs Haçli Kralligi'na ilk büyük seferini 14 Kasim-9 Aralik 1177'de gerçeklestirmisti. Yaklasik 10 yildir hasretle bekledigi zafer anini, nihâyet 1187'de Hittin'de yakalamisti. Ortaya koydugu muazzam inanç, cesâret ve kahramanlikla Haçlilara hâdlerini bildirmis ve Kudüs üzerindeki heveslerini inkisâra ugratmisti. Hittin'de Haçlilar, Dogu'ya saldirdiklarindan beri ilk defâ bu denli agir bir hezîmete mâruz kalmislardi. Öyle ki, Papa III. Urbanus kahrindan ölmüstü. Sultan Selâhaddin, devletini kisa sürede bölgenin tek hâkim kuvveti durumuna getirmisti. Sultan'in yaninda harplere katilan ve olaylari yaziya döken Imâdeddin, Hittin'in Islâm Tarihi'ndeki önemini söyle belirtmistir: "Haçlilar, Dogu sâhillerine geldiklerinden beridir Müslümanlar, böyle bir zafer kazanmamislardi. Diger hükümdarlarin yapamadigini Allah, Sultan'a nasip etti." 2 Ekim 1187 Cuma günü "Miraç Kandili'nde" kiliç hükmünde emanla Kudüs teslim olmustu. Fethin ardindan Mescid-i Aksa'ya gelen muzaffer Sultan, Haçlilarca tahrip edilen ilk kiblegâhi elleriyle süpürüp gül yagi ile yikamisti. Ilk Cuma Namazi'nda, Zekiyiddin Ali el-Kurasi, fethin emsâlsiz mevkiini su hutbeyle taçlandirmisti: "Allah, kullari arasindan sizi seçmemis olsaydi, bu fazileti kazanamazdiniz. Ne mutlu size! Rasûlullah'in mûcizesi Bedir vak'alari, Hz. Siddik'in idealleri, Hz. Ömer'in fetihleri, Hz. Hâlid'in hücumlari sizinle yeniden gerçeklesti! Allah Nebîsi Muhammed (a.s.) sizi en güzel övgü ile övdü. Düsman içine dalarak gösterdiginiz kahramanligin ecrini verdi. Ona yaklasmak için döktügünüz kanlari kabul etti. Size, mutlu insanlarin karargâhi olan cenneti verdi." Kudüs'ün yeniden Müslümanlara geçmesi, Haçli Alemi'nde öyle bir sok meydana getirmisti ki, hemen Papa'nin çagrisiyla tüm Avrupali Devletler, fevkalâde kalabalik ve kuvvetli yeni bir haçli ordusu düzenlemekten geri kalmamislardi. "Krallar Savasi" olarak da bilinen III. Haçli Seferinin basinda, Alman Imparatoru Frederick Barbarossa, Fransa Krali Philippe Auguste ve Ingiltere Krali meshur Arslan Yürekli Richard'in yani sira, söhretli komutanlar vardi. Bunlardan Alman Imparatoru Barbarossa, Kudüs önlerine gelmeye muvaffak olamadan Silifke Irmaginda bogularak can verecekti. Bir ara iki ordu arasindaki dengesizligi gören Sultan Selâhaddin'in askerleri, çekingenlik göstermislerdi. Selâhaddin ise, su müthis sözlerle azim ve cesâretlerini bilemeye kâdir olmustu: "Mâdem ki ölümden korkuyoruz; niçin evlerimizde oturup çoluk çocugumuzla zevk ve sefâ içinde yasamiyoruz? Bizim vazifemiz düsmanin azligini ve çoklugunu mukâyese etmek degil, onun karsisina çikmaktir!" Netîcede Richard'in öncülügünde sulh istemek zorunda kalan Haçlilar, 1 Eylül 1192'de imzalanan anlasmayi müteakip çekilmislerdi. Selâhaddin, Haçlilari tek basina perisan edip muhtesem bir ders daha vermeye ve hüsranla geri dönmeye mahkûm etmisti. Selâhaddin sahsinda, Müslümanlarin üstünlügünü Haçlilara bir defa daha tasdik ettirmis; Kudüs ve Ortadogu'daki Islâm varligini ortadan kaldirmanin mümkün olmadigini tekrar ispatlamisti. Ebediyete Ibret-nûmâ Irtihâli Selâhaddin Eyyûbî, 1193'te 56 yasinda Sam'da vefat etti. Haçlilari târumar eden Kudüs Fâtihi, ölüm dösegindeyken, emri geregince sehre dagilan münâdiler, mizraga geçirilmis kefenini göstererek su ibret yüklü sözü haykirmislardi: "Ey ahâli!.. Sarkin hâkimi Sultan Selâhaddin ölmek üzeredir. Ahirete ancak su bez parçasini götürebilecektir. Öyleyse, Allah'a kullukta gevseklik göstermeyin!.." Söhreti cihâna mâlolan Islâm Mücâhidi vefat ettiginde, geride mîras olarak biraktiklarinin dünya nâmina hiçbir degeri yoktu. Tüm mal varligi sundan ibâretti: 1 Misir dinari, 36 veya 37 Nasirî dirhemi. Koca Sultan, zühd ve takva içinde kâmil bir hayat sürmüstü. Selâhaddin'in Mürüvveti ve Efsânelesmesi Selâhaddin, fetihlerden sonra gösterdigi müsâmaha, merhamet ve insanlikla, Haçlilari, bidâyette isledikleri vahsetten ötürü utandirmisti. Magluplarin sefâletine gösterdigi mürüvvet ve âlicenaplik her türlü senâya degerdi. Frenkler ve Latinlere, isterlerse 40 gün içinde Kudüs'ü terk etmelerine müsâade etmisti. Esirleri, fidyelerini ödemeleri için fazla zorlamamis; 7 bin zavalliyi toptan 30 bin dinarla âzat etmeye râzi olmustu. Ayrica, 2-3 bin kisiyi hiçbir bedel talep etmeden birakmaktan da kaçinmamisti. Selâhaddin Eyyûbî'nin sergiledigi muhtesem insanlik manzaralari, hasimlari ve Avrupali tarihçiler tarafindan bile takdirle karsilanmisti. Yerli Hiristiyanlar ve Mûsevîler onun idâresini, Frenklerinkine tercih etmislerdi. Yüce Sultan bütün bunlarla, sâdece Islâm Dünyasi'nda degil; Bati Alemi'nde de bir "Selâhaddin Efsânesi"nin dogmasina sebebiyet vermisti. Avrupa'da yayilan efsâneler, onun sövalyelik ruhu, asâleti, adâleti, cesâreti, mertligi ve kudreti etrâfinda yogunlasmisti. 13. ve 14. Yüzyillarda Avrupa'da ondan bahseden pek çok Latince eser yazilmisti. Basta Erakles olmak üzere, fazla sayida tarihçi, onu metheden kitaplar kaleme almislardi. Selâhaddin-i Eyyûbî, Batililarin hâfizasinda engin bir hayranliga degecek kadar yer etmesine karsilik, suur altinda derin bir kâbus uyandiracak kadar unutulmaz bir tesir de birakmistir. Meselâ, Fransiz Generali Garo, 1920'deki Meyselun Savasi'ni müteakip Sam'a girmis ve Sultan Selâhaddin'in kabrini teptikten sonra Ona, Haçli ruhuna tercüman olan su müstehzî sözle seslenerek; Batililar adina sanki Hittin'in öcünü almak ve kabaran öfkeyi bosaltmak istemisti: "Ey Selâhaddin! Haçli Seferi simdi bitti! Iste biz döndük!.." Essiz Sahsiyeti ve Hafizalardaki Yeri Sultan Selâhaddin, yüksek insanî meziyetlere mâlik, iyi huylu, cömert, âdil, kültürlü ve müsâmahakâr bir yapiya sahipti. Türkçe, Arapça, Farsça ve Kürtçe'yi bilen, iyi tahsil görmüs bir hükümdardi. Kur'an-i Kerim ve Ebû Temmam'in Hamase'sini çok mükemmel bir sekilde ezberlemisti. Zamanindaki çesitli âlimlerden hadis ve fikih dersleri almisti. Itikâdî mezhebi Es'arî, ameldeki mezhebi ise Safiî idi. Edebî zevkleri üstün, tarihî mâlumati engindi. Verdigi sözü tutar, insanlarin kendisine güvenini sarsmamaya titizlikle gayret ederdi. Adâlete ehemmiyet verir, gerektiginde kendisi de hâkim karsisina çikmaktan sarf-i nazar etmezdi. Engin tevâzuu, hilmi, hosgörüsü ve cömertligi "Onunla oturan bir sultanla oturdugunun farkina varmaz; bir arkadasiyla oturdugunu sanirdi. Anlayisli, hatalari affeden, dindar, temiz, samîmi bir kimseydi. Kusurlari görmezden gelir, kizmazdi. Mütebessim davranir, yüzünü asmazdi. Bir sey isteyeni, eli bos çevirmezdi." Devrin büyük âlim ve düsünürü Abdüllâtif el Bagdadî'nin, Selâhaddin'i ziyareti münâsebetiyle sarfettigi satirlar ise en az yukaridakiler kadar çarpici: "Huzuruna vardiginizda gözleri heybet, kalpleri muhabbetle dolduran bir hükümdar gördüm. Insanlar Onda, Peygamberlerde görülen meziyetlere benzer seyler görüyorlardi. Iyi-kötü, Müslim-Gayri Müslim herkes tarafindan sevilirdi." Selâhaddin'e Bitmeyen Özlem! Bugün Filistin'de, Selâhaddin gibi bir kurtaricinin çikmasi ve Islâm sancaginin Kudüs semâlarinda yeniden sehbâl açmasi; zâlim Siyonistlerin ve suç ortagi Batililarin hâlâ kâbusudur. Lâkin, Kudüs ve Filistin topraklarinin, istiklâl için Selâhaddin gibi kahramanlara ve liderlere muhtaç oldugu da mutlaktir. O, bu anlamda bir "sembol" ve "timsâl" mevkiindedir. Kudüs, Selâhaddin Eyyûbî'sini hasretle aramakta ve 'Çagin Firavunlarina' dur diyecek o sanli Fâtihinin çikacagi ani büyük bir inkisarla beklemektedir. Bunu, Kenan Seyithanoglu'nun "Kudüs" siirindeki özlem, nedâmet ve serzenis yüklü su efsunkâr ifadeler ne müthis bir sekilde bayraklastiriyor: Her vuslata mehtap olmus beldeye bak! Eyvah! Yaliyor ufkunu bir kanli safak Sabret Kudüs'üm silmek için gözyasini Elbet bir Ömer bir Salâhaddin çikacak. Kaynaklar: 1)Ramazan Sesen, Salahaddin Devrinde Eyyubiler Devleti, Ist.1983, I.Ü.E.F. Yay., s.59-67.; 2)Ramazan Sesen, Salahaddin Eyyubi ve Devlet, Ist.1987, Çag Yay., s.95-200.; 3)Dogustan Günümüze Büyük Islâm Tarihi, c.6, Ist.1989, Çag Yay., s.329-342.; 4)Ah. Djevad, Yabancilara Göre Eski Türkler, Ist.1978, Yagmur Yay., s.108-112.; 5)Necati Kotan, Tarih Fikralari, Ist.1988, M.E.B. Yay., s.80.; 6)Ismail Çolak, Yeni Dünya Düzeninde Osmanliyi Aramak, Ist.2000, Kirkambar Kit., s.37-38.; 7)M. Ismail Çolak, "Barbar Kim?", Tarih ve Medeniyet Dergisi, Mayis 1999, Sayi: 62, s.24-27.; 8)M. Ismail Çolak, "Kudüs'te Selâhaddin Olmak!", Anadolu Gençlik Dergisi, Mayis 2002, Sayi: 28.; 9)M. Ismail Çalik, "Batinin Barbar Yüzü: Haçli Seferleri", Yeni Dünya Dergisi, Subat 2001 Sayisi, s.6-9.; 10)M. Ismail Çalik, "Vahsetin ve Medeniyetin Gerçek Adresleri", Anadolu Gençlik Dergisi, Agustos 2001, Sayi: 19, s.48-51.; 11)Burhan Bozgeyik, Meshurlarin Son Anlari, Ist.1993, s.205.; 12) Ibrahim Refik, Tarih Suuruna Dogru, c.1, Ist.1994, s.111, c.2, Ist.1998, s.43.; 13)Muzaffer Tasyürek, "Selahaddin-i Eyyubi", Semerkand Dergisi, Ekim 1999, Sayi: 10, s.37-38.; 14)Sizinti Dergisi, Aralik 1985, Sayi: 83, s.428-429; Mart 1993, Sayi: 170, s.69.; 15)Zaman Gazetesi, 19 Eylül 1992, s.8. Kaynak: Miço'nun sayfasi |
Roket sisteminin esasi bize aittir ! 27 Temmuz 1612 Cuma günü Istanbul Beylerbeyi semtinde dogan ve 1623 yilinin 10 Eylül Pazar günü tahta çikip 16 sene, 4 ay, 29 günlük bir saltanattan sonra 8/9 Subat 1640 Çarsamba/Persembe gecesi 28 yasinin içinde vefat eden Sultan Dördüncü Murad, saltanati boyunca Revan ve Bagdat Fethi gibi muhtesem zaferler yanisira Istanbul'da iki garip olayi da görmüstür. Bu iki olaydan ilki, dünya havacilik tarihi yönünden mühimdir. Söyle ki: Hezârfen (elinden bir çok is gelen, çok bilen) lákabli Ahmet Çelebi, takindigi iki kanat ile Galata kulesinden Üsküdar'in Dogancilar meydanina kadar basari ile uçmus ve zamanin pâdisahi Dördüncü Murad, Hezârfen Ahmet Çelebi'nin bu marifetini Sarayburnu'nda Sinan Pasa köskünden seyretmistir. Hezârfen Ahmet Çelebi kimdir, bilmiyoruz. 17. asirda böyle bir uçusun gerçeklestiren Ahmet Çelebi'nin Okmeydani'ndaki sekiz dokuz defa uçarak ta'lim ettigini yazan Evliyâ Çelebi hakkinda nedense genis bilgi vermemistir. Kendisine "Hezârfen" lâkabi verildigine göre, Ahmet Çelebi'nin zeki, gayretli, mütesebbis bir kimse oldugu ve bu ucus icin hayli emek sarfettigi anlasilmaktadir. Galata Kulesi damindan Üsküdar'a kadar rüzgar akimini iyi kullanarak ucmayi beceren Ahmet Çelebi'nin bu basarisini Evliyâ Çelebi "Seyahatnâme"'sinde söyle anlatiyor: "Hezârfen Ahmed Çelebi evvelâ Okmeydani minberi üzerinde rüzgârin siddetinde kartal kanatlariyla sekiz dokuz kere havada uçarak ta'lim etmistir. Sonra, Sultan Murad Han Sarayburnunda Sinan Pasa köskünden seyrederken Galata Kulesi'nin tâ tepesinden lodos rüzgâri ile uçarak Üsküdar'da Dogancilar meydanina inmistir." Dünya havacilik tarihi yönünden mühim olan bu uçusu Evliyâ Çelebi böyle anlatmakta ve padisahin Ahmet Çelebi'ye bir kese altin ihsan ederek Cezayir'e gönderdigini, Hezârfen'in orada öldügünü ilâve etmektedir. Bazi kaynaklar da Istanbul'da elçi olarak bulunan Busbegius'in de hatiratinda bu mühim olaydan bahsettigini ve bu elçinin yazdiklarinin Bati'daki çalismalara kaynak oldugu öne sürülmüstür. Hezârfen Ahmet Çelebi'nin Sultan Dördüncü Murad devrindeki uçusunun bu yolda ilk olduguna dair çesitli iddia varsa da, Ahmet Çelebi kanat takinarak uçmak isinde ilk degildir. Ondan evvel Ismail Cevherî adli bir Türk de Nisanbur'da kanat takinarak uçmaya tesebbüs etmis, fakat muvaffak olamamistir. Bu zat, ünlü bir dil bilgini ve hattattir. Tahminen 950 yilllarinda Farab'da dogmus, dayisi "Divânü'l-Edeb" sahibi Ebû Ibrahim Ishak El Farabi'nin yaninda okumus, bilâhare Arapçayi ve Arapçanin bâzi lehçelerini ögrenmek üzere Bagdat'a gitmis, sonra Hicaz'a Suriye'ye geçmis, daha sonra Horasan'a gelerek dil, dilbilgisi ve hatt mevzuunda söhrete ermistir. Siir de yazan bu zatin "Mukaddime" (Giris, baslangiç, M.K.) adinda küçük bir dilbilgisi, aruz ile ilgili "Arûzu'l-Varaka" ve "Sihâhu'l-Arabiye" adli mühim bir lügati vardir. Hatt sanatindaki mahareti ile yazdigi Kur'an-i Kerim'ler ise o devirde her yerde istiyakla aranmistir!... Ismail Cevherî dil bilginligi yanisira uçmaya heves eden ve bu yolda ölen ilk Türk olarak da ünlüdür. Kuslari inceleyen, kanat genisliklerini tesbit eden, ancak fen adami olmadigindan bunlari iyi hesaplayamayan Ismail Cevherî 1010 yilinda kapi gibi iki büyük sathi vücuduna baglayip Nisanbur'da Eskicami minaresinden bir rivayete göre de evinin damindan kendisini bosluga birakmis ve hizla yere düsüp ölmüstür. Hezârfen Ahmet Çelebi bu kanat takinarak uçmak isini Ismail Cevherîi'den sonra ikinci defa tecrübe eden ve basariya ulasan kimsedir. *** Yine Sultan Dördüncü Murad devrinde vukuu bulan ikinci garib olay ise, Lâgarî veya Lâgri Hasan Çelebi ismindeki zatin yedi kollu bir fisege binip bunu atesleyerek göge yükselmesi ve fisekdeki barut bitince kollarindaki kanatlari açip süzülerek yere inmesidir!... Bu uçus da basari ile neticelenmis ve Lâgarî - Lâgri Hasan Çelebi'nin bu basarisi roket sisteminin esasi sayilmistir!.. Okuyalim bu zatin macerasini yine Evliyâ Çelebi'nin "Seyahatnâme"'sinden: "-Murad Hân'in Kaya Sultan adli kizi, dogdugu gece akika senligi oldu. Lâgri Hasan Çelebi, elli okka barut macunundan yedi kollu bir fisek icad etti. Sarayburnu'nda Hünkâr huzurunda fisege bindi. Talebeleri fitili ateslediler. Lâgri: "Padisahim seni Allah'a ismarladim" diyerek ve dualar ederek göklere çikti. Yaninda bulunan fisekleri atesleyip denizin yüzünü ayinlatti. Gökkubbede büyük fisegin barutu kalmayip da yere dogru inerken, ellerinde olan kartal kanatlarini açip Sinan Pasa köskü önünde denize indi. Kendisine bir kese akça ihsan olunup, yetmis akça ile Sipahi yzildi. Sonra Kirim'da Selâmet Giray Hân'a gidip orada vefat eyledi. Rahmetli yakin dostumuzdu. Allah rahmet eyleye." Baskalarinin türlü efsaneyi evlâdlarina tarih diye okuttugu devrimizde biz geçmisin bu basarilarindan neden korkariz bilinmez!... 1955'de yurdumuza gelen Amerikan Hava Kuvvetleri Kurmay Baskanligi Ilmî Istisare Kurulu üyesi ve NATO Arastirma Grubu Baskani Prof. Theodor Karman, Istanbul'da Teknik Üniversite salonunda verdigi konferansta, roket sistemini ilk defa 17. asirda bizim kullandigimizi söyler ve eski eserlerden projeksiyonla naklettigi resimlerle bunu izah ederken, biz bu gerçeklere neden sahip çikmayiz anlasilmaz ! Tipki ilk havan topunu Bizans'i fethimizde kullanildigini, Haliç Tersânesi'nde yapilip halen Dolmabahçe Sarayi'nda bulunan ve hâlâ çalisan saatleri ve daha neleri neleri baskalarina duyuramadigimiz gibi, Hezârfen Ahmet Çelebi'nin 17. asirda gerçeklestirdigi basarili uçusu ve Lâgari-Lâgri Hasan Çelebi'nin bugunkü roketlere esas olan ayni yüzyildaki "Roket uçusu"'nun tarih sayfalarinda gömülüp kaldigi gibi!.. Mustafa Müftüoglu Milli Görüs-und Perspektive, 11/1996 |
HAÇLI SEFERLERI -------------------------------------------------------------------------------- Islâm düsmani papalarin Kudüs'ü müslümanlari hakimiyetinden kurtarmak ve müslümanlari Anadolu ve Avrupa'dan atmak gayesiyle baslattiklari seferlere verilen âd. Islâmiyetin hristiyanligin aksine büyük bir süratle yayIlmasi, müslümanlarin Suriye, Filistin ve Anadolu'ya hakim olarak Iznik'in baskent oldugu yeni bir devleti kurmalari, hristiyan aleminin dini lideri papayi ve hristiyanligin hâmîsi olarak kabul edilen Bizans Imparatorunu ciddi bir sekilde endiselendiriyordu. Bu yüzden hem Islâmiyetin yayilisini durdurmak hem de sosyal ve ekonomik sIkinti içinde olan Avrupa'yi bu durumdan kurtarmak için Bati Avrupa'da Vatikan kilisesinin önderliginde yogun bir faaliyet baslatildi. Papa II. Urbanus Hz. Isa'nin dogum yeri olan Kudüs'ün ve kutsal saydiklari makamlarin müslümanlar tarafindan kirletildigini, Kudüs'e giden hristiyan haci adaylarina zulüm ve iskence yapildigini öne sürerek böyle mukaddes bir beldenin müslümanlarin baskisindan kurtarIlmasi için bütün hristiyanlarin canla basla seferber olmalari gerektigini söyleyerek halki sefere katIlmalari için tahrik ediyordu. Halbuki uzun süredir bu kutsal topraklar hristiyan haci adaylari tarafindan ziyaret ediliyor, bu konuda onlara engel olunmak söyle dursun yardim bile ediliyordu. Filistin'de kendilerine ayrIlmis hastaneleri, kilise ve manastirlari hatta kütüphaneleri bile vardi. Öte yandan Bati Avrupa'da halkin içine düsmüs oldugu ekonomik kriz ve sIkintidan da ancak dogunun baharat yollarinin ele geçirIlmesiyle kurtulabilecegi söylenerek halk bu sefere katIlmaya tesvik ediliyordu. Bütün bu gayelerin gerçeklesmesi de ancak hristiyan aleminin yek vücut halinde hareket etmesiyle mümkün olabilirdi. Birinci Haçli Seferi: Papa II. Urbanus 18-28 Kasim 1095 tarihleri arasinda bütün Bati Avrupa'nin ileri gelen din adamlarinin katildigi bir toplantida bu büyük harekâta süratle hazirlanmalari gerektigini hatirlattiktan sonra Ilk büyük haçli kafilesinin harekete geçmesini temin etmistir. Ertesi yil yani 1096'da Pierre L'Ermitte adli bir kesisin idaresinde heyecanli fakat disiplinsiz bir haçli kitlesi düzensiz bir vaziyette Belgrat, Nis, Sofya, Filibe ve Edirne yoluyla Istanbul'a gelmis ve 6 Agustos 1096'da Bizans Imparatoru Alexios Kommenos tarafindan Anadolu yakasina geçirIlmistir. Savas disiplininden uzak bu haçli kitlesi Eylül 1096'da Anadolu Selçuklu Sultani I. Kiliç Arslan tarafindan bozguna ugratIlmistir. Bu haçli sürülerinin Kiliç Arslan tarafindan imha edIlmesi üzerine Avrupa'da prensler, dükler ve zirhli askerlerden olusturulan ordularla yeni bir hareket baslatIlmistir. Birincinin aksine tam bir disiplin içinde bulunan bu ordular savas kabiliyeti yüksek sövalyelerden olusuyordu. Meshur kontlarin idaresinde dört kol halinde harekete geçen yeni haçli kuvvetleri 1097'de yine Imparator Alexios tarafindan Anadolu'ya geçirildi. Mayis 1097'de Iznik'i kusatan Haçlilar müstahkem surlarla çevrili sehri sIkistirmaya basladilar. Anadolu Selçuklu Sultani Kiliç Arslan bu sirada Malatya'da bulunuyordu. Üstün haçli kuvvetleri karsisinda basarili olamayacaklarini anlayan müslüman askerler sehri Bizans kumandani Butumites'e teslim etmek üzere müzakerelere basladiklari sirada Kiliç Arslan gelince teslimden vazgeçerek haçlilarla kanli bir mücadeleye girdiler. Selçuklu sultani I. Kiliç Arslan ordusunu Iznik hIsari önündeki ovada savasa soktu. Çok çetin geçen bu çarpismalar sirasinda her Iki tarafin da agir kayiplari oldu. Sonunda Kiliç Arslan Iznik'i kendi mukadderatina birakarak haçlilari daglik bölgelerde ve geçitlerde sIkistirmak gayesi ile geri çekildi. Haçlilar siddetli hücumlar sonunda Iznik'i ele geçirerek Bizans'a teslim ettiler. (19 Haziran 1097). Kiliç Arslan böylece yalniz baskentin degil oradaki asker ve hazinelerini de kaybederken haçli kuvvetleri de Eskisehir istikametinde ileri harekâta devam ettiler. 30 Haziran 1097'de Eskisehir ovasinda Haçlilari tekrar sIkistiran Kiliç Arslan arkadan yetisen zirhli birlikler karsisinda geri çekIlmek zorunda kaldi. Anadolu içlerine çekilirken de muhtelif yörelerdeki Türk birliklerini kendisine katIlmaya çagirdi. Bu arada Danismend Gazi ve Kayseri bölgesi emiri Hasan ile ittifak yapti. Haçlilar Eskisehir ovasinda birkaç gün dinlendikten sonra Bizanslilarin tavsiyesine uyarak Konya'ya dogru yola çiktilar. Türk birlikler zaman zaman yaptiklari baskinlarla Haçlilara agir kayiplar verdirdiler. Hâçlilar Agustos ortalarinda Konya'ya varip Meram'da bir süre dinlendikten sonra Eregli'ye hareket ettiler. Kiliç Arslan bu sirada tekrar haçlilarin karsisina çikti fakat savasa girmeye cesaret edemedi. Haçlilar Eregli de Iki kola ayrildilar. Bir kismi Kilikya istikametinde yola devam ederken büyük bir bölümü de Kayseri'ye yöneldi. Emir Hasan yol boyunca Haçlilarla kahramanca savastiysa da müslümanlarin Kayseri'yi bosaltmalarina engel olamadi. Haçlilar Kayseri'yi geçip Göksün ve Maras yoluyla Antakya'ya dogru ilerlediler. Ana Haçli ordusu Konya Eregli'sine vardigi sirada Kilikya'ya giden Baudouin de Boulogne, Maras'ta birlesik haçli ordusuna katIlmis ve daha sonra Antakya istikametinde ilerleyen ordudan tekrar ayrilarak Urfa bölgesine gitmistir. Telbâsir'de bulundugu sirada kendisine yapilan davet üzerine Urfa'ya hareket etmis ve 10 Mart 1098'de Urfa Haçli Kontlugu'nu kurmustur. Antakya'ya varan haçli kuvvetleri ise burçlardan birini korumakla görevli Ermeni asilli Firûz ile anlasarak 3 Haziran 1098'de sehri isgal etmisler ve burada Antakya prensligini, kurmuslardir. Haçlilarin Suriye bölgesine inmeleri ve müslümanlarin mallarina ve canlarina kastetmeleri sebebiyle beliren hosnutsuzluk üzerine halife Mustazhir Sultan Berkyaruk'a bir elçi gönderdi ve ordularinin gücü kuvveti artmadan haçlilara karsi cihad için gerekli hazirliklarda bulunmasini Istedi. Berkyaruk da askerlerine "Amîdu'd Devle ile birlikte cihada çikmalarini emretti (491/1097-1098). Hille Arap emîri Sadaka da ayni maksatla harekete geçti ve öncü birliklerini Enbar'a gönderdi. Fakat haçlilarin çok büyük bir orduya sahip oldugu duyulunca müslümanlarin cesareti kirildi. Bu durum Franklarin Suriye'de iyice yerlesmeleri ve daha ileri bir harekâta devam ederek Kudüs'ü isgal etmeleriyle neticelenecektir. Kudüs, Tâcu'd-Devle Tutus'un hâkimiyetinde idi. Bilâhere Artuk oglu Sokman'a ikta' etmisti. Haçlilarin Antak ya'yi isgalini ve bütün müslümanlari kiliçtan geçirmelerini firsat bilen Fâtimîler Efdal b. Bedru'l-Cemâlî'nin komutasinda gönderdikleri ordu ile Kudüs'ü muhasara ettiler ve manciniklarla tas yagmuruna tuttular. Sehri kirk gün koruyan Artukoglu 0l-Gazi ve Sokman sonunda Kudüs'ü onlara teslim etmek zorunda kaldilar. Haçlilar Antakya'dan sonra asil hedefleri olan ve Fâtimî emîri 0ftihâru'd devle tarafindan idare edilen Kudüs'e yöneldiler. Aç ve per Isan bir halde olan bu kutsal sehri günlerce muhasara ettiler. Nihayet 15 Temmuz 1099 tarihinde ele geçirdiler. Bir kisim müslümanlar Mihrab-i Davud'a siginip 3 gün mücadele verdiler, fakat daha sonra eman ile teslim olmak zorunda kaldilar. Franklar Mescid-i Aksâ'da yetmis bin müslümani kiliçtan geçirdiler. Altin ve gümüs kandillere, sayisiz denecek kadar degerli esyaya sahip oldular. Böylece hedeflerine ulasan haçlilar Kudüs'te Lâtin Devleti'nin Ilk kralligini kurdular. Bu müslüman katliami karsisinda Kadi Ebu Sa'd el-Herevî baskanliginda Suriye'den gelen heyet müslümanlarin acikli vaziyetlerini gözler önüne serip yardim diledi. Halife gözleri yasartan ve gönülleri ürperten bu durum karsisinda Kadi Ebu Muhammed ed-Damagânî, Ebu Bekr es-Sasî, Ebu'l-Kasim ez-Zencânî, Ebu'l-Vefâ b. Ukayl, Ebû Sa'd el-Hulvânî, Ebu'l-Hüseyn b. Semmâk'i emirleri ve mü'minleri cihada tesvik etsinler diye gönderdi ise de çogu yaslilik ve hastaligim bahane etti. Bunlardan Ebu'l-Vefâ, Ebû Sa'd el-Hulvânî ve Ebu'l-Hüseyn Hulvân'a geldiklerinde Sultan Berkyaruk'un veziri Mecdu'l-Mülk'ün katledildigini duyup geri döndüler. Böylece bu hayirli tesebbüsten de hiç bir sey elde edilemedi. Sultan Berkyaruk ve digerleri taht kavgalarindan firsat bulup da bu konularla ilgilenemediler. Hz. Ömer'in Kudüs'ü fethettigi zaman hristiyan halka can ve mal emniyeti, din ve vicdan hürriyeti tanidigini ve onlara nasil Islâmî ve Insanî bir muamelede bulundugunu bilenlerin onun bu âlicenap hareketiyle hristiyanlarin Kudüs'ü isgal ettikleri zaman sergiledikleri vahsice davranislari birbirleriyle mukayese ederek Hz. Ömer'in bu asilce davranisi karsisinda saygi ile egIlmeleri gerekir. Ama bu gibi olaylar Islâm'in ve müslümanlarin merhametli davranislari ile Islâm düsmanlarinin gaddarca tavirlarinin karsilastirmak arasinda son derece önemlidir. Ikinci Haçli Seferi: Atabeg 0m adeddin Zengi'nin 1144'te Urfa'yi fethi bütün Avrupa'da çok büyük yanki uyandirdi. Islâm dünyasinin bagrina bir kama gibi saplanan Urfa Haçli Kontlugu'nun yIkilmasi ve Urfa'nin tekrar Islâm topraklarina katIlmasi müslümanlari büyük bir sevince bogarken hristiyanlari da ayni sekilde üzüntüye sevketti. Urfa'yi üs olarak kullanip el-Cezire ve Suriye'deki müslüman halka zulüm ve iskence eden hristiyanlar Aziz Bernard'in tesvikleri ve Papa III. Eugenius'un 1145 tarihli fermaniyla yeni bir haçli seferi için hazirliklara basladilar. Papanin çagrisi üzerine Fransa krali VII. Louis ile Alman Imparatoru III. Konrad bu sefere katIlmaya karar verdiler ve 1147'de ayri ayri hareket ettiler. Konrad Dorylaion yakinlarinda Anadolu Selçuklu sultani I. Mesud'a maglup olarak sIkinti içinde yoluna devam etti. Kral Louis de Antakya üzerinden Kudüs'e hareketle burada Konrad ile bulustu. Iki haçli lideri Sam'a sardirmaya karar verip 50.000 kisilik büyük bir orduyla harekete geçtiler. Sam âtabegi Emir Üner, Musul atabegi Nureddin Zengi'den yardim Istedi. Bir müddet Sam'i kusatan haçlilar hiç bir basari elde edemeden geri döndüler. Böylece Ikinci haçli seferi hedefine ulasamadan sona erdi (1148). Üçüncü Haçli Seferi: Büyük Islâm mücahidi Salâhaddîn-i Eyyûbî'nin Misir'da hâkimiyeti ele geçirerek Fâtimi devletine son vermesi haçlilar için de agir bir darbe olmustu. Salahaddin 1187'de Hittin'de kral Guy de Lussignan'i maglup etmis ve Gerçek Haç'i ele geçirmisti. Haçlilar Islâm dünyasina geldikleri tarihten beri böyle agir bir darbeye maruz kalmamislardi. Salâhaddin-i Eyyubî bu savasta Kudüs haçli kralligina bagli kuvvetlerin büyük bir kismini imha etmis oldugu için ciddi bir mukavemetle karsilasmadan Taberiyye, Nâsira, Nablus, Akkâ, Hayfa, Sayda, Cübeyl ve Beyrut'u, 4 Eylül 1187'de de Askalan'i zaptetti. 20 Eylül 1187'de Kudüs'ü muhasara etmeye basladi ve 2 Ekim 1187 Cuma günü (27 Receb 583) Mirac gecesinde fethetti. Bu zafer Islâm âlemini hakli olarak büyük bir sevince bogdu. Salahaddin-i Eyyubî de tipki Hz. Ömer gibi esir alinan hristiyan ahaliye sefkat ve merhametle muamele etti. Sehirdeki haçlilar fidye ödeyerek kurtuldular. Fakirlerden hiçbir fidye alinmadan diledikleri yere gönderildi. Kadinlara, çocuklara ve hristiyan din adamlarina her türlü kolaylik gösterildi. Iste Seksen sekiz yil önce Kudüs'e giren haçli zalimlerinin davranisi ile Selahaddini Eyyûbî'nin davranislari arasindaki fark Iki ümmet arasindaki farktir. Kudüs'ün fethi ve Haçli hakimiyetindeki bir çok sehrin müslümanlarin eline geçmesi Avrupa'da tepkiyle karsilandi ve Papa VII. Gregorius'un çagrisiyla Kudüs'ü kurtarmak amaciyla yeni bir sefer için hazirliklara baslandi. Çagriya Ilk katilan Sicilya krali Guglielmo 1189'da baslatilan sefere katilamadan öldü. Papaligin tahrIkiyle Alman Imparatoru Friedrich Barbarossa, Fransa krali Phlippe Auguste ve Ingiltere krali Arslan Yürekli Richard ile Italyan sehir devletleri de gemileriyle bu sefere katildilar. Haçlilar bu seferde sahip olduklari muazzam donanma sayesinde Selahaddin'e karsi uzun süre mukavemet edebildiler. Kral Philippe ile Richard 1191'de Akkâ önlerinde bulusup sehri muhasara ettiler. Haçlilar karsisinda tutunamayan Akka emiri teslim oldu (1191). Bu arada kral Richard ile anlayasamayan Philippe ülkesine döndü. 1192'de Yafa ile Sur arasindaki sahil seridi Franklara birakilarak 3 yil 8 aylik bir anlasma imzalandi. Üçüncü Haçli seferinde haçlilarin yegane kazanci Kibris'i elegeçirmeleriydi. Haçlilar daha sonra burayi önemli bir üs olarak kullandilar. Dördüncü Haçli Seferi Dördüncü haçli seferinin amacindan saptirildigini gören Papa bu düsüncenin bütün Hristiyan alemine yayIlmasindan korkarak yeni bir sefer için kollari sivadi. Halk arasinda haçli seferlerine katIlma arzusu bütün siddetiyle devam ediyordu. 1212 yilinda binlerce çocuk ayni düsüncelerle sefere katIlmisti. Bunun üzerine Papa III. Innocentius 1215 tarihinde yeni bir sefer için çagrida bulundu. Kutsal Roma Germen Imparatoru II. Friedrich de bu sefere katIlmaya söz vermisti ancak daha sonra ülkesinde kalmasi uygun bulundu. Papa'nin bu seferi gerçeklestirebIlmesi için önemli miktarda paraya ihtiyaci vardi. Venedik ve Cenova'ya müracaat ederek yardim Istedi. Onlar ancak Misir'a bir sefer düzenlenirse para yardiminda bulunacaklarini söylediler. Maksat dini olmaktan çok ticârî bir hüviyet kazanmisti. Uzak Dogu'ya giden ticaret yolunun Misir ve Kizil Deniz'den geçmesi sebebiyle bu yöreye hâkim olmak istiyorlardi. 1218'de Kudüs kralliginin yasal varisi Jean de Brienne önderliginde yola çiktilar. 1219'de Dimyat'i isgal ettiler. Bir Fransiz birligi de Anadolu istikametinde yola koyuldu. Eyyûbiler endiseye kapilarak Kudüs'ü teslim etmeye razi olduklarin bildirdi ve baris talebinde bulundular. Fakat papalik elçisi buna yanasmadi ve 1221 Temmuzunda Kahire'ye dogru hareket etti, fakat Nil'i geçemedi. Eyyubî hükümdari el-Melikü'l-Kâmil haçlilari Dimyat'tan uzaklastirmayi basardi. Neticede haçlilar daha kötü sartlarda bir anlasmayla razi oldular (1221). Bu sefer papaligin önderliginde düzenlenen son haçli seferi oldu. Altinci Haçli Seferi: Bu haçli seferi karakter bakimindan digerlerinden farkliydi. Papa, III. Honorius Kutsal Roma Germen Imparatoru II. Friedrich'i Kudüs'ü elegeçirerek orada krallik tacini giymeye tesvik etti. 1227 yilinda sefere çIkilmak üzereyken salgin bir hastalik yüzünden bundan vazgeçildi ve geri dönüldü. Yeni Papa IX. Gregorius Imparatorun hastaligi bahane ederek geri dönmesinden hoslanmadi ve onu aforoz etti. Bunun üzerine II. Friedrich papaliktan ayri olarak kendi basina Misir'a hareket etti. Eyyûbi hükümdari dahili mücadeleler yüzünden haçlilarla ciddi olarak mücadele edemedi. II. Friedrich ile anlasarak Kudüs, Nâsira ve Beytüllahm'i haçlilara teslim etti (1229). el-Melikü'l-Kâmil'in bu davranisi Islâm alemini üzüntüye bogdu. Salâhaddin-i Eyyûbi'nin binlerce sehit vererek fethettigi bu mukaddes beldeyi onlara teslim etmesi ihanet olarak kabul edildi. Nihayet el-Melikü's-Salih devrinde sehir yeniden müslümanlar eline geçti (1246). Yedinci Haçli Seferi: Fransa krali IX. Louis yeni bir sefer arzusundaydi. Papa IV. Innocentius da onu destekledi ve 1245'te hristiyan lara yeni bir çagrida bulundu. Kral Louis Fransiz ve 0ngilizlerden olusan bir orduyla yola çikti (1248). Eylül ayinda Kibris'i alip Misir'a dogru yola çikti. 1249'da Dimyat'i zaptettiler. Robert de Artois adli haçli kumandani Mansûra'ya bir sefer düzenlediyse de yenilip geri çekildi. Daha sonra bizzat Kral Louis Kahire üzeri ne yürüdü fakat Islâm ordusuna yenilerek Turansah'a esir düstüyse de serbest birakildi. Sekizinci Haçli Seferi: Mogollari Aynicâlut'ta agir bir bozguna ugrattiktan sonra Kutuz'u öldürerek tahta geçen Baybars Haçlilara karsi yogun bir kampanya baslatti. 1265'te Kaysâriyye, Hayfa ve Arsuf'u, ertesi yil Galilea'yi, 1268'de Antakya'yi ele geçirdi ve 1271'de Haspitalier sövalyelerinin karargâhini zaptetti. Bu gelismeler Avrupa'da büyük yanki uyandirdi. IX. Louis yeni bir sefer için hazirliga basladi ve 1270'de Tunus'u isgal etmek gayesiyle harekete geçti. Onun yolda ölümü üzerine Prens Edward kumandasindaki haçlilar basari saglayamadilar. 1289'da Trablussam, 1291'de de haçlilarin son kalesi Akkâ düstü. Papa IV. Nicholaus ve halefleri dogudaki hristiyanlara yardimci olmak amaciyla tesebbüse geçtilerse de sonuç alamadilar. Fransa ile Ingiltere aralarindaki çekismeler yüzünden bu hareketi yeterince destekleyemediler. Üstelik Avrupa ekonomik açidan da giderek zayif düsmüstü. Haçli seferleri daha sonraki asirlarda devam etmekle beraber bunlarin gayesi artik kutsal topraklari elegeçirmek degil Avrupa'daki Osmanli ilerleyisini durdurmakti. Osmanlilarin Balkanlara girip Bulgaristan'i ve Sirbistan'in bir kismini ele geçirmesi üzerine bütün Avrupa Hristiyan dünyasi hazirladigi birlesik ordularla Osmanlilar üzerine saldiriya geçtiler. Kurulan Balkan ittifakiyla Bulgarlar, Sirplar, Macarlar, Arnavutlar ve Ulahlar Kosova'da müslümanlara saldirdilarsa da büyük kayiplar vererek geri çekildiler. Fakat birkaç yil sonra Balkan ittifâkina katilan milletlere ek olarak Fransiz, Italy an ve 0ngilizlerin de yer aldigi büyük bir Haçli ordusu daha harekete geçip Balkanlarda müslümanlara saldirdi. Nigbolu'da meydana gelen s avasta Haçlilar büyük bir bozguna ugratildilar. Günümüze kadar devam eden Batililarin saldirilari I. Dünya savasinda Osmanliyi yikarak daha sonralari Kuzey Afrika ve Ortadogu'yu istila edip birçok küçük devletçikler kurarak emperyalist bir ruhla sömürmeye baslamislardir. Bütün bunlar yetmiyormus gibi Islâm dünyasinin merkezinde mukaddes Kudüs çevresinde Yahudi devletini kurmakla veya bu devletin kurulmasi için en büyük yardimi saglamakla haçli zihniyetlerini bir kez daha ortaya koydular. Filistin, Kesmir ve Afganistan'in isgali Kibris konusundaki tutumlari haçli zihniyetinin bir devami olarak yasanirligini sürdürmektedir. Abdülkerim ÖZAYDIN |
Önceden verilen haberler Muhyiddin-i Arabi, Osmanli Devleti'nin kurulusundan bir asir önce yasamis olmasina ragmen, Edirne kütüphanesinde bulunan ve Efrani tarafindan tercümesi yapilmis olan "Seceretü'n-Nu'mâniyye" adli eserinde, Osmanli devrinde zuhur edecek pek cok hâdiseyi aynen haber vermistir. Osmanli Devleti'nin kurulusundan ve Sam'la Misir'in fethinden Yavuz Selim'in Sam'a girmesiyle kendi kabrinin ortaya cikarilacigina kadar bir düzine hadiseden rümuzlu bir sekilde bahseder. Yine ayni eserde, Hafiz Pasa'nin dokuz ay muhasara etmesine ragmen Bagdat'i alamiyacagi ve fethin 40 gün icinde Dördüncü Murad'a müyesser olacagi anlatilir. Dünyaya gelmesinden asirlar önce, Sultan Abdülaziz'in katledilecegini haber verir. Muhyiddin bin Arabi, bu eserinde Rus-Japon savasindan söz ettigi gibi, müslümanlarin düsmanlariyla muharebe edeceklerinden ve neticede galip geleceklerinden de bahseder. Türkler hakkinda da " Türkler icin muzaffariyat ve saadet var " der Bitlisli Mustafa Müstak Dede, Divan'inda Ankara'nin bassehir olacagini 70 sene evvelinden haber vermisti. Siirinin misra sonlarina düsürdügü harfler, Osmanlica olarak yanyana dizildiginde -elif, nun, kaf, ri, he- Ankara'yi gösterdigi gibi, bu hadisenin savaslar neticesi gerceklesecegini ve Haci Bayram'dan bahisle de, Ankar'nin bassehir olacagini gayet acik bir sekilde ifade etmektedir. Mevlânâ, yedi yüz ( 700 !, M.K. ) yil evvel, " çok küçük canlilar görüyorum; agizlari var ve yiyorlar " diyerek mikrop veya bakterilere isaret ediyordu. Kaynak: ZAMAN Gazetesi Namaz vakitleri takvimi, 10.06.1996 |
Muhyiddin-i Arabi ( Ispanya, 1165 - Sâm, 1240 ) Islam mütefekkir ve mutasavvifi 8 yasinda Isbiliye'ye (Sevilla) gelerek mükemmel ve üstü bir tahsil yapti. 29 yasinda Tunus'a geldi. Fas'ta yasadi. Tunus'tan, Misir'a, Filistin'e ve Hicaz'a gitti, hacc etti. 1204'te Konya'ya geldi ve Selcuklu Sultan I. Keyhüsrev tarafindan büyük saygiyla karsilandi. Müstakbel Sultan Keykavus'a hoca oldu. 1230'da Anadolu'yu birakarak Sam'a yerlesti. Orada 75 yasinda vefat etti. Türbesinin bugünkü seklini 1516'da Yavuz Sultan seilm yaptirdi. Mâliki olan Muhyiddin-i Arâbi, vahdet-i vücud inancinin mutlak kurucusu ve savunucusu olarak Islam ve Türk tasvvufuna en derinden te'sir etti. Genc cagdasi Mevlânâ üzerinde de büyük te'siri vardir. Muhyiddin Arabi Hazretleri eserleri hakkinda demistir ki: " Benim bu kitaplari meydan getirmekten muradim, bircoklari gibi sadece eser telif etmek degil. Eserlerden büyük bir kisminin telifi icin Hak tarafindan emir aldim ". Kendisi, Füsus'ul Hikem isimli eserini, rüyasinda Efendimiz (sav)'den aldigi isaret üzerine yazmistir. Yine Ibn-i Arabi, "bizi tanimayan eserlerimizi okumasin " demistir. |
Ibn Teymiye üzerine bir degini Geçmise yönelik ilim ve düsünce adamlarindan en fazla tenkit edilenlerden biri de Ibn Teymiye’dir. Hatta ülkemizde son çeyrek asirda bazi sahislara “Ibni Teymiyeci” seklindeki bazi isnadlari bildigim için açikçasi Ibn Teymiye’ye dair okumalarimi ve tuttugum notlari okuyucularla paylasmada oldukça yavas ve ürkek davrandigimi söyleyebilirim. Fakat Ibn Teymiye ismi üzerindeki spekülasyonlarin çoklugu kanatimce onun iyi taninmamasindan kaynaklanmaktadir. Çünkü kimileri onu yenilenme karsiti olarak görür, kimileri ise, onu en önemli yenilikçi olarak görür. Bu tuhaf, tuhaf oldugu kadar da çelisik ile yaklasimar bir yana, Ibn Teymiye, hakikatte bidatlara, asiriliga ve dine sokulan hurafelere karsi açikça cephe alan bir bilgedir. Nitekim Islâm dünyasinin Haçli Savaslarina maruz kaldigi, Islâm’in asli temellerinden uzaklastirilmaya, asabiyetler ve taassuplarla örülmeye çalisildigi bir dönemde Ibn Teymiye, Islâm dünyasindaki sapmalara karsi çikmis, Islâmin aslî kaynaklara dönüsünün zarurî oldugunu savunmustur. Özellikle de, bid’at saydigi yenilesmeden uzak kaldigi da bir gerçektir. Koyu bir selefi ve Hanbeli görüsü benimseyen “Ibn Teymiye hakkinda söylenebileceklerin en azi, onun ilim ve eylem, düsünce ve kiliç adami oldugudur. Adi, düsünce ve eylem olarak cihadla taninmistir. Pratik hayatini, gerçek Islâm’in bayragini yükseltme ve bid’atler ile sapikliga direnme ugrunda cihada adamistir... Öte yandan, Ibn Teymiye, dünyadan el etek çekmis idealist bir düsünür degildir. Kilici almis ve savas alaninda cihada katilmistir. Mogollar’a karsi cihada, mülhid (ateist) ve bozgunculara karsi cihada... (1).” Kisacasi, O, kilicini ve kalemini birlikte kullanmis, Islâmi ödünsüz bir sekilde savunmus ve bu ugurda çesitli zorbaliklara, zulümlere katlanmistir. Dimask kalesi hapishanesinde iki yillik bir tutukluluktan sonra vefat etmesi de onun inancindan, imanindan, düsüncesinden taviz vermediginin somut bir isaretidir. Ibn Teymiye’nin pekçok eserinin yaninda en meshur olani ise, siyasetnâme türünün en önemli örneklerinden birisi olan “es-Siyasetu’s-ser’iyye fi islahi’r-râ’i ve’r-ra’iyye” adli eseridir. Bu eserinde Ibn Teymiye, “Islâm hukukun anayasa, idare, maliye ve ceza hukuku gibi kamu hukukunun alt dallarina ait bazi konulari da ele alir; hatta bu yüzden eseri Fransizca’ya çeviren H.Laoust tercümesine “Ibn Teymiye’ye göre kamu hukuku” adini vermistir. Söz konusu eser yetkin bir akademisyen olan Vecdi Akyüz tarafindan dilimize kazandirilmistir. Ibn Teymiye’nin siyasete iliskin eserinde benim en dikkatimi çeken “görev istenmez, verilir” anlayisinin islendigi ilk bölümdür. “Emanetler” basligini tasiyan bu ilk bölümden asagidaki satirlari iktibas ediyorum: “Hz. Peygamber (s.a) söyle buyurur. “Kim müslümanlarin isini üstlenir de, daha ehil olani varken baskasina bir is verirse, Allah ve Peygamberine hainlik etmis olur”. Bir baska rivayette “kim, içlerinde taklid (tayin) edeceginden daha çok halkin sevgisini kazanmis biri bulundugunu bilerek, bir topluluga emir tayin ederse, Allah’a, Peygamberine ve müminlere hainlik etmis olur” buyurur... “Hz. Ömer (r.a) “Kim müslümanlarin herhangi bir isini üstlenir, sonra da, aralarindaki dostluk ve yakinlik dolayisiyla birine is verirse, Allah’a, Peygamberine ve Müslümanlara hainlik etmis olur.” demektedir. “Veliyyu’l-emr’in, ilmî, askerî, mülkî siniftaki ve diger hükümet islerindeki valileri, hakimleri, ordu komutanlarini, küçük-büyük askeri birlik komutanlarini, hazine vazifelileri, katipler, mühürdarlar, harac, sadaka ve müslümanlarin diger mallariyla ilgili memurlarin üstlendikleri ise en ehil olanini arastirmasi ve tespit etmesi gerekir. Tayin edilen bu memurlarin da, bu islerin her birine en ehil olani getirmesi ve kullanmasi gereklidir... (2)” Ibn Teymiye, nakli esas alan, akla ise buna göre yer ayiran bir düsünürdür. Nitekim, “Siyaset” adli eserinde de kaynaklara; yani âyet, hadis ve ilk Müslümanlarin tatbikatini esas alan bir idare tarzinin esaslarini çizmeye çalisir.” Ben, Ibn Teymiye ile ilgili bu kisa deginiyi burada noktalarken, onun “Siyaset/es-Siyasetü’s-Serriyye” adli eserini okuyucu dostlara tavsiye ediyorum. Dipnot: (1) Huriye Tevfik Mücahid, Fârâbi’den Abduh’a Siyasi Düsünce, (Çev. Vecdi Akyüz) Iz Yayincilik, Istanbul 1995, s. 165. (2) Ibn Teymiye, Siyaset/es-Siyasetü’s-Seriyye, (Çev. Vecdi Akyüz), Dergah Yayinlari, Istanbul 1985, s. 37-38. Kaynak: Milli gazete, 25.04.2000 |
Murabitun Hareketi ve Murabitlar Devleti (1056 – 1147 m.) Mehmet FATSA Giris: Selman-i Farisi'nin, Iran'in kültür tarihinde temsil ettigi misyon gibi Bilal-i Habesi adinin da Afrika'nin siyasi tarihinde simgesel bir anlami vardir. Bu nedenle Islam ordularini komuta edenlerin, kitayi "Bilalilestirmek" gibi bir amaçlarinin daima oldugunu söylemek yanlis degildir. Afrika'nin siyah tenli insanlarini gören her bilinçli müslüman Hz. Bilal gibi bir sahsiyeti hatirlamadan edememistir. Onu, "kölelikten gelmis bir siyah" olarak görmek yerine, "mü'minlerin efendisi" kabul ederek, bütün siyahlari "Bilallestirmek" temel ilke olmustur. Müslümanlar açisindan böyle bir tarihi anlam tasiyan bu topraklar, Batililar için,Pon savasindan bu yana, "istah kabartici bir pasta" olma özelligini bütün çaglar boyunca sürdürmüstür. Nitekim, bir "din savasi" gibi gösterilmeye çalisilan Haçli Seferlerinin, aslinda ekonomik amaçlar tasidigini artik herkes bilmektedir. Özellikle, kesiflerden sonra yasanan sömürgecilik döneminin, Sanayi devriminden sonra, uluslar arasi emperyalizme dönüsmesi, bu kara kitanin "kara talihi"ni de belirleyen en temel gerekçe olmustur diyebiliriz. Iste bu mütevazi çalisma, önceleri kitanin Islamlasmasini saglayan, daha sonraki asirlarda da, bahsini ettigimiz sömürgecilere karsi örgütlenmis ve önemli basarilar elde etmis sufi hareketlerin, tarihi arka planini ortaya koymayi amaçlamaktadir.1 Afrika'nin müslümanlasma sürecinin 615 yilinda yasanan "ilk hicret" olayina kadar indigini biliyoruz. Hz. Ömer döneminde gerçeklestirilen ilk fetihlerden sonra, Ukbe b. Nafi ve Musa b. Nusayr'in, Berberi kabileler ile mücadaleleri, bu süreçte ayri bir yer teskil eder. Özellikle Emevi halifesi Ömer ibn Abdülaziz'in arzusuna uyularak, Berberi kabileler arasina gönderilen bilginlerin, bunda daha fazla etkili oldugu bilinen bir konudur. Iskenderiyeli rahip Arius'un "monofizit" ilkelere dayali olarak kurdugu Arianizm mezhebinin, Ortadox Bizans'a ragmen bu kitada yayilmis olmasi ve "gerçek hristiyanliga yakin" ilkeler tasimasi, Islamiyetin de burada yayilmasini kolaylastirici bir neden olarak görülebilir. Buna ragmen Islamlasma süreci, yüzyillarca devam etmis, puta tapan ve kötü aliskanliklarini kutsallastiran ilkel kabileler arasinda Islamiyetin köklesmesi kolay olmamistir. Abbasiler döneminin "esitlikçi ve özgürlükçü" politakalari nedeniyle gelisen fikri ve tasavvufi akimlar, ülkenin diger yerlerinde oldugu gibi, Afrika'nin iç kesimlerinde de etkisini göstermis, bir çok mahalli lider veya kabile reisi, Islami kabul ettikten sonra basinda bulundugu kabileler ile birlikte bu akimlardan birine intisap etmistir.2 Afrika insaninin mistik yapisi ve gizemli kavramlara olan ilgisinin bir gerekçe olarak kabul edilmesi durumunda, Islamiyet'in daha çok neden tasavvuf kanaliyla bu cografyada yayildigi anlasilmis olur. Daha Islam dininin ilk vahyedildigi zamanlarda, Afrikali bir kölenin müslüman olduktan sonra yasadigi "dramatik" hayatin, bir bakima bu cografyada yasayan siyah insanlar için simgesel bir anlaminin oldugunu da unutmamak gerekir. Murabitun hareketinin etkili oldugu miladi 11. ve 12. yüzyillarda Islam dünyasinin genel siyasi durumunun çok da iç açici olmadigi görülmektedir. Bagdat merkez olmak üzere Asya'da sembolik gücünü korumaya çalisan Abbasi halifeliginin karsisinda, en ciddi tehdit olarak duran Batini hareketinin3, bütün K. Afrika, Suriye, Bati Arabistan ve Sicilya'yi içine alacak sekilde Fatimi devletini, Basra Körfezi'nin kuzeybati havzasi (Kirman)ni içine alacak sekilde de Büveyhogullari devletini kurdugunu görüyoruz. Bu iki devletin siiligi yaymaya dayanan politikasi, Batini fikir akimlarina dayanan terör hareketlerinin de güçlenmesine ve Sünni devletlerin içeride zayif düsmelerine imkan saglamistir. Fatimilerin, Haçlilari, Islam dünyasi üzerine kiskirtmalarini da bu politikanin bir yansimasi olarak görmek gerekmektedir. Batini devletlerin takip ettikleri politikalarin genel ekseni, tarih boyunca hep Sünni devletleri içeriden zayiflatmaya yönelik olmustur. Bu durum Islam dünyasinda, bir tehlike ve tehdit olarak halen devam etmektedir.Tarihimizde birer Sünni devlet olarak yer almis olan Gazneliler'in, Selçuklular'in, Aksitler'in ve sonraki asirlarda Osmanlilar'in disarida ve içeride en fazla mücadele etmek durumunda kaldiklari akim Batinilik olmustur diyebiliriz.4 Çalismamizin konusunu olusturan Murabitun hareketi de, kurulusundan yikilisina kadar Batini fikir akimlari ile mücadele etmek durumunda kalmistir. Bu bakimdan Murabitlari önemli kilan faktörlerden biri de Batini hareketlerle mücadele etmis olmalaridir. Batinilerin Islam dünyasina ve tarihine yasattiklari sancili süreç, ayrica bir inceleme konusu olarak da ele alinabilir. Murabitun Hareketinin Dogusu: Hareketin lideri olan Abdullah b. Yasin, Büyük Sahra ile Fas siniri arasinda yasayan Cuzuli kabilesine mensuptur. Ispanya'da Kurtuba sehrinde basladigi tahsiline, bölgenin ünlü fakihi Veccac b. Zellu el-Lamti'nin yaninda (Sus'ta) devam etmis ve burada Darülmurabitin adiyla kurulmus olan ilk ribatta egitimini tamamlamistir.5 Bu dönemin Afrika müslümanlik tarihine dair fazla bilgi içermeyen kaynaklarin satir aralarinda elde ettigimiz bilgilere bakarak, onun Berberilerden Cüdale kabilesi reisi Yahya b. Ibrahim'in davetine uyarak, Büyük Sahra'nin güneyinde yasayan ve kelime-i sahadetten baska Islamla bir iliskisi olmayan kabilelere Islam dinini ögretmeye basladigini ifade edebiliriz.6 Abdullah b. Yasin'in irsad faaliyetlerinin ilk dönemlerde, bahsi geçen kabileler arasinda umdugu basariyi saglayamadigini görüyoruz. Bu nedenle o, kendisine siki bagli kimselerle, Senegal nehri çevresine çekilmis ve bu nehir üzerinde bulunan adada ilk "ribat"tan faaliyetlerini yürütmeye baslamistir. Bu degisiklik sonuç vermis, çevredeki kabilelerden, bilhassa Senhacelerin bir kolu olan Lemtune kabilesinde etkili olmustur.Böylece, "murabitun" hareketi, merkezi Senegal olmak üzere çevrede yayilmaya baslamistir.7 Kaynaklardan ögrenebildigimize göre Murabitlar hareketi sadece bir züht hareketi olarak toplumun degisik kesimleri içinde yayilmakla kalmamis, giderek bir devlet disipliline dönüsmüstür. Özellikle Senhaceleri'in bir kolu olan Cudale kabilesi reisi, Islami bilgilere vakif, kültürlü ve cesur bir insan Yahya b. Ibrahim'in destegi ile, Murabitun hareketi çevrede bulunan diger kabilelerin de intisabi ile hizla yayilmaya baslamistir. Abdullah b. Yasin'in baslattigi bu sufi hareketin, kabileler arasinda yayilip devletlesmesinde, doktrininin ikna ediciligi yaninda, süphesiz hareketin askeri bir disipline dönüsmüs olmasi da yer alir. Farkli bölgelerde yasayan kabileler arasinda kurulun ribatlarda meskun muridandan olusan fedailerin, hareketin prensipleri dogrultusunda belirlenmis kurallari uygulamalari ve ticaret yollarinin güvenligini saglamalari ile, bölgede huzur ve adaletin tesisi sonucu kurulan bu devlete, tarihte Murabitun Devleti denilmistir.8 Lemtune, Cudale ve Senhace kabilelerinin kendisine baglanmasindan sonra, Abdullah b. Yasin, sayilari 30.000'i asan, dini ve askeri yönden iyi yetistirilmis bir ordu tesekkül ettirmis ve baslarina da dava arkadasi Yahya b. Ibrahim'i, daha sonra da Yahya b. Ömer'i getirmistir. Sicilmase hakimi Mesut es-Zenati gibi9 mahalli liderlerin halka ve alimlere zulmetmesi üzerine, fetih faaliyetlerine girisilmistir. Murabitlar Devleti: Yahya b. Ömer'in sehit düsmesi üzerine, 1056 yilinda "emirü'l-müslimin" ünvani ile Ebubekir b. Ömer (lemtuni) is basina getirilmistir.Bazi kaynaklar, Murabitlar devletinin kurulusunu bu tarihle baslatirlar.10Bunun sebebi, esas fetihlerin bundan sonra yasanmasi olmalidir. Islam dinine sikica bagli ve Bati kaynaklarinda "Almovarides" seklinde geçen Murabitlar, ehl-i sünnet mezheplerinden Malikiligi benimsemisler ve cihat düzenine dayanan devletlerinin sinirlarini,Misir'dan Atlas okyanusuna, Nijer havzasindan Ispanya'da Ebro nehrine kadar genisletmislerdir.Baskentleri ise Merakes sehridir. Abdullah b. Yasin'in manevi liderliginde kurulan ve giderek genisleyen Murabitlar Devleti'nin, Ebubekir b. Ömer'in emirligi döneminde büyük fetih hareketine giristigini görüyoruz. Ilk hedef olarak Fatimilerin bir kolu olan Sii Sus prensligi ortadan kaldirilmis, iyi yetistirilmis bir komutan olan Yusuf b. Tafsin'in de yardimi ile ele geçirilen bu prenslikte sii akidesine son verilip Maliki mezhebinin esaslarina dayanan yeni bir idare kurulmustur. Murabitlar bundan sonra Mesmudalar idaresindeki, Magrip topraklarina girmisler ve buranin bir kismini ele geçirmislerdir.Daha sonra da, Afrika'nin bati kismina egemen olan Fana Kralligina son vererek, sufi hareketin yayilma alanini da genisletmislerdir. 1059'da Temasna bölgesinin hakimi olan putperest Bergavatalarla yapilan savasta Abdullah b. Yasin sehit düsmüstür.11 Ebubekir b. Ömer Lamtuni'den sonra devletin basina sirasi ile su isimler geçmistir: 1- Ebu bekir b. Ömer Lamtuni (1056-1061) 2- Nasiruddin Yusuf b. Tafsin (1061-1106) 3- Ebu'lHasan Ali b. Yusuf (1106-1143) 4- Ebu Yusuf Tafsin b. Ali (1143-1145) 5- Ebu Ishak Ibrahim b. Tafsin (1145-1146) 6- Ishak b. Ali (1146-1147).12 Murabitlar, esas ihtisamli dönemini Yusuf b. Tafsin döneminde yasamislardir. Onun zamaninda, zahidlerden olusan Islam ordusu, Ispanya'ya çikartma yaparak Hristiyanlari Zellaka Meydan Muharebesinde (1086) agir bir yenilgiye ugratmislardir. Diger müslüman emirlerin de itaat etmesi ile Ispanya'da Murabitlar devri baslamis, böylece bölgede Islamin hakimiyeti bir kaç asir daha uzamistir. Onlarin bu faaliyetleri, Islam dünyasinda büyük yanki uyandirmis, hatta Abbasi ve Selçuklu hükümdarlari üzerinde büyük tesirleri olan Nizamiye medreselerinin bas rektörü Imam Gazali Hazretleri, Emir Tafsin'i ziyaret için yola çikmis, ancak Misir'a geldiginde vefat haberini duyup geriye dönmüstür. Murabitlarin Ispanya hakimiyeti 1147 yilina kadar, yarim asirdan fazla sürmüstür. Onlarin hakimiyeti döneminde yetistirilen Islam bilginleri ve sufilerin gayretleri ile Islam dini, Moritanya, Senegal, Gana, Yeni Gine, Nijerya, Mali ve Gambiya gibi yerlere yayilma imkani bulmustur. Tarihçilerin, bu devletin üç temel nedenden dolayi yikildigini ifade ederler: * Ispanya'nin alinmasindan sonra, buranin safahat hayatina kendilerini kaptiran, çöl kültürüne bagli Bedevilerin, benliklerini ve cihatçi ruhlarini kaybetmeleri. * Ibn Rüst ve Ibn Hazm gibi rasyonalist Endülüslü feylosoflarin meydana getirdikleri fikir anarsisine halkin ve mutasavvif yöneticilerin hazir olmamalari. * Batinilerin yikici faaliyetleri karsisinda, mukavemet edici bilimsellik sürecini olusturamamis olmalari. Balear adalarinda 79 yil (1126-1205) hüküm süren Beni Ganiye melikleri de Murabitlara bagli olarak yasamislardir. Akdeniz'in batisinda yer alan bu adalar ülkesinde bundan sonra, egemenligi ele geçirmis olan Sii Muvahhitler'in dönemi de dahil edilecek olursa, müslümanlarin buradaki hakimiyet süreleri, Aragon istilasina kadar, 518 yil sürmüstür. Islam dünyasinin Magrip kanadini olusturan ve Berberi kabileler arasinda Islamin yayilmasini saglayan Murabitlar devleti, Gazzali ekolüne bagli olarak bir asir kadar bölgeye hükmetmis, ancak yukarida ifade edilen sebeplerle ve en çok da,Batini Muvahhitlerin saldirilari ile, 1147'de kesin olarak yikilmistir. Netice: 1- Murabitun hareketi, Sunni/Sufi bir harekettir. Islamin coskulu bir biçimde yasandigi ve bu nedenle de kisa sürede yayilarak kita disina tastigi anlasilmaktadir. 2- Cihat faaliyetini esas alan bir hareket olmasi, Islam dininin Hristiyan veya putperest olan Berberi kabileler arasinda yayilmasini kolaylastirmistir.Bu durum tasavvufun, Afrika'nin Islamlasmasinda en üst seviyede katki sagladigini bize göstermektedir. 3- Islam dünyasinda çok ciddi bir sorun olan Batini anarsizmi, bu devletin de iç ve dis politikasinin en önemli belirleyicisi olmustur.Bu yüzden Murabitun hareketinin ilgi alanlarindan biri de, Batinilikle mücadele olmustur. Afrika kitasinda Sia'nin yayilmasini engelleyen, tarihsel açidan çok önemli bir görev üstlenmistir. 4- Sii Erdebil tarikati hariç tutulacak olursa, Islam dünyasinda devlet kuran ve kendi esaslarini devletin kurumlarinin sekillenmesine yansitan Murabitun hareketi, bu yönü ile Senusilige benzemektedir. 5- Islam dünyasinin baska yerlerinde, daha çok toplum içinde "irsad" misyonunu üstlenerek örgütlenmis olan tasavvufi hareketlerden çok farkli olarak, Imam-i Gazali'nin sistemine uygun gelistirilen tasavvuf egitiminin askeri nitelik tasimasi, onun giderek devlet düzenine dönüsmesini de saglamistir. 6-Murabitun hareketi, daha çok Afrika'da görülen "ihyaci ve islahatçi" sufiligin bidayetini teskil eder. 19. yüzyilda etkin bir sufi hareket olarak karsimiza çikan Senusiligin; hatta 20. yüzyilda Misir ve Suriye'de, etkili siyasi muhalefet örgütlenmesi olarak bilinen Ihvan-i Müslimin hareketinin arka planinda,Murabitlarla baslayan bu ihyaci tarihi gelenek vardir. Dipnotlar: ----------------- 1- Afrika'da ortaya çikan belli basli tarikatlar: Rahmaniyye, Kadiriyye, Seyhiyye, Ebu Aliyye, Ticamiyye, Teybiyye, Zeyniyye Bin Nahyiye, Derkiyye,Sazeliyye ve Senusiyye genis bilgi için bkz. Prof. Dr. Fazlur Rahman, Islam trc. M. Aydin-M. Dag, Ist. 181; Filibeli Sehbenderzade, Ahmet Hilmi Efendi'nin, 1905 yillarinda yazdigi Senusiler ile ilgili Osmanlica eser.; 2- Prof. Dr. Philip Hitti, Siyasi ve Kültürel Islam Tar. trc. S. Tug, c.2. s. 338. Ist. 1980; Islam tarihinde ilk hicret olayi için bkz. Ibnü'l Esir El Namil Fi't-Tarih, c. 2, s. 66, trc. A. Özaydin, Ist. 1987; 3- Batinilikle ilgili olarak bkz. Fazlur Rahman, a.g.e Islam Ans. "Batini mad.; M. Semseddin, Hurufattan Hakikati, Ist. 1332 A. Ates "Batiniyye mad. I. A. 2339; 4- Islam Ans (TDV), "Batinilik" md. P.M. Holt Haçlilar Çagi, s. 79-81, Ist. 1999; Ayrica Gazneliler için bkz. Prof. Dr. Erdogan Merçil. Gazneliler Devleti Tarihi, TTK, Ank. 1989; Y.Hikmet Bayur, Hindistan Tarihi, c.1, TTK, Ank. 1947 T. W. Arnold, Isl. Tar. s. 314, Ank. 1982; Abdülkerim Özaydin, "Abdullah b Yasin el-Cuzuli", Islam Ans. (TDV). 142, c.1, Ist. 1988; Dogustan Günümüze B. Is. Tar. 3/444-491; 5- bkz. Islam Ans. (TDV), "Batinilik" mad.; Prof. Dr. Erdogan Merçil, Gazneliler Devleti Tarihi, TTK. Ank. 1989; Y.Hikmet Bayur, Hindistan Tar. c. 1, TTK, Ank. 1947; 6- T. W. Arnold, Isl. Tar. s. 314, Ank. 1982; Abdülkerim Özaydin, "Abdullah b. Yasin el-Cuzuli" Islam Ans. (TDV) s. 142, c.1, Ist. 198; A. Özaydin, a.g.e, s. 142; Arnolt, Yahyali B. Ibrahim'in, Senhace Kabilesine mensup oldugunu nakleder.; 7- Doç.Dr. Ãœnver Günay, "Zenci Afrida'da Isl. " Atatürk Ãœnv. Isl. Ilimler Fak. Derg. s. 109, sayi 4, 1980; 8- C. E. Bosworth, Islam Devletleri Tarihi, trc. E. Mercil-M.Ipsirli, s. 34, Ist. 1980; Yilmaz Öztuna Devletler ve Hanedanlar, c. s. 225, K.B.Yay., Ank. 1996; 9- Özaydin, 1/442, M. Larouse 963-64; 10- Öztuna, 1/225; 11- bkz. Groller International Americana Eneyelopedia 1/122-123, Ist. 1983, Özaydin, 1/142; 12- Öztuna 1/225, Islam Ans.(MFB), 8/586, Ist. 1960; Dogustan Günümüze B. Isl. T. 5/331-338, Ist. 1992 Kaynak: Miço'nun sayfasi |
ANADOLU BEYLIKLERININ KURULMASI Üzerinde yasadigimiz Anadolu, tarih boyunca çesitli kavimler tarafindan isgal edilmis ve bu yarimadada birçok devlet kurulmustur. Ancak bu devletlerin hiç birisi Anadolu'nun tarihi üzerinde Türkler kadar etkili olamamislardir. Türklerin Anadolu'yu fethederek Islâmlastirmalari ve burayi vatan yapmalari Türk ve dünya tarihinin en önemli olaylarindan biridir. Büyük Selçuklu Devleti kurulmadan önce, Tugrul ve Çagri Bey'lerin idaresinde bulunan Türkmenler, Maveraünnehir'de Karahanli ve Gazneli devletlerinin siddetli baskilari altinda bulunuyorlardi. Bu kardesler kendilerine daha elverisli topraklar bulmak için bir kesif seferi yapmaya karar verdiler. Bu düsünce ile Çagri Bey, üçbin kisilik bir süvari kuvvetiyle batiya, Anadolu'ya dogru hareket etti. Çagri Bey'in 1015 yilinda baslattigi bu ilk kesif seferinden sonra Anadolu'ya yönelik Türk akinlari artarak devam etti. Selçuklular 1040 yilinda yapilan Dandanakan savasindan sonra bagimsiz bir devlet haline gelince, Anadolu gazalarina daha çok önem verdiler ve bu yarimadayi sistemli bir sekilde fethe basladilar. Tugrul Bey zamaninda kalabalik Türkmen gruplari Van ve Erzurum'a kadar ilerlediler. Bu sirada bir baska Oguz grubu da Diyârbekir yönünde ilerleyerek Meyyafarikîn (Silvan), Mardin ve Cizre'ye kadar ulasti. Selçuklular 1046'da Gence'de ve 1048'de Hasankale'de Bizanslilari agir yenilgilere ugrattilar. Tugrul Bey 1054 yilinda Erzurum'a kadar ilerleyerek bu bölgeleri itaat altina aldi. Ayni yil Malazgirt kalesini de muhasara eden Tugrul Bey, kisin yaklasmasi üzerine buradan ayrilmak zorunda kaldi. Daha sonra burasini ele geçirdiler ve imparator Konstantinos Dukas'in gönderdigi Bizans kuvvetlerini bozguna ugrattilar. Tugrul Bey'in ölümünden sonra Selçuklu sultani olan Alp Arslan, Anadolu'nun fethine daha çok önem verdi. Ani ve Kars'i fetheden Alp Arslan zamaninda Selçuklu emîrlerinden Gümüstegin, Afsin, Ahmetsah ve Salâr-i Horasan Malatya, Ergani, Ahlat, Siverek, Âmid (Diyârbekir), Meyyafa-rikîn (Silvan), Urfa, Adiyaman, Harran, Nizip ve Antakya taraflarina akinlar yaptilar. Alp Arslan'in Bizans imparatoru Romenos Diogenes'in kalabalik ordusuna karsi kazandigi Malazgirt Savasi (26 Agustos 1071) ise, Anadolu'nun Türklesmesi ve Islâmlasmasinda bir dönüm noktasi oldu. Sultan Alp Arslan, Islâm aleminde büyük bir sevinç meydana getiren bu sefer ile Anadolu'nun kapilarini Türklere açmis oldu. Nitekim bu tarihten sonra akin akin Anadolu'ya gelen Türk gruplari burayi kendilerine ikinci anayurt yaptilar. Alp Arslan Malazgirt zaferinden sonra emîrlerini Anadolu'nun fethi için görevlendirdi. Malazgirt zaferini takiben Anadolu'nun büyük bir bölümü Türklerin eline geçti ve burada irili-ufakli birçok Türk devleti kurulmaya basladi. Kaynak: Osmanli tarihi |
SALTUKLULAR 1. Saltuklular'in Kurulusu Saltuklular, 1071-1202 tarihleri arasinda Erzurum, Pasinler, Tercan, Ispir, Oltu, Tortum, Micingerd, Bayburt ve civarinda hüküm sürmüs bir Türk beyligidir. Malazgirt zaferinden sonra Anadolu'da kurulan ilk Türk beyligi olan Saltuklular'in baskenti Erzurum idi. Islâm kaynaklarinda Kalikala ve Erzenu'r-Rûm seklinde geçen Erzurum, Hz. Osman zamaninda 653 yilinda fethedilmistir. Fetihten sonra Erzurum'u bir üss ve karargâh olarak kullanan müslümanlar, buradan kuzey ve dogu istikâmetinde akinlar düzenlediler. Sehir Abbâsîler'in ilk yillarinda Bizans imparatorlugunun eline geçtiyse de daha sonra geri alinmistir. Bizans ordulari XI. yüzyilda Erzurum'u isgal ederek Azerbaycan'a kadar uzandilar. Ayni yillarda baslayan Selçuklu akinlari ve Türkmen muhacereti sebebiyle Türkler'le Bizanslilar arasinda uzun yillar devam edecek olan çatismalar basladi. Çagri Bey'in 1015-1021 yillari arasinda Dogu Anadolu'ya düzenledigi kesif seferinden sonra Arslan Yabgu'ya bagli Oguzlar, Gazneli kuvvetlerinin takibi sebebiyle Anadolu'ya girmisler ve agir kayiplar vermelerine ragmen Azerbaycan'a, Bizans topraklarina ve Diyarbekir yöresine kadar yayilmislardir. 1038 yilinda gerçeklestirilen üçüncü bir akinla da Van Gölü havzasina kadar gelmislerdir. Yeni iltihaklarla sayilari bir hayli artan Türkmenler, 1044 yilinda büyük kitleler hâlinde Dogu Anadolu'ya girdiler. Süratle Vaspuragan civarina gelen bu Türmenler'in hedefi Erzurum'u ele geçirmekti. Bu gelismeler üzerine Bizans'in güçlü imparatoru II. Basileios Dogu'daki sinirlarini emniyet altina almak için seferber olmus ve imparatorlugun sinirlarini Azerbaycan ve Kafkasya'ya kadar genisletmistir. Daha sonraki yillarda ayni siyaseti takip eden Imparator Konstantinos IX. Monomakhos, Oguzlar'a karsi harekete geçerek 1045 sonbaharinda Gürcü prensi Liparit komutasinda gönderdigi orduyla Seddâdîler'in elindeki Duvin sehrini ele geçirmek istemistir. Bunun üzerine Büyük Selçuklu hükümdari Tugrul Bey, Kutalmis komutasindaki bir orduyu Bizans kuvvetlerine karsi gönderdi ve Selçuklular'la Bizanslilar arasinda ilk ciddî çatisma vuku buldu. Kutalmis, Musul ve Diyarbekir yöresinde Türkmenler'i de yanina alarak 1045 yilinda Gürcü ve Rumlar'dan olusan müttefik Bizans ordusunu bozguna ugratti. Öte yandan Tugrul Bey'in yakin adamlarindan Emîr Hasan da yirmibin kisiyle Erzurum ve Pasinler ovalarini ele geçirdi. Fakat Bizanslilar bu Selçuklu beyini tâkip ederek Büyük Zap Suyu yakinlarinda pusuya düsürüp Hasan Bey ile çok sayida arkadasini sehit ettiler. Hasan Bey'in ölümü, Tugrul Bey'i çok üzdü ve intikam almak için Ibrahim Yinal'i Bizans'a karsi Anadolu seferine memur etti. Ibrahim Yinal Türkistan'dan Nisapur'a gelen yogun bir Türkmen kitlesini 1047 tarihinde Anadolu'ya sevketti. Ertesi yil Türkmen kitleleri, Erzurum ve Pasin ovalarinda toplanmaya basladi. Insan dalgalari bir sel gibi ülkenin her tarafini istila etti. Batida Gümüshane ve Trabzon, kuzeyde Ispir, güneyde Mus ve Agri taraflarina kadar yayildi. Türkler daha sonra Siirt ile Meyyâfârikîn arasindaki Erzen üzerine yürüdüler. Çok çetin geçen savaslardan sonra halk Kalikala (Erzurum) sehrine sigindi. Kalikala bu tarihten itibaren yakinindaki Erzen sehrinin adini aldi ve Erzen'den tefrik etmek için Erzenu'r-Rum, daha sonra Arz-i Rum ve nihayet Erzurum olarak anilmaya baslandi. Ibrahim Yinal, Bizans kuvvetlerini takip ederek 18 Eylül 1048 tarihinde Hasankale'de cereyan eden savasta onlari korkunç bir bozguna ugratti. Basta Liparit olmak üzere pek çok kisi esir alindi. Tugrul Bey, daha sonra bizzat Malazgirt ve Erzurum üzerine sefer düzenledi. 1055 yilinda Türkistan'dan gelen bir Türkmen kitlesi Erzurum ve Bayburt civarini ele geçirdi. 1059 yilinda Ibrahim Yinal'in isyaninin bastirilmasindan sonra Türkler, tekrar büyük kitleler hâlinde aralarinda muhtemelen Emîr Saltuk'un da bulundugu bir grup komutanin emrinde Anadolu'ya akinlara basladilar. Tugrul Bey'in ölümünden sonra Selçuklu tahtina geçen Sultan Alparslan zamaninda da Anadolu'ya yapilan akinlar devam etti. Durumun giderek aleyhine gelistigini gören Imparator Romanos Diogenes, 1070-1071 kisinda büyük bir orduyla Anadolu seferine çikmayi planladi. Maksadi Anadolu'yu Türkler'den kurtarmak, Islâm topraklarini isgal ve Selçuklu devletini ortadan kaldirmakti. 13 Mart 1071 tarihinde Ayasofya'da yapilan büyük bir törenden sonra yola çikan imparator, Erzurum'a varinca kuvvetlerinin bir bölümünü Gürcistan'a göndererek arkasini emniyet altina almayi düsündü. Imparatorun Erzurum'a vardigini Meyyafarikîn'de haber alan Sultan Alparslan süratle Erzen ve Bitlis yoluyla Ahlat'a hareket etti. Nihayet Bizans ve Selçuklu kuvvetleri arasinda 26 Agustos 1071'de Malazgirt'te meydana gelen savas bilindigi üzere Selçuklular'in kesin zaferiyle sonuçlanmis ve imparator esir düsmüstür. Fakat Romanos Diogenes'in tahttan uzaklastirilarak gözlerine mil çekilmesi ve yeni imparator Mihail Dukas'in Selçuklularla yapilan anlasmayi tanimadigini ilân etmesi üzerine Sultan Alpaslan, Saltuk, Artuk, Mengücük, Çavli, Danismend ve Çavuldur gibi emirlerini Anadolu'ya göndererek fetihlerde bulunmalarini istemis ve fethedecekleri sehir ve kasabalari kendilerine ikta edecegini bildirmistir. a) Ebu'l-Kasim Saltuk: Malazgirt zaferinin kazanilmasinda önemli rol oynayan komutanlardan biri de Emîr Saltuk idi. Zahireddin Nisâburî ile Resîdüddin'in verdigi bilgilerden Saltuklu hânedaninin kurucusu olan Ebu'l-Kasim Saltuk'un Anadolu'nun fethinde çok önemli hizmetlerde bulundugunu ve zaferden sonra Sultan Alparslan'in Kars'tan Bayburt'a, Bingöller'den Barkal daglarina kadar uzanan sahada yer alan Kars, Pasinler, Oltu, Erzurum, Tortum, Ispir, Bayburt ve yörelerini veraset yoluyla çocuklarina da intikal etmek üzere ona ikta ettigini anliyoruz. Selçuklu topraklarinin sinirlarinda yer alan Erzurum'un kendisine ikta edilmis olmasi, onun diger beylerden daha önemli mevkide bulundugunu göstermektedir. Gürcü kaynaklarinda da Izzeddin Saltuk'un atalarinin Oguzlar'a ve Selçuklu hükümdarlarina mensup oldugu kayitlidir. Saltuklu hanedaninin 516 (1123) yilindan itibaren Saltukogullari (Beni Saltuk) adiyla tanindigini görüyoruz. Abbasî halifesi Müstersid Billah'in, Hille Arap emîri Dübeys b. Sadaka'ya karsi yardim istemesi üzerine Zengî b. Aksungur ve Togan Arslan ile beraber Saltukogullari da Bagdat'a gitmisti. b) Ali b. Ebu'l-Kasim: Ebu'l-Kasim Saltuk'un ölümü üzerine yerine oglu Ali geçti. Ibnü'l-Esîr, 496 (1102-1103) yili olaylarini anlatirken Ali b. Ebu'l-Kasim Saltuk'un sözkonusu tarihte beyligin basinda bulundugunu ifade eder. Büyük Selçuklu sultani Berkyaruk ile kardesi Gence meliki Muhammed Tapar arasinda 8 Cemaziyelâhir 496 (19 Subat 1103) tarihinde Hoy kapisinda cereyan eden ve Muhammed Tapar'in maglubiyetiyle biten savastan sonra Muhammed Tapar Ercis'e, oradan da Sökmen el-Kutbî'nin hâkimiyetindeki Ahlat'a çekilmisti. Yaninda Sökmen el-Kutbî, Muhammed b. Yagisiyan ve Kizil Arslan gibi emirler vardi. Erzenu'r-Rum hâkimi Ali de bu sirada Ahlat'a gelerek onlara katildi ve hep birlikte Sultan Alparslan tarafindan Menûçehr'e verilen Ani üzerine yürüdüler. Iki kardes arasinda 497 (1104) yilinda yapilan anlasmaya göre Sepidrud (Kizilören) sinir olacak, Azerbaycan, Kafkasya, Diyarbekir, el-Cezîre, Musul ve Suriye ülkeleri Muhammed Tapar'a verilecekti. Bu anlasmaya göre sinir boylarindaki beyler, bu arada Saltuklu Ali de Sultan Muhammed Tapar'a tâbi olacakti. Sultan Muhammed Tapar, 1105 Subat'inda Meyyafarikîn'e giderken Dogu Anadolu'daki sehirlere hâkim olan Erzenu'r-Rum emîri Ali, Diyarbekir beyi Ibrahim b. Yinal, Siirt emîri Kizil Arslan, Artukoglu Sökmen, Erzen-Bitlis beyi Hüsameddin Togan Arslan ve Harput emîri Sahruh da ona refakat ediyordu. Büyük Selçuklular, aralarindaki dâhilî çekismeler ve Haçli istilâsiyla mesgul iken Gürcü krali David Türkler'e karsi saldiriya hazirlaniyordu. 1115 tarihinde Rostof'u aldiktan sonra Çoruh nehri vadisinde ileri harekâta geçti. Ertesi yil Saltuklular'in hâkimiyetindeki topraklara girip Pasinler'e kadar geldi ve çok sayida Türk'ü öldürdü. 1118 yilinda da Azerbaycan taraflarina hücuma geçti. Bunun üzerine Artukoglu Ilgazi, Gürcüler'le cihada memur edildi ve 1121 yilinda Erzen beyi Togan Arslan ile Erzurum'a geldi. Saltuklu Emîr Ali de burada onlara katildi ve birlikte Tiflis'e hareket ettiler. Fakat Gürcüler karsisinda maglup oldular, Kral David de Tiflis'i zaptetti. Bu arada Menûçehr'in oglu Ebu'l-Esvar, Ani'yi Gürcüler'e karsi müdafaa edemeyecegini anlayarak altmisbin dinar karsiliginda Saltuklular'a satti. Fakat sehirdeki hristiyan ahali daha erken davranip Kral David'i durumdan haberdar ederek sehri ona teslim ettiler. Ani'deki cami, kiliseye çevrildi ve daha önce Ahlat'tan götürülerek kubbeye konulmus olan hilâlin yerine haç dikildi. Böylece Sultan Alparslan'in 1064'de aldigi Ani, altmis yil sonra hristiyanlarin eline geçmis oldu (1123-1124). c) Ziyaeddin Gazi: Ali'nin ölümünden (muhtemelen 1124) sonra Saltuklu tahtina kardesi Ziyaeddin Gazi geçti. Kitabelerden anlasiligina göre Erzurum'daki Kale Camii ve Tepsi Minare (Saat Kulesi)'yi yaptiran Saltuklu emîri Ziyaeddin Gazi'dir. Fakat hakkinda fazla bilgi yoktur. I Hakki Konyali tarafindan okunmus olan Tepsi Minare kitabesinde onun ünvan ve lâkaplari söyle siralanmaktadir: "Mevlâna Ziyaeddin Kutbu'l-Islâm, Nasîruddevle, Zahîru'l-mille, Semsü'l- (Mülûk) ve'l-Ümerâ Inanç Beygu (Yabgu) Alp Tugrul Bey Ebu'l-Muzaffer Gazi b. Ebi'l-Kasîm". Ziyâeddin Gazi, 1126'da Gürcüler'e karsi düzenlenen sefere katildigi gibi 1131 yilinda da Ivani'yi büyük bir bozguna ugratti. Gürcüler onun zamaninda Ispir ve Pasinler'i geçerek Oltu'ya kadar gelmislerdi. Artuklu Temürtas, Ziyâeddin Gazi'nin kiziyla evlendi ve böylece iki hanedan arasinda akrabalik kuruldu. Ziyâeddin Gazi, Azîmî'ye göre 526 (1131-1132) yilinda ölmüstür. d) II. Izzeddin Saltuk: Gazi'den sonra beyligin basinda yegeni II. Izzeddin Saltuk'u görüyoruz (1132-1168). Onun devrinde Ahlatsahlar ve Erzen beyleriyle ittifak yapilmis ve evlilik yoluyla kurulan akrabaliklarla bu ittifaklar takviye edilmistir. Izzeddin Saltuk kizlarindan Sahbânû'yu Ahlat sahi II. Sökmen ile, diger kizini da Erzen beyi Togan Arslan'in oglu Kurti veya Yakup Arslan ile evlendirmistir. Ani emîri Fahreddin de onun kizlarindan birine talip olmus, fakat reddedilmisti. Buna içerleyen Fahreddin, ondan intikam almaya karar verdi ve Saltuk'a elçi gönderip: "Ben zayifladim; Gürcüler'e karsi Ani'yi müdafaa edecek gücüm yoktur. Bu sehri sana teslim edip hizmetine girmek istiyorum" dedi. Aslinda kizini vermedigi için ondan intikam almak istiyordu. Bu sebeple Kral Dimitri'ye gizlice haber gönderip onu da ülkesine davet etti. Bu komplo sebebiyle Ani'den baskina ugrayan Saltuklular maglup ve perisan oldular. Basta Izzeddin Saltuk olmak üzere çok sayida Türk askeri esir düstü. Ahlat sahi Sökmen ile Artuklu hükümdari Necmeddin Alpi krala elçiyle yüzbin dinar fidye gönderip Saltuk'u kurtardilar. Bu paranin toplanmasinda kizi Sahbânû da önemli rol oynadi. Ülkesine dönen Izzeddin Saltuk da diger Türk esirlerini kurtarmak için büyük meblaglar ödemek zorunda kaldi. Bu basariya ragmen Ani'yi isgal edemeyen Gürcüler, 550 (1155) yilinda Fahreddin'i yakalayip sehri kardesi Fazlûn'a verdiler. Fakat papazlar, 556 (1161) yilinda Fazlûn'u bozguna ugrattilar. Gürcü krali Giorgi, Seddadîler'in topraklarini yagmaladiktan sonra Ani'yi ele geçirdi. Bu sehirde dogup büyümüs olan Kadi Burhaneddin Anevî bu olayi söyle anlatir: "Ben 18 yasinda iken birden bire Gürcü askeri gelip Ani'yi kusatti ve aldi. Birçok müslüman, kadin-erkek, genç-ihtiyar kiliçtan geçirildi. O zaman ben ve ailem Gürcü Yuvan'a (Ivani) esir olduk. Ben onlarin dilini ve Incil'ini bildigim için kurtuldum ve hemen o memleketten uzaklasarak Anadolu'ya (Rûm'a) geldim". Gürcüler 556 (1161) yilinda Ani'yi isgal edince Ahlat sahi II. Sökmen, Izzeddin Saltuk, Erzen ve Bitlis beyi Devletsah, Mardin ve Artuklu emîri Necmeddin Alpi ve diger bazi Türk emîrleri Temmuz ayinda sefere çikmaya karar verdiler. Müttefik Türk kuvvetleri, Agustos 1161 tarihinde Ani'yi kusattilar. Gürcü krali Giorgi, bunu haber alinca süratle Ani'ye hareket etti. Savas baslamak üzereyken Izzeddin Saltuk ordugâhtan ayrildi. Rivayete göre Izzeddin Saltuk daha önce Gürcüler'e esir düstügü zaman bir daha Kral Dimitri ve çocuklarina saldirmayacagina yemin ettigi için ordudan ayrilmistir. Onun diger beylerle istisare etmeden gizlice ayrilmasi yüzünden müslümanlar maglup ve perisan olmustur. Pek çok müslüman öldürüldügü gibi dokuz bin kisi esir düsmüs ve Ahlatsah'i Sökmen de ancak dört yüz askeriyle geri dönebilmisti. Bu sirada henüz Malazgirt'te bulunan Necmeddin Alpi da maglubiyeti haber alinca Meyyafarikîn'e hareket etmistir. Daha sonra o devrin meshur ve nüfuzlu âlimlerinden Ebû Cafer Muhammed Cemaleddin'i Gürcü kralina gönderip Sökmen'in esir düsen komutan ve askerlerini kurtardi. Kimsesiz fakir esirleri kurtarmak için de bes bin dinar fidye ödedi. Kral, Cemaleddin'in hatiri için bazi esirleri fidyesiz serbest birakti. Gürcüler 557 (1162) yilinda da Kars'i alip Duvin'i istilâ ettiler. Çok sayida müslümani öldürüp cami ve evleri yaktiktan sonra Tiflis'e döndüler. Bir süre sonra da Gence'yi kusatarak müslümanlari kiliçtan geçirdiler. Duvin (Dovin)'deki hilâli indirip bir mollanin sirtinda Tiflis'e gönderdiler. Otuzbin müslümani esir aldilar. Ibnü'l-Esîr bu olayi söyle anlatiyor: "Gürcüler bu yil (557) Saban ayinda (Temmuz-Agustos 1162) sayilari otuzbini bulan büyük bir ordu toplayarak Islâm ülkelerine girdiler. Azerbaycan'a bagli Duvin üzerine yürüyerek sehri zapt ve yagma ettiler. Duvin ve köylerinde onbin kisiyi öldürdüler. Kadin-erkek pek çok kisiyi esir aldilar. Kadinlari soyup çirilçiplak ve yalin ayak vaziyette götürdüler. Bu arada cami ve mescitleri de yaktilar. Gürcüler kendi ülkelerine varinca Gürcü kadinlari bile müslüman kadinlara yapilanlari yadirgadilar ve: "Müslümanlari, sizin onlarin kadinlarina yaptiginiz seylerin aynisini bize yapmaya mecbur ettiniz" dediler ve müslüman kadinlari giydirdiler". Bu olay, Islâm dünyasinda büyük yanki uyandirdi. Azerbaycan, el-Cibal ve Isfahan'a hâkim olan Atabeg Ildeniz, Ahlat sahi Sökmen, Izzeddin Saltuk (Ibnü'l-Esîr Saltuk'dan bahsetmez), Meraga emîri Ibn Aksungur ve Irak Selçuklu sultani Arslansah ile diger Dogu Anadolu beyleri Nahcivan'dan Gence'ye geldiler. Ellibini askin mücahit dogruca Gürcü topraklarina saldirdilar. 558 yili Safer ayinda (Ocak-Subat 1163) Gürcü ülkesini yagma edip kadin, erkek ve çocuklari esir aldilar. Müslümanlarla Gürcüler arasindaki savas bir aydan fazla sürdü. Sonunda müslümanlar galip geldi ve çok sayida Gürcü öldürülüp esir alindi. Kralin ordugâhi ve agirliklari yagmalandi. Ibnü'l-Esîr'e göre bu olay söyle gelismistir: "Gürcüler'den biri müslüman olmus ve Ildeniz'e: "Bana asker ver, bildigim bir yolu takip ederek Gürcüler hiç farkinda olmadan arkadan üzerlerine saldirayim" demisti. Ildeniz teminat aldiktan sonra onunla beraber bir askerî birlik gönderdi. Gürcüler'in yanina varacagi günü de tespit edip sözlestiler. O gün müslümanlar Gürcüler'le savasa girdiler. Tam savastiklari sirada, müslüman olan o Gürcü de Ildeniz'in askerleriyle varip tekbir sesleriyle arkadan Gürcüler'e saldirdi. Bunun üzerine Gürcüler maglup oldular... Gürcüler sayica fazlaliklarina güvenerek zaferden emindiler. Fakat Allah onlarin umutlarini bosa çikardi. Müslümanlar onlari takip edip üç gün üç gece boyunca esir almaya ve öldürmeye devam ettiler. Nihayet galip ve muzaffer olarak döndüler". Türk beylerinin muzaffer bir sekilde döndükleri o günü bizzat yasayan tarihçi Ibnü'l-Ezrak el-Farikî de bu hâdiseyi söyle tasvir eder: "Ben bu vak'a günü Bitlis'teydim. Zafer müjdesi gelince Ahlat'a varmistim. Bu büyük günün serefine üçyüz sigir kesilerek fakirlere dagitildi ve bir müddet sonra da Sökmen Ahlat'a döndü. Kendisine görülmemis bir karsilama töreni yapildi. Sehir donatildi". Anadolu Selçuklu sultani II. Kiliç Arslan da Izzeddin Saltuk'un kizina talip olmus ve gelin nikâhlari kiyildiktan sonra esyalariyla birlikte Erzurum'dan Konya'ya gitmek üzere yola çikarilmisti. Selçuklular'in düsmani olan Danismendli beyi Yagibasan bunu haber alinca, gelin alayina saldirmis, gelini yegeni ve Kayseri meliki olan Zünnun'a götürmüstü. Gelin, II. Kiliç Arslan'la nikâhli oldugu için Islâm hukukuna göre baskasiyla evlenmesi caiz degildi. Bundan dolayi Islâmiyetten irtidad ettikten ve yeniden müslüman olduktan sonra Zünnun ile evlendirildi. Bu agir tecavüz karsisinda öfkelenen II. Kiliç Arslan, Yagibasan üzerine yürüdüyse de maglup oldu (560/1164-1165). Bu olayin 1160 veya 1162 yillarinda vuku bulduguna dair muhtelif rivayetler vardir. Izzeddin Saltuk, Receb 563 (Nisan 1168) tarihinde ölmüstür. Izzeddin, âdil ve merhametli bir hükümdardi. Hristiyanlara da iyi muamele ederdi. Bu sebeple onlarin da sevgi ve saygisini kazanmisti. Onun devrinde Erzurum'dan baska Bayburt, Micingerd, Avnik, Ispir ve Oltu gibi sehir ve kasabalar Saltuklu hâkimiyeti altina girmisti. Hattâ Kars bile bir müddet Saltuklu hâkimiyetine girmis ve Vezir Firûz, Kars kalesini tamir ettirmisti, Izzeddin Saltuk'a ait tarihsiz bir sikkeden onun Irak Selçuklu Sultani Mesud b. Muhammed Tapar'i metbû tanidigi anlasilmaktadir. e) Nâsireddin Muhammed: Izzeddin Saltuk'un 563 (1168) yilinda ölümünden sonra yerine geçen oglu Nâsireddin Muhammed hakkinda kaynaklarda yeterli bilgi yoktur. 585 (1189) tarihli bir sikkede Atabeg Ildeniz'in oglu Kizil Arslan ile Irak Selçuklu sultani Tugrul'u metbû tanidigi görülmektedir. Nâsireddin Muhammed devrinde de Gürcüler Saltuklu iline saldirmaya devam ettiler. Kraliçe Tamara'nin kocasi David; Kars, Sürmeli ve Ispir'den sonra Erzurum üzerine yürüdü. Nâsireddin iki ogluyla beraber Gürcüler'le savasa girdi fakat, maglup olarak sehre kapanmak zorunda kaldi. Ertesi gün bütün sehir halki birlesip Erzurum'u canla basla savunmak için seferber oldular. David türk halkinin cesaretini ve ülkelerini savunma hususundaki azim ve kararliligini görünce, çevreyi yagmaladiktan sonra geri çekildi (1183-1184). Erzurum Ulu Camii'ni yaptirmis olan Nâsireddin Muhammed, muhtemelen 587 (1191) tarihinden bir müddet önce ölmüstür. Nâsireddin Muhammed'in oglu Muzaffereddin, rivayete göre Gürcü kraliçesi Tamara'ya âsik olmus ve onunla evlenebilmek için asker, köle ve hizmetçilerinden meydana gelen önemli bir maiyetiyle mücevherat, degerli kumaslar ve daha bir çok hediye ile Erzurum'dan Gürcistan'a gitmis ve orada muhtesem bir törenle karsilanarak sarayda misafir edilmistir. Sarayda Kraliçe Tamara ile ask hayati yasayan Muzaffereddin bir süre sonra ülkesine ugurlanmistir. Rivayete göre sik sik koca degistirmekle meshur olan Tamara David ile evlendikten sonra bu Saltuklu sehzadesini de kizi veya cariyelerinden biriyle evlendirmisti. f) Mama Hatun: Nâsireddin'den sonra Saltuklu tahtinda kizkardesi Mama Hatun'u görüyoruz. Kaynaklar 587 (1191) tarihinde Erzurum'a Mama Hatun'un hâkim oldugunu ifade ederler. Selahaddin Eyyubî'nin yegeni Takiyyüddin, Ahlatsah'i Begtimur'a ait olan Malazgirt kalesini kusatinca Selçuklu hükümdarlari gibi azametli ve ihtisamli olan Saltuklu melikesi Mama Hatun, Ahlat askeriyle akrabalari olan Saltuklular'in yardimina gitmisti. Muhasara uzun müddet devam etmis, fakat Takiyyüddin'in ölümü üzerine Eyyubîler hiçbir netice elde edemeden ayrilmislardir (587/1191). Mama Hatun'un 597 (1200-1201) yilina kadar Erzurum'u yönettigi anlasilmaktadir. Çünkü söz konusu tarihte Eyyubî hükümdari Melik Adil'e haber gönderip meshur bir sahisla evlenmek istedigini bildirmisti. Melik Âdil de Nablus valisi Fâriseddin Meymûnü'l-Kasrî'ye haber gönderip Mama Hatun ile evlenmesini tavsiye etti. Fâriseddin Mama Hatun ile evlenmek için hazirlik yaptigi sirada onun Saltuklu tahtindan uzaklastirilip nezaret altina alindigini ögrendi ve dolayisiyla bu evlilik gerçeklesmedi. Güçlü ve ihtirasli bir kadin olan Mama Hatun, Tercan'da bir kervansaray ve türbe yaptirmistir. g) Alaeddin Meliksah: Mama Hatun'un Saltuklu tahtindan uzaklastirilmasi üzerine yerine yegeni Alaeddin Meliksah geçti (597/1200-1201). Bu dönemde Anadolu'daki diger beylikler gibi Saltuklular da Anadolu Selçuklu devletinin tehdidine maruz kalmislardi. Anadolu'nun fethinde, Rumlar ve Gürcüler'le yapilan savaslarda, Azerbaycan ve Türkistan'dan gelen göç ve ticaret yollarinin açik tutulmasinda önemli rol oynayan Saltuklu hanedani, son zamanlarinda Gürcü saldirilarina karsi mukavemet edemez olmustu. Azerbaycan atabegi Kizil Arslan (1191) ve Ahlat sahi Begtimur'un (1193) ölümlerinden sonra Gürcüler Kafkaslar'dan inerek Türk topraklarini isgal ve yagma etmeye, masum halki öldürmeye baslamislardi. Nitekim yukarida ifade ettigimiz gibi Nâsireddin Muhammed devrinde Erzurum'a kadar gelerek surlar disindaki halki esir etmeleri üzerine sehirlerini canla basla savunan Erzurumlular karsisinda geri çekilmislerdi. Daha sonra Kars üzerine yürüyerek sehri istilâ etmeleri, Türkler için çok büyük bir felâket oldu. Bu sebeplerden dolayi Anadolu Selçuklu sultani Rükneddin Süleymansah, 598 (1202) tarihinde Gürcistan seferine çikti ve Dogu Anadolu'daki tâbi hükümdar ve beylere haber gönderip kendisine katilmalarini istedi. Bu arada Saltuklu hükümdari Alaeddin Meliksah'i da huzuruna çagirdi. O da sultani Erzurum yakinlarinda törenle ve tevazu ile karsiladi. Ibn Bîbî onun sultani karsilamada kusurlu davrandigini, geç kaldigini ve bu yüzden tevkif edildigini söylerken, diger kaynaklar baris müzakereleri sirasinda tevkif ve hapsedildigini ifade ederler. 2 Sevval 598 (25 Mayis 1202) tarihinde Erzurum'a varan Sultan Rükneddin, son Saltuklu hükümdarini hapsetti. Topraklarini da kardesi ve Elbistan meliki Mugiseddin Tugrulsah'a teslim ederek Saltuklu hanedanina son verdi. 2. Saltuklular'in Yikilisi Erzurum'un Asagi Micingerd köyünde bulunan ve muhtemelen 630 tarihli bir kitabeden anlasildigina göre, Ebû Mansur adli Saltuklu beyi Selçuklular Saltuk ilini kendi topraklarina kattiktan sonra da Pasinler'i hâkimiyeti altinda tutmaya devam etmistir. Rivayete göre Meliksah'in ahfâdi Yavuz Sultan Selim devrine kadar Çemiskezek'de hüküm sürmüslerdir. Saltuklu topraklari 1225 yilina kadar Mugîseddin Tugrulsah'in elinde kaldi. Onun ölümünden sonra yerine Rükneddin Cihansah geçti (1225-1230). Selçuklular 1243'de Kösedag savasinda agir bir maglubiyete ugramislarsa da Alaeddin Keykubad zamaninda Erzurum dahil Gürcistan'a kadar uzanan topraklar Türkiye Selçuklu Devleti'nin sinirlari içinde kabul edilmistir. Saltuklu hanedani baslangiçta Büyük Selçuklu sultanlarina, sonra da sirasiyla Azerbaycan atabeglerine, Irak Selçuklulari'na ve nihayet Anadolu Selçuklulari'na tâbi olmuslardir. Saltuklular zamaninda Erzurum da diger Anadolu sehirleri gibi iktisadî ve ticarî açidan oldukça müreffeh bir sehir idi. Bölge Akdeniz limanlarindan ve Suriye'den hareket edip Konya, Kayseri, Sivas ve Erzincan yoluyla Azerbaycan'a, Iran'a giden veya Türkistan'dan Erzurum'a gelip ayni yoldan Akdeniz veya Trabzon limanlarina giden büyük bir kervan yolunun güzergâhinda bulundugu için ticarî hayat çok canliydi. Ayrica sahip oldugu genis otlaklariyla zengin bir hayvancilik potansiyeline sahipti. Saltuklular'dan zamanimiza intikal eden baslica mimarî eserler sunlardir: Kale Camii, Tepsi Minare, Ulu Cami. Bunlardan ilk ikisi Melik Gazi tarafindan; Ulu Cami de 575 (1179) yilinda Izzeddin Saltuk'un oglu Nâsireddin Muhammed tarafindan yaptirilmistir. Üç Kümbetler denilen türbelerden biri Izzeddin Saltuk'a ait olup türbenin yaninda bir de zaviye vardir. Ayrica Tercan'da Mama Hatun tarafindan yaptirilmis olan bir kervansaray ile bir de türbe mevcuttur. 630 (1232-1233) yilinda Ebû Mansur tarafindan yaptirilmis olan Micingerd kalesi de Saltuklular'a ait önemli eserlerden biridir. |
MENGÜCÜKLÜLER -------------------------------------------------------------------------------- 1. Mengücüklüler'in Kurulusu Mengücüklüler, Malazgirt zaferinden sonra Erzincan, Kemah, Divrigi ve Sarki Karahisar (Kögonya/Sebinkarahisar)'i fethederek yaklasik 1227 yilina kadar burada hüküm süren bir Türk beyligidir. Beyligin kurucusu olan Mengücük Gazi, Sultan Alparslan ile Malazgirt savasina katilmis ve zaferden sonra Karasu (Yukari Firat) ve Çalti nehirleri vadilerinin fethiyle görevlendirilmistir. Mengücük Gazi'nin hangi boya mensup oldugu kesin olarak tesbit edilememistir. Yazicioglu Ali'nin Mengücüklü Fahreddin Behram Sah'in Anadolu Selçuklu Sultani II.Süleyman Sah'in (1196-1204) Gürcistan seferine Salurlar ve Bayindirlar ile katildigina dair sözleri ihtiyatla karsilanmalidir. Ancak Divrigi yöresindeki Türklerin büyük bir kisminin Salurlar'dan oldugu kabul edilmektedir. Bu yöreyi fetheden Mengücük Gazi, Erzincan, Kemah, Divrigi ve Sarki Karahisar'i hâkimiyeti altina alarak kendi adiyla anilan beyligi kurmustur. Zahireddin Nisâburî ile Müneccimbasi; Mengücük Gazi'nin Alparslan tarafindan Anadolu'da görevlendirildigini ve yukarida adi geçen sehirleri ona ikta ettigini söylerler. Ibn Bibî ise Mengücük Gazi'yi Anadolu Selçuklu Devleti'nin kurucusu Kutalmisoglu Süleymansah'in beyleri arasinda sayar. Mengücük Gazi, Oguzlar'in Kayi, Bayat, Karaevli veya Alkaevli boylarindan birine mensuptur. Kitabelerdeki bilgi ve motiflere bakilarak Mengücükler'in Türkler'in asil bir ailesine mensup olduklari ve bu sebeple Selçuklu hanedani nezdinde daima itibar gördükleri söylenebilir. Kemah'in kuzeybatisinda Karasu kiyisinda Melik Gazi'ye atfedilen bir kümbetin Farsça kitabesinde Mengücük Gazi hakkinda su ibareler vardir: "Âlim, âdil, ülkeler fetheden, halkin siginagi; Erzurum, Erzincan, Kemah, Diyarbekir ve bunlarin kalelerini alan, dinsizlerin cigerlerini daglayan, boyunlarini kiliçla vuran Mengücük Gazi... Allah rûhunu sâdeylesin, kabrini nurlandirsin, günahlarini bagislasin...". Müneccimbasi, Mengücük Gazi'nin Kiliç Arslan ve Danismend Gazi ile beraber Gürcüler, Rumlar ve Abhazlarla savastigini söyler. Mengücük Gazi çok akilli, ileri görüslü, cesur ve tedbirli bir bey idi. Divrigi Ulu Camii kitabesinde yer alan Alp, Kutlug, Tugrul ve Tekin gibi ünvanlar onun Oguz beyleri arasinda önemli bir yeri oldugunu gösterir. Divrigi Sitti Melek (Melike) türbesindeki kitabede ise kocasi Saban Sah'tan "el-Merhûm, es-Saîd, es-Sehîd, el-Gazî" diye bahsedilir. Mengücük'ün "Gazi" ünvanini almasi onun Anadolu'nun fethi sirasinda nice savaslara katilip kahramanliklar gösterdigine ve halkin gönlünde taht kurduguna delalet eder. Ilk Anadolu fâtihleri gibi Mengücük Gazi de halk arasinda evliya mertebesine yükselmis ve türbesi asirlardir halkin ziyaretgâhi olmustur. Mengücük Gazi ve evlâdina ait türbelerin Kemah'ta bulunmasi, Mengücükler'in ilk baskentinin burasi oldugunu gösterir. Mengücük Gazi'nin ölüm tarihi tesbit edilememistir. Ancak onun 1118 yilinda hayatta olmadigi bilinmektedir. Mengücük Gazi'nin ölümünden sonra yerine oglu Ishak geçmistir. 1118 yilinda Erzincan, Kemah ve Divrigi'ye hâkim olan Mengücüklüler'in basinda Ishak'i görmekteyiz. Danismendli Melik Gazi'nin damadi olan Ishak, sözkonusu tarihte Malatya'yi yagmalayinca sehri oglu Tugrul adina idare etmekte olan I. Kiliç Arslan'in karisi Ayse Hatun, Urfa kontu Joscelin'e haber gönderip yardim istedi. Ishak muhtemelen Artuklu Belek Gazi'den intikam almak maksadiyla Malatya'yi yagmalamisti. Çünkü Ishak 1113 yilinda Ayse Hatun ile evlenen ve Tugrul Arslan'in atabegi olan Belek Gazi'ye kin besliyordu. Belek Gazi, bu saldiriya karsilik vermek için hazirliklara basladi ve 1120 tarihinde Kemah'a girdi. Belek ile basa çikamayacagini anlayan Mengücükoglu Ishak, Bizans Imparatorlugunun Trabzon valisi Konstantin Gabras'in yanina giderek ondan yardim istedi. Gabras, Ishak ile ittifak yaparak Belek'in üzerine yürüdü. Buna karsilik Belek de Danismendli Melik Gazi ile isbirligi yapti. 514 (1120) yilinda Erzincan yakinlarindaki Siran (Serman)'da vuku bulan savasta Gabras ile Mengücükoglu çok agir bir maglubiyete ugrayip esir düstüler. Ayrica besbin Rum askeri öldürüldü ve esir alindi. Trabzon dükasi Gabras, otuzbin altin fidye ödeyerek kurtulurken, Ishak da Melik Gazi'nin damadi oldugu için serbest birakildi. Halbuki Belek Gazi, Ishak'in öldürülmesinden yana idi. Onun kendisinden habersiz saliverilmesine çok içerleyen Belek, Danismendlilerle yaptigi ittifaka son vermis ve bu yüzden Trabzon dükaligina yapilmasi planlanan saldiri da gerçeklesmemistir. Halbuki bu zaferin kazanilmasinda Belek'in rolü çok büyüktü. Mengücükoglu Ishak, bu olaydan sonra Melik Gazi'nin nüfuzu altina girdi ve yirmibes yil hüküm sürdükten sonra 1142'de öldü. Ishak'in Mengücükogullari seceresindeki yeri, Mengücük Gazi'nin oglu oldugunun Divrigi Sitti Melek türbesinin kitabesinden okunmasindan sonra artik kesin olarak tespit edilmistir. Kemah emîrinin ölümü üzerine Danismendli Mehmed, bu sehri ele geçirdi. Ancak ayni yil onun da vefat ettigini görüyoruz. Danismendliler'in Kemah'i zaptetmeleri bu iki aile arasindaki iliskilerin iyi olmadigina delâlet eder. Ishak'in ölümünden sonra, Mengücüklüler'in Kemah-Erzincan ve Divrigi olmak üzere iki ayri kol hâlinde hüküm sürdüklerini görüyoruz. Ishak'in ogullarindan Davud Kemah-Erzincan, Süleyman da Divrigi kolunun basina geçmistir. a) Kemah-Erzincan Mengücüklüleri: Bu kolun ilk meliki oldugunu ifade ettigimiz Davud hakkinda yeterli bilgi yoktur. Anadolu Selçuklu hükümdari II. Kiliç Arslan taraftari oldugu için Danismendli Yagibasan tarafindan 1162 tarihinde öldürülmüstür. Müneccimbasi ondan Alaeddin Davud olarak bahseder ve bir müddet hükümdarlik yaptiktan sonra öldügünü kaydeder. Davud'dan sonra Mengücüklüler'in basina oglu Fahreddin Behramsah geçti. Hanedanin Ishak'in ölümünden sonra iki kola ayrilmasi, onlari oldukça zayiflatmis ve çevredeki devletler karsisinda güçsüz düsürmüstü. II. Kiliç Arslan 12 Ramazan 559 (3 Agustos 1164) tarihinde Danismendogullari'ni ortadan kaldirip topraklarini ülkesine kattigi gibi Mengücük beyligini de nüfuzu altina aldi. Fakat bu dönem Mengücüklüler için bir huzur ve refah dönemi oldu. Behramsah'in II. Kiliç Arslan'in damadi olmasi ve kizlarini Anadolu Selçuklu hanedani mensuplariyla evlendirmesi iki hanedan arasindaki münasebetlerin müspet yönde gelismesine zemin hazirladi. Genceli sair Nizamî'nin Fahreddin Behramsah'a takdim ettigi Mahzenü'l-Esrâr adli eserinde ondan Gürcistan galibi olarak bahsetmesine bakilirsa o dönemde Kars ve Ani gibi sehirlere defalarca saldiran ve pek çok müslümanin kanini döken Gürcülerle cihad ettigi söylenebilir. Behramsah'in dikkati çeken faaliyetlerinden biri de kayinpederi II. Kiliç Arslan ile oglu Kutbeddin Meliksah arasinda 1188 yilinda vukubulan mücadelelere müdahale etmesidir. Iki tarafi baristirmak için tesebbüse geçen Behramsah, Konya'ya giderek bu anlasmazliga sebep olan Vezir Ihtiyareddin Hasan'i yakalayip Sivas'a götürmek için sultandan izin aldi. Fakatt vezir yolda Türkmenler'in hücumuna maruz kaldi ve aile efradiyla birlikte öldürüldü. Mengücüklülerle Anadolu Selçuklulari arasindaki bu iliskiler Rükneddin II. Süleymansah zamaninda da devam etti. Fahreddin Behramsah, 598 (1202) yilinda Süleymansah'in Gürcistan seferine katildi. Fakat Selçuklu kuvvetlerinin maglubiyetiyle sonuçlanan savasta esir düstü. Kraliçe Tamara, ona bir esir degil adeta bir misafir muamelesi yapti ve bir süre sonra ülkesine gönderdi. Baska bir rivayete göre ise fidye ödeyerek kurtuldu. Behramsah, bu sefer sirasindaki basarilari sebebiyle "Gazi" ünvanina lâyik görüldü. Ravendî onun bu seferdeki gayretleri ve Süleymansah'a sadakatine temas ederek söyle der: "Damad Emîr Isfehsâlâr-i Kebîr, âlim, adaletli, Allah'in yardimina mazhar olmus, muzaffer, ikbal sahibi, dinin yardimcisi ve emîrlerin hükümdari Gazi Fahreddin Behramsah'in canini feda edecek kadar hükümdara taraftar oldugu, onun iyiligini istedigi ve essizligi Abhazlarla yapilan muharebe meydaninda çikti. Çünkü orada canini feda edip kullarin kurtulmasi için çalisti". Selçuklu sultani I. Izzeddin Keykavus, Behramsah'in son yillarinda kizi Selçuk Hatun ile evlendi. Bu durum iki aile arasindaki dostâne iliskilerin devam ettigini gösterir. Ayrica bu dügünle ilgili rivayetler o dönemin sosyal ve medenî hayatini gayet güzel yansitir. Erzincan'a dünür gönderen Izzeddin Keykâvus müsbet cevap alinca ülkenin her tarafindan meshur terziler ve sanatkârlar getirterek gelinin çeyizlerini hazirlatti. Selçuk Hatun'a ipekli elbiseler, mücevherler, gerdanliklar, altin ve gümüs esya, köle ve cariyeler, atlar ve katirlar hazirlandiktan sonra muhtesem dügün alayi büyük emîrlerin refakatinde yola çikarildi. Nikâh, Kadi Sadreddin tarafindan kiyildi. Bunu Sivas ve Erzincan'da görkemli dügünler takip etti. Gelin Erzincan'dan Sivas'a gelince sehirde bir hafta süren dügün ve senlikler yapildi. Bu vesileyle emîrlere hediyeler verildi. Fahreddin Behramsah, uzun süren hükümdarligi döneminde dört Anadolu Selçuklu hükümdariyla birlikte oldu. Bunlar II. Kiliç Arslan, Giyaseddin Keyhüsrev, Rükneddin Süleyman ve Alaeddin Keykubat'tir. Rivayete göre Belh'den Anadolu'ya gelen Sultanü'l-Ulemâ Bahaeddin Veled, Erzincan'dan geçerken Behramsah ve karisi Ismet Hatun'un misafiri olmus ve burada kendisi için insa edilen medresede üç-dört yil ders vermistir. Behramsah 622 (1225) yilinda Erzincan'da öldü. Erzincan civarindaki Asagi Ula köyü yakininda harabe halindeki türbe büyük bir ihtimalle ona aittir ve Melik Fahreddin Türbesi olarak meshurdur. Behramsah'in bastirdigi en eski sikke, 563 (1167-1168) tarihlidir. Bu paralarin bir yüzünde Behramsah'in, diger yüzünde ise metbû hükümdar sifatiyla II. Kiliç Arslan'in adi yazilidir. Ibnü'l-Esîr onun altmis yildan fazla hükümdarlik yaptigini söyler. Onun devrinde Kemah'in yerine baskent olan Erzincan çok gelismis ve sehir önemli bir ticaret ve kültür merkezi olmustur. Fakat sik sik vukubulan depremler yüzünden mimarî eserler günümüze intikal edememistir. Behramsah akilli, güzel huylu, halka ve askerlere karsi sefkatli bir hükümdürdi. Sair ve âlimleri himaye ederdi. Yukarida kisaca temas ettigimiz gibi Dogu'nun meshur sairi Genceli Nizamî Mahzenü'l-Esrâr adli eserini ona ithaf etmis ve besbin dinar ve iyi cins bes katir ile ödüllendirilmistir. Behramsah çok hayirseverdi. Zengin-fakir, yerli-yabanci farki gözetmeden herkese iyilik etmek isterdi. Kis mevsiminde kuslarin açliktan ölmemesi için arabalarla daglara yem gönderdi. Bu davranis günümüzde bile esine az rastlanan mükemmel bir sefkat ve merhamet numûnesidir. Behramsah'in yerine oglu Alâeddin Davudsah geçti. Diger oglu Muzaffereddin Muhammed de Sarki Karahisar meliki oldu. Behramsah'in diger oglu Selçuksah ise otuzbes yildir Kemah'ta hüküm sürmekteydi ve babasindan önce vefat etmisti. Davudsah'in Erzincan ile beraber Kemah'a da hâkim olmasi bunu teyid etmektedir. Ayrica kaynaklar bu tarihte Behramsah'in sadece Davud ve Muhammed adli çocuklarindan bahsederler. Aydin bir hükümdar olan Behramsah, her iki oglunu da gayet mükemmel bir sekilde egitmisti. Davudsah da babasi gibi mantik, matematik, ilâhiyat, ilm-i nücûm, edebiyat ve felsefeye vâkifti. Farsça güzel siirler yazardi. Ilme karsi duydugu yakin ilgi dolayisiyla meshur tip âlimi Muvaffakuddin Abdüllâtif-i Bagdâdî'yi sarayina davet edip kendisine maas bagladi. O da Davudsah adina eserler yazdi. Davudsah'in ilim adamlarini himaye etmesi sebebiyle Erzincan'da ilim ve kültür düzeyi yükseldi ve meshur uzmanlar yetisti. Meselâ o devrin önde gelen simâlarindan Alâeddin Erzincanî, Rükneddin Kiliç Arslan'i tedavi etmisti. Davudsah ilim alanindaki basarisini, ülke yönetiminde gösteremedi. Halka zulme varan davranislari, devlet adamlarini haksizca cezalandirip mallarina el koymasi, ülkede büyük bir huzursuzluga sebep oldu. Son zamanlarinda ise bazi emîrleri öldürttü. Bu durumu diger emîrleri de endiseye sevketti ve onlar da ayni akibete ugramaktan korkarak Sultan Alâeddin Keykubat'a sigindilar. Rivayete göre Sultan Alâeddin Keykubat, Harezmsah Celâleddin ve Mogol istilâsi dolayisiyla sinirlarini müdafaa edemeyeceklerini hattâ onlarla isbirligi yapabileceklerini düsünerek Mengücükler'i ve benzeri beylikleri hâkimiyeti altina almak lüzumunu hissetmis ve bu da Davudsah ile Anadolu Selçuklu hükümdarinin arasinin bozulmasina sebep olmustu. Bu gelismeler Mengücüklü emîrler arasinda da huzursuzluk kaynagi olmus ve bu yüzden Davudsah bazi emîrleri öldürtmüstür. Alâeddin Keykubat kendisine siginan emîrleri himayesi altina aldigini söyleyerek bunlarin mallarini iade etmesini ve hapsettigi Selçuklu taraftari emîrleri de serbest birakmasini istemistir. Davudsah, önce bu teklifi reddettiyse de daha sonra bu davranisinin akibetinden korkarak sultanin emrini yerine getirmeyi uygun bulmustur. Sultanin bu emîrlere ilgi göstermesine üzülen Davudsah, bu meseleyi kökünden halletmek için yeterli hediyelerle Kayseri'de bulunan sultanin yanina gitti. Sultanla görüserek sadakatini ifade etti ve ondan bir ahidnâme aldi. Buna göre Mengücük beyi sultana sadakatle bagli kaldigi sürece onun yardim ve destegine mazhar olacakti. Fakat Erzincan'a dönünce verdigi sözü unuttu ve bu emîrlerin sultani kandirmalarindan korkarak Erzurum melikii Mugîseddin Tugrulsah'in oglu Cihansah'a ittifak teklif etti. Ayrica Eyyubîler'den Melik Esref ve Celâleddin Harezmsah'tan da yardim istedi. Fakat bu tesebbüslerden bir netice elde edemeyecegini anlayinca Alâeddin Keykubad ile yeniden anlasmak için seferber oldu. Oglunu rehine gönderip sultani kendi lehine çevirmek istediyse de basarili olamadi. Erzurum meliki Cihansah'in hareketlerinden de rahatsiz olan sultan, bu Erzurum meliki üzerine yürüyecegini söyleyerek Davudsah'in da kendisine katilmasini istedi. Sivas'tan yola çikan Alâeddin Keykubad, kendisine katilan Davudsah'i yakalatti ve hiçbir mukavemetle karsilasmadan Erzincan'a hâkim oldu. Müstahkem Kemah kalesi teslim olmamak için bir müddet direndiyse de Davudsah, ölümle tehdit edilince kale muhafizlarina haber gönderip teslim olmalarini istemek zorunda kaldi. Böylece Mengücüklüler'in Erzincan-Kemah kolu sona ermis oldu (10 Zilhicce 625/10 Kasim 1228). Farsça da bilen Davudsah tahsilli bir hükümdardi. Mantik, ilâhiyat, ilm-i nücûm vb. pek çok ilme vakif idi. Abdullatif el-Bagdâdî de bir süre onun sarayinda kalmis ve bazi eserlerini onun adina kaleme almistir. Bu gelismeler üzerine Eyyubî hükümdari Melik Esref'e tâbi olan Cihansah onun himayesine girmistir. Eyyubîlerle bozusmak istemeyen Sultan Alâeddin, Ertokus'u Muzaffereddin Muhammed'in idaresindeki Sarkî Karahisar üzerine sevkederek daha fazla ilerlemeden geri döndü (1228). Sultan Alâeddin, oglu Giyâseddin Keyhüsrev'i Erzincan'a melik, Mübarizeddin Ertokus'u da ona atabeg tayin etti. Selçuklu hanedaniyla Mengücüklüler arasindaki akrabaliklari dikkate alan sultan, Davudsah'i cezalandirmayip Aksehir ile Ab-i Germ'i ona ikta etti. Ömrünün bundan sonraki kismini burada geçiren Davudsah, yazdigi bir siirde buradan memnun olmadigini gayet veciz bir sekilde ifade ediyordu: Sâhâ dil-i düsmenân zi tû bâd derdest Ruhsâre-i düsmen ez nehîb zerd est Insaf ki, bâ vücûd-i sad gussa merâ Der mülk-i tû âb-i germ u nân-i serdest "Ey Padisah! Düsmanlarinin gönlü senden dertlidir, yüzleri de korkudan sararmistir. Insaf et ki, bu kadar güçlüsün ama benim binbir dertten muzdarip vücuduma ülkende sadece sicak su ve soguk ekmegi lâyik gördün". Yukarida da ifade edildigi gibi Sultan Alâeddin, Ertokus'u Sarki Karahisar'a sevketmisti. Burada üç yildan beri meliklik yapan Muzaffereddin Muhammed, sehri bir müddet korumussa da daha sonra mukavemet edemeyecegini anlayarak bazi yerlerin kendisine verilmesi sartiyla Sarki Karahisar'i teslim edecegini bildirdi. Bu teklif kabul edilerek kendisine Suriye sinirindaki bazi yerler mülkiyet olarak, Kirsehir ise timar olarak verilmis ve her türlü vergiden muaf tutulmustur. Muzaffereddin Muhammed, üç oglu Fahreddin Süleyman, Izzeddin Siyavus ve Nâsireddin Behramsah ile beraber Kirsehir'e geldi ve buraya yerlesti. Ilme olan aski sebebiyle Kirsehir'de Melik Gazi Türbesi'nin karsisinda muhtesem bir medrese yaptirdi. Selçuklular'in hizmetine giren bu Mengücük beyi, onlarin nezdinde büyük itibar ve ilgi gördü. Muzaffereddin Muhammed sahsiyetli bir bey idi. Alâeddin Keykubad'in yerine geçen Giyâseddin Keyhüsrev onun kizina dünür olunca Muzaffereddin: "O bizim soyumuza damat olmaya lâyik degildir" diyerek reddetti ki, bu durum onun ahlâkli ve sahsiyet sahibi bir insan oldugunu gösterir. Ancak israrlar karsisinda Mengücüklülerle Selçuklular arasinda yeni bir akrabalik gerçeklestirildi. Muzaffereddin güzel ahlâkli ve akilli bir hükümdardi. Onun Kirsehir'e gönderilmesiyle Erzincan ve çevresine hâkim olan Mengücüklü beyligi de sona erdi (625/1228). b) Divrigi Mengücüklüleri: Mengücüklüler'in bu kolu siyasî faaliyetleriyle degil, Divrigi'de insa ettikleri cami, medrese, hastahane ve türbeleriyle taninmistir. Tarihçiler, siyasî mücadele ve savaslara daha fazla ilgi duymus olacaklar ki, bu tür olaylara ve çatismalara karismayan Divrigi Mengücüklüleri hakkinda üzüntüyle ifade etmek gerekir ki hemen hiç bilgi vermezler. Onlar hakkinda edindigimiz bilgileri yaptiklari eserin kitabelerine ve günümüze kadar intikal eden sikkelere borçluyuz. Divrigi'nin tabiat sartlari, hem onlarin yayilmalarina, hem de çevredeki beylik ve devletlerin onlarin hâkimiyet sahasina girmesine mâni olmustur. Mengücüklüler'in Erzincan ve Sarkî Karahisar kollarina son veren Anadolu Selçuklu hükümdari Alâeddin Keykubad, muhtemeldir ki bu endiseler sebebiyle Divrigi'ye müdahale etmek istememistir. Divrigi Mengücüklüleri'nin ilk beyi Ishak'in oglu ve Mengücük'in torunu Süleyman'dir. Babasi Ishak'in 1142 yilinda ölümünden sonra Divrigi'de bagimsiz olarak hüküm sürmeye basladi. Gerçi Mengücük Gazi ve oglu Ishak hakkinda da Divrigi hükümdari ünvani kullanilmakta ise de bu durum beyligin zaman zaman Kemah ve Divrigi'den idare edildigini gösterir. Divrigi'de Süleyman adina hiçbir eser yapilmamis olmasi onun pek faal bir hükümdar olmadigi intibaini uyandirmaktadir. Ölüm tariihi de belli olmayan Süleyman'in yerine oglu Sahinsah geçmistir. Divrigi kale camiinin bânîsi olan Sahinsah hakkinda bu camiin kitabesinde söyle denilmektedir: "el-Emîr el-Isfehsalar el-Ecel Seyfüddünya veddin Ebu'l-Muzaffer Sahinsah b. Süleyman b. Emîr Ishak..." Sahinsah hakkinda Divrigi Ulu Camii yaninda yaptirdigi türbenin kitabesinde de" "Gazilerin hâmisi, Islâm sinirlarinin koruyucusu, fakir, zayif ve mazlumlarin siginagi, kâfir ve dinsizlerin kökünü kaziyan..." gibi yüksek sifatlar kullanilmasi onun büyük bir ihtimalle Sultan Kiliç Arslan ile beraber seferlere istirak ettigini gösterir. Kitabede ayrica "Ebu'l-Muzaffer Sahinsah b. Süleyman b. Ishak b. Gazi Sehid Emîr Mengücük" ibaresiyle de hanedanin seceresi verilmektedir. Sahinsah'in beyligin basina geçis tarihi de kesin olarak belli degildir. Ancak Kale Camii kitabesinin 576 (1180) tarihini tasimasina bakilarak bu tarihten önceki yillarda Divrigi'de hüküm sürmeye basladigini söylemek mümkündür. Divrigi'de yaptirdigi türbe ise 592 (1196) tarihlidir. Sahinsah'in bastirdigi üç sikke günümüze intikal etmis ve ikii tanesi Ahmed Tevhid tarafindan yayimlanmistir. Bu sikkelerden birinde II. Kiliç Arslan'in, ikincisinde de Rükneddin Süleymansah ibareleri vardir. Muhtemelen 1197-1198 yillarindan sonraki bir tarihte ölen Sahinsah'dan "Katilü'l-kefere ve'l-müsrikîn" olarak bahsedilmesi, onun hristiyanlarla cihad ettigini gösterir. Sahinsah; yoksul, öksüz ve mazlumlarin hâmisiydi. Sahinsah'in Ishak ve Süleyman adlarinda iki oglu vardi. Süleyman'in adi kitabelerde geçmektedir. Fakat Ishak'in adi ise 645 (1247) tarihli Karatay Vakfiyesi'nde sahitler arasinda zikredilmektedir. Sahinsah'tan sonra yerine oglu Süleyman geçti. Adina oglu ve torunu tarafindan yaptirilan eserlerin kitabelerinde ve Ulu Cami Vakfiiyesi'nde rastlanmaktadir. Divrigi kalesi Arslan burcundaki bir kitabe, onun Mengücük beyi oldugunu açikça ifade etmektedir. Ancak hayati ve faaliyetleri hakkinda yeterli bilgi yoktur. Süleymansah'in yerine geçen oglu Ahmedsah, yaptirdigi degerli eserleriyle taninan büyük bir beydir. En büyük eseri olan Divrigi Ulu Camii'nin kitabesinde onun için "Nâsiru Emîri'l-Mü'minîn Ahmedsah b. Süleymansah, Allah onun saltanatini ebedî kilsin, gücünü artirsin" denilmektedir. Uzun yillar beyliginin basinda kalan Ahmedsah, Yassiçimen savasina ve Kösedag bozgununa sahit olmus ve Mogollar'in Anadolu'yu istilâ ettigi dönemde Divrigi kalesini onarmak için büyük gayret sarfetmistir. 1250 yilindan önceki bir tarihte ölen Ahmedsah'in yerine Melik Salih geçti ve Mogol saldirilari sirasinda yikilan kalenin burçlarini tamir ettirdi. Divrigi Mengücüklüleri'nin ondan sonraki beyleri hakkinda yeterli bilgi yoktur. Ilhanli hükümdari Abaka Han 1277 yilinda Divrigi'ye ugramis, halkin kendisine ilgi göstermedigini ve kalede silahli askerlerin bulundugunu görerek öfkelenmis ve surlari tahrip ettirmistir. Beylik bu tarihten itibaren tarihe karismis ve bölge Ilhanlilar'dan sonra Eretnaogullari'nin hâkimiyeti altina girmistir. Erzincan, Kemah, Divrigi ve Sarkî Karahisar gibi fethettikleri sehirlerle yetinerek hâkimiyet sahalarini genisletmek istemeyen Mengücüklüler, sehirlerinin gelismesi için çalismislar ve pek çok hayrât vücuda getirmislerdir. Âlim, sair ve sanatkârlari himaye eden Mengücüklüler, Anadolu Selçuklu devletinin himayesinde seçkin bir hayat sürmüslerdir. Insa ettirdikleri çok sayida eserle ilim, kültür, san'at ve medeniyetin gelismesine hizmet etmislerdir. Divrigi kalesi, Kale Camii, Ulu Camii, Darü's-Sifâ, Sitti Melek, Kamereddin ve Kemankes türbeleri ile medreseler, Mengücüklüler'in Divrigi'de yaptirdiklari baslica eserlerdir. MIMARI ESERLER Erzincan'da Mengücüklüler'e ait hiç bir eser günümüze intikal etmemistir. Bu da yörede sik sik meydana gelen depremlerin bir sonucudur. Çünkü Fahreddin Behramsah gibi bir hükümdarin 60 yildan fazla süren melikligi zamaninda hiçbir eser yaptirmamasi kabul edilemez. Kemah'ta ise sadece birkaç türbe mevcuttur. Mengücüklüler dönemine ait en eski yapi, Sahinsah'in 576 (1180-1181)'da Divrigi'de yaptirdigi Kale Camii'dir. Azerbaycanli Mimar Hasan b. Firuz'un yaptigi bu cami, tugla ve tasin cephede henüz bir arada kullanildigi çiçekli kûfî, geometrik ve nebatî motiflerin yeniden degerlendirildigi bir saheserdir. Sahinsah'in torunu Ahmedsah'in 622 (1228-1229)'de yaptirdigi Darü's-Sifa ile birlikte külliye olarak yaptirdigi Ulu Cami, Divrigi Mengücüklüleri'nin en büyük eserini teskil eder. Cümle kapisindaki kitabede Alâeddin Keykubad'in adi da yazili olup Ahmedsah'in onu metbû tanidigini gösterir. Darü's-Sifa ise kitabeye göre Behramsah'in kizi ve Ahmedsah'in hanimi Melike Turan Melek tarafindan ayni yil yaptirilmistir. Tas mihrabin Anadolu'da bu ölçüde zengin baska bir örnegi yoktur. Camiden oniki yil sonra yapilan abanoz minber, Tiflisli Ahmed Usta'nin eseridir. Sifahane ise âbidevî ve basarili bir mimarî örnegidir. Mimari Ahlatli Hürremsah'tir. Divrigi'de Sahinsah'a ait 592 (1195-96) tarihli türbe halk tarafindan Sitte Melik adiyla anilmaktadir. Ancak bu isim muhtemelen Sitti Melike olmalidir, ve Hatun'un kocasindan sonra buraya gömülmesinden dolayi bu ad verilmistir. EKONOMIK DURUM, KÜLTÜR VE MEDENIYET Mengücüklüler'in baskenti Kemah idi. Ancak Davudsah, 1142'de Erzincan'i baskent yapinca, Kemah önemini kaybetmeye basladi. Buna karsilik Erzincan ticaret, tarim ve sanayi açisindan büyük gelisme göstermisti. Hükümdarlarin ilim, kültür ve medeniyeti himaye etmeleri sayesinde ilim, edebiyat ve san'at adamlari yetismistir. Fahreddin Behramsah ve karisi Ismetiye Hatun, ilim ve din adamlarina büyük saygi gösterirlerdi. Rivayete göre Bahaeddin Veled ile Mevlâna Celâleddin, Erzincan'a geldiklerinde onlardan büyük saygi görmüs ve Behramsah Erzincan'da bir medrese yaptirarak Bahaeddin Veled'in orada ders vermesini saglamistir. Hükümdarin israrlarina ragmen Bahaeddin Veled, Erzincan halkinin lüks ve refah içinde eglenceye daldiklarini görerek burada kalmamistir. Izzeddin Keykavus ile Behramsah'in kizi Selçuk Hatun'un evlennmeleri münasebetiyle yapilan dügün ve senlikler de Mengücük ilindeki refah seviyesini göstermesi bakimindan dikkate deger. Mengücüklüler'in Kemah ve Divrigi'de oldugu gibi Erzincan'da da pek çok abide yaptirdigi muhakkaktir. Ancak depremler sebebiyle bunlar zamanimiza kadar ayakta kalmamistir. Gerçekten de Erzincan, tarih boyunca oldugu gibi Mengücüklüler ve Selçuklular döneminde de sik sik meydana gelen depremler sebebiyle yikilmis ve harabeye dönmüstür. 1138 yilinda Erzincan'da meydana gelen bir deprem sonunda pek çok kisi ölmüs, 1165 yilindaki baska bir depremde ise sehir harabeye dönmüstür. Mengücüklüler'in baskenti Erzincan, ticarî ve iktisadî zenginligi, hükümdarlarin ilim ve sanat adamlarini korumalari sebebiyle devrin en yüksek kültür ve medeniyet merkezi hâline gelmistir. Selçuklular'in hizmetindeki ilim adamlarinin bir kisminin Erzincanli olmasi da bu durumu teyid eder mahiyettedir. Fahreddin Behramsah ve Alâeddin Davudsah, birçok ilim dalinda ihtisas sahibiydiler, sair, edip ve sanatkârlari himaye ediyorlardi. O devrin meshur tabibi Muvaffakuddin Abdüllatif el-Bagdadî, 1228 yilinda Haleb'den Erzincan'a gelmis ve Mengücük ilini dolastiktan sonra 1230 yilinda Malatya üzerinden Haleb'e dönmüstür. Mengücük ilinde bulundugu sirada büyük ilgi ve saygi görmüstür. Alâeddin Davudsah, bu meshur hekime maas baglatmis, o da yazdigi birkaç eseri ona ithaf ve takdim etmistir. Daha önce belirtildigi gibi Fahreddin Behramsah ile karisi Ismetiye Hatun, Bahaeddin Veled ile oglu Celâleddin'i Erzincan'da misafir etmis ve onun Erzincan'da kalip ders vermesi için Erzincan Aksehir'de kendisi için bir medrese yaptirmislardir. Edebiyat ve tasavvuf sahasinda meshur bir sima olan Siraceddin Ahmed, ayni zamanda iyi bir musikîsinasti. Eyyubî hükümdari Melik Esref, söhretini duyunca onu Sam'a davet edip dinlemistir. |
DANISMENDLILER -------------------------------------------------------------------------------- 1. Danismend Gazi: Danismendliler, 1071-1178 yillari arasinda Sivas, Malatya, Kayseri, Tokat, Amasya ve civarinda hüküm süren bir Türkmen hanedanidir. Hanedanin kurucusu olan Melik-i Muazzam Danismend, Ahmed Gazi (Taylu) b. Ali'nin mensei ve yasadigi devir, tarihçiler arasinda hâlâ tartisma konusudur. Kaynaklarda hayati hakkinda yeterli bilgi yoktur. Meshur tarihçi Ibn Bîbî'nin, Dânismendliler hakkindaki rivayetler ihtilafli oldugu için eserinde onlara yer vermedigini söylemesi dikkat çekicidir. Bir rivayete göre Danismend, 360/970 yilinda Abbasî halifesi el-Mutî'den izin alarak Rumlar'la cihada çikmis, Tursan, Çavuldur, Karadogan, Hasan, Süleyman b. Nûman, Eyyüb b. Yunus ve Karatekin gibi emirler ve gönüllü mücahitlerle Sivas'a kadar gelmis, askerlerinden bir kismini Emîr Tursan ile beraber Istanbul'a göndermis, kendisi de Tokat, Turhal, Amasya ve Niksar'i fethetmistir. Bazi emîrlerini de Kastamonu ve Canik taraflarina sevketmistir. Seferlerinden birinde yaralanmis ve Niksar'a dönüp orada vefat etmistir. Baska bir rivayete göre ise Danismend, Bizanslilar'la cihad ederken sehit düsen Battal Gazi'nin soyundandir ve Islâmî adi Ahmed'dir. Ancak kronolojik olarak bunlarin dogru olmadigi bilinmektedir. Ayrica 322 (934) yilindan beri hristiyan hakimiyetinde olan Malatya'dan 360 (970-71) yilinda böyle bir mücahid grubunun çikmasi mümkün görünmemektedir. Ortaçagin en güvenilir tarihçilerinden Ibnü'l-Esîr ise Dânismend'in asil adinin Taylu oldugunu, Türkmenler'e ögretmenlik yaptigini ve zamanla hükümdarliga kadar yükseldigini söyler. Gaffarî, Aksarayî ve Müneccimbasi tarafindan da kabul edilen bu görüsü esas alan tarihçiler, onun Türkmen asilli (Danismend Taylû b. Ali et-Türkmanî) oldugunda müttefiktirler. 1063 yilindan iitibaren Sultan Alparslan'in hizmetine giren Danismend bilgeligi, cesareti ve yigitligiyle onun dikkatini çekmis ve en güvenilir emîrleri arasinda yer almistir. Malazgirt savasina da katilan Danismend Ahmed Gazi, zaferin kazanilmasinda önemli rol oynamistir. Sultan Alparslan baris teklifinin Bizans Imparatoru Romanos Diogenes tarafindan reddedilmesi üzerine Artuk, Saltuk, Mengücük, Danismend, Çavli ve Çavuldur adli emirleriyle yüksek bir yerden Bizans ordugâhini gözetledikten sonra savasla ilgili olarak onlarin görüslerini sordu. Bunun üzerine Dânismend yer öpüp: "Müsaade ederseniz arzedeyim" dedi ve sunlari söyledi: "Bugün çarsambadir, saadetle geri dönelim. Bugün ve yarini silâhlarimizi hazirlamakla geçirelim. Elbiselerimizi temizleyip zemzemle yikanmis kefenlerimizi hazirlayalim. Cuma günü hatiplerin minberlerde "Ya Rabbi, Islâm ordularini mansûr ve muzaffer eyle!" diye duâ ettikleri zaman, ihlasla tekbir getirip küffarin üzerine saldiralim; eger sehitlik saadetine erisirsek: "(Bu) ne güzel mükâfat" ve eger galip ve muzaffer olursak: "Bu ne büyük basaridir". Bu veciz sözlerden sonra bütün beyler, Danismend'in fikrini begenip geri döndüler. Kararlastirilan zaman gelince tekbir getirerek düsmanin üzerine saldirdilar ve galip geldiler. Bazi tarihçiler kalem erbabinin komutan olamayacagini, Danismend Gazi'ye sadece okuma-yazma bildigi için Danismend denildigini söylerlerse de biz, onun zaman zaman baska örneklerini de gördügümüz gibi hem âlim, hem de mücâhit vasfini haiz müstesnâ sahsiyetlerden biri oldugu kanaatindeyiz. Yukarda Malazgirt savasiyla ilgili olarak Residüddin'in Câmi'ü't-Tevârih adli eserinden iktibas ettigimiz satirlar da onun bu özelligini açikça ortaya koymaktadir. Sultan Alparslan savasa katilan emirlerinden Anadolu'da fetihlerde bulunmalarini istemis ve fethedecekleri yerlerin kendilerine ikta edilecegini bildirmisti. Zaferi müteakip fetihlere girisen beyler, Anadolu'nun muhtelif sehirlerini fethederek buralarda kendi adlariyla anilan beylikler kurmuslardi. Danismend Ahmed Gazi de zaferi müteakip Sivas'a geldiginde sehri harap halde bulmustu. Çünkü imparator Malazgirt seferi sirasinda burayi tahrip etmisti. Danismend Gazi fazla bir mukavemetle karsilasmadan Sivas'a girdi ve Danismendli hanedanini kurdu (1071). Daha sonra Sivas'i bir üss olarak kullanarak Çavuldur, Tursan, Kara Dogan, Osmancik, Iltekin ve Karatekin adli emîrleriyle Amasya, Tokat, Niksar, Kayseri, Zamanti, Develi ve Çorum'u zaptederek Danismendli topraklarina katti. Bazi kaynaklar Danismend Gazi'nin Süleymansah'in dayisi oldugunu kaydederler. Onun Selçuklu ailesiyle akraba olmasi, kurdugu devletin Anadolu'da halkin sempatisini kazanmasinda etkili olmustur. Hayati cihad ve fetihlerle geçen Danismend Gazi'nin ölüm tarihi de kesin olarak belli degildir. Süryani Mihail onun 1085'te Kapadokya'ya hakim oldugunu söylemektedir. Danismend Gazi'nin oglu ve halefi Gümüstekin Gazi'nin Anadolu Selçuklu hükümdari Süleyman Sah'in ölümünden (479/1086) sonra Anadolu'daki bazi yerleri ele geçirdigine dair bilgiler ve ona ait sikkeler dikkate alinirsa Danismend Gazi'nin 477'de (1085) vefat ettigi söylenebilir. Gümüstekin Gazi daha çok Haçlilar ve Rumlar'la yaptigi mücadelelerle temayüz etmistir. Mayis 1097 tarihinde Iznik'i kusatan Haçlilar, müstahkem surlarla çevrili sehri sikistirmaya basladilar. Bu sirada Malatya muhasarasiyla mesgul olan Türkiye Selçuklu sultani I. Kiliç Arslan, bunu duyunca süratle baskenti Iznik'e hareket etti. Fakat güçlü Haçli ordulari karsisinda tutunamadi. Iznik'i kendi kaderine birakarak Anadolu içlerine çekildi (19 Haziran 1097). Bu arada muhtelif yörelerdeki Türk beylerine de haber gönderip yardima çagirdi; Gümüstekin Gazi ve Kayseri emîri Hasan ile ittifak yapti. Bu müttefik Türk kuvvetleri, 17 Receb 490/30 haziran 1097 günü Eskisehir ovasina çikan vadiyi kestiler. Haçlilar, böyle bir mukavemettle karsilasacaklarini sanmiyorlardi. Eskisehir ovasinda cereyan eden savasta her iki taraf da yigitçe savasti. Kiliç Arslan zirhli birliklerden olusan Haçli ordusunu yenemeyecegini anlayinca geri çekilmeye karar verdi. Ileri harekâta devam eden Haçlilar, Agustos ortalarinda Konya'nin Meram ovasinda birkaç gün dinlendikten sonra Eregli'ye gittiler. Kiliç Arslan, burada da Gümüstekin Gazi ve Emîr Hasan ile birlikte Haçlilar'in önünü kesti. Fakat savasa girmediler ve Eregli'yi hristiyanlara birakarak çekildiler. Gümüstekin Gazi bir yandan Haçlilar ve Rumlar'la mücadele ediyor, öte yandan da hâkimiyet sahasini genisletmek için Malatya'yi ele geçirmek istiyordu. Danismendliler muhtemelen Sivas'i fethettigi yildan itibaren Malatya'yi da fethetmek için ugrasmis ancak muvaffak olamamislardi. Danismendliler'in Malatya'yi zaptedememelerinin sebebi, belki de Sultan Meliksah'in Anadolu'yu kendi hâkimiyeti altina almak üzere Porsuk ve Bozan'i bu bölgeye sevketmesi, ayrica Malatya hâkimi Gabriel'in Bagdat'a giderek Sultan Meliksah'in himayesini elde etmis olmasiydi. Danismendli Gümüstekin Gazi'nin Malatya'yi ele geçirmek istedigi yillarda Bizans imparatoru Alexios Komnenos ile anlasarak batiyi emniyet altina alan Sultan Kiliç Arslan da 1095 yilinda Malatya'yi kusatmis fakat Haçlilar'in baskent Iznik'i muhasara etmeleri üzerine süratle Iznik'e hareket etmisti. Haçlilar'inn Anadolu'yu geçerek Suriye'ye dogru ilerledikleri sirada, Gabriel ile irtibat kurduklarini ögrenen Gümüstekin Gazi 491 (1098) yilinda büyük bir orduyla Sivas'tan Malatya'ya yürüdü ve sehri muhasaraya basladi. Üç yil devam eden kusatma sonunda Gümüstegin Gazi'ye mukavemet edemeyecegini anlayan Gabriel, Urfa'da Thoros'un basina gelenleri düsünerek Kont Baudouin de Boulogne'a basvurmaktan çekindi ve Ermeniler'e karsi daha anlayisli davranan Antakya prinkepsi Bohemund'a haber gönderip yardim istedi ve kizi Morphia'yi kenndisine verecegini bildirdi. Yardim çagrisini alan Bohemund 1100 yili Agustos ayinda kuzeni Salerno kontu Richard ve üç yüz sövalye ile Malatya'ya hareket etti. Ancak Ermeniler, Franklar'in Malatya'ya yerlestikten sonra kendilerini buradan uzaklastiracaklarindan korkarak Gümüstekin Gazi'ye gizlice haber gönderdiler. Ayrica Gabriel de Bohemund'u davet ettigine pisman olmustu. Bu yüzden onu hemen sehre sokmayip Gümüstekin Gazi gelinceye kadar oyalamak istiyordu. Gümüstekin Gazi onun yaklasmakta oldugunu haber alinca gerekli tedbirleri aldi ve askerlerini pusuya yatirdi. Bohemund olup bitenlerden habersiz olarak Malatya'yi Aksu vadisinden ayiran daglik bölgeye ihtiyatsizca girdi. Pusuda beklemekte olan Gümüstekin Gazi, ansizin etrafini sardi. Çok kisa süren çetin bir savastan sonra bütün Haçli ordusunun büyük bir kismi imha edildi. Müslümanlarin korkulu rüyasi ve birinci haçli seferinin güçlü simasi Bohemund kuzeni Richard ve ileri gelen adamlari esir alindi. Zincire vurulan Bohemund ile kuzeni önce Sivas'a daha sonra da Niksar'a götürülerek hapsedildi (493/1100). Haçli liderlerinin maruz kaldiklari bu felâket savas meydanindan kaçmayi basaran bir Haçli sövalyesi tarafindan Urfa kontu Baudouin'e haber verilince, yanindaki az sayida kuvvetle Bohemund'u kurtarmak için yola koyuldu. Baudouin'in yaklasmasi üzerine Gümüstekin Gazi muhasarayi kaldirip Sivas'a hareket etti. Baudouin Danismenndliler'i bir müddet takip ettikten sonra Malatya'ya döndü. Gabriel, Baudouin ile anlasarak ona tâbi olmayi kabul etmis, bir kisim kuvvetlerini Malatya'da birakan Baudouin Urfa'ya hareket etmisti. Haçlilar'in Türkler karsisinda kesin olarak maglup olmalari ve önde gelen Haçli liderlerinin esir düsmesi, Avrupa'da büyük bir heyecan uyandirdi ve yeni Haçli kafilesinin yola çikmasina sebep oldu. Normanlar ve Lombardlar'dan mütesekkil bir Haçli ordusu, yaz baslarinda Izmit üzerinden Eskisehir'e, oradan da Ankara ve Çankiri yoluyla Amasya ve Niksar'a gidecekti. Fakat yolda Raimund'un tavsiyelerine uyarak Kastamonu'ya hareket ettiler. Kastamonu'dan da Kizilirmak üzerinden Danismendli topraklarina yürüdüler. Endiseye kapilan Gümüstekin Gazi, Kiliç Arslan ile ittifak yaptigi gibi Halep meliki Rdvan'dan Mardin, Meyyafarikîn, Âmid, Harput, Erzincan ve Divrigi emirlerinden de yardim istedi. 5 Agustos 1101 tarihinde Merzifon-Amasya arasinda meydana gelen savasta yorgun ve bitkin düsen haçli ordusu, bozguna ugratilarak bol miktarda ganimet ele geçirildi. Bu zafer, Türkler'in cesaretini artirirken Haçlilar'i da umutsuzluga düsürdü. Gümüstekin Gazi Haçlilar karsisinda kazanilan zaferden sonra Malatya'yi yeniden muhasara etmeye basladi. Gabriel, Urfa kontu Baudouin'e güvenerek Danismendliler'e teslim olmamakta israr ediyordu. Gabriel, kizi Morphia ile evlenen Baudouin du Bourg'dan yardim istemis, ancak Gabriel vassâllik statüsüne bagli kalmayarak bagimsiz hareket etme temayülünde oldugundan veya Türk emîrlerinden korktugu için ona yardimci olamamistir. Malatya Islâm hâkimiyetinden çiktiktan sonra buradaki müslümanlar imha edilmis ve yerlerine Ermeni ve Süryaniler yerlestirilmisti. Gabriel zalimce davrandigi için halk ondan nefret ediyordu. Vaktiyle Kiliç Arslan sehri kusattigi zaman Gabriel ile Rumlar Türkler'e teslim olmaktan yana olduklari için bazi Süryanî papazlarini öldürmüslerdi. Bundan dolayi sehirde büyük karisikliklar çikmisti. Gabriel ile Rumlar, Süryanî ve Ermeniler'den süphelendikleri için zulüm ve iskenceyle mallarini müsadere ediyorlardi. Gümüstekin Gazi'nin bütün yaz devam eden muhasarasi da kitliga sebep olmustu. Süryanîler daha önce Malatya metropolitini Gabriel'e gönderip bu duruma bir son vermesini ve hristiyanlar arasinda baris saglamasini istemisler, Gabriel ise bunu hainane bir tertip olarak kabul edip metropolitle beraber ileri gelen Süryanîler'i öldürmüstü. Bundan dolayi intikam hisleriyle dolan Süryanî askerler öfkelenip kapilari açtilar ve Danismendli Gümüstekin Gazi hiçbir mukavemetle karsilasmadan sehre girdi, herkese huzur ve emniyett içinde evlerine ve islerinin basina dönebileceklerini söyledi. Halka gida yardimi yaptigi gibi çiftçilere tohumluk ve öküz dagitti (18 Eylül 1102). Gabriel öldürülerek zindanlara doldurdugu insanlar saliverildi. Gümüstekin Gazi, Malattya'da huzur ve emniyet içinde büyük bir kalkinma seferberligi baslatti. Malatya onun devrinde en mesut devirlerindenn birini yasamistir. Antakya prinkepsi Bohemund ile kuzeni Richard de Salerno'nun esir alinmasindan sonra meydana gelen gelismeler, o zamana kadar Haçlilar'a karsi birlikte cihat eden iki Türk hükümdarini birbirine düsürdü. Bohemund'un esir düstügünü ögrenen Bizans imparatoru Alexios Komnenos, bu tehlikeli düsmanini kontrol altina almak için seferber oldu ve Gümüstekin'e haber gönderip onu kendisine teslim ettigi takdirde ikiyüzaltmis bin Bizans altini vermeyi vaat etti. Bu müzakerelerden haberdar olan Anadolu Selçuklu sultani Kiliç Arslan Gümüstekin'e hem Anadolu sultani hem de müttefiki oldugunu söyleyerek Bizans imparatorundan alinacak bu fidyenin yarisinin kendisine verilmesi gerektigini bildirdi. Bizans imparatoruna teslim edilmekten korkan Bohemund ise Gümüstekin'e kurnazca yaklasip eger Alexios'un teklifini reddeder ve bunun yarisi kadar bir meblaga razi olursa Antakya Prinkepsligi, Urfa Kontlugu ve Kudüs Kralligi'nin kendisiyle ittifak tesis edecegini ve Bizans hakimiyetindeki bazi topraklari ele geçirmesine yardimci olacagini, Antakya'nin eski hakimi Yagisiyan'in ailesini serbest birakacagini söyleyerek onu ikna etti. Bunun üzerine Bohemund Urfa, Antakya ve Sicilya'daki dost ve akrabalarina haber gönderip kurtulmasi için gerekli olan 100.000 altini toplayip Malatya'ya getirmelerini istedi. Bizans imparatorunun teklif ettigi fidyenin yarisini Kiliç Arslan'a kaptirmak istemeyen Danismendli Gümüstekin Gazi, Bohemund'un dost ve akrabalarinin getirecegi daha az fidyeyi kabul ederek, onu 1103 yili Paskalya yortusundan kisa bir müddet önce Malatya'da serbest birakti. Bohemund'un fidyesi, Baudouin du Bourg, Patrik Bernard, Gogh Vasil ve Bohemund'un Italya'daki akrabalari tarafindan temin edilmisti. Kiliç Arslan buna çok öfkelendi. Hem parayi kaybetmis hem de aleyhinde güçlü bir ittifak olusmustu. Büyük Selçuklu Sultani Berkyaruk'a Gümüstekin'in Haçlilarla anlasma yaparak hem kendini küçük düsürdügünü hem de müslümanlara leke sürdügünü söyledi. Ayrica Gümüstekin'e haber gönderip hatasinin bagislanmasini istiyorsa Bohemoond'u kendisine teslim etmesi gerektigini bildirdi. Ancak Gümüstekin Bohemund ile yaptigi anlasmaya sadik kaldi. Bohemund Antakya'ya döner dönmez müslümanlarin hâkimiyetindeki topraklara saldiriya geçti. Pek çok müslümani öldürdügü gibi vergi adiyla mallarini müsadere etmek suretiyle ödedigi fidyenin kat kat fazlasini çikardi. Bundan dolayidir ki, Ibnü'l-Esîr hakli olarak: "Gümüstekin bu hatali hareketiyle müslümanlara yaptigi iyiliklerin silinip yok olmasina sebep oldu." diyerek onu tenkit eder. Bu sirada Haçlilar'in zulüm ve iskencelerinden bikan Ermeniler'in daveti üzerine Elbistan'i zaptederek onlari Haçli zulmünden kurtaran Kiliç Arslan, Antakya üzerine sefere hazirlanirken Danismend Gazi'nin Bohemund'u yüzbin altin fidye karsiliginda serbest biraktigini ögrenince, seferden vazgeçerek süratle Gümüstekin'in üzerine yürüdü ve Maras yakinlarinda onu hezimete ugratti (496 Zilkade/Agustos 1103). Bu bozgun Gümüstekin Gazi'nin itibarini çok sarsti. Bu olaydan yaklasik iki yil sonra Gümüstekin Gazi, Sivas'ta öldü. Urfali Mateos (Vekayinâme, s. 225) onun 23 Subat 1104-21 Subat 1105 tarihleri arasinda Ebu'l-Ferec Ibnü'l-Ibrî (Ebu'l-Farac Tarihi, II, 345) ile Müneccimbasi (Sahaifü'l-ahbâr, II) ise 1105-1106 yilinda öldügünü söylerler. Kabri Niksar'da olup türbesi kitabesizdir. Tokat'ta Garipler Camii olarak bilinen camiin de onun tarafindan yaptirildigi söylenmektedir. Oniki oglu vardi. Zahid ve muttakî bir emir olan Danismend Gazi iyi bir insandi. Halka çok iyi davranirdi. Hristiyanlar bile ondan övgü ile söz ederlerdi. Ülkeyi mâmur ve müreffeh bir hâle getirmek için çok çalisti. 2. Emir Gazi: Gümüstekin Gazi'nin ölümü üzerine Kiliç Arslan yillar önce göz diktigi Malatya'yi ele geçirmek için seferber oldu. 28 Haziran 1105 (veya 1106) tarihinde baslattigi muhasarayi sehri zaptedinceye kadar sürdürdü. Sehrin kuzeydogusunda kurdugu muhasara âletleri ve manciniklarla birkaç siddetli hücumda bulunduktan sonra Danismend Gazi'nin oglu Yagisiyan (baska bir rivayete göre Ismail b. Danismend'in oglu Sungur) sehri teslim etmek zorunda kaldi (2 Eylül 1105 veeya 1106) Gümüstekin Gazi'nin ölümünden sonra hanedanin basina büyük oglu Emîr Gazi geçti. Urfali Mateos, onun bütün kardeslerini öldürerek tahta geçtigini yazar. Selçuklular'i metbû taniyan Emîr Gazi, Kiliç Arslan'in 1107 yilinda ölümü üzerine meydana gelen iktidar boslugundan ve ogullari arasinda baslayan taht kavgalarindan yararlanarak hâkimiyet sahalarini genisletmeye tesebbüs etti. Bu mücadele sirasinda Kiliç Arslan'in oglu Arapsah, Gazi'nin oglu Muhammed'i esir etti. Fakat Emîr Gazi, sonunda Arapsah'i maglup ederek oglunu kurtardi. Emîr Gazi, Kiliç Arslan'in ogullari arasindaki taht mücadeleleri sirasinda damadi Mesud'u destekliyordu. Türkiye Selçuklu sultani Sehinsah Afyonkarahisar yakinlarinda Bizans imparatoru Alexios Komnenos ile imzaladigi anlasmayi müteakip Konya'ya dönerken Danismendli Emîr Gazi ve bazi Selçuklu emîrleri tarafindan desteklenen Mesud, kardesinin üzerine büyük bir ordu sevketti. Sahinsah bundan haberdar olunca imparatora siginmak için kaçarken Aksehir yakinlarinda yakalanarak gözlerine mil çekildi ve Mesud, kayinpederi Emîr Gazi sayesinde Selçuklu tahtina çikti (1116). Emîr Gazi 1119 Mayisinda yedibin kisilik bir orduyla Antakya üzerine bir akin düzenledi. Antakya prinkepsi Roger onun üzerine yürüdüyse de perisan oldu ve Türkler Haçli topraklarini yagmaladilar. Oglu Tugrul Arslan adina Malatya'yi idare etmekte olan Kiliç Arslan'in dul karisi Ayse Hatun ile evlenmis olan Belek Gazi, Mengücüklüler'e ait Kemah'i istilâ etti. Ancak Belek'in Haçlilar'la mücadele etmesini firsat bilen Mengücük oglu Ishak, Kemah'i geri aldi. Belek, Haçlilar'a karsi düzenledigi seferden döner dönmez, Mengücüklüler'in üzerine yürüdü (1119). Mengücüklü Ishak, Belek'e mukavemet edemeyecegini bildigi için bizans'in Trabzon dükü Konstantin Gabras'a sigindi ve onunla ittifak yapti. Bunun üzerine Belek de Danismendli Emîr Gazi ile isbirligi yapti. Iki taraf Erzincan yakinlarinda Serman (Siran) denilen yerde karsi karsiya geldi ve Mengücüklü Ishak ile müttefiki Konstantin Gabras'in kuvvetleri büyük ölçüde imha edildi. Binlerce kisi esir alindi. Gabras ile Ishak da esirler arasindaydi. Gabras otuzbin altin (Süryanî Mihail'e göre doksan bin altin) fidye ödeyerek kurtulurken Ishak da Danismendli Emîr Gazi'nin damadi oldugu için serbest birakildi. Mengücüklü Ishak, uzun süre Danismendliler'in nüfuzu altinda kaldi. Ayni sekilde Gabras da Bizans'a karsi Danismendliler'e siginmis ve onlarin hizmetine girmistir. Danismendli Emîr Gazi, damadini tahta çikardiktan sonra da Anadolu'daki olaylara müdahale etmeye devam etti. Kiliç Arslan'inn Malatya'yi ele geçirmesiyle siyasî kudretleri zayiflayan Danismendliler, Emîr Gazi zamaninda Anadolu'da üstünlük ve hâkimiyeti ele geçirmeye çalistilar. Emîr Gazi Artuklu Belek'in 1124'te ölümü üzerine Selçuklular'in Malatya meliki Tugrul Arslan ile Harput emîri Süleyman arasindaki ihtilaflardan yararlanarak Malatya'ya hücum etti (13 Haziran 1124). Bir ay devam eden kusatmadan netice alamayinca, oglu Muhammed'i orada birakarak geri döndü. Muhammed sehre yakin bir yerde karargâh kurarak giris-çikislari kontrol altina aldi ve kusatmaya alti ay daha devam etti. Muhasaranin uzamasi sehirde kitliga sebep oldu. Halk aç ve perisan bir halde kedi, köpek ve agaç yapraklari yemege basladi. Tugrul Arslan, Franklar'dan yardim istedi. Ancak onlar söz verdikleri halde Haleb'i muhasara etmekle mesgul olduklari için gelemediler ve kendi adlarina bu çok önemli firsati degerlendiremediler. Bunun üzerine Tugrul Arslan ile annnesi Ayse Hatun, Minsar kalesine çekilerek sehri Emîr Gazi'ye teslim ettiler (10 Aralik 1124). Halk, bu kitliklar sebebiyle perisan bir durumdaydi. Emîr Gazi onlari teselli ederek çiftçilere tohumluk verdi, koyun ve sigir dagitti. Sehirde refah seviyesi yeniden yükselmeye basladi. Böylece Kiliç Arslan'in Gümüstekin Gazi'den aldigi Malatya tekrar Danismendliler'in eline geçti. Emîr Gazi'nin Malatya seferine Türkiye Selçuklu sultani Mesud da katilmisti. Bunu bir ihanet olarak kabul eden kardesi Melik Arab öfkeyle Sultan Mesud'un üzerine yürüdü. Ancak Sultan Mesud kayinpederi Emir Gazi'nin destegiyle onu maglup etti (1126). Melik Arab ertesi yil yeniden onlara karsi sefere çiktiysa da yine bozguna ugradi (1127) ve Kayseri ile Ankara Danismendlilerin eline geçti. Emîr Gazi Malatya'yi zaptettikten sonra, Artuklu hâkimiyetindeki Harput üzerine yürüdü. Ancak Davud b. Sökmen'in daha erken davranarak Harput'a hâkim oldugunu görünce Hanzit yöresini yagmalayip Davud üzerine yürüdü. Bu mücadele sonunda kârli çikan taraf hiç süphesiz Danismendliler oldu. Sultan Mesud kayinpederi sayesinde tahtini korumayi basarirken, Malatya'dan Sakarya'ya kadar uzanan Selçuklu topraklari Danismendliler'in eline geçti. Anadolu'nun en güçlü devleti hâline gelen Danismendliler, 1129 yilinda Ankara, Çankiri, Kastamonu ve Karadeniz sahillerini kontrol altina aldilar. Ermeni prensi Thoros, 1129 yilinda ölünce, Emîr Gazi Çukurova (Kilikya)'ya müdahale etti. Ertesi yil Antakya prinkepsi II. Bohemund Ermeni Leon'un topraklarina girip Anazarva'yi (Aynüzarba bugünkü Dilekkaya Kalesi) isgal edince I. Leon, Emîr Gazi'ye haber gönderip yardim istedi. Emîr Gazi, bu daveti kabul ederek Çukurova'ya hareket etti. Bohemund da bu gelismelerden habersiz olarak Çukurova topraklarina girince pusuya düsürülerek ordusuyla birlikte imha edildi, Haçlilar'dan kurtulan olmadi. Bohemund'un basi kesilerek mumyalandiktan sonra pek çok degerli ganimet ve hediyelerle birlikte Abbasî halifesine (baska bir rivayete göre büyük Selçuklu sultanina) gönderildi (21 Agustos 1130). Garip bir tesadüf eseri olsa gerek Gümüstekin Gazi, I. Bohemund'u, oglu Emîr Gazi de onun oglu II. Bohemund'u esir almistir. Emîr Gazi, daha sonra 1131'de tekrar Çukurova seferine çikti. Ermeni Leon yillik haraç vermeyi kabul etti. Emîr Gazi'nin dönüste Sümeysat'in kuzey dogusundaki Gouris kalesini kusattigi haber alindi. Bunun üzerine Kont Joscelin kendisi agir yarali oldugu için ayni adi tasiyan oglunun kumandasindaki bir orduyu Danismendliler üzerine sevketmek istedi. Ancak oglu Türk birliklerinin çok güçlü oldugunu söyleyerek bu görevi kabul etmeyince adamlarini çagirip kendisi için bir sedye yaptirdi ve bu vaziyette ordunun basinda sefere çikti. Fakat yolda öldü. Emir Gazi Joscelin'in ölümünü haber alinca büyük bir âlicenaplik göstererek savasi durdurmus ve Franklara bas sagligi dilemistir. Onun Çukurova'da bulunmasindan istifade eden Bizanns imparatoru Ioannnes Komnenos, Kastamonu'yu istilâ etti. Fakat Emîr Gazi, 1132'de bu yöreyi tekrar geri aldi. Tahti ele geçirmek için imparatora isyan eden kardesi Isaak Komnenos da Emîr Gazi'ye sigindi. Emîr Gazi onu gayet iyi karsiladi ve Trabzon dükü Konstantin Gabras'in yanina gönderdi. Haçlilar'a, Ermeni ve Rumlar'a karsi kazandigi zaferler, onun Anadolu hükümdarlari arasinda mümtaz bir mevki elde etmesine sebep oldu. Abbasî halifesi Müstersid ile Büyük Selçuklu sultani Sencer, Emîr Gazi'ye Melik ünvaninin tevcih edildigini gösteren bir mensurla birlikte bir kös, bir gerdanlik ve bir altin âsâ dört siyah sancak göndererek bölgedeki hakimiyetini tasdik ettiler. Ancak elçi bu mensur ve hediyeleri getirdiginde, Emîr Gazi ölüm dösegindeydi ve birkaç gün sonra 528 (1134) tarihinde öldü. Emîr Gazi Danismendliler'in en güçlü hükümdarlarindan biriydi. Cesur, zeki ve faziletli bir hükümdardi. Ülkenin her tarafinda huzur ve asayisi saglamis, Selçuklu topraklarinin bir bölümünü de kendi hâkimiyeti altina alarak Anadolu'nun en nüfuzlu hükümdari olmustu. 3. Melik Muhammed: Emîr Gazi'den sonra Dannismendli tahtina büyük oglu Melik Muhammed geçti. Abbasî halifesi Müstersid ve Büyük Selçuklu sultani Sencer'in gönderdigi mensur, altin âsâ ve diger hediyeler Melik Muhammed'e verilerek Malatya'da hükümdar ilân edildi. Emîr Gazi'nin Muhammed'den baska Yagibasan, Yagan ve Aynüddevle adlarinda üç oglu daha vardi. Muhammed tahta geçince kardesleri Aynüddevle ve Yagan isyan etti. Melik Muhammed, hükümdarliginin ilk yillarinda bir yandan kardesleriyle, bir yandan da Bizans saldirilariyla ugrasmak zorunda kaldi. Imparator Ioannes Komnenos Danismendliler arasindaki taht kavgalarindan istifade ederek 529 (1135) yilinda Kastamonu ve Çankiri'yi isgal etti. Ancak Sultan Mesud ile ittifak yapan Melik Muhammed, Bizans kuvvetlerinin çekilmesi üzerine bu yöreyi tekrar topraklarina katti. Melik Muhammed, 1135'de isyan eden kardesi Yagan'i öldürdü, Aynüddevle ise Malatya'ya kaçti. Melik Muhammed, 1136-1137 yillarinda büyük bir orduyla Maras'a girdi, Keysûn ve civarini yagmalayip bazi köyleri tahrip etti. Ancak Baudouin, 1137'de Bizans imparatoru Ioannes'tenn yardim isteyince, Melik Muhammed geri çekildi. Daha sonra Malatya'ya hâkim olan kardesi Aynüddevle üzerine yürüyerek Elbistan ve Ceyhun yörelerini aldi. Aynüddevle, önce Malatya civarindaki Hanzit'e oradan da Âmid (Diyarbekir)'e kaçti. Fakat buralarda da tutunamayarak Haçli kontu Joscelin'e sigindi. Melik Muhammed'in bu seferi Sultan Mesud'a Haçli hâkimiyetindeki Maras'a hücum ederek köyleri yakip yikma imkâni verdi (1138). Melik Muhammed 1139'da tekrar Çukurova'ya taarruz edip Feke ve Gabon gibi bazi kaleleri ele geçirdi. Bizans imparatoru Ioannes, Danismendliler'i Bitinia ve Paflagonya'dan çikarmaya çalisti. Daha sonra Konstantin Gabras ile anlasinca Danismendliler'in merkezi Niksar'i ele geçirmek ümidiyle sefere çikti ve sikintili bir yolculuktan sonra Niksar'a gelerek sehri kusatti. Fakat Niksar müstahkem bir sehirdi. Bu daglik yörede ikmal yollarini açik bulundurmak kolay degildi. Ioannes bir taraftan çok sayida askerinin ölmesi, bir yandan da kardesi Isaakios'un oglu Ioannes'in Selçuklular'a siginmasi ve müslüman olarak Mesud'un kiziyla evlenmesi onu saskina çevirdi. Uzun süren muhasaradan hiçbir netice elde edemeden 1141 yili baslarinda Istanbul'a döndü. Böylece Bizans büyük umutlar bagladigi bu seferden de eli bos dönmüs oldu. Fakat 1141'de yeniden harekete geçerek Uluborlu ve Beysehir Gölü üzerinden Antalya'ya giden yolu ele geçirmistir. Danismendliler, 1140'da Kasianus yöresi ve Karadeniz bölgesini Rumlar'dan geri aldilar. Melik Muhammed daha sonra güneye yönelerek Elbistan'a hücum eden Haçlilar'i geri püskürttü. Melik Muhammed, 6 Aralik 1143 tarihinde (Süryani Mihail, Vekayinâme s. 119) Kayseri'de öldü. Dindâr ve hayirsever bir hükümdar olan Melik Muhammed, Rumlar, Haçlilar ve Ermeniler'le cihat etmis, basta Abdülmecid b. Ismail olmak üzere çok sayida din bilginini çesitli ülkelerden davet ederek Anadolu'da Islâmiyet'in yayilmasi için çalismistir. Kayseri Ulu Camii'ni (Câmi-i Kebîr) de o yaptirmistir. Camiin kible tarafindaki Melik Gazi Medresesi'nde bulunan türbede Melik Muhammed Gazi'nin medfun oldugu söylenir fakat türbenin kitabesi yoktur. Halil Edhem Kayseri Ser'iyye sicillerine istinaden Cami-i Kebîr'in Melik Muhammed Gazi tarafindan yaptirildigini ifade etmektedir. Melik Muhammed yillardir harabe hâlinde olan Kayseri'yi tamir ettirmis, sehri bir bakima yeniden tesis ederek burayi merkez yapmistir. 4. Melik Muhammed'in Ogullari ve Kardesleri: Melik Muhammed'in; Zünnun, Yunus ve Ibrahim adlarinda üç oglu vardi. Bunlardan Zünnunn'u veliaht tayin etmisti, fakat Sivas meliki olan kardesi Nizameddin Yagibasan (Bazi kaynaklarda Yakup Arslan, Yagi Arslan) kardesi Melik Muhammed'in karisiyla evlenerek Kayseri'de yönetime hâkim oldu (549/1154). Zünnun, Zamanti'ya kaçmak zorunda kaldi. Fakat bir müddet sonra yeniden Kayseri'ye hâkim olmayi basardi. Daha önce Artuklular'a ve Haçlilar'a siginmis olan Aynüddevle, Melik Muhammed'in ölümünden sonra Elbistan ve Malatya'ya hâkim oldu. Zünnun Kayseri'ye, Yagibasan da Sivas'a hâkim olmustu. Böylece Danismendliler üç kola ayrilmis bulunuyorlardi. Bu durum, Türkiye Selçuklu sultani Mesud'un hâkimiyet sahasini genisletmesine yaradi. Melik Muhammed'in ölümü üzerine hanedan mensuplari arasinda baslayan taht kavgalarina müdahale eden Sultan Mesud'un Zünnun'u desteklemesi üzerine Melik Muhammed'in kardesleri Malatya meliki Aynüddevle ile Sivas meliki Yagibasan ona karsi ittifak yaptilar. Aynüddevle, Yagibasan'in destegiyle Elbistan ve Ceyhan yöresini istilâ edince, Sultan Mesud derhal Sivas'a yürüyüp sehri ele geçirdi ve oglu Sahinsah'i Ankara, Çankiri ve Kastamonu valiligine getirdi. Daha sonra Malatya'ya hareket etti. Sehri üç ay kusatmasina ragmen hiçbir netice elde edemeden geri döndü (1143). Bizans imparatoru Ioannes'in 1143'te ölümü üzerine rahatlayan Sultan Mesud, yeniden Danismendli topraklarina hücuma basladi. 1144'te Aynüddevle'nnin hâkimiyeti altindaki Elbistan ve Ceyhan'i zaptederek oglu Kiliç Arslan'i bu yöreye melik tayin etti. Daha sonra tekrar Malatya'yi muhasara etti, fakat Bizans'in yeni imparatoru Manuel Komnnenos'un Anadolu'da ilerlemekte oldugunu duyunca kusatmayi kaldirdi (1144). Sultan Mesud'un genisleme siyaseti Yagibasan ile Aynüddevle'yi endiselendirdi ve Bizans imparatorundan yardim istemeye mecbur etti. Bunun üzerine Manuel, Konya'yi kusattiysa da netice alamadan ayrildi (541/1146). Artuklu Kara Arslan ile beraber Haçli topraklarina saldiran Aynüddevle, 1151 yilinda Gerger, Kâhta, Adiyaman ve Palu'yu ele geçirerek çok sayida esir aldi. Sultan Mesud'un damadi ve Sivas-Amasya meliki Yagibasan ise ayni yil Karadeniz bölgelerinde fetihlerde bulunarak Ünye, Samsun ve Bafra'yi zaptetti. Yegeni Zünnûn b. Melik Muhammed ise Kayseri'ye hakim oldu. Aynüddevle, 1152 yilinda ölünce yerine oglu Zülkarneyn geçti. Yagibasan taziyede bulunduktan sonra onu Sultan Mesud'a karsi birlikte hareket etmeye çagidi. Bu gelismelerden haberdar olan Sultan Mesud, Yagibasan'i tehdit etti. O da yegenini desteklemeyecegine dair kesin söz verdi. Sultan Mesud Yagibasan'i kendisine tâbi kildiktan sonra üçüncü defa Malatya üzerine yürüdü ve sehrin surlarini tahrip etti. Zülkarneyn ise annesiyle birlikte sultanin huzuruna çikip af diledi. Sultan da kendine tâbi olmak sartiyla Malatya'da hâkimiyetini devam ettirmesine müsaade etti. Sultan Mesud'un ölümü üzerine yerine oglu II. Kiliç Arslan geçti (1155). Danismendli hanedanina mensup iki damadindan Yagibasan'a Ankara, Amasya ve Kapadokya, Zünnûn'a ise Kayseri ve Sivas sehirleri verildi. Fakat kardesleri tahtta hak iddia ederek ayaklandilar. Bunu firsat bilen Sivas Danismendli hükümdari Yagibasan, Sahinsah ile yegenleri Zünnûn ve Ibrahim ile Malatya emîri Zülkarneyn'in destegini saglayarak büyük bir orduyla Kayseri'ye hareket etti. Kiliç Arslan da onun üzerine yürüdü. Iki taraf tam savasa girmek üzereyken âlimler araya girip müslüman kani dökülmesine engel oldular ve her iki taraf da ülkelerine döndüler. Fakat Yagibasan, bir müddet sonra Zengiler'den Nureddin Mahmud'un tesvikiyle Elbistan'a girince, Kiliç Arslan süratle harekete geçti. Yagibasan, yetmisbin kisiyi Ceyhan disindaki bölgelere sürerek Kiliç Arslan'in karsisina çikti. Yine din adamlari araya girip savasa engel oldular ve iki taraf arasinda bir antlasma imzalandi (Saban 550/Ekim 1155). Bizans imparatoru Manuel, Anadolu'nun genç hükümdari II. Kiliç Arslan'a agir bir darbe indirmek maksadiyla yeni bir ittifak tesis etti. 1157'de Bafra ve Ünye'yi topraklarina katmis olan Yagibasan, buralari Bizans'a iade edip ittifaka girdi. Sultan Mesud'un damadi Danismendli Zünnun ve Zülkarneyn'in de yer aldigi bu ittifak karsisinda Kiliç Arslan Bitinia emîri Süleyman'i imparatora göndererek anlasma teklif etti. Fakat red cevabi alinca Yagibasan'i ittifaktan ayirmak için Elbistan'i kendisine birakmayi vaad etti (1160). Fakat bundan da bir netice alamadi. Malatya meliki Zülkarneyn, 555 (1160) yilinda öldü. Yerine oglu Muhammed geçti ve Kiliç Arslan'a tâbi olarak Malatya'yi idare etti. Erzurum Saltuklu hükümdari Izzeddin Saltuk'un kizi Kiliç Arslan ile nikâhlari kiyildiktan sonra zengin çeyizleriyle birlikte Erzurum'dan Konya'ya gönderilmisti. Bunu haber alan Yagibasan, Kiliç Arslan'a düsmanligi sebebiyle gelin alayina saldirdi ve gelini yegeni ve Kayseri meliki olan Zünnun ile evlendirmek üzere götürdü. Gelin Kiliç Arslan'a nikâhli oldugu için Islâm dinine göre baskasiyla evlenmesi caiz olmadigindan Islâmiyet'ten irtidad ettirdiler. Kiz daha sonra tekrar müslüman oldu ve Zünnun ile evlendirildi. Bu agir tecavüz karsisinda çok öfkelenen Kiliç Arslan, Yagibasan üzerine yürüdüyse de Bizans kuvvetleri tarafindan desteklenen Danismendli ordusu karsisinda maglup oldu (1162). Bu olayin 1164 veya 1165 yillarinda meydana geldigine dair rivayetler de vardir. Kiliç Arslan, Yagibasan karsisinda maglup olunca, Bizans'tan yardim istemek için Istanbul'a gitti ve dönüsünde Yagibasan'dan intikam almak için harekete geçti. Artuklular'dan Kara Arslan, Necmeddin Alpi, Erzen ve Bitlis emîri Fahreddin Devletsah da onunla birlikte Sivas üzerine yürüdüler ve sehri zaptettiler (1163). Yagibasan yardim saglamak için damadi Çankiri Selçuklu meliki Sahinsah'in yanina gitti ve 4 Agustos 1164 tarihinde orada öldü. Yagibasan Danismendliler'in nüfuzlu hükümdarlarindan biriydi. Cesur ve ileri görüslü, siyasî kabiliyeti hâiz hayirsever ve azimli bir insandi. Niksar'da yaptirdigi medresenin hazîresinde medfundur. Yagibasan'in yaptirdigi medrese veya mescide ait bir kitabe bugün mevcuttur. Niksar'da bulunan, 552 (1157-1158) tarihli bir kitabede Yagibasan'in künye ve lakaplari söyle siralanmaktadir: el-Melikü'l-Âlim, el-Âdil, Nizâmüddünya ve'd-Dîn Ebu'l-Muzaffer Yagibasan b. Melik Gazi b. Melik Danismend Zahîru Emîri'l-Mü'minîn. Adina basilan bir sikkede ise: el-Melikü'l-Âdil Nizameddin Yagibasan b. Melik Gazi b. Melik Danismend Zahîru Emîri'l-Müminin ibareleri vardir. O, bir takim imar faaliyetlerinde de bulunmus, Sivas ve Niksar'da cami, türbe ve imarethaneler yaptirmisti. Cemâleddin Gazi, Muzaffereddin Mahmud, Zahreddin Ili, Bedreddin Yusuf adli çocuklari vardi, fakat yerine yegeni Ibrahim'in oglu Ismail geçti ve Cemaleddin Gazi'den baska bütün çocuklari Selçuklular'inn hizmetine girdiler. Yagibasan'in ölümü üzerine karisi, Zünnnun'unn onalti yasindaki yegeni Ismail b. Ibrahim ile evlenerek onu hükümdar ilân etti (559/1164). Bazi kaynaklara göre Yagibasan'in yerine Cemâleddin Gazi adli oglu geçti. Çok kisa bir müddet tahtta kaldigi için de tarihçiler ondan bahsetmez. Onu Ibrahim b. Muhammed ile oglu Ismail takip etmis Ibrahim de 564 (1169) yilinda vefat etmistir. Bunun üzerine hanedan mensuplari arasinda mücadele basladi. Bu sirada Elbistan emîri Mahmud b. Mehdî bagimsizligini ilân etti. Ayrica Kayseri meliki Zünnun ile Yagibasan'in yegeni Ibrahim b. Muhammed de ayni maksatla harekete geçtiler. II. Kiliç Arslan, bu firsattan istifade ederek Danismendli topraklarini ele geçirmek için seferber oldu ve Elbistan üzerine yürüyerek Danismendli topraklarini zaptetmeye basladi (1165). Elbistan'i, Tohma vadisini, Darende ve Gedük yöresini ilhak etti. 1168'de Zünnun üzerine yürüdü ve 1169'da diger bir rivayete göre 1171 veya 1173'te Kayseri ve Zamanti'da Danismendli hâkimiyetine son verdi. Zünnun, Kiliç Arslan'in kardesi Sahinsah ve Malatya meliki Efridun Atabeg Nureddin Mahmud'a sigindilar. Kiliç Arslan'in giderek kuvvetlenmesinden rahatsiz olan Nureddin, Danismendli Zünnun'u, Sahinsah'i ve Artuklular'i himaye ederek ona karsi bir ittifak tesis etti. Bir orduyla Sivas'ta bulunan Melik Ismail'e de haber gönderip, Kiliç Arslan'dan Zünnun'a ülkesini iade etmesini istedi. Kiliç Arslan, Nureddin'in elçilerini bir müddet oyaladiktan sonra teklifini reddetti. Bunun üzerine müttefik kuvvetler, Sivas'tan Kayseri istikametinde yola çikarken Atabeg Nureddin Mahmud da Maras, Göksun ve Behisni'yi isgal ettikten sonra Sivas'a yöneldi (1172). O yil Sivas'ta müthis bir kis hüküm sürmüs ve kitlik basgöstermisti. Ismail ise ambarlarinda bugday stoku bulundugu halde halka dagitmamis ve bu yüzden birçok kisi açliktan ölmüstü. Sonunda halk dayanamayip isyan etti, Ismail, karisi ve besyüz adami öldürüldü, ambarlari yagmalandi (Ismail'in kabri Niksar'dadir). Bunun üzerine sehrin ileri gelenleri toplanip Nureddin'e siginmis olan damadi Zünnun'u Sivas'a davet etmeye karar verdiler. Zünnun Nureddin'in yardimiyla mesakkatli bir yolculuktan sonra Sivas'a varip Danismendli tahtina çikti (567/1172) Fakat kisa bir müddet sonra Sultan Kiliç Arslan onun üzerine yürüyünce Zünnun Niksar'a kaçti ve Nureddin Mahmud'dan yardim istedi. Bunun üzerine Nureddin'in topraklarini istilâ ettigini ögrenen II. Kiliç Arslan onun üzerine yürüdü. Fakat agir kis sartlari ve Haçli saldirilari iki Türk hükümdarini barismaya itti. Yapilan anlasmaya göre Nureddin isgal ettigi yerleri geri verecek, Kiliç Arslan da Zünnun'un Sivas'ta hüküm sürmesine riza gösterecekti. Ayrica Nureddin'in emîrlerinden Fahreddin Abdülmesih de emrindeki üçbin kisilik kuvvetle Sivas'ta kalip Zünnun'u himaye edecekti. Muhtemelen Ankara da Sehinsah'a verilecekti. Nureddin'in 1174 yilinda ölümü üzerine Sivas'ta birakilan garnizon Suriye'ye dönünce, Sultan anlasma sartlarini hiçe sayarak Sivas, Niksar, Komana, Tokat ve diger Danismendli topraklarini istilâ etmek maksadiyla harekete geçti. 1175 yazinda söz konusu sehirlerin zaptedilmesi üzerine Zünnun ile Sahinsah, Bizans'a siginmak zorunda kaldilar ve Danismendliler'in Sivas kolu da böylece ortadan kalkmis oldu. Bizans imparatoru Manuel, Danismendliler'e kaybettikleri topraklari iade etmek istiyordu. Bu maksatla Manuel, Gavras adli bir komutanini otuzbin kisilik bir orduyla Amasya ve Niksar'a sevketti. Fakat bir sonuç alamadi. Rivayete göre Zünnun, 570 (1175) yilinda Kiliç Arslan'in emriyle Bizans hapishanelerinde zehirlenerek öldürülmüstür. Aksarayî'ye göre ise Kiliç Arslan'in Sivas'i istilâ etmesi üzerine öfkeyle Niksar'a gitmis ve orada ölmüstür. 5. Danismendliler'in Yikilisi: Melik Muhammed'in 537 (1143) yilinda ölümü üzerine Danismendliler'in Sivas ve Malatya olmak üzere iki ayri kol hâlinde hâkimiyetlerini sürdürdüklerini görüyoruz. Danismendliler, 1124 yilinda Malatya'yi Selçuklular'dan alinca yukarida da belirttigimiz gibi Emîr Gazi'nin oglu Aynüddevle (Emîr-i Isfehsâlâr Alâeddin ve Imâdu emîri'l-mü'minîn), burada yönetimi ele geçirip Tugrul Arslan'in kiziyla evlenmisti. Bu evlilikten dogan Zülkarneyn, babasinin 1152 yilinda ölümü üzerine annesinin vesâyeti altinda emîr oldu. Fakat Selçuklu sultani Mesud, Malatya'yi muhasara edince, ona karsi koyamayacagini anlayarak baglilik arzetti. Sultan da sehrin yönetimini ona birakti. Daha sonra annnesinin tahakkümüne karsi çikarak idareye tek basina hâkim oldu. Sultan Mesud'un ölümünden sonra da amcasi Yagibasan'in vassali olarak hüküm sürdü ve Ekim 1162'de Malatya'da öldü. Hekim Ibrahim b. Ebû Said el-Alâî, Takvîmu'l-Edviye adli eserini ona ithaf etmistir. Zülkarneyn'den sonra yerine oglu Nâsireddin Muhammed geçti. Içki ve eglenceye çok düskün olan bu hükümdarin bir fahiseyle düsüp kalkmasi, halkin nefretini mucip oldu. Halkin baskilarina dayanamayan Nâsireddin Muhammed sehri terketti (1170). Yerine kardesi Fahreddin Kasim (bazi kaynaklarda Ebu'l-Kasim) geçti. 1171'de Harput Artuklu beyi Fahreddin Kara Arslan'in kiziyla evlenen Kasim, dügün günü bir gösteri sirasinda attan düserek öldü (Mayis 1171). Bunun üzerine halk küçük kardesi Efridun (Feridun)'u tahta çikardi ve gelini istemedigi halde onunla evlendirdiler. Bu sirada Kiliç Arslan, Malatya üzerine yürüyüp sehri muhasara etti, fakat ele geçiremedi ve civardaki halki esir alip Kayseri'ye götürdü. Bu olaylar sebebiyle Atabeg Nureddin, Mardin ve Harput Artuklu beyleri, Ermeniler ve Danismendliler'in Sivas Meliki, Kiliç Arslan'a karsi bir ittifak teskil ettiler. Ancak Kiliç Arslan esir aldigi Malatyalilar'i iade edecegini bildirince taraflar arasinda savas olmadan anlasma saglandi. Nâsireddin Muhammed, dört-bes yil Suriye ve Anadolu'da dolastiktan sonra II. Kiliç Arslan'a sigindi ve onun tarafindan Eregli valiligine getirildi. 1175 Subatinda Malatya'ya döndü ve Barsuma manastirindaki papazlar ve sehirdeki dostlarinin yardimiyla geceleyin kaleye çikip Efridun'u öldürdü ve 15 Subat 1175 tarihinde sehre hâkim oldu. Nâsireddin, Kiliç Arslan'a tâbi olarak üç yil hüküm sürdü. Nihayet 25 Ekim 1178'de Malatya'yi zapteden Kiliç Arslan, Danismendliler'in bu subesini de ortadan kaldirdi. Nâsireddin Muhammed Hisn-i Ziyad'a çekildi. Danismendliler'in yikilmasindan sonra Yagibasan'in üç oglu Muzaffereddin Mahmud, Zahireddin Ili ve Bedreddin Yusuf, Selçuklular'in hizmetine girerek sinir boylarinda Rumlar'la savasmislar ve I. Giyaseddinn Keyhüsrev'in ikinci defa tahta geçmesi için ugrasmislardir. Kayseri Ulu Camii'nin 602 (1205) tarihli kitabesi Muzaffereddin Mahmud'un adina tanzim edilmistir. Caminin Emir Gazi'nin oglu Muhammed tarafindan yaptirildigi dikkate alinirsa Muzaffereddin Mahmud tarafindan tamir ettirilmis olmasi muhtemeldir. Gülek Camii (Kayseri) üzerindeki kitabede de kizi Atsiz Elti Hatun'un adi yeralmaktadir (Halil Edhem, Kayseriyye Sehri Kitabeleri, s. 18, 33). Niksar'da da Yagibasan'a ait bir kitabenin mevcut oldugu bilinmektedir (Uzunçarsili Kitabeler, s. 58). Anadolu'da kurulan beyliklerin en büyüklerinden biri olan Danismendliler, Anadolu'nun Türklesmesi ve Islâmlasmasi açisindan büyük hizmet ifa etmisler ve zaman zaman Anadolu'nun en kuvvetli devleti olan Selçuklular'i tahakküm altina almislardir. Haçlilar ve Rumlar'la yigitçe savasan Danismend Gazi, Emîr Gazi ve Melik Muhammed Gazi, Türk milleti tarafindan asirlarca saygiyla anilmislardir. Ancak Yagibasan'dan sonra isbasina gelen ve birbirleriyle mücadele eden Danismendli beyleri, Bizans'in ve Atabeg Nûreddin'in oyuncagi olmus ve Türkiye Selçuklulari'na karsi bir koz olarak kullanilmistir. Danismendliler'in yikilisindan sonra bu hanedana bagli muhtelif boylar, Anadolu'ya dagilmislar, bazilari da Rumeli'de yerlestirilmislerdir. Tokat müzesinde bulunan ve Karesi hanedanindan Kutlu Melek Hatun'a ait olan bir mezar tasinin sahidesinde yer alan ibarede Kutlu Melek'in nesebi Melik Danismend Gazi'ye baglanmaktadir. (Uzunçarsili, Kitabeler, s. 43-44) Ayrica Balikesir ve civarinda Danismend adina ve Danismendli ululariina bagli oymaklarin izlerine rastlanmaktadir. Mesela Balikesir'in Balya ilçesine bagli Danismend adli bir Bucak bulunmaktadir. Rivayete göre Danismendli Beyligi'nin dagilmasi üzerine Balikesir civarina gelip yerlesen Kara Danismend'in adina izafeten bir köye Danismend adi verilmistir. Yine Gönen ve Lapseki yakinlarinda Danismend adini tasiyan iki yerlesim merkezi daha vardir. Osmanli Devleti'nin de 18 Nisan 1691 tarihli bir ferman ile Halep-Adana arasinda yasayan Danismendli ulusuna tabi bir kisim halki Balikesir sancaginda iskan etmesi de ilgi çekicidir (Günal, Karesi Beyligi (basilmamis doktora tezi), s. 22-23). Bugün bile Anadolu'da Danismend, Danisman, Tanisman ve Yagibasan gibi köy adlari vardir. XVII. yüzyilin baslarinda Karaman eyaletinde Danismendli adli bir kaza vardi. Bunlarin bir kismi XVII. yüzyildaki Celâlî isyanlarina katilmis, bu isyan sebebiyle Balikesir ve Ayaslug'a sürülmüslerdir. Burada da rahat durmayan Danismendliler; Afyonkarahisar, Sandikli ve Keçiborlu'da mecburî iskâna tâbi tutulmuslar bunu kabul etmeyenler ise Rakka'ya sürülmüslerdir. 1296-1360 yillari arasinda Balikesir ve Çanakkale yöresinde hüküm sürmüs olan Karasiogullari da muhtemelen Danismend Gâzi'nin ahfâdi tarafindan kurulmustur. Danismendliler'den kendi adina para bastiran ilk hükümdar Danismend (Gümüstekin) Gazi'dir. Gümüstekin Gazi'nin ve daha sonraki bazi hükümdarlarin paralarinda Grekçe yazilar vardir ve basildiklari yerler belirtilmemistir. Danismendli paralarinda en dikkati çeken husus bir takim sikkelerin tamamen hristiyan simgeleri ihtiva etmeleridir. 6. Mimarî Eserler: Danismendliler döneminde yapilan mimarî eserlerden bazilari sunlardir: Kayseri Ulucamii, Niksar Ulucamii; Kayseri Kölük camii ve medreseleri, Amasya Halifet Gazi türbesi, Niksar Melik Gazi türbesi, Tokat Yagibasan Medresesi, Niksar Yagibasan medresesi. |
AHLATSAHLAR -------------------------------------------------------------------------------- Ahlatsahlar, 1100-1207 tarihleri arasinda Ahlat ve civarinda hüküm sürmüs bir Türk-Islâm hanedanidir. Van gölünün kuzeybatisinda yer alan Ahlat adinin Urartular'dan geldigi ve onlarin bu sehre "Halads" dedikleri kabul edilmektedir. Ermenilerin Salent, Süryanilerin Keloth dedigi Ahlat Arapça Islâm kaynaklarinda Hilât seklinde geçer. Fakat Türkler'in buraya hâkim oldugu tarihten itibaren Ahlat olarak telaffuz edilmeye baslanmis ve günümüze kadar da bu adla anilagelmistir. Sehir ilk defa Hz. Ömer devrinde el-Cezîre fatihi Iyaz b. Ganm tarafindan Bitlis ve diger bazi sehirlerle birlikte fethedilmistir (20/640-641). Yapilan anlasmayla Ahlat ve Bitlis beyleri Islâm devletinin himayesinde kalacak ve yillik muayyen miktarda vergi ödeyecekti. Selçuklular'in bu bölgeye ilk akinlari, Çagri Bey'in 1015-1021 yillari arasinda gerçeklestirdigi meshur Dogu Anadolu seferi sirasinda yapilmisti. Çagri Bey'in dönüsünde: "Bize karsi koyabilecek bir kavme rastlamadim" seklindeki raporu, Selçuklular'in bu bölgeyi ele geçirme ümitlerini artirdi. Ilk Selçuklu sultanlari Tugrul Bey ve Alparslan, hem Türkmen kitlelerine yurt bulmak ve hem de Islâm ülkelerini korumak gayesiyle Bizans sinirlarina akinlar düzenlediler. Tugrul Bey bu seferlerden birinde Bargiri ve Ercis'i zaptetti. Sultan Alparslan zamaninda Selçuklular'in eline geçen Ahlat, Anadolul'nun fethi sirasinda bir üs ve karargâh olarak kullanilmistir. Muhtemelen Malazgirt zaferinden önceki bir tarihte Türk hâkimiyetine giren sehir, Selçuklu sultanlari tarafindan tayin edilen valilerce yönetiliyordu. Kaynaklarin ifadesine göre; Malazgirt savasina katilan Ahlatlilar, elde ettikleri ganimetler sayesinde zengin olmuslardir. Daha sonra Mervanîler'in eline geçen Ahlat, 1100 yilina kadar onlarin idaresinde kaldi. a) Sökmen el-Kutbî (1100-1111): Ahlatsahlar hanedaninin kurucusu olarak kabul edilen Sökmen'e Selçuklular'in Azerbaycan valisi Kutbuddevle Ismail b. Yâkutî'nin kölesi oldugu için efendisine nispetle el-Kutbî deniliyordu. Kutbuddevle Ismail, Sultan Meliksah'in ölümünden sonra ogullari ve hanedan mensuplari arasinda baslayan taht kavgalari sirasinda öldürülünce, Sökmen onun oglu Mevdud'un hizmetine girdi (486/1093). Ahlat'a hâkim olan Mervanî emirlerinin zulüm ve iskencelerinden usanan halk, adaletiyle meshur Sökmen el-Kutbî'ye haber göndererek onu buraya davet ettiler. Sökmen bu daveti kabul ederek Ahlat'a geldi ve halk tarafindan coskun sevinç gösterileriyle karsilandi (493/1100). Sökmen Mervanîler'i oradan uzaklastirarak sehre hâkim oldu. Sultan Meliksah'in oglu Melik Muhammed Tapar, kardesi Sultan Berkyaruk'a karsi giristigi taht mücadeleleri sirasinda daima kendisini destekleyen ve basarili hizmetlerde bulunan Sökmen el-Kutbî'ye Ahlat ve Van gölü havzasini ikta ederek onun Ahlat ve çevresine hâkimiyetini onayladi (493/1100). Ahlat merkez olmak üzere kurulan bu hanedana, kuruldugu yer dolayisiyla Ahlatsahlar denildigi gibi kurucusunun adina nispetle de Sökmeniyye, Sokmaniyya veya Sökmenliler de denilir. Sökmen bu tarihten itibaren yine Melik Muhammed Tapar'a sadakatle hizmet etti. Nitekim 496 (1103) yilinda Hoy'da Muhammed Tapar ile kardesi Berkyaruk arasinda meydana gelen muharebede Yagisiyan'in oglu Muhammed ve Siirt emîri Kizil Arslan ile birlikte Sökmen de Muhammed Tapar'in saflarinda bulunuyordu. Bu savasta yenilen Muhammed Tapar, taraftarlariyla beraber Ercis'e ve oradan da Ahlat'a gitti. Ertesi yil Sultan Berkyaruk ile Muhammed Tapar arasinda anlasma saglaninca, Selçuklu topraklari ikiye ayrilmis ve Sepidrud (Kizilözen) sinir olmak üzere Derbend'den Diyarbekir ve Suriye'ye kadar uzanan saha Muhammed Tapar'in hâkimiyet sahasi olarak kabul edilmis ve Ahlat'ta da hutbe Muhammed Tapar adina okunmustur. Sultan Muhammed Tapar, 1105 tarihinde Musul'da Emir Çökürmüs'ü kusatirken Sökmen yine onun yanindaydi. Sultan Muhammed Tapar, Eylül-Ekim 1108 tarihinde Emîr Mevdud'u; Porsukoglu Porsuk, Aksungur Porsukî ve Sökmen el-Kutbî ile birlikte Musul'u Çavli'nin elinden almak üzere gönderdi. Sökmen el-Kutbî, daha sonra Mevdud'un birinci Urfa seferine katildi(1110). Sultan Muhammed Tapar'in emriyle Haçlilar'a karsi bir sefer hazirligina girisen Emir Mevdud, Artukoglu Ilgazi ve Sökmen el-Kutbî'nin de yer aldigi büyük bir orduyla Urfa üzerine yürüdü. Ceziret Ibni Ömer (Cizre)'de karargâh kuran Selçuklu ordusu, diger komutanlarin ve gönüllü mücahitlerin de katilmasi için beklemeye basladi. Urfa'yi ele geçirmeye karar veren müttefik kuvvetler, 2-11 Mayis 1110 tarihleri arasinda Urfa'yi kusatip giris-çikisi kontrol altina aldilarsa da bu kusatmadan önemli bir basari elde edilemedi. Mevdud, Sultan Muhamed Tapar'in emriyle ertesi yil yeni bir sefere hazirlandi. Ismen sultanin oglu Mesud'un emrinde gerçeklestirilen bu sefere; Ilgazi'nin oglu Ayaz, Meraga emîri Ahmedîl ve Hemedan emîri Porsukoglu Porsuk'tan baska Ahlatsah Sökmen el-Kutbî de katildi. Birlesik Selçuklu ordusu Tellbâsir'i kusatti. Fakat Halep Selçuklu meliki Ridvan'in tutarsiz hareketleri ve Ahmedîl'in Tellbâsir kontu Joscelin ile anlasarak Mevdud'u kusatmayi kaldirmaya ikna etmesi sebebiyle yine netice elde edilemedi. Sökmen bu sefer sirasinda Bâlis'te aniden rahatsizlanarak öldü (505/1111). Bunun üzerine ona bagli birlikler, efendilerinin cenazesini alarak Meyyafarikîn istikametinde yola devam ederken Sökmen'in hazinelerini ele geçirmek isteyen Ilgazi'nin saldirisina maruz kaldilar. Sökmen'in adamlari tabutu ortalarina alip kahramanca savastilar, Ilgazi'yi maglup ederek Ahlat'a gittiler ve cenazeyi burada defnettiler. Sökmen'in ölümünden sonra Ahlatsahlar devleti büyük bir sarsinti geçirdi. Meraga emîri Ahmedîl, Sultan Muhammed Tapar'in yanina giderek Sökmen ilini kendisine ikta etmesini istedi. Fakat diger emîrler buna razi olmayinca Ahmedîl'in bu arzusu gerçeklesmedi. Hoy'un batisinda buraya bir konak mesafedeki Sökmenâbâd sehrinin Sökmen el-Kutbî mi yoksa torunlarindan II. Sökmen tarafindan mi kuruldugu kesin olarak tesbit edilememistir. Sökmen el-Kutbî'nin hükümdarligi sirasinda Ahlatsahlar, basta Ahlat olmak üzere Malazgirt, Ercis, Adilcevaz, Eleskirt, Van, Tatvan, Erzen, Bitlis, Mus, Hani ve Bargiri sehirlerini hâkimiyetleri altina almislardi. Sökmen 502 (1108-1109) yilinda Meyyafarikîn'i yedi ay muhasara ettikten sonra Humartas'in elinden aldi ve Oguzoglu'nu (Kizoglu) buraya vali tayin ederek bazi agir vergileri kaldirdi. Sökmen devrinde bu bölgedeki ticarî hayat büyük gelisme gösterdi. Nitekim Ahlat ticaret gemileri Karadeniz sahillerinde de ticarî faaliyetlerde bulunuyorlardi. Tarihçiler böyle bir ticaret gemisinin Kostantiniyye denizinde (muhtemelen Karadeniz) battigini ve gemideki tüccarlarin boguldugunu ifade ederler. b) Zahireddin Ibrahim (1111-1127): Sökmen'in ölümü üzerine yerine zayif bir sahsiyet olan oglu Zahireddin Ibrahim geçti (1111). Ibrahim babasindan güçlü bir devlet miras almisti. Ilk olarak Meyyafarikîn'e giden Ibrahim vali Oguzoglu'nu (Kizoglu) azlederek yerine Ebû Mansur el-Muîn'i tayin etti. Ibrahim 507 (1113-1114) yilinda veziri Ebû Sa'd es-Sedîd'i idam edince Meyyafarikîn valisi olan kardesi Ebû Mansur isyan etti. Sultan Muhammed Tapar, daha sonra Meyyafa-rikîn'i önde gelen emîrlerinden Karaca es-Sâkî'ye ikta etti (508/1115). Böylece Meyyafarikîn Ahlatsahlar'in hâkimiyetinden çikmis oldu. Bu isyan ve karisikliklar sirasinda Meyyafarikîn harap oldugu gibi bu olaylardan rahatsiz olan halk da sehri terketmeye basladi. Sehir daha sonra Artuklular'in eline geçti (515/1121). Ibrahim'in annesi Inanç Hatun'un ihtiraslari ve devleti ele geçirme arzusu, Ahlatsahlar'in zayiflamasina sebep oldu. Daha önce Ahlatsahlar'a bagli olan Erzen ve Bitlis beyi Hüsameddin Togan Arslan, bagimsiz hareket etmeye basladi. Ibrahim 518 (1124) yilinda Togan Arslan üzerine yürüyerek Bitlis'i kusatti. 1125 tarihinde de Artuklu Davud ile Gürcistan seferine çikti fakat bir netice elde edemedi ve yaklasik ondört-onbes yil hüküm sürdükten sonra 1126 veya 1127 yilinda öldü. c) Ahmed (1127): Ibrahim'in ölümü üzerine yerine kardesi Ahmed geçti ise de ancak on ay iktidarda kaldi. Ahmed'in kizi Zeyneb Hatun Artuklular'dan Necmeddin Alpi ile evlenmis ve 1166'da ölmüstür. Bu sirada Inanç Hatun yeniden siyasî faaliyetlere giristi ve Ibrahim'in oglu Sökmen'i tahta çikardi. Inanç Hatun'un sonu gelmeyen ihtiraslarindan rahatsiz olan devlet adamlari, onu öldürerek devleti kurtardilar (1134). d) Devletsah Nâsireddin Muhammed Sökmen (II. Sökmen) (1128-1185): Ahmed'in tahttan uzaklastirilmasindan sonra hanedanin basina Devletsah Nâsireddin Muhammed Sökmen geçti (522/1128). Irak Selçuklu Sultani Mesud, Ahlat, Malazgirt ve çevresini kardesi Selçuksah'a ikta edince (532/1133-38), Selçuksah Ahlat'i muhasara ederek ele geçirmek istedi. Fakat netice alamadan geri döndü. 540 (1145) yilinda Ahlatsahlar'la Artuklular arasinda sihriyet yoluyla akrabalik kuruldu. Sökmen de Erzurum meliki Saltuk'un kizi Sahbânû ile evlenerek bu iki hanedani birbirine yaklastirdi. Musul atabegi Imadeddin Zengî'nin ölümü üzerine Ahlat sahi Sökmen de Hizan, Maden ve diger bazi bölgeleri kendi hâkimiyet alanina dahil etti. Daha sonra Artuklular'dan Kara Arslan, Sökmen'e ait olan Malazgirt'i isgal ve yagma etti. Necmeddin Alpi, buna müdahale edip iki taraf arasinda baris sagladi (549/1154). Türk hükümdarlarinin birbirleriyle ve Haçlilarla mücadelesini firsat bilen Gürcüler, Azerbaycan ve Dogu Anadolu'daki bazi yerleri isgal ettiler. Erzurum meliki Izzeddin Saltuk da Gürcüler'e esir düstü. Fakat daha sonra fidye ödenerek kurtarildi. Gürcüler Ani'yi isgal edince, II. Sökmen, Izzeddin Saltuk, Bitlis emîri Togan Arslan'in oglu Devletsah ve Artuklular'dan Necmeddin Alpi, kuvvetlerini birlestirerek 1161 yilinda Gürcistan seferine çikmaya karar verdiler. Fakat Alpi henüz iltihak edemedigi, Saltuk da habersiz ayrildigi için II. Sökmen agir bir bozguna ugradi. Askerlerinin büyük bir kismi öldürüldü. Ibnü'l-Esîr, bu olayda dörtyüz süvariden baska salimen dönen olmadigini kaydeder. Türk kuvvetleri büyük kayiplar vererek geri döndüler ve II. Sökmen esirleri kurtarmak için büyük meblaglar ödemek zorunda kaldi. Gürcüler bu zaferden kuvvet ve cesaret alarak 1162 yilinda Duvin'i isgal ve yagma ettiler. Duvin ve köylerinde onbin kisiyi kiliçtan geçirdiler. Kadin-erkek pek çok kisiyi esir aldilar. Kadinlari çirilçiplak soyup yalinayak götürdüler. Cami ve mescitleri yakip yiktilar. Müslüman kadinlara yapilan zulüm ve iskenceyi gören Gürcü kadinlar bile bu durumu tasvip etmediler ve : "Siz müslümanlari, onlarin kadinlarina yaptiginiz seylerin aynisini bize yapmaya mecbur ettiniz" diyerek onlari giydirdiler. Gürcü kadinlarinin dahi isyan etmelerine sebep olan bu zulüm ve iskenceler, müslümanlari harekete geçirdi. II. Sökmen, Devletsah, Azerbaycan atabegi Ildeniz ve Irak Selçuklu sultani Arslansah, 1163 tarihinde ellibini askin büyük bir orduyla Gürcistan topraklarina girdiler, sehirlerini yagma edip kadin ve çocuklarini esir aldilar. Yaklasik bir ay süren savaslar neticesinde Gürcüler agir kayiplar verdiler. Türk kuvvetleri; ihtida eden, fakat bunu gizleyen bir Gürcü askerin yardimiyla büyük bir zafer kazandilar ve zengin ganimetlerle döndüler. Sökmen, Ahlat'ta muhtesem bir merasimle karsilandi. Tarihçiler bu hâdiseyi "görülmeye deger bir gün" olarak tavsif ederler. Bu zafer münasebetiyle Türk sehirlerinde bayram yapildi. Gürcüler ertesi yil (1164) Ani'ye tekrar saldirdilar. Fakat Atabeg Ildeniz yetisip sehri kurtardi. Ildeniz sehri tamir etmekle mesgul iken Gence'nin isgal edildigini duyunca süratle hareket etmis fakat Ahlatsahlar'a tâbi olan Surmari emîri Ibrahim daha önce sehri kurtarmisti. Türkler'le Gürcüler arasindaki savaslar araliklarla devam etti. 1175 yilinda Aras ovasinda Gürcüler'le savasa tutusan Ildeniz, maglup olunca II. Sökmen'den yardim istedi. Irak Selçuklu sultani Arslansah da bu kuvvetlere katildi. Müttefik kuvvetler, Akhalkelek ve Trialith'i yagma ettikten sonra Duvin'e kadar geldiler. II. Sökmen 1175'de Ahlat'a döndü. Selâhaddin Eyyubî, Siî-Fatimî halifelige son verip Eyyubiler devletini kurduktan sonra hâkimiyet sahalarini genisletmek, Firat ve Dicle vadilerini kendi topraklarina katmak istiyordu. Bu durum, Musul atabegligiyle Artuklular için önemli bir tehlike teskil etmeye basladi. Ahlat sahi II. Sökmen, hem Musul atabegi Izzeddin Mesud, hem de Artuklu Kutbeddin Ilgazi'nin akrabasi oldugu için Selahaddin'in Urfa, Seruc ve Nusaybin'i alarak Musul'a kadar uzanmasi üzerine onu muhasaradan vazgeçirmek için elçiler gönderdi. Sonunda Abbasî halifesi Nâsir Lidinillah, Azerbaycan atabegi Kizil Arslan ve Seyhu's-Suyuh Sadreddin ile isbirligi yaparak onu Musul'u muhasara etmekten vazgeçirdiler. Selahaddin dönüsünde Sincar'i kusatinca, Atabeg Izzeddin Mesud tekrar Sökmen ve Ilgazi'den yardim istedi. Sökmen ileri gelen adamlarindan Seyfeddin Begtimur'u gönderip muhasaraya mâni olmak istedi. Fakat Eyyubîler'in ileri sürdügü sartlara öfkelenerek geri döndü. Bu yoldaki gayretlerinin neticesiz kaldigini gören Sökmen, Kutbeddin Ilgazi ve Atabeg Izzeddin Mesud da askerlerini toplayarak Mardin-Koçhisar arasindaki Harzem köyünde bulustular. Fakat Selahaddin Sincar'i zaptedip oradan Harran'a geçmis ve askerlerini dagitmisti. Onlarin isbirligi yapip toplandiklarini duyunca, Hama'da bulunan yegeni Takiyyüddin'e haber gönderip onu yardima çagirdi. Takiyüddin geldi ve Selahaddin'e derhal oradan ayrilmasini tavsiye etti. Fakat digerleri ona sakin ayrilma dediler. Selahaddin kendisi de ayrilmaktan yanaydi, bu sebeple oradan Ra'su'l-Ayn'a gitti. Birlesik kuvvetler, onun ayrildigini duyunca dagildilar. Ahlatsahi Sökmen de: "Asker toplayip geri gelecegim" diyerek Ahlat'a döndü. Bu arada Izzeddin ve Kutbeddin Musul'a gitti. Selâhaddin ise yola devam edip Harzem'de konakladi ve birkaç gün orada bekledi. Ahlat'in zenginligi çevredeki hükümdarlarin bu sehre göz dikmesine sebep oluyordu. Bunlar arasinda Ildeniz'in oglu Cihan Pehlivan, Selahaddin Eyyubî, yegeni Takiyyüddin Ömer, Eyyûbi meliki Mevdud b. Âdil ve Selçuklu Tugrulsah'i sayabiliriz. Sökmen'in 10 Temmuz 1185 tarihinde ölümü, bu hükümdarlarin Ahlat üzerindeki emellerini daha da artirdi. Çünkü Sökmen, geride evlat birakmadigi gibi kendinden sonra devletin basina geçecek baska bir hanedan üyesi de yoktu. II. Sökmen uzun yillar hüküm sürmüs ve yaklasik seksen yaslarinda ölmüstür. Çevredeki bütün hükümdarlar ona saygi gösterirlerdi. Akilli, ileri görüslü ve güzel ahlâkli bir hükümdardi. Halk da onu çok severdi. Cesareti ve Gürcüler'e karsi cihadi, halkin gönlünde taht kurmasina sebep olmustu. Bundan dolayi hatirasi uzun müddet halkin gönlünde yasadi. Gerçekten de Ahlat, en parlak dönemine onun devrinde ulasti. e) Seyfeddin Bektimur (1185-1193): II. Sökmen, oglu olmadigi ve hanedan mensuplarindan da bu görevi üstlenecek kimse bulunmadigi için halkin ve devlet erkâninin arzusu üzerine memluklerinden Bektimur'u evlât edinmis ve devletini ona vasiyet etmisti. Bu vasiyet uyarinca hanedanin basina Bektimur geçti (1185-1193). Selahaddin devlet adamlarini toplayip bu hususu onlarla istisare etti. Bazilari: "Ahlat çok muazzam ve zengin bir vilâyettir. Su anda sahipsizdir" diyerek onu Musul'u muhasaradan vazgeçirip Ahlat'a gitmege tesvik eettiler. Selahaddin ne yapacagina tam karar veremedi. Bu sirada Ahlat'in ileri gelenlerinden, emîrler ve halktan gelen mektuplar da onu Ahlat'a davet ediyordu. Aslinda bu bir taktikten ibaretti. Çünkü o sirada Azerbaycan ve Hemedan hâkimi Semseddin Pehlivan da Ahlat iline göz dikmisti. Ahlatlilar Selahaddin ile Pehlivan'i birbirlerine düsürerek ülkelerini korumak istiyorlardi. Selahaddin vali Davud ve adamlarinin tesvikiyle Nâsireddin Muhammed, Muzaffereddin ve diger bazi emîrlerini Ahlat'a gönderdi. Kendisi de Meyyafarikîn'e dogru yola çikti. Pehlivan Ahlat yakinlarina kadar gelerek karargâh kurmustu. Sonunda halk ve Bektimur, Eyyubîler'e karsi Pehlivan ile isbirligi yapmaga karar verdiler. Bu arada Selahaddin Meyyafarikîn'i ele geçirdi (29 Agustos 1185) ve halifeye haber gönderip Ahlat, Diyarbekir ve Musul'a hâkimiyetinin tasdik edilmesini istedi. Bektimur Pehlivan ile anlasarak Ahlat'in Eyyubîler tarafindan istilâ edilmesine mâni oldu. II. Sökmen gibi güçlü bir hükümdardan sonra Bektimur'un ülke yönetimine hâkim olmasi Ahlatsahlar için büyük bir bahtiyarlikti. Halkin destegini ve sevgisini kazanmis olan Bektimur, Eyyubîler'in en kuvvetli dönemlerinde Ahlat'i istilâ etmelerine engel oldu. Bununla beraber Eyyubîler'den Takiyyüddin Ömer, 1191 yilinda Ahlatsahlar'in hâkimiyetindeki Hani'yi ele geçirdi ve Ahlat üzerine yürüdü. Sehri bir müddet kusattiysa da netice elde edemeden ayrilmak zorunda kaldi. Daha sonra Malazgirt üzerine hücum etti. Fakat Erzurum meliki Saltuk'un kizi Mama Hatun Ahlatsahlar'in yardimina kosarak Malazgirt'in istila edilmesine mâni oldu. Bundan dolayi muhasara uzun sürdü ve nihayet Takiyyüddin, Ekim 1191'de ölünce Bektimur rahat bir nefes aldi. Fakat Eyyubîler'in Ahlat'i istila emelleri Selahaddin Eyyubî'nin 1193 yilinda ölümüne kadar devam etti. Bektimur Selahaddin'in ölümünü duyunca, çok sevinmis ve kendisine el-Melikü'l-Muazzam Selahaddin Abdülaziz adini vermistir. Onun bu davranisi tarihçiler tarafindan ayiplanmaktadir. Selahaddin'in ölümünden sonra Artuklu Yavlak Arslan ve Musul atabegi Izzeddin Mesud ile anlasan Seyfeddin Bektimur, Meyyafarikîn'i geri almaya tesebbüs etti, fakat 5 Mayis 1193 tarihinde ölümüyle bu tesebbüsü yarim kaldi. Bektimur'un Batinîler tarafindan öldürüldügüne dair rivayetler oldugu gibi, onun yerine göz diken damadi Bedreddin Aksungur Hezar Dinarî tarafindan öldürülmüs olmasi da muhtemeldir. Ibnü'l-Esîr'e göre, Hezar Dinarî tarafindan öldürülmüstür. Bektimur âdil, dindar, hayir ve hasenati seven, âlimleri, fakir ve sûfîleri himaye eden, cömert, cesur ve güzel ahlâkli bir hükümdardi. Çok sadaka verir, halka çok iyi davranirdi. Ermeni tarihçi Vardan Bektimur'un Sasun bölgesini de fethettigini ve Takiyyüddin Ömer'in ölümünden sonra hristiyanlara karsi da çok iyi davrandigini yazar. f) Bedreddin Aksungur Hezar Dinarî (1193-1198): Seyfeddin Bektimur'un öldürülmesi üzerine ülkeye Aksungur Hezar Dinarî hâkim oldu (1193-1198). O da II. Sökmen'in memlûklerindendi. Ahlatsah tarafindan Cürcanli bir tüccardan 1000 dinara satin alindigi için kendisiine Hezar Dinarî lâkabi verilmisti. Daha sonra Bektimur'un kizi Ayna Hatun ile evlenerek yüksek bir mevki elde etmisti. Ihtirasli oldugu için Bektimur'u öldürüp karisiyla oglunu da hapsetmisti. Erzurum meliki Tugrulsah ile birleserek Gürcü kuvvetlerini maglup etti ve pek çok ganimet ele geçirdi. Kaynaklarda onun ölümüyle ilgili farkli rivayetler vardir. Ebu'l-Fidâ Aksungur'un 594'te (1197-1198) yilinda öldügünü söylerken Sibt Ibnü'l-Cevzi ile Ebu'l-Ferec onun 604 (1207-1208) tarihinde Bektimur'un baska bir oglu tarafindan öldürüldügünü kaydederler. g) Sücaeddin Kutlug (1198): Aksungur'un ölümünden sonra, Sücaeddin Kutlug adli bir köle Ahlat'ta yönetimi ele geçirdi. Bektimur'un küçük yastaki oglu Muhammed'i de ortak hükümdar ilan etti. Fakat kisa bir müddet sonra Bektimur'un ogluyla anlasmazliga düstü ve onu saltanattan uzaklastirdi. Bunun üzerine Bektimur'un oglu, Kutlug'un Ermeni asilli oldugunu söyleyerek halki ona karsi kiskirtti. Ayaklanan halk Kutlug'u sigindigi kalede yakalayip öldürdü (1198). Ibnü'l-Esîr ve ondan naklen Müneccimbasi, Kutlug'un ileri görüslü, âdil ve halka iyi muamele eden bir hükümdar oldugunu, buna karsilik Bektimur'un oglunun sefih bir insan oldugunu söylerler. h) el-Melikü'l-Mansur Muhammed (1198-1207): Kutlug'un öldürülmesi üzerine Ahlat'ta büyük karisikliklar çikti ve sonunda Bektimur'un oglu Muhammed "el-Melikü'l-Mansur" ünvaniyla tek basina tahta çikti (1198-1207). Onun devrinde Gürcüler yeniden birçok sehri isgal ettiler. 1204 yilinda Ercis'e kadar gelerek sehri yagmaladilar ve çok sayida esirle döndüler. Daha sonra Erzurum beyliginin sinirlarinda yer alan Samankale'de, Ahlat ve Erzurum askerleri tarafindan perisan edildiler. Pek çok Gürcü askeri esir alindi. Bunlar arasinda bas komutan Küçük Zekeriyya da vardi. Gürcüler, 1205 yilinda Ahlat'a tekrar saldirdilar. Bektimur'un oglu Muhammed, çok genç oldugu için asker ve halk üzerinde otorite saglayamamisti. Bu yüzden Gürcüler, ciddi bir mukavemetle karsilasmadilar. Ancak daha sonra sûfîler ve gönüllülerin etrafinda toplanan halk Gürcüler'i bozguna ugratti. el-Melikü'l-Mansur Muhammed'in içki ve eglence âlemlerine dalmasi, halk nezdindeki itibarini kaybetmesine sebep oldu. Askerler de ona karsi ayaklandilar. Bu gelismeler üzerine bir grup Ahlatli, II. Sökmen'in vaktiyle halef tayin ettigi yegeni Nâsireddin Artuk Arslan'a haber gönderip onu ülkelerine davet ettiler. Bu sirada II. Sökmen'in köle emirlerinden Balaban da el-Melikü'l-Mansur Muhammed'e isyan ederek Malazgirt'i ele geçirdi ve topladigi kuvvetlerle Ahlat üzerine yürüdü. Artuklu meliki Nâsireddin Artuk Arslan, davet sebebiyle hiç bir muhalefet ve mukavemetle karsilasmadan Ahlat'a hâkim olacagini düsündügü için yanina silah ve agirliklarini almadan gelmisti. Balaban ona haber gönderip: "Ahlat halki, beni sana mütemayil olmakla itham ediyorlar. Onlar Araplar'dan nefret ederler. Sen geri dönüp bir merhale uzaklasirsan daha iyi olur. Ben sehri ele geçirirsem sana teslim ederim, çünkü benim Ahlat meliki olmama imkân yoktur." dedi. Fakat Artuk Arslan uzaklastiktan sonra "Ülkene dön, yoksa gelir seni de maiyetini de perisan ederim." diye haber yolladi. Öte yandan Eyyubîler'in el-Cezîre ve Harran bölgesi meliki Melik Esref de Artuk Arslan'in Ahlat'a gittigini duyunca derhal Mardin üzerine yürüdü ve sehrin mahsulünü alip Düneysir'de konakladi. Bir yandan Balaban'in diger taraftan da Melik Esref'in tehdidine maruz kalan Artuk Arslan, Dimyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan olmus ve Mardin'e dönmek zorunda kalmistir. Nâsireddin Artuk'un Ahlat'tan uzaklasmasi üzerine Balaban, sehri daha siddetli bir sekilde muhasara etmege basladi. Bektimur'un oglu Muhammed, askerleri ve halki toplayip Balaban'in üzerine hücum etti. Balaban kendi hâkimiyetindeki kalelere çekilmek zorunda kaldi. Daha sonra Malazgirt, Ercis ve diger kalelerden asker toplayip yeniden Ahlat üzerine yürüdü. Devlet büyüklerine de haber gönderip onlari kendi tarafina çekmeye çalisti. Onlara bol vaatlerde bulundu. Emîrler Bektimur'un oglunun ülkeyi idare edecek durumda olmadigini, içki ve eglenceye düskün oldugunu bildikleri için Balaban'in teklifini kabul ettiler. Ancak Balaban'dan verdigi sözde duracagina dair yemin etmesini istediler. Sonra da Bektimur'un oglunu ve Ahlat'i ona teslim ettiler. Balaban sehre hâkim olup Bektimur'un oglunu hapsetti (1206). Bir müddet sonra Meyyafarikîn hâkimi Necmeddin Eyyub, Ahlat üzerine yürüdü ve Ahlat'in bazi kalelerini ele geçirdikten sonra Ahlat'i muhasara etmege basladi. Bunun üzerine Balaban onu aldatmak için hileye basvurarak sehri müdafaa etmekten aciz oldugunu bildirip muhasarayi kaldirmasi için güzel sözler söyledi. Bu davranis Necmeddin Eyyub'u daha da tahrik etti. Fakat Balaban düzenledigi bir baskinla onu perisan etti. Necmeddin çok az sayidaki askeriyle Meyyafarikîn'e dönmek zorunda kaldi. Bu karisikliklar sirasinda Gürcüler, Kars sehrine saldirdilar ve uzun süre muhasara ettikten sonra ele geçirdiler. Kars valisi, kaç defa elçi gönderip Ahlat'tan yardim istediyse de bu yardim gerçeklesmedi. Vaziyetin giderek aleyhlerine gelistigini ve kendilerine yardim edilemedigini gören vali, sonunda onlardan alacagi iktalar ve para karsiliginda sehri teslime razi oldu. Devrin hükümdarlari, birbirleriyle mücadele etmekle, zulüm, içki ve eglenceyle mesgul olduklari için Kars'in düsman eline düsmesine mâni olamadilar. Böylece Kars, bir Islâm beldesi olmaktan çikip bir küffâr ve sirk beldesi oldu. Ahlatsahlar'in iç ve dis müdahaleler sebebiyle giderek zayiflamaga baslamasi üzerine Necmeddin Eyyub, büyük bir orduyla Ahlat'a saldirdi. Balaban ona karsi savastiysa da basarili olamadi ve Ahlat'a siginip Erzurum meliki Mugiseddin Tugrulsah'tan yardim istedi. Tugrulsah, ordusunun basinda bizzat yardima geldi ve müttefikler Necmeddin Eyyub'u maglup ettiler. Eyyubîler'in ele geçirdigi Mus kalesini de geri alacaklari sirada Tugrulsah Balaban'a hainlik etti ve ülkesine göz diktigi için onu öldürdü. Buradan süratle Ahlat'a gittiyse de halk onun bu hareketini tasvip etmedigi için sehre sokmadi. Tugrulsah eli bos; fakat bu cinayet sebebiyle günahkâr olarak ülkesine dönerken halk, Necmeddin Eyyûb'a haber gönderip Ahlat'a davet etti. O da bu daveti kabul ederek Ahlat'a gitti ve bir asri askin zamandan beri bölgeye hâkim olan Ahlatsahlar hanedanina son verdi (1207). Eyyubîler sehre hâkim olduktan sonra pek çok kisiyi öldürdüler. Ileri gelenleri de Meyyafarikîn'e sürdüler. Bu Ahlat için çok agir bir darbe oldu. Eyyubî hükümdari Melik el-Adil, Abbasî halifesi en-Nâsir Lidinillah'a haber gönderip Ahlat ve Meryafarikîn'e hâkimiyetini tasdik etmesini istedi. Bu teklifini onaylayan halifenin mensûrunu aldiktan sonra, bu iki sehri oglu Necmeddin Eyyub'a verdi (1207). Fakat Ahlat halki ve askerler, yabanci bir yönetimi kolay kolay kabul edecege benzemiyordu. Bazi askerler, Van kalesine çekildiler ve daha sonra Ercis'i kendi hâkimiyetleri altina aldilar. Bunun üzerine Necmeddin Eyyub, babasindan yardim istedi. O da diger oglu Melik Esref'i kardesine yardima gönderdi. Bu sayede Van'i ele geçirdiler. Malazgirt üzerine yürüdükleri sirada Ahlat halki, Sökmen'in bayragini açarak halki bu bayrak altinda toplanmaga ve Eyyubîler'e karsi ayaklanmaga çagirdi. Melik Esref tekrar müdahale ederek sehri muhasara ve zaptetti. Isyana katilan pek çok kisiyi öldürdü. Bu olaylar Gürcüler'in ihtiraslarini tahrik ediyordu. Nitekim 1208 yilinda Ercis'i isgal ve yagma ettiler. Necmeddin Eyyub halkin isyan etmesinden endise ettigi için Ahlat'tan ayrilamadi. Bundan dolayi Gürcüler, sehri diledikleri gibi yagma edip, yakip yiktiktan sonra ayrildilar. Gürcüler 1210 tarihinde tekrar saldiriya geçince, Ahlatlilar, köprüyü yikarak yolu kapattilar. Sarhos olan Ivani, köprüden geçmek isterken atindan düstü ve esir alindi. Ivani'den alinan fidyeyle Ahlat'in surlari onarildi ve Gürcüler'le üç yillik bir mütareke imzalandi. Necmeddin Eyyub, bu sirada ölünce kardesi Melik el-Esref Ahlat'a hâkim oldu. Çok geçmeden Mogol istilâsi her tarafi altüst etti. Onlara karsi kahramanca savasan Harezmsah Sultan Celâleddin, Gürcüler'in Azerbaycan, Ahlat, Erzurum ve Sirvan'da yaptiklari zulüm ve iskenceleri duyunca, 1225 yilinda Tiflis'e girdi ve sehri yeniden Islâm topraklarina dahil etti. Böylece Ani ve Kars sehirleri Gürcüler'den temizlenmis oldu. Bu basarilari ona karsi duyulan sevgiyi kat kat artirdi. Fakat Ahlat muhasarasi bütün iyiliklerini silip süpürdü. Harezmsah 1229 yilinda Ahlat'i muhasara etmeye baslayinca, Anadolu Selçuklu sultani Alâeddin Keykubat, ona haber gönderip âlim, zâhid ve din adamlariyla dolu olan ve bundan dolayi da Kubbetü'l-Islâm adiyla anilan bu sehri muhasaradan vazgeçmesini istedi. Fakat Celâleddin bu teklifi reddetti ve muhasarayi kis boyunca sürdürdü. Halk çok perisan oldu. Sehirden disari çikan halk açliktan o derece sararmisti ki, baba evlâdini, evlât da babasini taniyamaz haldeydi. Nihayet 14 Nisan 1229'da Ahlat'a giren Harezmsah'in askerleri sehri üç gün yagma ettiler. Sakladiklari altin, gümüs ve degerli esyayi almak için halka iskence ettiler. Celâleddin bu hareketinin cezasini 1230'da Yassiçimen'de maglup olduktan sonra kaçarken Meyyarafarikîn yakinlarinda öldürülerek ödedi. Alâeddin Keykubad Yassiçimen savasindan sonra Ahlat, Van, Bitlis, Malazgirt ve civarini topraklarina katarak bölgede ziraat ve ticaretin gelismesi için çalisti. Fakat 1243 Kösedag bozgunuyla Mogollar, her tarafi tahrip etmeye basladilar. Ahlat daha sonra Ilhanli, Karakoyunlu ve nihayet Osmanli hâkimiyetine girdi ve Osmanlilar uzun yillar önce yurt tuttuklari bu sehre yeniden hâkim oldular. "Ertugrul Bey'in ecdadi ve mensup oldugu boy, Anadolu'nun ilk açilisinda yani XI. asrin ikinci yarisinda Sultan Tugrul Bey ve Alparslan'in ümerâsinin maiyyetinde Ahlat bölgesine gelmisler ve Anadolu gaza ve fetihlerine istirak etmisler ve Ahlat bölgesinde yurt tuttuklari gibi Mus, Malazgirt, Eleskirt ve Sürmari (Sürme-Çukuru) ovalarinda ve daglarinda kislak ve yaylak tesis etmisler ve bilâhare Ahlat emîrlerine yani Sökmenliler'e tâbi olmuslar ve onlarin maiyyetinde olmak üzere Gürcüler'e bazen de Erzurum ve Erzincan emirleriyle birlikte Trabzon dükaligina ve bilahare imparatorluguna karsi yapilan gazalara istirak etmislerdir. XIII. yy. baslarinda Ahlat'in Eyyubîler'in eline geçmesi, belki de daha sonra Celâleddin Harezmsah'in Ahlat bölgesini istilasi üzerine Ertugrul Bey'in babasi, maiyyetindeki boy ile birlikte ve tipki kendisi gibi Kayi boyundan olan Artukogullari'nin yani Mardin hükümdarlarinin maiyyetine girmistir. Bu arada Ertugrul'un babasi herhangi bir sebeple belki kislamak üzere Ceber'e giderken Firat'ta bogulmus olabilir". ILIM, KÜLTÜR VE MEDENIYET Van gölü havzasinin merkezinde yer alan Ahlat, ilim, kültür, medeniyet ve ticaret bakimindan Ortaçagin en önde gelen sehirlerinden biriydi. Ahlatsahlar, sehri onarmak için büyük gayret sarfettiler. Meselâ 1164 yilinda meydana gelen bir yangin sirasinda pek çok ev ve dükkân harabeye dönmüstü. II. Sökmen'in karisi Sahbânu bu hasari telâfi etmek için seferber olmus, çok sayida köprü ve yolu yeniden yaptirmis, Bitlis kapisi önünde güzel hanlar insa ettirmisti. Ayrica kale ve surlari da onartmisti. Ticaret ve tarim sahasindaki gelismelerle Ahlat, surlarin disina çikmis, halk fevkalâde zengin olmustu. Ahlatli tüccarlarin denizasiri ülkelerle de ticaret yaptiklari bilinmektedir. Ahlat'ta demir-çelik ve çilingirlik çok ilerlemisti. Ahlat ilim, kültür ve din adamlariyla; zahid, mutasavvif ve san'atkârlariyla meshur bir sehirdi. Bundan dolayi sehre Kubbetü'l-Islâm denilirdi. O dönemde muhtelif sehirlerde insa edilen pek çok eserin Ahlatli mimarlar tarafindan yapilmis olmasi da buranin nasil bir medeniyet merkezi oldugunu gösterir. Ahlatsahlar; ilim, din, san'at ve tarikat adamlarini himaye ederek ilim ve kültürün gelismesine hizmet etmislerdir. Ahlatli meshur sanatkâr ve âlimlerden bazilari sunlardir: Haci el-Ahlatî, Mufaddal el-Ahlatî, Hurremsah el-Ahlatî (mimar), Fahreddin el-Ahlatî (asronomi bilgini), Ebû Ali el-Ahlatî (filozof) Ibrahim b. Abdullah, Hüseyin el-Ahlatî (kimyager), Safiyüddin Ebu'l-Berekât, Ebdüssamed b. Abdurrahman, Ali b. Muhammed, Seyh Mü'min ed-Darîr, Yahya b. Ahmed, Muhammed b. Melikdâd, Muhammed b. Ali, Ali b. Ömer (âlim). Ahlatsahlar'in bir medeniyet ve kültür merkezi olan baskentleri Ahlat, Harezmsah Celâleddin'in muhasara ve yagmasi, Mogol istilâsi ve Mogol-Memlûk savaslari sirasinda büyük çapta tahrip edilmis, iktisadî ve ticarî hayat gerilemis ve halk bölgeyi terketmeye baslamistir. Bazi tarihçiler, esnaf ve sanatkâr birliklerinin (fityan) de ilk defa Ahlat'ta görüldügünü söylerler. Bu teskilât mensuplari Ahlat'in siyasî hayatinda önemli rol oynuyor ve muhasara sirasinda sehrin müdafaasinda yardimci oluyorlardi. |
ANADOLU SELÇUKLU DEVLETI'NIN KURULUSU Anadolu (Türkiye) Selçuklulari 1075-1308 tarihleri arasinda Anadolu'da hüküm süren müslüman bir Türk devletidir. Devletin kurucusu olarak kabul edilen Süleyman Sah Selçuk'un büyük oglu Arslan Yabgu'nunn torunudur. Bu münasebetle biraz gerilere giderek Arslan Yabgu'dan bahsetmek istiyoruz. Bazi eserlerde kendisinden Isrâil olarak bahsedilmekle beraber daha çok Türkçe adi Arslan Yabgu ile meshur olan bu Selçuklu beyi ilk defa Karahanlilarla Sâmânîler arasindaki mücadelede dikkatleri üzerine çekti. Karahanli Harun b. Ilig Han Samanî topraklarinin bir kismini isgal edince Samanî hükümdari Selçuk'tan yardim istedi. O da oglu Arslan kumandasindaki bir orduyu Samanîlere yardima gönderdi. Arslan'in yardimi ile Karahanlilari maglûp eden Sâmânîler isttila edilen topraklarini geri aldilar. Bu münasebetle Buhara-Semerkant arasindaki Nur kasabasi Selçuklulara yurt olarak verildi. Karahanlilar ile Sâmânîler gibi birbirleri ile mücadele halinde olan iki devlet arasinda kalan Selçuklular mahirane siyasetleri ile bu bölgede varliklarini sürdürmeyi basardilar. Karahanli Nasr ILig Han'in Buhara'yi zapt ederek (Ekim 999) Samanî hükümdari Abdülmelik ve hanedan azalarini Özkent'e sürmesi ile Sâmânîler devleti fiilen sona ermis oluyordu. Bu hadise Arslan Yabgu ve ona bagli Türkmenlerin nüfuz ve itibarini daha da arttirdi. Karahanlilarin elinden kaçmaya muvaffak olan Sâmânî sehzadesi Ebû Ibrahim el-Muntasir Karahanlilar'a karsi yine Arslan Yabgu'nun yardimini istemek zorunda kaldi ve bu sayede Karahanlilar'i üç defa bozguna ugratti. Babasi Selçuk'un 1009'a dogru Cend'de ölmesi üzerine Arslan "Yabgu" ünvani ile ailenin basina geçti. Karahanli hükümdari Ilig Han Nasr'in 1012 yilinda ölümü üzerine ayni aileye mensub olan Ali Tegin Arslan Yabgu'nun destegi ile Buhara'ya hakim oldu. Bu sayede dikkatleri üzerine çeken Arslan Yabgu giderek kuvvet kazaninca Karahanli hükümdari Yusuf Kadir Han ile Gazneli Sultan Mahmud 1025 yilinda "bütün Iran ve Turan meselelerini" görüstükleri meshur Maverâünnehir mülakatinda Arslan Yabgu idaresindeki Selçuklulara karsi gerekli tedbirleri almaya ve onlari Türkistan ve Maverâünnehir'den uzaklastirip Horasan'a sürmeyi kararlastirdilar. Arslan Yabgu bu sirada çöllere çekilmisti. Gazneli Mahmud mertligi, savasçiligi ve yildirim hizi ile avinin üzerine düsmesi gibi meziyetleri sebebi ile herkesin çekindigi Arslan Yabgu'yu yakalamak için hileye basvurdu. Bir ziyafet münasebeti ile Semerkant'a çagirdigi Arslan Yabgu'yu oglu Kutalmis ve bazi arkadaslari ile birlikte tevkif ederek Kâlincar kalesinde hapsetti. Arslan Yabgu'ya bagli çok sayida Türkmeni de öldürdü (1025). Arslan Yabgu'nun hapsedilmesi ile ön plâna geçen Tugrul ve Çagri Beyler Gazneli Mahmud'un ölümü (1030) üzerine yerine geçen oglu Mesud'a haber gönderip kendisine itaat arzettiklerini bildirdiler ve Arslan Yabgu'nun serbest birakilmasini istediler. Sultan Mesud bu teklifi kabul edip Arslan Yabgu'yu Belh'e getirdi ve ona yegenlerine bozgunculuktan vazgeçmelerini söylemesini emretti. Arslan Yabgu da Tugrul ve Çagri beylere haber gönderip Gazneli hükümdari Sultan Mesud'un buyrugunu iletti. Ayrica elçi ile bir "biz" gönderip onu yegenlerine vermesini istedi. Elçi mesaji teblig edip sifre mahiyetindeki "biz"i teslim edince onlar yeniden karisiklik çikarmaya basladilar. Bunun üzerine Sultan Mesud da Arslan Yabgu'yu tekrar hapse atti. Türkmenlerin onu kurtarma tesebbüsleri sonuçsuz kaldi ve Arslan Yabgu 7 yildan beri kaldigi hapishanede 1032 yilinda öldü. Ancak oglu Kutalmis bir firsatini bulup hapishaneden kaçti ve Buhara'ya döndü. Arslan Yabgu'ya bagli Oguzlar (Yabgulular-Yavgiyyân) Yagmur, Kizil, Boga, Göktas ve Anasi-oglu adli beylerin idaresinde faaliyetlerini sürdürmekle beraber Gazneli kuvvetleri karsisinda dagildilar ve büyük sikintilara maruz kaldilar. Fakat bütün bunlara ragmen ümitlerini kaybetmeyip Arslan Yabgu'nun torunu Kutalmisoglu Süleyman Sah'in tarafindan toplanarak Anadolu Selçuklu Devleti'nin kurulusuna büyük hizmet ettiler. Tugrul Bey Kâlincar kalesinden kaçarak Buhara'ya dönen Kutalmis'in Selçuklu Devleti'nin kurulusundan sonra da yaninda toplanan Türkmenlerle çevreyi yagmaladigini görünce sinir bölgelerini ona ikta ederek kâfirlere karsi cihada memur etti. Kutalmis da büyük bir ordu ile Azerbaycan'a dogru ilerlemeye basladi. Iste bu sirada Selçuklularla Bizanslilar arasinda ilk ciddi çatisma vuku buldu. Gence önlerinde cereyan eden bu savasta Gürcü, Ermeni ve Rumlar'dan mütesekkil Bizans ordusu agir bir maglubiyete ugradi (1046). Bu zaferi müteakip Aras nehri boyunca ilerleyen Kutalmis dönüsünde Tugrul Bey'e bölgenin çok zengin ve Rum'larin da kadinlar gibi korkak insanlar oldugunu bu sebeple ülkelerini kolaylikla fethedebilecegini söyledi. Tugrul Bey Kutalmis'i daha sonra Arslan Besâsirî üzerine gönderdi. Ancak maglub olan Kutalmis Bagdat'a Tugrul Bey'in yanina dönmüs ve Abbasi halifesinin Sultan Tugrul Bey'i kabul ettigi merasime katilmistir (1059). Kaynaklarda bu tarihten 1061 yilina kadar onun nerede olduguna dair bir bilgi yoktur. Kutalmis söz konusu tarihte kardesi Resul Tegin ile beraber amcazadeleri Mikâil ogullarina karsi saltanat davasinda bulunarak isyan etti. Tugrul Bey isyani bastirmak üzere harekete geçti. Ancak daha sonra bu görevi veziri Amidü'l-mülk Kündüri'ye verdi. Vezir tarafindan Girdkûh kalesinde muhasara edilen Kutalmis bazi sartlar ileri sürerek baris talebinde bulundu. Buna göre Kutalmis: 1. Sultan Tugrul Bey'in canini bagislayacagina dair yemin etmesini, 2. Çagri Bey'in oglu Süleyman'in kizi ile evlenmesine müsaade edilmesini, 3. Kendisine iyi bir vilayetin ikta edilmesini istiyordu. Vilayetin verilmesi ile ilgili sart kabul edilmekle beraber digerleri reddedildi ve müzekereler neticesiz kaldi. Vezir de bir müddet sonra Sultanin ölüm haberini alip Rey'e döndü. Bu firsattan istifade eden Kutalmis Türkmen obalarina giderek asker topladi ve Rey sehrini kusatti. Kutalmis'in büyük bir tehlike teskil edecegini anlayan vezir Amidü'l-mülk Süleyman'in yerine Alp Arslan'i sultan ilân etti ve üst üste ulaklar gönderip süratle Rey'e gelmesini istedi. Alp Arslan'in öncü kuvvetleri yaklasinca Kutalmis kusatmayi kaldirip Rey'den ayrildi (24-25 Kasim 1063). Yolda Alp Arslan'in Hacib Erdem kumandasindaki kuvvetleri ile karsilasan Kutalmis onlari maglub etti. Bu sebeple Alp Arslan derhal Kutalmis'in üzerine yürüdü. Kutalmis sayica üstün olmasina ragmen yenildi. Büyük ogluyla kardesi Resul Tekin de esir düstü. Kutalmis ise daglardan ve sarp yollardan geçip kaçarken atindan düserek öldü. Cenazesi Rey'e götürüldü ve orada topraga verildi (7 Aralik 1063). |
Bütün Zaman Ayarları WEZ +3 olarak düzenlenmiştir. Şu Anki Saat: 01:55 . |
2000- 2025
Tüm bağışıklıklar ve idelerden bağımsız olan sözcükleri sarfetmeye mahkumdur özgürlük